Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.786

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 25 Haziran 2010 - Fincanın İçindekiler


  • İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -8 ... Seyfullah Çalışkan
  • KAOS ... Hamdi Topçuoğlu
  • SARTRE'IN KÜBA İZLENİMLERİ 4 ... Bertan Onaran
  • Bileğimde Yaz ... Deniz Marmasan
  • William Crosner'in Günlüğü VIII ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Seferiyim!..


    Merhabalar,

    Ani bir kısa seyahat nedeniyle şehir dışındayım. Kısıtlı imkanlarla ancak sayımızı hazırlayabildim. Anlaşılacağı üzere oturup eli yüzü düzgün bir yazı yazmaya vakit kalmadı. Bir dahaki sefere telafi etmek üzere hepimize güzel bir hafatasonu diliyorum. Esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      İLKYAZ AKLIMI BAŞIMDAN ALIR -8

    Baş dönmesi nedir kine? Dünya döner insan aşık olunca. Kelebekler uçurur gecenin zifiri karanlığında. Ay sizin için parlar, yıldızlar kayar saha kadar hiç durmadan. Bütün meyvelerden tatlıdır yarin yanağı. Kirazların kırmızısı soluktur onun dudağının yanında. Ve onun saçları öylesine yumuşak, öylesine dokunma isteği ile yakar ki ellerinizi. Demircilerin akkor olmuş madenleri bile bunun yanında ılık kalır.

    Sonbahar iyi bir mevsim değildir. Beni yanlış anladınız. Sararın yaprakların ölümü çağrıştırmasından söz etmiyorum ben. Mevsimin adı yanlıştır bir kere. Baharla ilgisi yoktur ki zaten. Bir, iki dal erik çiçeklenir bazen öylesine. Bir iki taze sürgün can bulur belki yaşlı bir ağacın suya kanmış köklerinde. Hepsi bu. Göçmen kuşların çekip gitmesinden de söz etmiyorum ben. Zaten kırlangıçlar ile leylekler dışında pek giden falan da yoktur. Onlar gidince de bulut bulut sığırcıklar gelip onların boşluğunu dolduruverirdi. Ovada zeytin bırakmazlardı naletler. Sonbahar iyi bir mevsim değildir. Bir kere usul usul havalar soğur ve geceler ayazlanmaya başlar. Parklar, bahçeler boşalıverir ve insanlar evlerine çekilirler. Hadi şimdi kolaysa yazın olduğu gibi rahat rahat gör bakalım sevdiğini. Mecburen kapalı mekânlara gidersiniz. Ve bu mekânlarda her şey çay bahçelerinden pahallıdır. Yakalanma korkusu bir yana resmen züğürtlük katsayınız ikiye katlanıverir ansızın.

    Sonbahar gelip yağmurlar başlayınca adı bende saklı kız ile buluşmalarımız iyice seyrekleşti. Dükkândan eve dönerken birkaç saat oyalansa doğal olarak "Nerde kaldın sen bakim?" diye soracaklardı. Günlerin kısalmaya başlaması da bizim için sorun yaratmaya başladı. Yine de birbirimizi görebilmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorduk. Düğünler uzaktan bakışmak için yeterince fırsat sunuyordu. Ama sadece bakışmak için, ellerini tutabilmem, saçlarına dokunabilmem imkânsızdı. Mevsim buluşmalarımıza engel olsa bile bazen hiç ummadık yerden fırsatlar da çıkıyordu. Şimdiki otobüs terminalinin olduğu yerde o zamanlar büyük boş bir alan vardı. Oraya onlarca kamyonla birileri çıkıp geldi. Günlerce, hatta geceli gündüzlü çalışıp kocaman bir lunapark kurdular. Her yeri rengârenk ışıklarla, bangır bangır bağıran hoparlörlerle donattılar. Gençler hatırlamaz ama zenci müzisyenlerden oluşan Boney M topluluğunu benim yaşımda olup bilmeyen yoktur. Ma Baker ile Rasputin şarkıları çalınca sokakları bir başına bırakıp lunaparka koşardık. Sevgilimle kendimizi şarkılara kaptırıp dans etmezdik ama lunaparkta buluşurduk. Lunapark kente acayip bir hareket ve serbestlik getirmişti. Ve biz de bundan doyasıya yararlanıyorduk.

    Genelde sevgili olan delikanlılar bir gün, hiç umulmadık bir yerde kızın yakınlarından birine yakalanırlar. Kaçınılmaz olarak eşek yüküyle dayak bile yer. Bizde ise olay bunun tam tersi oldu. Lunaparkta amcam beni kızla beraber görmüş. İşi gücü yokmuş gibi peşimize takılmış. Ne yaptıysak tek tek babama anlatmış. Babam ağır adamdı. Kız mız meselelerini benimle konuşmazdı. Ama ya annem? Annem bu fırsatı hayatta kaçırmaz. En çok takıldığı konu ise bu kızın kim olduğuydu.

    - Ya anne bi arkadaş işte.
    - Hadi be ordan kızdan arkadaş mı olurmuş.
    - Okuldan işte, liseden…
    - Evlencen mi sen bu kızla?
    - Ne evlenmesi, sen neler saçmalıyorsun anne ya…
    - ee sen niye gezip tozuyon o zaman elin kızıyla.
    - Arkadaş diyom sana, anlamıyon mu? Arkadaşız biz sadece.
    - Bu kızım annesi babası yok mu? Neden kızlarına sahip çıkmıyorlar.
    - Ne yapsınlar. Ayağına ip mi bağlasınlar. Ne kadar geri kafalısın ya anne.
    - Geri meri anlamam ben. Kim bu kız? Onu de bakalım bana. Kimin nesi, kimin fesi?
    - Ne bileyim ya, liseden işte , bizimi okuldan.
    - Okuyacak adam kızlarla gezmez. Okulu mu bırakçan yoksa sen?
    - Saçmalama anne ya... Hangi devirde yaşıyoruz biz?
    - Oğlum sen aklını kızlara vercene, okuluna versen.
    - öff baydın ama anne. Ne dar kafalısın ya… Bi daha görmeyim seni sakın. Kızlarla mızlarla. Valla buban duyarsa alır okuldan. Doğru tamircinin yanına alırsın soluğu,

    Annem tam bir mavracıydı gerçekten. Sanki kızla beni gören oymuş gibi tiyatro yaptı. Ben salak mıyım, elbette kıza annemle konuştuklarımdan söz etmedim.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      KAOS

    Yunan Mitolojisi'nde evrenin var oluş öncesi için"Başlangıçta kaos vardı." denir. O anlayışa göre kaos, karışık ve hiçbir şekil almamış olan uçsuz bucaksız boşluğun ve karanlığın adıdır. Yeryüzü, aşk, karanlık, hava, gündüz hep "kaos"tan var olmuştur. Önceleri evrenin var oluş öncesi için kullanılan bu sözcük, zamanla içinden çıkılması güç durumlar için kullanılır olmuş

    Evrende, düzenle kaos daima birlikte, yan yana iç içedir. Çünkü her düzen, kendisini sürekli yenilemek zorundadır. Her yenilenme de özünde minik ya da evrensel dengeleri altüst eden karmaşayı barındırır.

    İnsanoğlu düzeni çok seviyor. Bu doğal. Çünkü kendisi de evrensel bir düzenin ürünü. Değişimi de seviyor insan; ama değişimlerin yarattığı karmaşaya tahammül edemiyor.

    Toplumsal düzenlerde en çözümsüz sorunlar, görünmeyen veya sürekli göz ardı edilen sorunlardır. Zamanında doğru değerlendirilemeyen sorunların giderek kaos yaratması da bundandır.

    Her kaos, yaratıcılarının amaçlarına ulaşmasıyla sonuçlanmaz. Zaman zaman kaostan en çok en büyük zararı kaos yaratıcılarının gördüğü de bir gerçektir. Var olan düzeni değiştirmek isteyen birçoklarının kaos çıkarmaya yönelmemesinin nedeni bu gerçeği iyi bilmelerindendir. Kaos karşı çıktığı düzeni yıkamasa da az ya da çok tahrip eder, değiştirir. Düzene karşı çıkan kimileri de bunu bildikleri için benden sonra tufan anlayışına sarılmaktan kaçınmazlar. Anarşizmin kaosu adeta kutsallaştırması da bundandır.

    Kaos, anarşistlerin en acımasız silahıdır. Onlar, toplumun sağduyusunu sarsabilmek için en vazgeçilmez insani değerleri görmezden gelirler. Bu noktada onlar için tek silah vardır: Kazanamıyorsan; yok et. Bu günlerde yaşadıklarımız işte bu anlayışın ürünüdür.

    Birkaç yıldır yaşadıklarımızı şöyle bir gözden geçirelim:
    Ergenokon,
    Çukurambar,
    Kozmik oda,
    Açılım,
    Balyoz,
    Gazze…
    Orduya sataşma, yargıyla dalaşma…

    Tüm bunların, toplumun değer yargılarını tersyüz etmeye yönelik olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Bunlar siyasal iktidarın güdümünde gerçekleştirilirken Güneydoğu'daki ayrılıkçılar da hedeflerine adım adım yürümüşlerdir. Daha dün kültürel özgürlükten söz edenler artık demokratik özerklikten söz etmeye başlamışlardır.

    Kimse "Alemi kör, herkesi sersem" sanmasın. PKK'ın hedefi de ona örgütü diyemeyenlerin de nihai hedefi bağımsız Kürdistan'dır. Demokratik özerklik falan demeleri şimdilik böylesi işlerine geldiği içindir. Eğer böylesine yoğun acıların yaşandığı günde bir parti başkanvekili "çocuklarınızı dağa göndermeyin" yerine "askere göndermeyin" diyebiliyorsa onun niyetini başka türlü yorumlamak gafletten başka bir şey değildir.

    Bu ortamda yalnız Türk değil, Kürt analar babalar da acı çekmektedir. İster gerilla, ister savaşçı; ister eşkıya, ister çapulcu densin. O çocuklar dağlarda genç oluyor, bir yuvaya sahip olamadan dağlarda yaşlanıyor ve bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Peki niçin?

    - Abdullah Öcalan'ın hapishaneden kurtulması için mi?

    - Bağımsız Kürt devleti kurmak için mi?

    Halkların bir arada devlet kurması ve yaşatması rızaya bağlıdır. Halkların rızası olmadan kurulan tüm birliklerin zamanla çökmesi kaçınılmazdır. Onlar yüzyıllardır bir arada yaşamış iki halkın arasını açmadan sonuca gidemeyeceklerini iyi biliyorlar. İnsanlık dışı eylemlerinin dozunu her geçen gün daha da arttırmaları bundan.

    Ben olsam, İmralı cezaevinin tüm duvarlarına terör kurbanlarının resimlerini asarım. Televizyonundan ve radyosundan terör acısı çekenlerin görüntülerini ve feryatlarını izletirim. Kim bilir belki hidayete erer. Egosunun utancını hisseder.

    PKK, Halkalı'daki saldırıya benzer çok saldırı yaptı bu ülkede. Daha önce de onca çocuğu, genci sevdiklerinden ayırdılar. Bunların hangisinin acısı diğerinden daha az olabilir? Ama daha acısını da gördük sonunda. Hayret, yazık! Bu nasıl nasırlaşmış vicdandır, bu nasıl gözü dönmüşlüktür, bu nasıl özgürlük anlayışıdır ki böylesine insanlık dışı saldırının faillerini alkışlayabiliyorlar.

    Halkın oylarıyla parlamentoya girmelerine karşın kendilerini İmralı'nın bendesi olarak görenler, gerçek niyetlerini açık açık söylemelidir ki Ankara, İstanbul, Antalya, Mersin, Muğla'daki Kürtler de yaratılan kaosun kendilerini şu an yaşadıkları evlerinde, işyerlerinde bir yabancı durumuna düşürmeyi hedeflediğini iyi bilsinler.

    Keşke kaostan medet umanlar, toplum vicdanında açtıkları derin yaraları görmek için gelip çarşıda pazarda, tarlalarda, inşaatlarda çocuklarını kimseye muhtaç etmeden güvenlik içinde yetiştirmek için yerini yurdunu terk etmiş Güneydoğulu vatandaşlarımızla konuşup Milaslı, Aydınlı, Zonguldaklı, Edirneli… Mehmet amcaların, Ayşe teyzelerin, onlara nasıl baktıklarını anlamaya, yaşanan derin acıyı hissetmeye çalışsalar.

    Kendileri kaosun parçasına dönüşenlerin, sorunlara çözüm üretme olasılıkları yoktur. Rüzgâr eken, fırtına biçer. Kaoslardan medet umanlar, tarih boyunca en büyük kötülüğü kendi halklarına yapmıştır. İnanmıyorlarsa tarih kitaplarına baksınlar.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      SARTRE'IN KÜBA İZLENİMLERİ 4

    50 yıllık Küba tarihi, bütün dünyaya kendini demokrasi simgesi ve koruyucusu yutturan ABD'nin bu ufacık adaya, halkına ve önderine yönelteceği ardı arkası gelmeyen saldırı, tuzak, öldürme girişimleriyle doludur. Düşünün, daha Amerikan uşağı Batista Havana'dan kovulalı yalnızca altı ay olmuş; gizli CİA görevlileri bir Belçika gemisini, La Coubre'u havaya uçuyor; halk gemiye yardıma koşuyor, bir bomba da rıhtımda patlayıp ortalığı kan gölüne çeviriyor.

    Sartre'le Beauvoir da Havana'dalar o sırada; şimdi sözü ona bırakalım:
    "Aynı hafta, 'La Coubre' havaya uçtu. Bütün Havana koştu patlama sesine; yıllarca tenini parayla satmış bu kent, tehlike, ölüm karşısında çelik ruhuna yeniden kavuşuyordu. Halk her yandan koştu, rıhtımları doldurdu: gemiden fışkıran alev topları üstüne yağıyordu; ama kimse bunlara aldırmadı, kent insanlarını kurtarmak istiyordu. Halk yığınlarının karısına ilk kez insan göğüslerini dikmek, önünü kesmek, kıyıma atılmasın önlemek zorunda kaldılar. Ama halk öcün aldı; Castro arabasından iniyordu, rıhtımda tek başınaydı, bütün devrimci ilkeleri çiğneyerek, tehlikeyi kendine tanıdığı ayrıcalığa dönüştürüyordu. Yirmi kol sarıldı bedenine, on, yirmi beden onu yere yıktı, ağırlıklarıyla ezdi: tam sırasıydı; arkalarında iz bırakan mermiler ışıklı uçlarıyla sıyırıp geçiyorlardı onu.

    Ertesi gün, ölenler toprağa verildikten sonra, bu başkenti ayakta gördüm. Beş yüz bin insan. Castro konuşuyordu. Alkışlamak yasaktı; dinleyicilerin coşkularını göstererek onu kendinden üstün bir insan hâline getirmelerine olanak bırakılmıyordu: o konuşurken şuradan buradan yükselen tek tük yaşa varollar, İspanyolların 'oley'lerine benziyor, boğa güreşçisini ölüme yaklaştıran gözüpekliği akkor hâline getiren o ürkütücü haykırışı andırıyor.

    Hiçbir şey yok o gün: külrengi, kara bulutlar, serin bir rüzgâr, hava kapalı; iç karartıcı bir gerçeklik. Başlangıçta, sağda solda gittikçe eriyip yok olan birkaç alkış; onların yok oluşundan sonra, bir bütün olmuş beş yüz bin sessizlik, denizden esen yel, konuşanın sesi.

    Fidel konuşmasına dinleyenlere bakmadan, başı önünde, hemen hemen her günkü, asık sesiyle başlamıştı. Sonra ses kararlı bir hâl aldı, akışını hızlandırdı.

    Ancak dinleyenlerin dalgalanması bir an bile dışarıdan gelip onu bastırmadı; halkın gereksinmeleri ya da öfkesi bir an bile egemen olamadı bu sese. Buna müthiş sevindim; ölenlerin ardından yapılan konuşma, kendi hâline bırakıldığı, yalnız içinden gelen tutkuya ayak uydurmasına izin verildiği için, niteliğini, Castro'nun bütün konuşmalarının niteliğini iyice ortaya vurdu: bir açıklama.

    O anda kılı kırk yaran bir güvenlik araştırmasına tanık oldum: konuşmaya başlarken neredeyse her sözcükte durmak isteyen bu ses, hiç sertleşmeden, gösterici bir güç kazandı; yeniden canlandırılan, yerlerine oturtulan olgular sonunda hem tartışılmaz bir kanıt dokusu oluşturdu, hem de bir dizi acı olayı arka arkaya sıraladı, yüzleri seçilmeyen başlıca yaratıcılarının kimler oldukları sezilen uzun kanlı bir öyküye dönüştü. Fidel konuşurken düşünüyor, daha doğrusu, söyleyeceklerini bir daha düşünüyor; bunu kendisi de biliyor, oysa hiçbir şeyi önceden tasarlamadan, doğaçlama konuşuyor.

    Düşüncelerinin akışını açıkça görebilmek için, sözcükleri ağır ağır yineliyor, her tümceye aynı başlangıcı - kendine özgü gelişme zamanını kazandırıyor.

    - Onca acı çekmiş olan bu halk…onca savaşmış olan bu halk…onca zafer kazanmış olan bu halk…

    Zaman zaman ağırlaşan, kimi zaman ateşlenen bu öğretici güzel konuşma, bu yinelemelerle, işin pek ayrımında olmayan bir Fransız'a Fransa Başbakanı'nın dinlediği izlenimini verebilir. Daha ilk kürsüye çıktığı gün Kübalıların gönlünü kazandı, dediler bana. Söylevden bıkmış bu ulus sözcükleri küçümsüyordu; ama Fidel konuşmaya başlayalı beri, tek bir söylev dinlemedi. Yalnız olgular. Kanıtlamalar. Çözümlemeler. Şaşkın Kübalılar millet meclislerine özgü lâf ebeliklerini duyamadılar bir daha; demek ki insan sesi başka şeyler için kullanılabiliyormuş."


    Elli yıllık amansız, acımasız kuşatmaya, boğma girişimine; Fidel Castro'ya yönelik 638 öldürme denemesine karşın Küba halkının neden hâlâ dimdik ayakta olduğunu; ABD'nin, anamalcı yalan-talanın yarattığı düzmece bunalıma karşın neden kalkınmayı düzenli olarak sürdürebildiğini yukarıdaki satırlar gösteriyordur sanırım.

    Nitekim, Rebeca Chavez'in Fidel'li Anlar belgeselinde, 26 Temmuz 2003'te, Moncada kışlası baskınının 50. yılında düzenlenen törende yaptığı konuşmada şöyle sesleniyordu Castro halkına ve bütün dünyaya:

    "İstediğiniz cezaya çarptırın beni, son sözü, köklü, kalıcı bir Devrim gerçekleştirmiş olan halk söyleyecektir!"

    Şu benzersiz mavi gezegeni ve kendini korumak istiyorsa, bütün insanlığa düşen en ivedi görev de bu zaten.

    Bertan Onaran
    bertanonaran@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Deniz Marmasan

     Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan


       Bileğimde Yaz

    Kibrit kutularını, geldiğinde düşlerimizdeki evi yapalım diye bazaya sakladım.
    Gece olup saat üçü geçince yastığımdan kanatlanan kelebekler saçlarına dolansın diye, bütün nevresimleri turuncuya boyadım.
    Haziran doğar doğmaz kış resimlerinden portakallar çaldım ki, önümüzdeki ocak çilek koksun odalarımız.
    Pencereleri öpen dolunay sevmedi sensizliği...
    Unutmadım tarihsiz boy veren zeytinleri, şehrindeki kızılcıkları, toprağı... Gözlerimi örten kar tanelerini hiç yırtmadım defterinden düşlerin....
    Tenimde kırılan cam parçalarını sevdiğin meyvelerin renklerine boyadım, vitray sever bakışlarınla avuçların dokunur belki, bileklerime çizersin yine.. 3 yazıp yıldız attım sadece, gerisi senin olsun... Mor ojelerle yazıyorum haziran başlangıcını, günbatımı söylediğim gibi olmalı, "hoş"...
    Belki hayaller kurdum, kıyılarında göremediğim rüyaları yüzdürdüm.
    Bu yaz, gel istedim. Eski yazlardan güzel, yarınkilerden genç olsun. Şehirleri dudaklarımızdaki şarkı yapıp, yine sabaha karşı, yine çay buharıyla... Güneş doğudan doğarken, batıdaki gevrek alış saatimi bekle yine.. Sonra mevsim uyutsun bizi bir rüya başkentinde...
    Bu Gece Ben Ay*...

    Deniz Marmasan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü VII

    Bugün Biskay Körfezi'ni geride bıraktık. İki gün sonra Estaca de Vares Burnu'na varacağımızı düşünüyoruz. Öngördüğümüz programdan bir gün ilerdeyiz. Finisterre'de yarım günlük bir molamız olacak, sonra da Roka Burnu'na doğru harekete geçeceğiz.

    Bugün saat dokuz sularında uyandım. Kalktığımda Edward çoktan uyanmış, üzerini giyinmiş, camdan dışarıyı seyrediyordu. Ben de üzerimi giyindim ve biraz lâfladık. Kahvaltı saatimiz on buçuk, bu saate kadar bana Tizard'tan bir şeyler okudu ve pasajlar üzerinde konuştuk. Kahvaltıdan sonra kamaramıza çekildik ve üzerimizi çıkartarak şükür duâmızı yaptık.

    Duâ bitiminde Edward, çamaşır yıkamak için banyoya gitti, ben de güverteye doğru yöneldim. Ben geldiğimde Anthony kahvesini yudumluyordu, birden benim de canım kahve istedi ve mutfağa gittim. O sırada Michel de bulaşıkları yıkıyordu. Bana kahvemi kendisinin hazırlayabileceğini söyledi. Ben de işine bakmasını, kendi kahvemi kendim hazırlayabileceğimi söyledim.

    Zâten oldum olası sevmemişimdir özel işlerimi başkalarına yaptırmayı. Hem, ekip üzerindeki saygınlığımı kaybetmek gibi bir tehlikem olmasaydı, gemideki günlük işlere yardım etmeyi de isterdim elbet. Ancak, bu benim konumum açısından hiç yakışık almayacaktır kuşkusuz.

    Hayâtın pek çok alanında işbölümü vardır/var olmalıdır da. Her bireyin her işe koşturması beklenemez; ama, bu işbölümü içinde kişi, kendi görev ve sorumluluklarını başkalarına yüklemeye kalkışınca; hem üstelik, bir de işin içine sosyal prestij meselesi girince ve birileri bu konuda sömürülmeye başlanınca durum değişiyor.

    Bana kalsa, Michel'e de yardım ederdim; ama, sâdece kahvemi hazırlayıp mutfaktan ayrıldım. Güverteye döndüğümde James de Anthony'e katılmış, birlikte sohbet ediyorlardı. James elimdeki kahveyi görünce, onun da canı çekti, ben de kahvemi ona verip tekrar mutfağa gittim ve yenisini hazırladım.

    Michel bu hareketlerimi de pek yadırgadı. Sanırım sevgili Michel, hem bir zencî olmanın, hem de hayâtının neredeyse tamâmını başkalarına hizmet etmekle geçirmenin verdiği bir düşünme biçimi nedeniyle bu hareketlerimi anlamlandıramadı.

    Oysa, sevgili Michel de hepimiz gibi bir insan. Evet, İNSAN. Onu köleleştirenler, onu özel işlerinde kullanarak sömürenler bunu yapmakla yetinmemiş, bir de bu çarpık zihniyeti ona aşılamışlar ve aslında, daha korkunç olanı da bu. Çünkü, bunun aşılması neredeyse mümkün değil. Tanrım…

    Ne var yâni, kendi işimi kendim yapıyorsam, ekibin başı bensem, ekip arkadaşlarıma hizmet ediyorsam… Asıl yadırganacak olan bu değil, bunu yadırgayanlar da değil; asıl yadırganacak olan, bunların yadırganması gerektiğine insanları inandıranlar ve onların bu çabaları.

    Ah sevgili Barbara… Seni çok özledim. Şu an kim bilir nerelerdesin, nelerle meşgûlsün. Ama keşke, aramızda olsaydın da sevgili Michel senden biraz feyiz alsaydı. Bana anlattığın hikâyeleri Michel'e de anlatsan da o da zencî olmaktan utanmadan yaşamayı, kendini sömürenlere karşı başkaldırması gerektiğini ve daha başka pek çok şeyi anlayabilecek ve uygulayabilecek bir düşünme biçimi kazansa.

    Daha sonra kamarama döndüm ve yanımda getirdiğim kitaplardan okudum. Okuduklarımdan biri, Rupert Player'in Mezopotamya Mitolojisi isimli kitabıydı ki bu kitap, College yıllarımdan beri sıklıkla okuduğum, her defasında yeni bir şey öğrendiğim; kafamda yeni bağlantılar kurmamı, yeni köprüler inşâ etmemi sağlayan az sayıda kitaptan biridir. Ve bu kitabı okurken, kendimi zaman içinde yolculuk yapmış gibi hissederim hep.

    Evet, zamânı geriye çevirip Sümer kent-devletlerinden birinde olduğumu, kent tapınaklarında ilâhîler söylediğimi kurarım zihnimde. Babamdan öğrendiğim ilâhîleri. Gerçi, çok da saçma değil, zâten modern paganların ilâhîleri ile Sümerlerin ilâhîleri arasında müzikâl bakımdan bilmem ama, içerik bakımından önemli bir fark yok. Modern paganların ilâhîleri de Sümerlerin ilâhîleri de hep insan kılığına girmiş bir tanrıya atfen yazılmış anlatılardır.

    Okuduğum bir diğer kitap da Jacop Ranford'un Mezopotamya Medeniyetleri Üzerine Notlar isimli kitabıydı. Kendisi, çeşitli dönemlerde Mezopotamya'ya yaptığı yolculukları anlatıyor, orada şu sıralar yaşayan insanların kültürlerine bakarak Eski Mezopotamya medeniyetlerinden bugüne kalan izleri araştırıyordu. Bu kitabı da şimdiye kadar kaç defa okuduğumu hatırlamıyorum; ama, her defasında bana yeni lezzetler veriyor.

    Ben Jacop Ranford'la ortak bir ahbâbımızın; İvan Park'ın düzenlediği bir Bluestockings toplantısında tanışmıştım. Ancak maalesef, pek bir şey konuşamamıştık. Çünkü, dâvet sırasında İvan Park'ın eşi Risselena intihar girişiminde bulunmuştu. Tanrım… Çok üzücü günlerdi onlar. Hatırlamak istemiyorum. Ve Jacop Ranford'la bir daha bir araya gelme fırsatımız da olmadı.

    Akşam yemeğinden önce bir ara, Edward'la birlikte güverteye doğru yöneldik, o sırada Erving de yeni içeri giriyordu. Bize havanın soğuk olduğunu, üzerimize kalın bir şeyler almamızın iyi olacağını söyledi. Ben de ona teşekkür ettim ve Edward'ı ceketlerimizi getirmesi için kamaraya yolladım. Erving'e de bize eşlik edebilir mi, diye sordum, birlikte güverteye çıktık.

    Erving, hayâtımda gördüğüm en mahcup insanlardan biri ve aynı zamanda da en adonist kişi sanırım. Fazla genç sayılmaz, otuzunu aşmış olmalı, ama onda, ergenliğe yeni girmiş delikanlıların mahcûbiyeti var. Ben öyle hissettim en azından. Sanki, sürekli yanlış bir şeyler yapacakmış gibi, sürekli birilerini rahatsız edecekmiş gibi bakıyor, etrâfına güvensizlik yayıyor.

    Ben bu duyguyu, kendi yaşantımdan bilirim; ben de ilk gençlik yıllarımda sürekli bu duyguyu yaşar, arkamda beni sürekli koruyan bir el olmasını beklerdim. Hele âbi olmak dünyânın en zor işi. Ve annesiz büyümek zorunda kalmış bir kız kardeşi varsa kişinin. Bu sorumluluk duygusu, bu hatâ yapma korkusu dehşet.

    Evet, ben de hep hatâ yapmaktan korkarak büyüdüm. Benim için risk almak, hayâtı yalnız başına tecrübe etmek hep bir fantezi olarak kalmıştır. Arkadaşlarımla, Cumartesi geceleri kaçıp Manuel'in meyhânesine gitmedim hiç. Hattâ, bu konuda Christopher benimle hep alay eder, ömrümün sonuna kadar bâkir yaşamak zorunda kalacağımı söylerdi.

    Edward güverteye geldiğinde Erving, yanımızdan ayrılmak istedi; ama, ben izin vermedim. O kadar saf ve mâsum bir yüzü vardı ki, bana ilk gençlik yıllarımı hatırlatıyordu, onunla yemek saatine kadar sohbet etmek istedim. O sırada güverteye Gage geldi, Erving kaptan köşkünden çıkarken beş dakika diye çıkmış; ancak, kırk beş dakika kadar ortalarda gözükmeyince Gage merak etmiş.

    Erving, Gage'yi gördüğünde rahatlamıştı. Belki, bizimle ne konuşacağını bilememenin yarattığı iç sıkıntısını aşmıştı, şimdi Gage bizimle sohbet edebilir, o da dinlemeye geçebilirdi. Yâni, benim de o yıllarda aradığım o el, şimdi Erving'e uzanıyordu. Tanrım… Erving'in o yüz ifâdesi o kadar içtendi ki, hâlâ gözlerimin önünde.

    Düşünüyorum da çocukluk yıllarımda aldığım terbiye ve tabiî ki, içimde yer eden pek çok boşluk, benim Naturalizmi benimsememin ana nedenlerindendi. Naturalist Tarikatı'yla tanışmam College yıllarımda olmuştu. Oldum olası, benim dinle aram pek iyi sayılmazdı. St. William's College'da gördüğüm târih eğitimi ise hem arkeolojiye olan ilgimi kamçıladı, hem de Hıristiyanlığı yeniden tanımamı sağladı.

    Babam Henry Crosner, koyu bir Katolikti ve ben ve benden iki yaş küçük kız kardeşim Jane'yi iyi bir Katolik olarak yetiştirmek istiyordu. Kendisi, St. Peter Kilisesi'nde zangoçluk yapıyor, geri kalan zamanlarında da kilise korosunda bize ve kiliseye devâm eden diğer çocuklara ilâhîler öğretiyordu. Annem Teresa ise ben dört yaşındayken ölmüş, bizi babam büyütmüştü.

    Biz Hıristiyanlığı bir sevgi dîni olarak değil, Tanrı'ya yaklaşabilmek için çok büyük acılar çekmeyi ve her türlü bedensel zevkten uzak durmayı zorunlu gören bir din olarak öğrenmiştik. Katolikliğin inanç ve ibâdet akîdelerine tam bağlılığın tanrısal bir zorunluluk olduğunu, bunlardan en ufak bir sapma ortaya çıktığında Tanrı'nın lânetini üzerimize çekeceğimizi sanıyorduk.

    Babam Henry Crosner, bize sürekli olarak, Papa IV. Paul'un, "Kilise öğretisinden sapan babam bile olsa, gözünün yaşına bakmadan onu diri diri yaktırırım!" sözünü söyler, ben ve kız kardeşim Jane'den kendisini bu konuda denetlememizi isterdi. Biz o zamanlar, babamın bu konuda samîmi olabileceğini düşünmez, bu öğretiyi daha iyi öğrenelim diye bize böyle söylediğine inanırdık.

    Ne var ki, yaşım ilerledikçe anladım ki babam Henry Crosner, aslâ iflâh olmaz bir Katolikti ve bizim de bu şekilde yaşamamız için elinden gelen her şeyi yapmada inanılmaz bir özveride bulunmaya hazırdı. Fakat, Tanrı'ya şükürler olsun ki, hayâtının sanırım en büyük yanlışını -ama benim için en doğru karârını- beni St. William's College'a göndermekle yaptı.

    Ben burada Hıristiyanlığı yeniden öğrendim; aslında, ilk defa öğrendim, desem sanırım yanlış olmaz. Çünkü, önceki bilgilerimin Hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi yoktu, bunlar eski dünyânın paganlığı ile Yahudi paganlığının iğrenç bir senteziydi. Ve bu yeni öğrendiğim dîne karşı ruhumun derinliklerinde târif olunmaz bir açlık doğdu.

    Gerçek Hıristiyanları, bu insanların hayatlarını, inandıkları değerler sistemi için yaptıklarını, dünyâya ve insanlığa getirdikleri başarıları, çektikleri işkencelere rağmen gösterdikleri yaşama dirençlerini ve daha başka pek çok şeyi gördükçe, kendimi bambaşka bir dünyânın içinde buldum ve Naturalizmi benimsedim.

    Derslerimize, Yorkshire Başpiskoposu Joseph Baldwin giriyordu. Sonradan öğrendim ki kendisi, Naturalist Tarikatı'nın bugünkü lideriymiş. Kendisi, ilk gençlik yıllarından itibâren Naturalizmi dünyâ çapında yaymak için ömrünü adamış, pek çok önemli başarıya imzâ atmayı da başarmış. Ve yaşına rağmen hâlâ dinç görünüyor, kendisine bu enerjinin bizzat Tanrı tarafından verildiğine inanmış hep.

    Haksız olamaz, gerçekten de insan, Tanrı için, Tanrı'nın adâleti için kendini fedâ etmeye bir kez karar verdi mi, Tanrı da onu ödülsüz bırakacak değildir ve hattâ, ona mükâfatların en büyüğünü; yeniden Cennet'e gidip natural hayat içinde sonsuza kadar yaşamayı bağışlayacaktır.

    Naturalist Tarikatı'nın kökeni ise Rönesans'a kadar uzanıyor. Tarikatı, ünlü İtalyan bilgini Trevor Tizard kurdu. Kilise öğretisinin Hıristiyanlık yorumuna karşı çıkarak Hıristiyanlığın evrensel ilâhî mesajını insanlara bildirmeyi kendine misyon seçmiş bir papazdı Tizard.

    Tizard'a göre Hıristiyanlığın özü sevgidir. Sevgi ise tüm insanları oldukları gibi kabul etmek. İsa Mesih, tüm insanlara sevgiyi baş değer olarak kabul etmelerini sağlamak için Tanrı tarafından gönderildi ve tüm insanlığın bunu başarması için çalışanlar, Tanrı'nın sevdiği kullarından olacak. İsa Mesih, Tanrı değil, O'nun elçisidir ve görevi de bizi doğru yola; yâni sevgi yoluna dâvet etmektir.

    İşte bu görüşler, bana öğretilen Hıristiyanlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan görüşlerdi. Ama dahası da var. Tizard'a göre, sevginin baş değer olarak kabul edilebilmesi için; yâni, insanların birbirlerini oldukları gibi kabul edebilmesi için, birbirlerinin en doğal hâllerini bilmeleri için, özel birtakım âyinlerin düzenlenmesi gerekir.

    Tizard bu âyinlere, vademecum-vadetecum âyinleri adını verdi. Bu âyinlere katılanlar, râhibin önünde bir çember oluşturacak şekilde dizilecek, sonra da üzerlerindeki giysileri çıkartarak günâhlarından arınacak, Tanrı karşısında mâsumiyetlerini kazanacaklardı.

    Bu âyinlerde cinsellik unsuruna aslâ yer verilmeyecek, insanoğlunun Cennet'te çıplak olarak yaratıldığı ve mutlak mâsumiyetini kaybetmeden önce çıplak olarak yaşadığı; aynı şekilde, dünyâya gelirken de çıplak doğduğumuz ve doğarken sâhip olduğumuz mâsumiyeti korumamız gerektiği temaları da sembolik bir biçimde işlenecekti. Sonraki farklılıklarımızın özümüzde bir değişiklik yaratmadığı/yaratamayacağı apaçık bir biçimde özümsenecekti.

    Tizard, Tanrı'ya yapılacak tüm ibâdetlerin de yine çıplak bir biçimde gerçekleşmesi gerektiğine inanıyordu; çünkü çıplaklık, Tanrı'nın inâyetine en yakın olduğumuz anlardır; tıpkı, doğarken ve ölürken çıplak olduğumuz gibi. Tıpkı, Âdem ile Havvâ'nın Cennet'te; yâni Tanrı'nın huzurunda, çıplak oldukları gibi.

    Ne var ki, Vatikan'a göre Tizard büyük bir sapkınlık içindeydi. Evinin mahzen katında düzenlediği âyinlerde müritleriyle cinsel ilişkiye girdiği dedikoduları kulaktan kulağa yayılmaya başlayınca sonunda Vatikan, Tizard hakkında soruşturma başlattı ve engizisyon karârıyla aforoz edilerek sürgüne yollandı. Veritas odium parit!

    Bir süre Pâris'te yaşamış, ama sürekli olarak öldürülme tehdîdi almış. Daha sonra Berlin'e, oradan da Yorkshire'a gelmiş ve St. Simeon Kilisesi'nde kendi cemaatini kurmuş. Kısa zamanda, Yorkshire'da geniş bir mürit kitlesi toplamış ve öğretisinin temel esaslarını ve bu âyinlerin ilke ve kurallarını anlattığı bir eser yazmış. Eserinin adı Hıristiyanlığın Özü ve Naturalizm Öğretisi.

    Bana bu kitabın kopyalarından birini Başpiskopos Baldwin, bizzat kendisi hediye etmişti. Yıllardır okumaktan sonsuz bir keyif aldığım tek kitap da budur zâten. Edward'ın da sesi o kadar güzel ve Latinceye o kadar yakışıyor ki, bu kitabı ne zaman onun sesinden dinlesem, deyim yerindeyse mest oluyorum.

    Tizard, aynı zamanda da önemli bir dilbilginiydi ve Latincenin en eski diyalektlerini araştırıyordu. Eski Yunanca üzerine de uzun yıllar çalışmış. Latincenin en eski diyalektleri de Eski Yunancadan devşirme birçok kelimeyle doludur zâten. Tizard, İznik Konsülü'nde kabul edilen İncillerin, Kilise tarafından tahrif edildiğine inanıyor, kayıp İncilleri bulmaya çalışıyordu.

    Birgün Başpiskopos Baldwin bana, Tizard'ın bu çalışmaları sırasında Meryem Ana İncili'ni bulduğunu söylemişti. Bunu neden yayınlamadığını veya kendi eserinde bundan neden bahsetmediğini sorduğumda ise Tizard'ın Anglikan Kilisesi'ni kızdıracak ve Naturalistlerin sürülmesine neden olabilecek bir şey yapmak istemediğini söylemişti. Bunda o sıralar, Yahudi cemaatine karşı uygulanan baskılar da önemli bir etken olmuş olabilir.

    Bizim inancımıza göre Tizard'ın tüm görüşlerinin temeli bu İncil. Ancak ne yazık ki, bu İncil'in nerede olduğu bugün de bilinmiyor. Fakat, St. Simeon Kilisesi'nde bir yerlerde saklı olduğuna inanıyoruz. Ve Tizard'ın kitabının girişinde şunlar yazıyor ve tarikatımızın kabulü şu ki, bu satırlar Meryem Ana İncili'ne âit:

    Noa credo in estaristanomera unum sedet risstistas kurstamer. Ess arististomes niss esnistomestusa postustanistos invisibilium. Ess esnistoniko per quem kalamer factus. Poentiomera nostram dalanistas toia supramer. Noa ess dikasno ver iustitia omnibus alatikanomeratianitas toia nostasturnaem. Amorus infinitum ess essistas kuiaks ille kustas. Ess postissartoia rerum concordia discors supramer in caelum. Toia ess flagranti niss magnum opus amnis. Nankiakias ess nankaias aere perennius. Etiam qui procedit filium apostolicam. - Devam edecek -

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    ARDINDAN

    Yağmurların sesi dinecek
    Bahçedeki çiçekler
    Yavaş yavaş kurumaya başlayacak

    Rüzgârın sesi camdan
    İçeriye daha fazla girecek
    Üstündeki hırka pek fazla ısıtmayacak

    Gözlerin sürekli nemli olacak
    Hani çılgın bir nehrin ufak bir
    Çakıl taşına yaptığı gibi
    Ağladığını bilmeden ağlayacaksın

    Yağmurların sesi dinecek
    Bizim sesimizin dindiği gibi
    Gökyüzündeki kuşları düşleyeceksin
    Ölümümün ardından

    Ahmet Yılmaz Tuncer

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

      Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
     


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Dünya dönüyor
    Nilüfer









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100625.asp
    ISSN: 1303-8923
    25 Haziran 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com