Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.779

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 9 Haziran 2010 - Fincanın İçindekiler


  • SARTRE'IN KÜBA İZLENİMLERİ - 2 ... Bertan Onaran
  • DENİZLERİN DERİNLİKLERİ ... Özlem Köseoğlu
  • Garip Köyde Yaşananlar -1 ... Seda Han
  • William Crosner'in Günlüğü I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Türk Arap yapımı yeni pembe dizi!..


    Merhabalar,

    Noluyor, nereden çıktı bu Araba yalelli okuma sevdası Recep Bey? Yaptığınız yorumlara, yolladığınız tost mesajlarına akıl sır ermiyor. Bambaşka duygusal(!?) nedenlerle bir araya gelen aktörlerin oynadığı pembe dizinin adını koymakta zorlanıyoruz, bir el atsanız da rahatlasak sayın başbakan.

    Suriye'nin başı çıkmış, "Türk, Arap kanı birdir." demiş. Haydaaa... Ne zamandan beri Bay Esad? Yıllarca, muhtemelen hâlâ, pkkya yuva yapan, KKTC'yi tanımamakta direnen kandan mı söz ediyorsun? Yeme bizi Esadım. Biz Recep Bey'den aşılıyız.

    Gırgır'ın kapak esprisi aklıma gelmediyse ne olayım. "Recep Bey gemiyle İsrail'e gidecekmiş." diye ilk duyduğumda "Oğlu mu götürecekmiş?" deyivermişim. Aklın yolu aynı gemiden geçiyor belli. Helal olsun sana Gırgır.

    Recep Bey'den sonra en sevdiğim(!) devlet büyüğümüz Arınç Bey'in izlediği politikaya birkaç gündür şapka çıkarıyorum. Şapka yoksa dil çıkarıyorum. Hırsızı itiraf ettirmeye çalışan iyi polis kötü polis gibiler. Hırsız da biz oluyoruz haliyle. Bir lafı var, içten söylediyse yanaklarından bile öperim. "Gönlümüz orada, aklımız burada olmalı." demiş. Ne güzel laf. İsrail'e cihad açıp, haklıyken haksız duruma düşen patronunun aksine aklıselim kokan cümleler kurmuş, hayret. Ama dedik ya, "iyi polis kötü polis" oyunu oynanıyor, amaç belli, hırsızı itiraf ettirmek ya da hem oradan hem buradan oyları toplamak. Hırsızlıktan ne farkı var?

    ...

    Ben bugün asıl Google yüzünden aksayan işlerimize dokunmak istiyordum. Fakat yazıya başlamadan az önce son durumu kontrol ettim, Google problemi çözmüş. Gelgelelim son yaşanılan sıkıntı bir muhtemel problemi de farketmemize sebep oldu, hayırlara vesile olur inşallah. Yasalarımızdaki boşlukları, uygulamadaki aksaklıkları, en faşist denetim uygulayan ülkelerden biri olduğumuzu falan geçtim, ben sunum hizmeti veren servis sağlayıcıların önündeki muhtemel bir aksamaya azıcık parmak basmak istiyorum.

    Son olaydan önce TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) alan adlarını yasaklamakla yetiniyordu, oysa şu andan itibaren IP adreslerini de yasaklıyor. Teknik olarak anlatmak gerekirse, mevcut yazılım ve işletim sistemlerinin özelliklerinden dolayı, bir IP adresi pekçok alan adı tarafından paylaşılıyor. Örneğin, benim bir sunucumda 97 tane alan adı, 16 adet IP adresini paylaşıyorlar. Bu alan adlarından birine ait web sitesinde hukuka aykırı bir durum olduğunda, mahkeme alan adını engelleyebildiği gibi, o alan adının gösterdiği IP adresini de engeleyebiliyor. Sonra da, aynı IP adresini kullanan diğer masum alan adları da otomatikman yasak kapsamına girmiş oluyor. Her alan adına bir IP adresi tahsis etmek bir çözüm ama hem zahmetli hem de masraflı. Son olayda Google'nın başına gelen de bu. Tabi Google bu işin altından kolaylıkla kalkabiliyor, peki ben gibi ufak tefek servis sağlayıcıları ne yapacak? Çözüm yolu var mı, bilen ve söyleyen yok. Tam kapsamlı, bilenlerce hazırlanmış bir internet yasası çıkmadan birşeylerin düzelmesini beklemek hayal. Daha önce de söylemiştim, en kestirme yol, tüm hakimleri birer feysbuk, gugıl müptelası yapmak. Bakın bakalım o zaman zırt pırt her davaya kapatma kararı verebiliyorlar mı? Şaka maka ve de boru değil, memleketimizde Youtube 2 senedir yasak. Haydi buyurun muasır medeniyetler seviyesine!.. Esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      SARTRE'IN KÜBA İZLENİMLERİ - 2

    Sartre'la Beauvoir 1960 Haziran'ında Küba'yı tanımaya geldiklerinde, ilk gözlerine çarpan elbette büyükçe bir toprak ağasının çocuğu olan Fidel Castro ile yoldaşlarının toprakları yoksul köylülere dağıtmaları olmuş. Ancak bu yalnız bir toprak dağıtımı değil kuşkusuz, nitekim bu amaçla çıkarılan yasa daha başından iki amaç saptıyor:

    "1- İşleyime (sanayiye) hammadde kazandırmak üzere yeni ürünlerin yetiştirilmesini ya da geliştirilmesini sağlamak, ulusun besin gereksinmesini karşılamak, tarımsal ürünlerin dışarı satılmasını arttırmak, buna bağlı olarak da, yabancı ülkelerden çok gerekli ürünlerin alımını kolaylaştırmak;

    2- Köylerde yaşayanların alım gücünü arttırarak iç pazarı (aile içindeki, yurt içindeki pazarı) geliştirmek. Başka bir deyişle, alabildiğine sınırlı tüketim yüzünden körelip gitmiş işleyim alanlarını geliştirmek ya da alıcısı olmadığı için bizde hiçbir zaman kurulmamış yeni işleyim alanları açabilmek üzere ulusun tüketim gereksinmesini arttırmak.

    Buysa, geçmişteki gibi, toprak dağıtımını kurulu düzeni yıkmakla yetinmemek, üretici güçleri yeniden örgütlemek demekti.

    O arada, hiçbir şey gizlenmiyor; toprak dağıtım yasasının giriş bölümü çekilen yoksulluğu da, yürürlükteki toplumsal adaletsizliği de örtbas etmiyor, ancak bunu yaratan sorumluları sayıp dökmeye de zaman harcamıyor; köylerde yaşayan insanların içinde bulundukları dayanılmaz koşullara değinmesi, yalnızca daha etkili olma amacını güdüyor; ulusun toplam üretimini arttırabilmek için, tek tek her bireyin üretimini artırmak gerekmektedir: olanak bulunduğu an, bu iş, üretimi makineleştirerek yapılacaktır; ama bu şimdi değil, yarın yapılacaktır. Bugün köylüyü iliklerine işlemiş üç hastalıktan kurtarmak gereklidir: yoksulluk, hastalık, bilgisizlik."

    Nitekim, bizim izlediğimiz belgesellerden birinde, işin başında ister istemez Devlet Başkanı yaptıkları bir yargıç toprak dağıtımına karşı çıkınca Fidel başbakanlığı bırakıyor; bunun üzerine, Devrim Alanı'na toplanan şeker kamışı biçmekte kullanılan satırları havaya kaldırmış 500 000 çiftçi öyle bir kararlılık ve coşkuyla Castro'ya ve yasasına sahip çıkıyor ki, ürkek yasa adamı da, ona benzeyen herkes de geri adım atmak zorunda kalıyordu.

    Amaç üretimi, dolayısıyla ulusal geliri arttırmak, sonra bunu herkese paylaştırmak olunca, dağıtılan toprakların babadan oğula geçerken ufalanması, işe yaramaz hâle gelmesi tehlikesiyse gönüllü, coşkulu üretim ortaklıklarıyla aşılıyor.

    Matanzas'a doğru arabayla giderlerken, yanındakilere soruyor Sartre:

    "Zaman zaman içlerinden bu toprakları daha küçük parçalara ayırıp paylaşmak gelmiyor mu?

    - Neden gelsin ki? Özel mülkiyet düşüncesi çakılmamış ki beyinlerine. Bunun gerçek bir dürtü olduğunu varsaysak bile, hiç değilse daha önce yaşanmış olması gerekirdi. Bu insanlarsa, atadan oğula, bellerinde asılı oraktan başka bir şeye sahip olmadılar. Onlara atalarından yalnızca açlık, yoksulluk, hastalık kaldı, o kadar; bunlardan kurtarılmak istiyorlar artık; başlarında bir çatı olsun, kendileri için çalışırken herkes için çalışmak, ulusun yaşam düzeyini sürekli yükseltmek, başlarında ulustan başka efendi bulunmasın, Küba toplumunun bir parçası olmak istiyorlar; istediklerine sahipler ya da yarın sahip olacaklar. Bunlarsa elle tutulur isteklerdir; bunun yanında, toprağa - birey ya da topluluk olarak - sahip olmak tam anlamıyla soyut bir şeydir."

    Şimdi başak bir sahneyi aktarayım; Fidel sekiz oynaşında öğrencilerden oluşan bir topluluğa seslenmiş; konuşma bitmiş; kürsüde dikiliyor; sarı saçlı bir kız sol ayağına, esmer bir oğlan da sağ bacağına sarılmış bırakmıyorlar. Fidel eğilip sürekli bağıran oğlanı kavrayıp havaya kaldırıyor:

    "- Ne istiyorsun bakayım?
    - Bize gel, köye gel, diye bağırıyor ufaklık.
    - Yolunda gitmeyen bir şey mi var?
    Küçük oğlan bir deri bir kemikti, çukura kaçmış gözleri pırıl pırıldı; eski yönetimin bıraktığı hastalıklarının iyileşmesi toplumun hastalıklarının giderilmesinden daha uzun süreceği belli oluyordu. Büyük bir inançla:
    - Her şey yolunda, Fidel. Ama bizim köye gel! dedi."

    Fidel, Brezilyalı Frei Butto ile yaptığı söyleşide, ne küçük bir kamu görevlisini, ne de bir büyükelçiyi atama ya da görevden alma yetkisinin bulunmadığını söylüyordu; ama tıpkı Mustafa Kemâl Atatürk gibi sınırsız, gölgesiz bir yetkesi var; ataerkil zorbalıkla anamalcı düzensizliğin beyinlere çaktığı bütün sanal ayrıcalık ve üstünlükleri silip atmış, insan kardeşleriyle bir ve eşit olmayı bilinçli olarak seçmiş; çağrılan her köye, her bucağa, her üretim ortalığına seve seve gitmiş.

    Ve 50 yılda, insanlığın binlerce yıldır özlediği canlı cansız bütün varlıkları gözeten, kollayan uygar insanı yaratmayı başarmış.

    Bundan büyük yengi ve mutluluk mu olur?

    Bertan Onaran
    bertanonaran@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Özlem Köseoğlu


    DENİZLERİN DERİNLİKLERİ

    Denizlerin derinlerinde buldum seni, okyanuslarda açılmışken sensizliğe yol alırken buldum seni,
    Tam vazgeçmişken buldum gölgeni, kokunu, deniz gözlerinde kaybolmuşken buldum kendimi
    Yıllardır aradığım, yıllardır sorduğum, yıllardır yol aldığım gençliğimi buldum sende
    Bir umut buldum sende yaşayan
    Bense umutsuzluklara gömülmüşken haykırırken seni buldum
    Hiç ulaşamayacağımı sandığım ışığımdın benim, asla dokunamayacağım düşlerimdin
    Hep uzakları hayal ederken bulmuştum kendimi
    Mutluluk uzaklarda değil derin deniz gözlerindeymiş meğer
    Boşuna aramışım senelerdir boşuna debelenmişim boşu boşuna
    Ne yazar sensizmişim oysa sen de bensizmişsin meğer…
    Beklerken mutlulukları geç yakaladık be dostum geç bulduk be dostum…
    Çok geç her şey için, yarınlar için, hayaller için…mutluluk için, tek sen varken kalbimde
    Düşündükçe yaralanıyor, ağlıyorum, kahroluyorum çaresizce…
    Keşkelerle dolu cümleler kurmaktan bıkıyorum düşünce..
    Benim umudum olacakken umutsuzluğum olmanı istemiyorum asla…sadece senin olayım istiyorum sonsuza, sonsuza kadar!!!

    Hep ellerimden tut, hep yanı başımda ol, karanlıklardan kurtar beni,
    Aldığım nefesim ol, kurduğum hayallerim ol, gitmek istediğim uzaklar ol, saçlarımı okşayan bana güzel sözler fısıldayan rüzgârım ol, düşlerim ol!
    Hey dostum hep benim ol! Hep benimle ol, ol ki artık uzakları düşünmeyeyim, gitmek istemeyim,
    Bıkmışlığım var artık gitmek isteyipte gidememişliğimden, mutlu olmayı isteyipte olamamışlığımdan, uzaklara bakıp düşündüğüm hayallerim ol, benim UZAKLARIM ol !

    Seni hayallerde de olsa yaşıyorum, çoğu hayalim gerçek olamadı, senin de olacağın yok
    Varsın olmasın, sadece yaşamak istiyorum seninle ya da senin hayallerinde…
    Dostum beni sensiz bırakma, ben seni asla bırakmam, beni yarı yolda bırakma, ben seni asla bırakmam çünkü hayallerimdin, hayallerimsiz yaşayamam bilirsin, benim ol, ben de senin SONZUZA, UZAKLARA !!!!

    Özlem Köseoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Seda Han


    Garip Köyde Yaşananlar -1

    Yüzünü turkuaz yeşiline çalan denize dönmüş, sırtını yemyeşil ormanların kapladığı dağa yaslamış küçük bir köyde doğdum. Sessiz sakin, kendi halinde yaşayan uysal halkı geçmişte yaşadığı felaketlerden sonra çektiklerini başkalarına ödetmek istercesine sinsileşmiş ve hırçınlaşmıştı. Tüm bu olanlardan etkilenen annemin psikolojik durumunu düşününce babamın o garip köyden taşınma kararını almasını şimdi anlayabiliyorum. O zamanlar 6 yaşlarında olan ben çok ağlamış, gitmemek için yalvarmıştım. Köyde geçirdiğim son haftam, yabancıların gelmesi ile aynı tarihlere rastladığı ve bizleri de cömertçe yanlarında götürdükleri için -aradan 62 sene geçse bile- başlarına gelen olayların kaynağını anlatarak son nefesimde rahatlamak boynumun borcu olmuştur.

    Dağ yolundan döne döne köye inen her yabancının aklına gelen ilk şey köyden bir ev almak ya da yamaca doğru bir kaç ağacı kesip tüm manzaraya hakim olan bir otel inşa etmekti. Ancak zamanla varlığından şüphem kalmayan kutsal yatır her zaman olduğu gibi görevini yapacak ve yabancıların tümünü sersem bir halde geri yollayacaktı.

    İşte o eğlenceli günlerden birinde yirmiye yakın yabancıyı ağırlıyordu köyümüz. Tüm meraklı bakışlar onların üzerindeydi. Acaba bu yeni gelenler ne tür fikirler yumurtlayacaklardı. Onları köy meydanında bulunan emlakçılara götürdüler. Köyümüzde sadece bir bakkal, bir berber ve bir de terzi olmasına rağmen tamı tamına 17 emlakçı vardı ve bu emlakçılar aynı zamanda yazları balıkçılık, kışları odunculuk yaparlardı. Yabancılar heyecanla projelerını anlatıyorlar ve aynı anda sorulara cevap veriyorlardı. Hayır ilk kez geliyorlardı buraya. Evet buraya bayılmışlardı. Hayır daha önce gelen kimseyi tanımıyorlardı. Evet mutlaka bir site ya da otel yapılmalıydı. Çok para kazanılabilirdi. Hayır bu fikri dağ yolundayken konuşmaya başlamışlardı. Bu muhteşem yer değerlendirilmeliydi. Böyle uzayıp gitti 2 saatlik neşeli konuşmalar. Köy halkı olumlu ya da olumsuz bir yorumda bulunmuyor sadece soru soruyorlardı. Onlar kazanacakları paraları düşünmekten, köy halkı bu avanaklardan üç beş lira yolacaklarından memnundu.

    Gelenlere odalarını gösteren köy halkı Aziz Baba yatırına yollandı. Yabancıların planları anlatıldı, buradaki ormanları nasıl yolacaklarını, inşa edecekleri o lüks otelleri, her seferinde daha da önüne geçilemez bir kalabalığın geleceğini ve lafın arasında da -sanki ona gözdağı verirmiş gibi - nasıl Aziz Baba'nın yerinden edilip üzerine bir bar kurulacağından, o muhterem mezarının üzerinde nasıl içki içilip tepinileceğinden bahsettiler. Artık eve dönüp hazırlık yapma zamanı gelmişti. Akşam ayazı ile birlikte Aziz Baba'nın ihtişamı da kendini göstermeye başlayacaktı.

    Önce denizden tatlı tatlı esen meltem yerini akşam kızıllığı ile vahşi rüzgara bıraktı. Lodos tüm şiddeti ile köyü aşıp dağa çarpıyor, yönünü değiştirerek tekrar köyün üzerinde kükreyerek dolanıyordı. Tıpkı kafese kapatılmış yırtıcı bir hayvanın çevresindeki demirlere saldırması gibi. Gökyüzüne dağılmış pamuk topakları şeklindeki karbeyaz bulutlar yas tutan kadınlar gibi siyaha büründü. Tüm çehresi değişmişti köyün. Cömert güzelliği çirkin kabalığa, dingin renkleri korku salan vahşiliğe büründü bir anda. Köy halkı olacakları harfi harfine biliyordu. O yüzden tan kızıllığında işe koyulmuşlar, önce kepenkleri sıkı sıkıya kapatmışlar, ambarları kilitlemişler, hayvanları ahıra kapatmışlar, kayıkları sahile çekip bağlamışlar ve yabancılara bir şey söylemeden mahsene çekilmişlerdi. Annemin kapalı yerde kalma fobisi olduğundan ve doğumuna sayılı günler kaldığından biz evimizde kaldık. Usül gereği kepenkler kapatıldı, evin dört bir yanına ve eşiğin girişine bizi koruması için Aziz Baba'nın mezarından alınan kumlar serpildi. Aziz Baba'nın gazabından iğneci Hakkı Dede kadar korkuyordum.

    Gün ışımaya başladığında tüm gece çalışan Aziz Baba'nın uyumasını fırsat bilen güneş bulutların arasında bir kaybolup bir çıkıyordu. Köy halkı sakin geçecek bu bir kaç saati fırsat bilerek -sanki o kadar saat ortadan kaybolmaları normalmiş gibi- işlerinin başına döndüler. Yabancılar henüz ne olduğunu anlamamış, havanın kaypaklığından dem vurup, bugünün güzel olacağına iddiaya girerken bir taraftan da köylülerden onay beklercesine yüzlerini okumaya çalışıyorlardı. Bu sessiz duruşun, tepkisiz ifadelerin ve donuk gülümsemelerin onları içten içe huzursuz ettiği belliydi. Büyükler kendi aralarında laflarlarken ben de kendi yaşlarımda 4 çocuk ile tanıştım. Bunların üçü erkek biri kızdı. Islık çalamadığım ve dilimi onların yaptığı gibi yuvarlayamadığım için benimle alay ettiler ve oyun oynamayacakları söyleyip uzaklaştılar. Halbuki ben onlara tüm iyi niyetimle Aziz Baba yatırından ve başlarına geleceklerden bahsetmek üzere gitmiştim. Kendimi aptal gibi hissettim. İrem - daha sonra yıllarca en vahşi hayallerimi süsleyecek o küçük sarışın kız- bana cömertçe arkadaşlığını sunmuştu ama ben o güzel oyuncak arabaların, o parlak kırmızı topun sahibi çocuklar ile oynamak yerine elinde bebekleri olan bir kız ile kalakalmaktan dolayı mutsuzdum.

    Öğlene doğru bastıran şiddetli yağmur, yabancıların gözünde bereketi, bizimkilerin gözünde ise acımasız, gazap dolu ama adil, hakkını savunan Aziz Baba'yı simgeliyordu. Bütün gün ve gece evde kapalı kaldık. Ağaçların fırtınaya kafa tutması, denizin kudurgan köpüklerini sahile kusması ve yer altından gelen o korkunç çatırtılara gece içinde bir kaç çığlık da eklenince kendimi babamın kollarında buldum. Onun o sakinleştirici sesi eşliğinde uyumuşum. Bu döngüde sanırım bir kaç gün geçti.

    Yabancılar geleli 4 gün olmuştu. Eskiye nazaran beldeye yönelik ne o süslü kelimeler, ne övgüler ne de sempati kalmıştı. Tek istedikleri 2 gün sonra onları almaya gelecek olan otobüse binip olağanca hızla bu garip köyden uzaklaşmaktı. O gün etrafta ne İrem'i ne de ailesini görememiştim. Sadece 2 saatlik zamanım olduğunu biliyordum. Yabancılar da bu ritmi kavramış görünüyorlardı. Artık sadece sabahları 2 saatliğine aşağı iniyorlar, geri kalan tüm zamanlarını odalarında geçiriyorlardı. Köydeki elektrik ve telefon hatları çalışmadığı için dışarısı ile ulaşımımız da kesilmişti. Bizde, bir an önce yabancıların gitmesi, bu eziyetin bitmesi ve her gün Aziz Baba yatırına gidip evimizi koruyan toprağı alacak kadar zamanımız olması için tanrıya yalvarıyorduk. İrem'e bir gün önce Aziz Baba yatırını ve olanları anlatmıştım. Aslında yapmamam gereken bir şeyi yaptığımın da farkındaydım. Hem ben hem de İrem en ağır şekilde cezalandırılabilirdik. Bu nedenle yatırdan aldığım bir avuç toprağın yarısını kendi, yarısını da İrem'in cebine doldurdum. Beni anlamadığını gece yarısı hararetle çalan kapıya uyandıktan sonra öğrenecektim.

    Seda Han


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü I

    Asyalı ve Afrikalı aydınlar
    Batının kültür ve medeniyetini tanıyıp
    oryantalizmin aptallık hipnozuna son vermedikçe
    emperyalizme karşı etkin bir mücâdele veremezler.


    Okur'a Not:

    Bu günlük, son altı aydır İngiliz kamuoyunu fazlasıyla meşgûl eden William Crosner cinâyetini aydınlatmada belki de en sağlam delil. Bildiğiniz gibi William Crosner, 12 Mayıs 1885 Salı günü Edward Trowler, Athenagoras Minorites ve Roger Mildred'la birlikte, Osmanlı Devleti'nin İzmir kentine bağlı Cinaslı Köyü girişinde hâince düzenlenen bir saldırıda hayâtını kaybetti. Hükümetimiz ise bölgede âsâyişi sağlamak ve İzmir-Aydın Demiryolu Projesi'ni tamamlamak üzere, Osmanlı idâresinin izniyle bölgeye asker gönderdi. Kısa bir süre sonra bölgede çıkan ayaklanmalar sonucu, sayıları bini aşkın Türk ve beş yüzden fazla Rum hayâtını kaybetti.

    Aldığımız haberlere göre bölgede sıcak çatışmalar hâlen devâm etmekte ve Osmanlı Devleti, bölgeyi İngiliz askerlerine emânet etmekte. İşte, tüm bu olayların başlangıcı, William Crosner ile arkadaşlarının ve Roger Mildred'ın öldürülmesi olayıdır. Bu günlük ise bu olayın nedenlerini anlamamızda eşi bulunmaz bir hazînedir. Fazla söze gerek yok, bu günlükte yazanlar, tüm bunları apaçık bir biçimde ortaya koyuyor zâten.

    Günlüğün elime nasıl ulaştığına gelince; bölgedeki çatışmaları tâkip etmek üzere, olaydan bir hafta sonra The Times tarafından görevlendirildim. O sıralar Atina'da görevliydim, derhâl bölgeye intikâl ettim. Kazı ekibi henüz Konsolosluk'taydı, ben geldikten iki hafta sonra Birleşik Krallık'a geri döndüler. Bana bu günlüğü ise kazı ekibinden Dennis Ennew verdi. Ona bunu nereden ve nasıl ele geçirdiğini sordum, bana bunun cevâbını verdi; ancak, bunu kamuoyuna anlatmamam üzere ona söz verdim. Dennis Ennew'e verdiğim söze sâdık kalacağım.

    Son olarak belirtmek istediğim önemli bir şey var. William Crosner, bu günlüğün aslâ yayınlanmamasını istiyordu ve yaşasaydı eminim, bu günlüğü imhâ ederdi. Ne var ki, burada Crosner'in yazdıkları, târihsel bir değere sâhip ve gerek Birleşik Krallık'ta, gerek Avrupa'da, gerekse de Ortadoğu'daki güç ilişkilerine ışık tutuyor ve bizlere, nasıl bir dünyâda yaşamakta olduğumuzu apaçık bir biçimde gösteriyor.

    Burada, William Crosner'in özel hayâtına ilişkin pek çok ayrıntı var ve ben aslında bunları, metinden çıkartmayı düşünüyordum. Ama Dennis Ennew, bana bunu yapmamam gerektiğini söyledi. Gerçekten de William Crosner, yazmayı düşündüğü kitabını belki hiç yazamadı ama, bu günlük o kitabın yerini fazlasıyla tutacak gibi görüyor. Ve bu nedenle, Dennis Ennew'in önerisi doğrultusunda metne hiçbir müdahalede bulunmadım.

    Arthur Kasarda
    The Times Ortadoğu Temsilcisi
    16 Aralık 1885
    Bermondsey / Londra

    ***

    Ben William Crosner. British Museum'da yirmi yılı aşkın bir süredir görev yapıyorum. 14 Nîsan 1885 Salı günü, Lordlar Kamarası'nın talebi üzerine, British Museum tarafından özel bir göreve atandım. Hâlen Osmanlı Devleti'nin sınırları içindeki Ephesos antik kentinin yaklaşık 2 kilometre kuzeyinde bulunan kalıntıları incelemekle görevlendirildim.

    Kazı ekibimde yirmi beş arkeolog ve iki tercüman var. Tüm masraflarımız Lordlar Kamarası tarafından karşılanacak. Yolculuk için sâdece dört günüm var. 19 Nîsan Pazar günü Birleşik Krallık'tan gemiyle ayrılacağız ve Akdeniz üzerinden Ephesos'a varacağız. Çalışmalarımızı en geç bir yıl içinde tamamlamamız isteniyor. Gelişmeleri haftalık raporlarla British Museum'a bildirmemiz bekleniyor.

    Lordlar Kamarası'nın ve British Museum'un aslında tam olarak neyin peşinde olduğunu bilmiyorum. Ama, uzun zamandır müze arşivinde paslanmıştım, burası benim residuumum olmuştu. Doğrusu, bu görev benim yeniden doğuşum olacak, ya da ben bunu Tanrı'dan en içten dileklerimle diliyorum.

    Katıldığım son kazı Lagaş kazılarıydı. Ekipte Rubert Pilkington, Kenneth Ouchi ve Arthur Talcott olmak üzere çok sayıda değerli Sümerolog vardı ve onlardan çok şey öğrenmiştim. Lagaş'ta Sümer medeniyetini anlamamızı sağlayacak çok sayıda tablet bulmuş ve bunları British Museum'a götürmüştük. Sümercemi bu tabletlerle geliştirmiştim.

    Bundan bir ay kadar önce, bölgede yaşayan bir köylü, çok sayıda sikke bulmuş ve eski eserlere meraklı bir konsolos yetkilisine bunları satmak istemiş. Fakat yetkili, bunları incelenmesi için derhâl British Museum'a göndermiş. İyi de yapmış; çünkü sikkeler, I. Theodosius dönemine; yâni, M.S. 4. yüzyıla âitmiş.

    Konsolos yetkilisi köylüye, bu sikkeleri nereden bulduğunu sormuş ve onunla birlikte bölgeye gitmişler. Yetkili, kısa bir yüzey incelemesi sonucu bölgede eski bir antik kentin kalıntılarını görmüş ve British Museum'u durumdan haberdâr etmiş. İşte, ben ve ekibim bu kalıntıları inceleyeceğiz. Tanrı bana ve ekibime yardımcı olsun.

    Ben aslında günlük tutmayı beceremem. Edebiyatla aram da zâten pek iyi sayılmaz. Tuttuğum son günlük, Lagaş kazıları sırasındaydı; ama o daha çok, elde ettiğimiz arkeolojik bulgulara, bunlar hakkındaki görüşlerime ve kazı ekibine ilişkin bir tutanak niteliğindeydi. Bu sefer böyle olmasını istemiyorum, ama nasıl olması gerektiğine de doğrusu tam karar veremedim.

    Günlük tutmak gerçekten de çok zor bir iş. Eğer gün gün olup bitenlere ilişkin bir tutanak niteliğinde olmak yerine, kişinin yaşadıklarından hareketle kendi iç dünyâsına yolculuk yapmasını sağlayacaksa bu, gerçekten de çok zor bir iş. Çünkü bâzen insan, kendine bile itirâf edemediği tuhaf bir maske takınıveriyor ve gerçek duygu ve düşüncelerini gizleyerek ortalama bir insan görünümüne bürünüyor, kendine karşı samîmiyetini yitiriyor.

    Dilerim, bu günlük beni kendime yabancılaştırmaz. Dilerim, bu günlüğü tekrar okuduğumda, "Bu satırları gerçekten de ben mi yazdım?" diye düşünmem hiç. Hem bu mesele, bu günlüğü başkaları okursa şâyet, beni şöyle tanısınlar, bu şekilde bilsinler meselesi değil. Hâyır, bunun çok daha ötesinde bir mesele.

    İnsan, kendini nasıl göstermek isterse öyle gösteriyor zâten; ancak, bunu belirleyen toplum, içinde yaşadığı çevre, vb. oluyor. Ama, bir de insan bâzen kendini görmek istediği biçime sokmaya yöneliyor ki, benim kastettiğim de bu. İşte, buna başkalarının etkisi yok. Olduğum ben, olmak istediğim ben, göründüğüm ben… Bu günlüğü tekrar okuduğumda bu satırlardan bakalım hangi ben bana göz kırpacak.
    Ben kendimi bildim bileli, sosyal târih, dinler târihi ve felsefe metinleri okumaya bayılırım. Bu metinlerde gördüğüm en önemli ortak özellikler; lâfı dolandırmadan söylemeleri, gereksiz betimlemelerden sakınmaları ve ortaya bir iddiâ koymaları. Ne var ki, bu metinlerde insan unsuru hep eksik kalır. Hakkında konuşulan târihsel bir olayın aktörlerinin düşünme süreçleri, onları bu olaylara iten nedenlerin kendi iç yaşantılarıyla ilişkileri, vb. hep eksik kalır.

    İşte, bence edebiyat bu boşluğu dolduruyor. Örneğin bir târihçi, Caesar'ın niçin öldürüldüğünü, bu cinâyetin sonuçlarını hem de pek güzel açıklar; ama, üvey oğlu Brutus'un babası için ne düşündüğünü, Caesar'a düzenlenen bu entrikaya niçin katıldığını, bu süreçteki hissiyâtının ne olduğunu teğet geçer, bunu teğet geçmesi istenir de.

    Oysa Shakespeare, bu boşluğu çok güzel doldurmuş. Ve hattâ, Caesar'a "Sen de mi Brutus!" diye de bir söz söyletmiş ve bu söz, ta öteden beri moda bir deyim olmuş. Gerçi, Caesar'ın böyle bir söz söyleyip söylemediğini bilmiyoruz; ama, Shakespeare'in anlatımıyla Caesar'ın hissiyâtını pek güzel anlıyoruz.

    Ta öteden beri, ben de Sümerler hakkında bu tür bir "boşluk doldurmaca" yapmak istemişimdir. Aslında, Sümeroloji çalışmaları henüz daha emekleme döneminde ve birgün, Sümerlerin kendi edebiyatlarına dâir pek çok şey bulacağımızdan da eminim. Ve belki o zaman buna gerek kalmaz. Ama, çağımız insanının Sümerlerin dünyâsına girebilmesi için böyle bir şeyler yazmak lâzım diye düşünüyorum.

    Ben yıllardır, bunun tasarılarını yaptım; ama, bunları yazmaya pek cesâret edemedim. Arkeolojik bulgular ve târihsel kayıtlar göstermektedir ki, modern dünyâda Sümerlere âit pek çok kült, birtakım değişim ve dönüşümlere uğrayarak egemen olmuş ve böyle bir çalışma, aslında modern dünyânın paganlığını ortaya çıkartmak anlamına gelecek.

    Fakat, başta Shakespeare olmak üzere bizim edebiyatçılarımız arasında bu tür bir "boşluk dordurmaca"ya kalkışanların en önemli hatâsı, Grek paganlığına yeni bir form vererek, bu paganlığı kendi îcâtları olan şu "insan doğası" kavramına taşıyarak "modern insan"ın zihnini buna esir etmeleri oldu.

    Nitekim, Grek paganları doğada ve insan dünyâsında olup biten hemen her şeyi tanrılar arası birtakım ilişkilerle açıklar, insan dünyâsında meydana gelen değişim ve dönüşümleri bu mitik kurgularla anlamlandırmaya çalışırdı. Ve Grek paganlarına göre insan, tanrıların kararlarına karşı korunmasız, zavallı ve mutlak itaatkâr bir konumdaydı. Greklerin en meşhur tragedyalarında bu konum ayrıntılı bir biçimde gözler önüne serilirdi.

    Avrupa'da hümanist hareketle birlikte filologlarımız, bu tragedyaları modern dünyâya takdîm ettiler ve başta Shakespeare olmak üzere bizim edebiyatçılarımız, böyle bir insan anlayışını sâhiplendiler. Ancak, insanı korunmasız, zavallı ve mutlak itaatkâr yapan şey olarak tanrıları değil, kendi îcâtları olan şu "insan doğası"nı gösterdiler.

    Sözde, insan, bu doğası itibâriyle duygularının, bencilliklerinin, şehvet ve arzularının esîri olduğu için(!), yaşamı boyunca karşılaştığı bütün olumsuzluklar bu doğanın sıkı belirleyiciliği altında şekilleniyordu(!). İşte, başta Shakespeare olmak üzere bizim edebiyatçılarımız, Greklerin insan anlayışını bu hâle getirerek insanın yaşamını sürekli olarak kontrol edebilme gücüne ve olanağına sâhip olduğu gerçeğine sırt çevirdiler.

    Bence edebiyat, insana yeni dünyâlar açmalı, bu çarpık "insan doğası" tasarımına meydan okuyarak bu gerçeği apaçık bir biçimde göstermeli. Ve benim bu "boşluk doldurmaca"mda dikkat etmem gereken en önemli şey de bu olmalı. Ben de modern dünyânın paganlığını bu çalışmamda ortaya koyarken, bu çarpık tasarımı besleyecek bir tutum içinde olmamalıyım ve edebiyatçılarımızın düştüğü bu yanılgıdan özenle kaçınmalıyım.

    Tanrım, ta öteden beri, bunu gerçekleştirmek için dönem dönem birtakım girişimlerim olmuştur. Ama, hemen her defasında cesâretimi kıran birtakım döngülerin içinde bulmuşumdur kendimi. Fakat, bugün geldiğim nokta itibâriyle bunu yapma zorunluluğunu karşı konulamaz bir biçimde hissediyorum.

    Hem üstelik, karım ve çocuğumun uğradığı cinâyet aklıma geldikçe, modern dünyâya ve onun değerlerine duyduğum öfke de giderek artıyor. Evet, ben bir edebiyatçı değilim; ama sanırım, arkeologların ve târihçilerin teğet geçtiği insan unsurunu gösterebilecek kadar bu işlerden anlarım ve daha da önemlisi, inandığım değerler sistemi gereği bunu yapmalıyım. Evet, bunu yapmalıyım. Hiç değilse bunu başarabilmeliyim.

    İşte, ben sanırım bu günlüğün, ileride yazmayı plânladığım bu kitabımın taslağı olmasına özen göstermeliyim, bunu yaparken de kendi iç yaşantılarıma doğru bir yolculuk yapmayı başarabilir miyim, bilmiyorum. Gerçi, bu yolculuğu yapmayı isteyip istemediğimi de kestiremiyorum. Bakalım, bunu zaman gösterecek. Tanrı bana yardım etsin.

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    9 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    EL ELE

    Şehrin sokaklarına
    Karanlık düşmüş
    Ben şehrin içine
    Karanlık gözlerimde

    Dolaşıyoruz el ele
    Sokaklarında şehrin
    Ben gözlerim
    Ve karanlık

    Ahmet Yılmaz Tuncer

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    The Wall
    Pink Floyd









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100609.asp
    ISSN: 1303-8923
    9 Haziran 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com