Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.772

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 21 Mayıs 2010 - Fincanın İçindekiler


  • İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -3 ... Seyfullah Çalışkan
  • KUVARSIN DANSI (3) ... Hamdi Topçuoğlu
  • SADECE YAŞA ... Özlem Köseoğlu
  • ZAMANSIZLIKTA IŞILDAYAN SÖZ: ŞİİR ... Haşmet Şenses
  • Neo-Emperyalizm: Finans Kapital ile STK'ların İttifâkı Üzerine II ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : İstifa edecek misin Bakan Bey?!..


    Merhabalar,

    Karadon maden ocağının girişinde kocaman yazıyor; "ÖNCE İNSAN". Bir diğer kapıda; "ÖNCE EMNİYET". Neye yarıyor? Hiç. Oysa bunlar meclisin girişinde yazmalı. Faciaya kahrolan insanları ziyaretinde durumu madencinin kaderi diye izah eden başbakana inat, o kapının üzerinde yazmalı
    "ÖNCE İNSAN RECEP BEY!"

    Üç ayda 66 kişi %98 oranında önlenebilecek kazalarda hayatını kaybetmiş. Geliştik, ilerledik, en büyüğüz diye gerimizi yırtacağımıza önce insan demeyi becerebilseydik, başa gelenleri "kader" diye niteleme anlayışından uzaklaşabilseydik, Allah verir Allah alır diyerek Allahın verdiği aklı yok saymasaydık, bu insanlar şimdi yaşıyor olurlardı. Avrupada birinci Dünyada dördüncü kaderine yenilmiş kadersiz, bahtsız ülke Türkiye. Ve başında sekiz yıldır nalıncı keseri gibi tek taraflı semiren bir yönetim. Kaderse işte asıl kötü kader bu. Simit satıcılığından dolar milyarderliğine uzanan hayat çizgisinin bu memleketin başına musallat ettiği kötü kader. Sadece günde 30 TL kazanmak için binlerce genç arasından seçilen işçilerin eğitimine ayrılan pay, toplam kömür maliyetinin yaklaşık ikiyüzellide biri. Sendika yok, işi yapan taşeronun asıl işi müteahhitlik. Yapılması gerekenlerin pekçoğu atlanmış, denetleyen yok. Sonra bunun adı "kader" öyle mi? Neyse az kaldı, artık siz bizim kaderimiz olmayacaksınız, eteklerinizin tutuşmasından belli. Hayatını kaybeden işçilere rahmet, geride bıraktıklarına baş sağlığı ve sabır diliyorum.

    ...

    Geliyor, geliyor, Gandhi Kemal geliyor. Şaka maka değil, eğrisi doğrusuna denk geldi, olması özlenen oldu. Hafta sonu CHP yepyeni bir döneme başlayacak görünüyor. O olacak bu olacak demek işin kolayına kaçmak olur. Umutlar yeşerdi sadece o yeter. Mevcut teslimiyetçi yönetimden kurtulmanın yolu açılıyor artık. Bundan geriye dönüş yok. Birilerinin yürekleri pır pır ediyor. Kimisinin ki yerinden, alıştığından olma korkusuyla ama çoğunluğun yürek çarpıntısı umuttan. Güzel günler bizi bekliyor, inanıyorum. Yoksulluğa, işsizliğe, yolsuzluğa elinde dopdolu dosyalarla yürüyecek Kılıçdaroğlu'na güveniyorum. Baykal'ı diline dolayanlar, artık sıra sizde, haydi gösterin bakalım kendinizi.

    Haftasonu şehir dışında olacağımdan, Pazartesi sayısına yetişeceğimi sanmıyorum. 26 Mayıs'ta tekrar buluşmak üzere hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -3

    Bir sonraki akşam yine aynı yerde bekleyip dükkânı gözetliyordum. İşini bitirince yanımdan geçip gidecekti. Öyle olmadı. Kız ansızın ortadan kayboldu. Kızı dükkânın önünü toparlarken gördüm.

    Hatta tamamen ona odaklandığımı sanıyordum. Yanımdan akşam gezintisine çıkmış çoluk çocuklu bir aile geçti. Biraz kalabalıktılar. Grubun içindeki en küçük oğlan çocuğu az kalsın bana çarpıyordu. Elinde şıpır şıpır kaldırıma akan bir dondurma tutuyordu. Eyvah pantolonum gitti derdindeyken adı bende saklı kız gözden kayboluvermişti. Tahminimce kaşla göz arası diğer sokağı kullanıp evine gitmiş ve beni atlatmıştı. Çok kızmıştım. Yarın akşam ona günün gösterecektim.

    Sonraki akşam özellikle onun beni göremeyeceği bir yerde bekledim. O işini bitirip diğer sokaktan kaçmaya çalışırken sigaramı yakıp fiyakalı bir duruşla karşısına dikildim.

    - Ne bakıyon lan salak, hayatında hiç mi kız görmedin, dedi.
    - Görmedim, dedim. Dün akşam ne güzel kaçtın, dedim.
    - Ne kaççak mışım be? İte dalaşacağıma çalıyı dolanırım daha iyi.
    - Ayıp olmuyo mu ama böyle it, köpek falan, dedim. Sustu, başını önüne eğdi, beni fazlasıyla muhatap aldığı için kendine kızar gibi çekip gitti. Öfkelenince daha güzel olmuyordu ama yürüyüşü değişiyordu. Hem kollarını daha hızlı sallıyor hem de ayakkabılarının topuklarını yere çivi çakar gibi vuruyordu.

    Bir daha yolunu değiştirmeye çalışmadı. Benden çekinmediğini, bana aldırmadığını kanıtlamak istiyordu. Çünkü o yolunu değiştirmeye çabaladıkça bu komik bir oyun olacaktı. Bu zevki bana tattırmaya hiç niyetli görünmüyordu. İnatla ve ısrarla onu elektrik direği yanında bekliyordum. O her akşam bana "Ne bakıyorsun lan salak?" diyordu. Ben de "Bakmak yasak mı? Canım kime isterse ona bakarım," diyordum. Birkaç günde bir bazen dükkândan babası ile birlikte çıkıp eve gidiyordu. Ben o zaman hemen ortalıktan toz oluyordum. Sonra inatla yolunu gözleme stratejisine yeni bir ekleme yaptım. Onu sokağına hatta evine kadar takip etmek… İlk başlarda onu takip ettiğimi fark etmedi. Çünkü araya pey mesafe bırakıyordum. At arabalarının bile zar zor girebildiği daracık bir sokakta yaşıyordu. Akşamüzeri kapı önlerinde öbek öbek kadınlar oturuyor, sokakları çocuktan geçilmiyordu. Bu nedenle genellikle sokağın başından dönmek zorunda kalıyordum.

    Peşine düşüp onu takip ettiğimi anladığında öfkesi daha da alevlendi. Ama durup benimle konuşmak istemediği için sadece yürüyüşünü hızlandırıyor kendini bir an önce evine atıyordu. Bir gün sabrı tükenecekti. Ne olur peşimi bırak diyecekti. İşte o gün her şey planladığım gibi tıkır tıkır yürüyecekti. Çünkü bütün söyleyeceklerinin karşılığını çoktan hazırlamıştım. İşin garip tarafı ne kadar kızarsa kızsın benimle tek bir kelime bile konuşmuyordu. Sadece salak diyordu. "Ne bakıyorsun lan salak?"

    Günler, haftalar geçtikçe bana aldırmaz olmuştu. Onu beklediğimi, izlediğimi bildiği halde beni takmıyordu. Hatta eskisi kadar hızlı da yürümüyordu. Bazen durup yol üstündeki pastaneden dondurma alıyor, tanıdıklarıyla karşılaşırsa bana hiç aldırmadan sohbet ediyordu. Tahminimce bana görünmez adam muamelesi yapıp zamanla sıkılıp vazgeçeceğimi düşünüyordu. Bir akşam hiç beklenmedik bir şey oldu. Geri dönüp yanıma geldi. "Seni abime söyledim. Yakında görürsün gününü sen. Bakalım o zaman da peşime takılabilecek misin?" dedi. Sokak ağzıyla " Ne var yersem, senin için çiğ tavuk bile yerim," dedim. Çünkü onun abisi yoktu. Olsa arada bakkala uğrar, ben de görürdüm.

    Birkaç kez kendisinden daha uzun boylu bir delikanlı ile yürüdüğünü gördüm. Elbette yanında o delikanlı olduğunda onu izlemiyordum. Korkar mıyım canım, İnsanın elinden bir kaza çıkıverir. Yumruklarımı şeytan doldurur, başıma bela olur. Benden kurtulmak için bu numarayı tezgâhladığını düşünüyordum. Bu delikanlı mahalledeki komşu oğlanlardan biri olmalıydı. Üstelik güçlü, kuvvetli, iri yarı olmasına rağmen öyle kavga edecek bitirim birine benzemiyordu. Mektepli tiplerdendi. Hakkını vermek lazım... Harbiden yakışıklı çocuktu. Ben dayak yemekten değil bu delikanlının kızı elimden almasından korkuyordum. Dayak yesem bile bir şey değişmezdi. Ben bu kıza âşıktım. İnsan aşkından kolay vazgeçer mi?

    Akşamlar birbirini kovalarken hala adı bende saklı bakkalın kızıyla köşe kapmaca oynamayı sürdürüyordum. Bu artık benim tam zamanlı işim olmuştu. Onun oturduğu mahalledeki kadınlar bile artık beni tanıyordu. Kaldırım sohbetleri için bir araya toplaşan kadınlar beni örünce kendi aralarında gülüşüyorlar. Hatta kıza " seninki gelmiş yine" diye laf sokuşturuyorlardı. İlkyazın sonlarında, sıcakların iyice bastırdığı günlerden birinde kız güpegündüz bakkaldan çıkıp yanıma geldi. "Ne olur bırak peşimi. Yalvarıyorum. Mahallelinin yüzüne bakmaz oldum. Birazcık insanlığın varsa bırak," dedi. Bırakırım ama bir şartla. "Dükkândan çıktığın zaman benimle Lale Pastanesine gelip dondurma yiyeceksin" dedim. Sustu, bir cevap vermeden bakkala döndü. Bu teklifi ona yapmayı önceden planlamıştım. Hemen kabul etmeyeceğini de biliyordum. Birkaç gün sonra geri gelip "tamam geleceğim" demesini bekleyecektim. Şimdi asıl sorun pastanede, kısıtlı zaman içinde ona doğru cümlelerle aşkımı ve duyduğum hayranlığı anlatmaktı.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      KUVARSIN DANSI (3)

    KATRANCI

    "Bu dağın ardında bir dağ daha var,
    O dağın ardında bir dağ daha var"

    Bu hoş tekerlemeyi öğrendiğimde henüz Katrancı'yı görmemiştim; ama oranın dağların ardında bir köy olduğunu biliyordum.

    Bahar ucunda, güzde, kış ortasında dedeme, katırları çam çırası yüklü, yuvarlak şapkalı amcalar, konuk gelirdi. Biz çocuklara, heybeler dolusu kozalak, keseler dolusu şehriyeye benzeyen bir meyve getirirlerdi.

    - Bu ne?

    - Künar.

    - Nerde yetişir?

    - Çamda.

    Bizim dağlarımız da çam dolu. Niye bizimkilerinin böyle meyvesi yok? Hem kozalaklar, bizim ora çam kozalakları gibi değil: Daha iri, daha ağır ve sert… Kozalakların üstündeki bu yapışkan, kristal damlacıklar; çamın gözyaşıymış. Çam ağacı, sarp kayalara tutunmak ve meyveleri vermek için o kadar çaba harcarmış ki bazen yorgunluktan, bazen acıdan ağlarmış. Böyle zamanlarda hiç kimse çamın gölgesine varamazmış. Gözyaşı dökenin gölgesine mi oturulur? Zamanla bu gözyaşları böyle donup kalırmış. İşte o zaman eline ve ayağına çevik gençler, uzun kancalı sopalarla (keye) çamdan çama atlayıp bu kozalakları toplarlarmış.

    Yuvarlak şapkalı amcalar, başka keseler de getirirdi. Keselerinde sarı, topak topak bir şeyler olurdu. Bunlar da çamın teriymiş. Babannem o keseleri ocağın kenarına asar, altına da bir tabak su koyardı. Ateşte çözülen topaklar (reçine) o su dolu tabağa damla damla akardı: "Çam sakızı çoban armağanı". Damağımda tadı, burnumda rayihası durur hâlâ.

    Biz soba nedir bilmezdik o zamanlar. Ocaklarda kütükler yanardı çıtır çıtır. Kütükleri çıralarla tutuştururduk. Çıraları hazırlama da biz çocukların göreviydi. Dedemin dostlarının getirdiği o çıra kütüklerini kalem kalem doğramayı pek severdim.

    Düğünlere çengiler gelirdi. Ağızlarını yaya yaya türküler söylerlerdi:

    Of aman aman da
    Çıradan kopardık kıymık
    Saklama güzelim de
    Biz onu çoktan duyduk

    Duyduklarının ne olduğunu sormaya, ne gerek vardı? Kız sürmeliydi ya!

    İyi de bu köyün adı niye Çamcı, Çıracı, Fıstıkçı, Sakızcı değil de Katrancı?
    Evet, evet onu da anımsadım. Yine o amcalar, günün birinde birkaç katır yükü kütükle gelmişlerdi. Avluya ateş yakmışlar, yayvan kazanlarda katran elde etmişlerdi. Siyah, genzi yakan bir kokusu vardı. Babamlar, o katranı hayvanların yaralarına sürmüştü. Meğer katran kanı temizleyen, çocukların bağışıklık sistemini güçlendiren, vücuttaki mikropları temizleyen, yaraları iyileştiren, en önemlisi de kanseri önleyen bir maddeymiş. Yöre köylerinde leblebi tozuyla karıştırılmış katran topağı yutmadan büyüyen yaşıtım var mıdır acaba?

    ***

    Hasan gelmişti sonra o dağların arkasından. Mahzun, sakin, arkadaş canlısı…

    Tütün ortağımız Hüseyin Amca'nın oğluydu. Hüseyin Amca, temizliğe ve düzene öylesine düşkündü ki şaşardım. Neyi istiflese milim şaşmazdı. Bir çift ayakkabısı vardı. Onu Yatağan'a pazara giderken torbasına özenle yerleştirir, Kocaçay'a kadar çıplak ayak yürür, çayda ayaklarını bir güzel yıkar, pazara öyle girerdi: Gıcır gıcır…

    - Siz hiç çam kabuğundan kayık yaptınız mı? Ya araba?

    Hasan bana öğretmişti çam kabuğundan kayık, kozalaklardan araba tekerleği yapmayı.

    Derede en güzel yüzen kayıklar, çam kabuğundan yapılanlardır. Kayalara, taşlara takılmadan akar gider. Kayığın tam ortasına illa ki çöpten bir beyaz bayrak dikerdi Hasan.

    - Senin kozalak tekerlekli araban var mı?

    - Var.

    - Hadi gel yarıştıralım.

    Ortadaki tahta parçasına iliştirilmiş iki kozalak…Antik çağların tekerleği kendisinden büyük arabaları gibi…ucuna bir ip bağladık mı tamam. Çek, koş koşabildiğin kadar. Kim önce varırsa menzile,yarışı onun arabası kazanıyor.

    Hasan öldü, dediler günün birinde.. Dağların kucağındaki bu çam bahçesine o zaman gittim.
    Katrancı'nın künarı, Leyne'nin narı, Bençik'in kozu, Eskihisar'ın kızı.

    Eskihisar'ın kızlarının güzel olduğunu Hasan'ı tanımadan da biliyordum; ama Katrancı'nın çamfıstığının ününün bu bölgelerle sınırlı olmadığını öğrendiğimde yolun yarısını çoktan geçmiştim.

    ***

    Katrancı'ya bu kez, her zamankinin aksine Geyik Baraj gölünün üzerinden girecektik. Yollar asfalt. Ancak delik deşik. Sanki birileri bu yolları bombalamış. Yine de kamyonlar, tırlar vızır vızır işliyor. Hepsi feldspat, kuvars, mermer yüklü.

    Köye yaklaşırken insanlardan önce fıstıkçamları selamlıyor bizi. Her biri yanındakinin yaşam alanına saygılı. Dağlar, yamaçlar bir ressamın tablolarından oluşmuş bir sergen. Katrancı, o sergende güzelliklere bakmaktan yorgun düşen ruhumuzu soluklandıran asude bir köşe.

    Köye girer girmez evlerin farklı mimarisi dikkati çekiyor. Geniş hayatlı, taş binalar yüzünü güneşe dönmüş, baharı yudumluyor. Sokaklar hem çiçek, hem reçine kokuyor. Üst üste ve yan yana dizilmiş çam kütükleriyle yapılmış avlu duvarları, evlere benzersiz bir görünüm kazandırıyor.

    Her zaman olduğu gibi yine Hasan'ın kayınpederini buluyorum. Onun evi bambaşka. O, seksenli yıllarını tırmanan dünya güzeli bir insan. Evi pırıl pırıl. Elmalıklar çanak çömlek dolu. Aklımda yaşam öyküsünü yazdığım Ömer Aras'ın anlattığı İkinci Dünya Savaşı anılarından biri var:

    İtalyanlar, evlerde ne kadar bakır eşya varsa topladı. Ne tabak kaldı, ne tencere, ne kazan. Limanda dağlar gibi yığıldı İstanköylülerin bakır eşyaları. Ama biz Türk olduğumuz için bizimkileri almadılar. Konu komşu "Bu babannemden, bu anneannemden diye diye bakır eşyaları saklamamız için bize verdiler. Elmalıklarımız bakır eşyalarla dolup taştı."

    Katrancı'dan ayrılırken muhtar "Durun nereye gidiyorsunuz, gezilecek görülecek çok yerimiz var." diye tutuyor elimden. Kahvedeki köylüler, çay parasını vermek için birbirleriyle yarışıyor.

    "Bu evler, avlular korunmalı, diyorum muhtara. Bu doğa, bu konukseverlik, güler yüz korunmalı."

    Onlar da biliyor, ne büyük değerlere sahip olduklarını; ama bu değerleri korumak için kendilerine uzatılacak ellere gereksinimleri var. Katrancı'nın, önümüzdeki yıllarda doğa ve kültür turizminin en özellikli yerlerinden biri olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok, yönetenlerin ona gören gözle bakması yeterli.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Özlem Köseoğlu


    SADECE YAŞA

    Kendini bırakmalısın bu hayata, yaşamaya, mutluluğa
    Bırakmalısın kendini akışına, zorla yaşamamalısın günlerini
    Bırak güneş girsin gözlerinden içeri, kısma gözlerini
    Bırak dağıtsın rüzgâr saçlarını, düzeltme kalsın öyle
    Bırak yağmur ıslatsın seni, kaçma kuytulara, hisset damlaları
    Bırak gülsün dudakların, kasma kendini, at en içten kocaman kahkahanı
    Ne yazar üzülsen, ağlasan, düşünsen, hayat bu olduğu gibi yaşanır,
    Bırak akışına kendini, götürsün istediğin yerlere seni
    Bırak hayal kursun kalbin istediğini, kısıtlama düşlerini
    Bırak artık hayata söylenip küfretmeyi,
    Bir kere buradasın, bir kerelik bu şansın yaşamaya, hissetmeye, ağlamaya, aşık olmaya, dans etmeye,
    Bırak savrulsun saçların bulutların ardında,
    Bırak düşünmeyi, bırak söylenmeyi
    Hayat bu, kader bu, yaşanacaklar bu, zorlasan da istemesen de buradasın ve yaşamalısın,
    Duymalısın çalan bir şarkının en güzel sözlerini, canın isterse yerinde duramayıp dans etmelisin delice
    Duymalısın gülen bir çocuğun içten kahkahasını, sevmelisin istersen yolda durup
    İçinden geçen her şeyi yapmalısın dostum
    Sana bu şans bir kere verildi, "istemem ikinciyi yaşayayım" desen de yok başka şansın
    Buradasın ve yaşamalısın, sevmelisin, ağlamalısın, gülmelisin, mutlu olmalısın,
    Huzuru tatmalısın, heyecan yaşamalısın, unutmalısın, umutlanmalısın, sen sen olmalısın, kendin olmalısın
    Başkalarının istediği gibi yaşamamalısın, hayallerindeki gibi yaşamalısın, akışına bırakmalısın, düşünmeden, üzülmeden,
    Sen sen ol hayatı yaşamaya bak, her daim süpürmelisin düşlerini uzaklara,
    Sen sen ol, hisset hayatı derinlerine kadar, uçlarda yaşamak istersen yaşa gitsin
    Sen sen ool, yaşa ayak uçlarında hi düşmeden yükseklerde,
    Tek şansını kullan iyiye ve hissetmeye, sadece ve sadece yaşamaya harca vaktini
    Bil ki asla vaktin ve doldurulacak zamanın yok, joker hakkın yok
    İstesen de olamaz artık, sen sen ol bildiğin gibi ve istediğin gibi yaşa,
    Kimseye kulak asma, kimseyi dinleme kalbinden ve hayallerinden başka
    Sen sen ol SADECE YAŞA….

    Özlem Köseoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Haşmet Şenses


    ZAMANSIZLIKTA IŞILDAYAN SÖZ: ŞİİR

    Şöyle diyor John Berger, "Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü"(*) adlı kitabının, "Bir Zamanlar Bir Şiirde" başlıklı bölümünde: " Şiirler, anlatı olduklarında bile, öykülere benzemez. Bütün öyküler zafer ya da yenilgiyle sonuçlanan meydan savaşları hakkındadır. Sonuç ortaya çıkacağına yakın her şey o sona doğru harekete geçer.

    Oysa şiirler sonuca aldırmaksızın, bir yandan yaralılara bakar, bir yandan korkunç ya da garip olan tarafın yabanıl konuşmalarına kulak vererek aşarlar savaş alanlarını. Bir çeşit barıştır sundukları. Uyuşturuculara ve ucuz kandırma yollarına başvurmadan, tanıyarak ve bir zamanlar yaşanmış olanın hiç yaşanmamışçasına yitemeyeceği vaadiyle getirirler bu barışı. Bu vaat anıtların söz ettiği vaatlere benzemez. ( Hala savaş meydanında olan kim ister taştan anıtları? ) Dilin vaadiyse, dili isteyen, dili çağıran yaşantıya bir sığınak sunması, ondan haberli olduğunu belli etmesidir." Şiir, bazen bir avuntu, bazen bir savunma silahı, bazen de yumuşak başlı bir püskürtme ihtiyacına yönelik bir arzudan doğsa da, her zaman için estetik bir sağaltıcı olma işlevini, tam da savaşın ortasında sürdürür üstelik. Her zaman ve her koşulda barışçıdır şiir. Dört yöne çevrilidir kulakları. Mağdura acımakla yetinmeyip, bir yandan türkü söyleyip, avuçlarının arasına aldığı başını ovarken, zorbanın varlığını istese de tümden dışarıda bırakamayacağının farkındalığıyla, onun, savaşın gerçek nedeni olan erdemsizliklerini de katar akışına. Bir bütünün içine girer, ağıt, dua ya da ilenme. Sözün bütünlüğüdür bu, dilin varlığını taçlandırışıdır. Taşlaşmış durumlar ve soğuma uzaktır henüz, üstelik hep hamur kıvamında ve sıcak tutmak ister acıyı. Ya da sevinci. Ama acıdır genellikle ve pratik nedenlerle hep yüzünü döndüğü.

    İçimizin kendiliğindenliği belirler şiir yazma isteğini ve dolayısıyla şiirin bedenini. Dilin kireç bağlamış klişelerini kırarak kurar kendi evrenini bir şiir. Sözcükler bağımsız bir insanın, bireylerin varlığı gibi var olur. Mermer anıtları taklit etmez asla şiir. Anıtsallaşmak istemez kendi benzersiz mecrasında akarken. Yaşamlarımızın her anı gibi yaşıyor olmak... Atan sıcak bir yürek olmak ister. Sabah içilen ılık bir süt... Tenin dinmeyen çağrısı olmak ister... Sıyrılmak ister gibidir bir şiire giren sözcükler ne olduklarından ve nasıl gözüktüklerinden.
    Yine de geleceğe kalır aldığı biçimi değiştirmeksizin. Kırk yıl sonra kendini var eden koşulların yitip gittiği bir zamanda bir insanın içine aktığında, kıvrılmaya başlar bir şiir yeni anlamlara bürünmek arzusuyla.
    Bırakır anlatsın öykülerini, yarattığı tüm o kahramanlıklarına bir yenisini eklemek ve yeni adlar takmak peşinde olan tarih. Zamana meydan okumak isteyendir şiire giren ses. Ve alçakgönüllü bir bilgelikle tüm evrenin bilgisine vakıf olduğunu düşünerek, öyle varsayarak, kendini en güçsüz hissettiğinde bile öyleymiş gibi yaparak aşar zamanı. Küçük bir kız çocuğunun kuytu bir köşede mırıldandığı bir dua kadar, şiirden başka hiçbir şey, barışı, bütün varlığıyla ve tam bir içtenlikle istemez tüm insanlık için. Mutlak biçimde tek vaadidir barış. Herhangi iki insan arasında ve elbet giderek tüm insanlar arasında. "İşte şimdi ve burada, karşınızdayım" diyen dilsel varlığını, yeni doğmuş bir bebek kadar keskin ve net haykırır, sessizliğe yakın bir ışıltıyla.
    Şöyle sürdürür Berger sözünü:
    " Şiirler öykülerden çok dualara yakındırlar, ama şiirde dilin ardında saklı, dua edilen bir kimse yoktur. Duyup haberli olması gereken dilin kendisidir. Dindar şair için 'kelam' Tanrının ilk niteliğidir. Şiir sanatında sözcükler birer iletişim aracı olmaktan önce birer varlıktırlar."

    Elbette... İstemiş ve olmuştur sanki. Beliriverir sanki zamansızlığı varsayarak. Belki de kendi bilinmeyen zamanını, çocukça bir kaprisle dayatarak. Kaçınılmaz olarak var olmuş gibi yapmak üzere doğurtmuştur kendisini, şiire soyunmuş olan insana. Çağrıştırdığı kendi ölümsüzlüğüdür, şairinki değil. Şairin varlığının dolayımını taşısa da zihinlerde, bunu yadsır gibi, söz ettiği şey ne ise, sözcüklerden bedeni o şeyin ta kendisiymiş gibi; sevincin, özlemin, acının özgün bir biçimde belirişiymiş gibi yaparak yaşadığını duyurur her an bize. Bir insanın bütün bir yaşam deneyiminin içinden süzülüp kristalleşen varlığını, herkese sonsuzluk vadedercesine atmış gibidir ortalık yere.

    Ve birisi yüksek sesle okumaya başladığında şiiri dinleyenlere, müzikle olan akrabalığı duyurur hemen kendini. Ama şarkılarla olan, inkar edilemez, görmezden gelinemez ikizliği daha da belirginleşir, tek yürekten çıkıp dinleyen tüm yüreklere yayılırken. Yine John Berger'in aynı kitabın, "Bir zamanlar bir şarkıda" başlıklı bölümündeki şu sözlerin anlattığı gibi:

    "Büyük bir şarkıcı şarkı söylediğinde, zaman ve uzamın derisi gerilir, yeni doğanların sesiyle dolar dünya, sessiz ve masum tek köşe kalmaz o zaman, yaşamın sabahlığı tersyüz edilir, gök ve yer olur şarkıcı, geçmiş ve gelecek tek bir yaşamın şarkılarından birini söylüyordur."

    Ve şiire girdikten sonra söz asla, herhangi bir şey değildir. Çünkü şiir asla masum değildir. Dilsel varoluşunu kutsayan içimizin benzersiz sesidir artık; özgün bir biçime bürünerek herkese ulaşmak isteyen, sonsuzluğu arzulayan, başka bir varlık olarak, dilsel estetik olarak dışlaşmak isteyen içimizin ta kendisidir.

    İlenirken, hesap sorarken, kışkırtırken, varoluşu sorgularken ya da sonsuzca şarkısını mırıldanırken, doğduğu yeri hiç yadsımaz ama yüklendiği tüm anlamları, aktarılacak bir şey değil, kendi varlığının ışıldayışı olarak gösterir. Sonsuzluğa göz kırpar ve zamana meydan okur. Varlık tarafından, yani bir büyük belirsizlikçe içerildiğimiz ve bir şeylerce hep aşıldığımız gerçeğini, hemen her zaman var olan bir ironiyle bir an için olsun yok sayarak, bize kendi zamansız dilsel bedeninde barışçıl bir bütünleşme vadeder.

    Kaçınılmaz biçimde içerilmiş olduğumuz gerçeğini, onarılamaz bırakılmışlığımızın, giderilemez çaresizliğimizin masum varlığını, zamanın dışına doğru uzayan tek bir an içinde aştığımız yanılsamasıyla, "Dile benden ne dilersen" diyen şiirin çağrısına kulak veririz.

    Belki de tek sözü edilmeye değer şeyin, içimizin çağrısına.

    J. Berger - Ve Yüzlerimiz Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü (Adam Yayınları - Çev: Zafer Aracagök

    Haşmet Şenses


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Kahveci : Alkım Saygın


      Neo-Emperyalizm: Finans Kapital ile STK'ların İttifâkı Üzerine I

    Görünen o ki, geçen bölümde bahsettiğimiz bu derebeylikler, "kalpsiz dünyâdaki bu sığınaklar", küresel kapitalist sistem içinde sermâye hareketlerini düzenleyecek motor güçleri oluşturmaktadır. Ve Soros'un hocası olan, fikirlerinden oldukça etkilendiği, hattâ fikirlerini bir tür "zırh" olarak kullanmak istediği Karl Popper'in "egemenlik paradoksu" kavramı da aslında neo-emperyalist stratejide bu derebeyliklerine duyulan gereksinimi anlatır.

    Zîrâ Popper'a göre, toplum adına "iyileri", "doğruları" ve "yapılması gerekenleri" belirleme görevi siyasî iktidârda olduğu sürece, siyasî iktidârın sınırlarını çizmek mümkün olmayacaktır ve egemenlik, "buyurucu irâde" olarak düşünüldüğünde siyasî iktidâr, kendi sınırlarını mümkün olduğunca genişletebilecek ve davranışını toplum için en iyisinin bu olduğu savıyla gerekçelendirecektir. Toplum ise siyasî iktidârı bu konuda yetkilendirmiş olduğu için, davranışları nedeniyle ona karşı çıkma hakkına sâhip olmayacaktır.

    Dolayısıyla, Popper'a göre hiçbir ülkeyi aslında halk yönetmez; adına "demokrasi" denilen yönetim biçimlerinde yöneticiler, en iyi ihtimâlle, siyasî partilerin başında bulunan isimlerdir ve "demokrasi"nin "halk egemenliği" olduğuna yönelik tanımları, içi boş bir retorikten ibârettir. Ve demokratik sistemlerde önemli olan, bu "halk egemenliği"nin kurulması değil; siyasî iktidâra dar bir yetki alanının çizilmesi ve iktidarların, mevcut ekonomik ve siyasî gereksinmeler doğrultusunda özgür ve bağımsız seçimlerle değiştirilmesinin/düzenlenmesinin sağlanmasıdır. (2000:125-7)

    Bu bakımdan, Soros için de asıl amaç, hedef ülkelerde "demokratik devrimler" marifetiyle "halk egemenliği"nin kurulması değil; demokratik seçimlerin bu "değiştirme/düzenleme görevi"ni bizzat küresel sermâyenin gereksinmeleri doğrultusunda gerçekleştirmektir. Hâliyle, başta eski Sovyet coğrafyası olmak üzere hem tüm Avrasya, bu neo-emperyalist stratejinin hedef alanı içindedir. Ve Soros'a göre bunun bir diğer ifâdesi ise "yozlaşmış, baskıcı ya da beceriksiz hükümetlerce yönetilen ülkelerde kamusal yaşam kalitesini geliştirmek"tir. Piyasaların büyük oranda küreselleşmiş olmasına karşın siyâsetin hâlen daha millî devletlerin egemenliğinde olması ise küresel kapitalist sistemi felce uğratmaktadır. (2003:6-7)

    Millî devlet ise ekonominin dış rekâbete karşı korunmasını, buna uygun bir kambiyo sisteminin oluşturulmasını, alt-yapı ile üst-yapı arasındaki sorunların sistem içinde çözülmesini sağlamak için sendikaların desteklenmesini ifâde eder ki tüm bunlar, küresel kapitalist sistem içinde sermâye hareketlerinin kontrol altına alınmasını ve denetlenmesini gerektireceğinden, bu sistem, millî devletlerin tasfiyesini sağlamayı ve "tüm yerkürenin sermâyeye açılması"nı öncelikli görevleri arasında görmektedir. (Petras, 2002:10)

    Diğer taraftan, Soros'a göre sivil toplumcuların üzerinde uzlaşma sağladığı temel konulardan biri de küreselleşmenin en önemli ayağının, finans kapitalin serbest dolaşımının sağlanması olduğudur ve bu noktada STK'lara düşen görev, belirli bir "tıkanıklık" ortaya çıktığında sisteme müdahale etmek ve bir pompa vazifesi görerek bu tıkanıklığı aşmaya çalışmaktır. STK'lar aracılığıyla geniş halk kitlelerine dağıtılan yardımlar, finans kaynakları, yaratılan dil, "yeni alımlama dizgeleri", millî devletlerin ekonomi ve siyâset üzerindeki etkinliğini olabilecek en alt seviyeye indirmekte ve böylelikle hedef ülkeler, neo-emperyalist stratejiye uygunluklu hâle getirilmektedir. (2003:2)
    İmdi, on dokuzuncu yüzyıl piyasa köktencilerinin görünmez el teorisi, neo-emperyalist strateji içinde para spekülatörlerinin görünmez eline bırakılmış ve özellikle de mâlî piyasalarda düzenleyicilik rolü, başta Soros ve finans kuruluşları olmak üzere küresel kapitalist sistemde bu güç odaklarının eline geçmiştir. Bu yüzden, Soros'un da belirttiği gibi, mâlî piyasalarda "ahlâk" aramak son derece anlamsızdır; mâlî piyasalar üzerinde geçerli olma iddiâsı taşıyan tüm değer yargıları, küresel kapitalist sistemin kendi ilke ve kurallarını bozar. Finans kapitalin bu "gayri-ahlâkî" hareketleri çünkü, hedef ülkeler üzerinde iktidâr değişikliklerinin gerçekleşmesini sağlayarak küresel kapitalist sistemi ayakta tutar. (2003:4-6)

    Örneğin, 1996'da 358 adet dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, yeryüzü nüfusunun en yoksul % 45'inin yıllık gelirlerinin toplamına eşittir ve dünyânın en zengin 200 kişisinin serveti, iki milyar insanın gelirlerinin toplamından daha fazladır. Oysa ki bu sermâye, her türlü kamusal denetimin dışındadır ve vergi yükümlülüklerinden kurtulması, bizzat STK'lar marifetiyle gerçekleştirilmektedir.

    Fakat bu verilere göre, dünyâ zenginliğinin yarısını elinde bulunduran 400 milyarderin % 4 oranında vergilendirilmesi mümkün olsa; daha da önemlisi, BM gerçekten de bu konuda ciddî bir irâde ortaya koysa, yeryüzündeki yoksulluk ve sağlık sorunları kökünden hâllolmuş olacaktır ki, finans kapitalin şimdiye kadar bu konuda hiçbir irâde sergilememiş olması, asıl niyetlerinin öyle sıklıkla iddiâ edildiği gibi "barışçıl amaçlı" ve "insanlığın gelişimine katkı" amaçlı olmadığını apaçık biçimde tespit etmeyi sağlamaktadır.

    Hâl böyleyken, Soros'a göre BM'in ileri sürdüğü "saygın amaçları" gerçekleştirmesi için gerekli güç, BM Antlaşması'nın "biz insanlar" ifâdesinde gizlidir ve siyasî iktidarlar üzerinde etkin bir STK ağı kurulacak olursa, bu "saygın amaçları" gerçekleştirme olanağı açılacaktır ki bunun anlamı, millî devletlerin ekonomi ve siyâset üzerinde ve daha çok egemenlik alanlarına ilişkin hak ve yetkilerini STK'lara devretmesi demektir. (2003:8-9)

    Bunun bir başka ifâdesi ise "kuralsızlaştırma operasyonu"dur. Ve bu söylem, ekonomide "özelleştirme", siyâsette ise "yerelleşme" olarak dile getirilir, bu iki kurum da küresel kapitalist sistemin gereklerine uygun biçimde düzenlenir. Ancak, "özelleştirme" ile "yerelleşme" arasında mutlak bir ayrım da yoktur; bu ikisi, belirgin birtakım ekonomik ve siyasî hedefler doğrultusunda eş zamanlı olarak götürülmeye çalışılır. Hedef ülke üzerinde bu uluslararası oligarşinin güdümündeki STK'ların faaliyetleri bu eş zamanlılığı en ideal biçimde tesis eder.

    Nitekim, özelleştirme ve yerelleşme propagandalarının arkasında bu STK'larla yapılmak istenen, devletin önce ekonomiden çekilmesini sağlamak; bunun için de ilk olarak kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesini sağlamak ve bütçe açığı veren kamu işletmelerinin özel sektöre (komprador burjuva ve küresel sermâyeye) açılmasını sağlamaktır. Bu yolla, hedef ülkenin borçlarına ve fâiz ödemelerine karşılık olarak yapılacak ödemeler garanti altına alınır ve kendileri açısından yeni faaliyet alanları açılmış olur; devlet küçüldükçe finans kapital kâr hadlerini geometrik artışla katlar.

    İmdi Soros, millî devletleri açık bir biçimde neo-emperyalizme boyun eğmeye çağırmaktadır. Soros ve finans kuruluşları ile Batı emperyalizmi açısından önemli olan, BM'in kuruluş yapısına, işleyişine ve idârî organlarına yeni bir şekil verebilmek için gerekli demokratik desteği ve küresel kapitalizmin güvenliğini sağlamaktır. Sosyal ve siyasî gelişmeleri destekleme çabaları içinde Soros ve finans kuruluşlarının öncelikli görevi, "daha iyi hükümetler"in iş başına getirilebilmesi için içte ve dışta gerekli koşulları sağlamaktır ki, bu amaç doğrultusunda, sâdece etkili ve dürüst bir merkezî ve yerel yönetimle, bağımsız ve güvenilebilir bir yargının oluşmasını değil, aynı zamanda devlet tarafından baskı altına alınmayacak "açık bir toplum" ve hükümetle çatışma içine girmeyecek bir özel sektörün oluşabilmesi için gerekli önlemleri de sağlamaya çalışırlar.

    Dahası, hedef ülkelerin her birinde, öncelikli ihtiyaçlar birbirlerinden farklı olabilmektedir ve bu nedenle, STK'lar için tek model, Batı tipi demokrasi de değildir; önceliği, ifâde ve örgütlenme hakkı ve özgürlüğü ile azınlık hakları konularına vererek bu stratejik amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırlar. Bu yapıların güvencesini ise "evrensel insan hakları söylemi" oluşturur; bu evrenselcilik söylemiyle Soros ve finans kuruluşları, kendi ekonomik ve siyasî gereksinmelerini içeren toplumsal düzenekleri, hedef ülkelerde önce meşrûiyet altına alırlar, sonra da bunların korunup güçlendirilmesini sağlarlar. (2003:19)

    İmdi, neo-emperyalist strateji içinde STK'lar, hedef ülke üzerinde emperyalizmin ekonomik, siyasî, kültürel ve askerî tahakkümünü kurarken, küresel alanda faaliyet gösteren kuruluşlardan maddî ve başka her alanda destekler almakta, hedef kitleyi belirli birtakım amaçlar doğrultusunda harekete geçirmeyi başarmaktadır. Dolayısıyla, hemen tüm dünyâ genelinde, özellikle de Soğuk Savaş sonrası dönemde "insan hakları ve demokrasi eğitimi"nin artması/arttırılması bizce şaşırtıcı değildir. Başta Uluslararası Af Örgütü olmak üzere çok sayıda küresel kuruluş, bu faaliyetlere doğrudan kaynak aktarmakta, böylelikle küresel sistem kendi geleceğini koruma altına almaktadır.

    Hem üstelik, özel olarak sâdece bu amaca hizmet eden küresel kuruluşlar da vardır ve bunların bütçeleri, diğerlerinkinden çok daha fazladır. Bu alanda en tanınmış küresel kurum ise şüphesiz ki İnsan Hakları Eğitimi Ortakları'dır. Nitekim bu kuruluş, "insan hakları ve demokrasi eğitimi" konusunda hazırladığı görsel ve yazılı malzemeler ile programları, online teknoloji ürünlerini, çeşitli kakademik yayınları, vb. kullanarak faaliyetlerine geniş bir katılım sağlamakta ve konuya ilişkin "demokratik bilinç değişimi"ni başarılı bir biçimde gerçekleştirmektedir.

    Bu kuruluş, aynı zamanda merkezî hükümetlerle de koordinasyonu sağlamaya özen göstermekte, birlikte hareket edebilecekleri konularda hükümetlerin desteğini almaya çalışmakta, "öncelik farklılıkları" ortaya çıktığı durumlarda ise bağımsız olarak faaliyet gösterebilmektedir. Bu kuruluşun doğrudan desteği altında faaliyet gösteren STK'lar arasında önde gelenleri ise şunlardır:

    Açık Toplum Enstitüsü, Ford Vakfı, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Etik Komitesi, İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi, ARI Derneği, Goethe Enstitüsü, Alman Kültür Merkezi, Heinrich Böll Vakfı, Alfred Mozer Vakfı, Kornada Adenauer Vakfı, Klasikçağ Araştırmaları Kurumu, Humboldt Bursiyerleri Derneği, Friederich Ebert Vakfı, Hans Seidel Vakfı, Ebenhausen Bilim ve Politika Vakfı, Olaf Palme Uluslararası Merkezi, Birleşmiş Milletler Türk Derneği ve İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi'dir. (http://www.hrea.org/abouthrea.html, 20.12.2005; http://www.hrea.org/partners.html, 20.12.2005)

    Ne var ki, biz anti-emperyalistler ve tam bağımsızlıkçılar, her şeye rağmen umudumuzu kaybetmemeliyiz. Emperyalizm hortlağı Avrasya'da sonsuza kadar fink atamayacaktır. Ve bu hortlağı târihe gömmek bizim elimizdedir. Bu amaç doğrultusunda örgütlü bir mücâdeleye girmek ve tüm mazlum milletleri örgütlemek ise boynumuzun borcudur. Kezâ, umutsuzluk için hiçbir neden yoktur. Bu hortlak, Ukrayna'da ağır bir darbe almıştır, bundan sonra da almaya devâm edecektir. Ve aslâ unutulmamalıdır ki, gerçek umutlar yalnızca gerçek mücâdelelerden doğar. Biz de zâten bu yüzden, bu hortlağa karşı örgütlü mücâdelenin bir parçası olmak için olanca gayreti gösteriyoruz, bundan sonra da göstermeye devâm edeceğiz.

    Kaynakça:
    Alkım Saygın; 21. Yüzyılda Üçüncü Dünyâcılık, Kemalizm ve Millî Demokratik Devrim Üzerine Tezler, Adımlar Yayınevi, Ankara 2009
    George Soros; Küreselleşme Üzerine, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003
    Hakan Altınay; Açık Toplum Enstitüsü 2001-2008 Faaliyet Raporu, Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Temsilciliği, 2008
    James Petras; Küreselleşme ve Direniş, Cosmopolitik Kitaplığı, İstanbul, 2002
    Karl Popper; Açık Toplum ve Düşmanları, Cilt: 1, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2000
    Mustafa Yıldırım; Sivil Örümceğin Ağında, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2005


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    11 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    BEKLEYELİM

    Sevmeyelim birbirimizi
    Ne bu asırda
    Ne bu zaman diliminde
    Kirlenmişken yeryüzü
    Yorgunken dünya
    Ne bu gün de ne gelecek gün de

    Sevmeyelim birbirimizi
    Bekleyelim el ele
    Bekleyelim seninle
    Birkaç asır sen benim
    Gözlerimde ben senin
    Gözlerinde

    Ahmet Yılmaz Tuncer

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Streets of Philadelphia
    Bruce Springsteen









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100521.asp
    ISSN: 1303-8923
    21 Mayıs 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com