Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.809

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 23 Ağustos 2010 - Fincanın İçindekiler


  • Bağ ... Sarahatun Demir
  • Kendimle Randevu ... Zeynep Fakıoğlu
  • Büyülü ve huzurlu ... Gizem Tekebaş
  • YAŞAM MUHASEBESİ ... Özcan Sungurçetin
  • BASİT DEĞİL! ... Mete Çağdaş
  • William Crosner'in Günlüğü XXXI ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Tatil dediğin 11 Eylül'de bitmeli!..


    Merhabalar,

    AKP'yi Kurtarma Planına HAYIRÇin yemeklerini oldum olası sevmem. Tadı tuzu olmayan sözde sağlıklı pırasanın üzerine tatlı bir sos dökünce lezzetli olduğunu zannederler. Tatlı ile tuzlunun karıştırılmasına karşı değilim, hatta bayılırım. Peynirin üzerine reçel sürüp yemek vazgeçemediğim tatlardandır örneğin. Gel gelelim iş Çin yemeği olunca bunu beynim farklı algılar. Kurumuş bisküviyi çaya batırıp yemeşim, ekşimiş yoğurttan ayran yapmışım ya da düz suya haşlanmış pirinci reddeden beynimi kandırmak için üstüne şekerli soya sosu dökmüşüm gibi gelir. Çin yemeğine bayılanlara saygım sonsuz ama kimse benden bunu beklemesin, kanmam. Ön yargılı olduğumu da kabul edebilirim. Heyy durun, modaya uyup Ramazanda özgür şeften pastırmalı brokoli tarifi yapacak değilim. Ben Çin'den girip referandumdan çıkmak istiyorum.

    Varlığı ile yokluğu arasında fazla fark olmayan veya uygulamada anlamsızlaşacak olan maddelerin, paçal edilip, sos kıvamında yargı fethinin üzerine dökülmesinin, benim indimde, tatsız tuzsuz Çin yemeğinden pek farkı yok. Çin lokantasının yanına kebapçı, mantıcı açılmasına izin verseler buna da bir itirazım olmaz. Ama hayır. Bırakın yanında olmasını kıta sahanlığına girmesine bile tahammülleri yok. Ya evetçisin ya da evetçi olacaksın. HAYIRcıysan da ya defolup gidecek ya da bertaraf edileceksin. İşin özü bu. Beni ilgilendiren ise, bu korkunun nedeni, kaynağı, vesaire. Kendi yarattıkları korku imparatorluğundan korkmaları için bir neden olmadığına göre korkularının kaynağı bir başka yerde. Bunca zamandır miting meydanlarında, medyada, yaşanan pespayeliği, şeref yoksunu belden aşağı vurmaları, devletin tüm imkanlarını seferber edip topyekün seferberlik ilan etmelerini işte ben bu derin korkuya bağlıyorum. Ve bu nedenle umudumu kaybetmiyorum. Size de canı gönülden tavsiye ediyorum. Korkuyorlarsa bizler için umut hâlâ var demektir.

    Gelecek birkaç puanlık evet oyu için bebek katilleriyle, memleket düşmanlarıyla elele vermeleri bu nedenledir. Recep Bey "Bizim teröristlerle masaya oturduğumuzu söyleyen şerefsizdir." demiş. Yok bir de otursaydın. Keşke şerefi tarif etmek bu kadar kolay olsaydı. Keşke şerefli olup olmamak masaya oturup kalkma ile birebir ilişkili olsaydı. Oysa, açılım palavrasının Habur'dan başlayan serüveninin, tek taraflı ateşkes ilanına varışını izleyen aklı başında her ademin kendine özgü bir şeref tarifi pekala olabilir. Herşeyin satılık olduğunu görenlerin memleketin kocaman bir parçasını istemelerine birkaç puanlık evet oyu uğruna ses çıkarmayanların varlığını, şerefle ifade etmeye kalkanlar olabileceğini de hesaba katmalı değil mi? Hele hele biri çıkıp, vatan hainliğine "şerefe" dendiğini söylerse kızma hakkımız olabilir mi Recep Bey?

    Geçenlerde ANA uçağını apronda Recep Bey'i beklerken gördüm. Hayale de sınır yok ya, kuyruğunda "evet" yazan demir kuş olarak düşünüp sinirlendim. Böyle bir şey yok ama olsaydı n'olurdu dedim daha da tepem attı. Çünkü hiçbirşey olmazdı. Sesimizi keser, başımızı iki yana sallamakla yetinirdik. En fazla bir eposta haline getirir birbirimize iletirdik. Tıpkı, "Hayırlı Ramazanlar" denmesini yasaklayan sahte genelge gibi okur okur gülerdik. Genelge yalan olmasına yalan da, günlük yaşamda uygulanmadığını iddia edecek bir Allahın kulu çıkabilir mi? Aldatmayalım birbirimizi, üç HAYIR bir eveti götürecekse, bunlar hayır işlemeyi bile erteler, yalan mı?

    Valilerin, kaymakamların, el pençe divan durmalarına, etek öpmelerine alıştık ziyadesiyle. Zaten Recep Bey'imiz de onları cepte kabul etmiş daha küçük birimlere yönelmiş. Elliiki bin muhtara kendi el yazısıyla basılmış iki sayfalık mektup göndermiş. Özetle, elinizin erdiklerine evet dedirtirseniz, ekonomik ve siyasi anlamda ülkenin ve sizin önünüz açılacak diyor. Siyasi anlamda neler olacağını aylardır tartışıyoruz içinden çıkamadık ama garip muhtarın ekonomik çıkıştan ne anlayacağını tahmin etmek zor değil. Fazladan bir kamyon kömür, üç beş beyaz eşya, belki birkaç büyükbaş hayvan, onun önünü açmaya yeter de artar. "Kadın istirem" diye ortalıkta dolanan ihtiyar amcalara da "İcabına bakarız." dendiğine göre, daha ne ister garip köylü? Devletin muhtarı, amiri arasından kaç tane babayiğit Hanefi Avcı çıkar ki. Bir kitap yazdı, ortalık toz duman. Helal olsun amirime. Bu öyle yabana atılacak cinsten bir olay değil. Hele, düzenbaz, dolandırıcı gizli tanıklarla yürütülen davalardaki üç beş bin sayfalık iddianamelere hiç benzemez. Halen görevde olan bir üst düzey emniyet amiri, çıkıyor, böyleyken böyle diyor. İçeriğini bir yutalım, elbet daha söylenecek çok şey buluruz.

    Bu yazıyı tatil yörelerinde okuyanlar varsa, hepsine selam olsun. Tatillerini 11 Eylül'de bitireceklerini, 12 Eylül'de sandığa koşup kahverengiye mührü basacaklarını biliyorum. Bir günlük zevk uğruna hakkınızdan feragat edip, sonra yakınma şansınız olmadığını da sizin bildiğinizden eminim. Benim sözüm henüz 12 Eylül'ün Bayram tatiline denk geldiğinin farkında olmayanlara. Aman ha atlamayın, 12 Eylül'de sandık başında olun. Memleketin geleceğine HAYIR'lı bir tuğla da siz koyun.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Sarahatun Demir

     Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir


      Bağ

    Eski günlerimiz gibiyiz. Güzel içli ve sessiz. İzimiz var. İzlerimiz. Birbirimize haber vermeden büyütmüşüz. Gün gelince ayrılığı getireceğini ummamış mıyız. Ya da bile bile göze mi almışız…

    Öncelere götürüyor. Neresinden baksan acıklı bir kanun sesi. Hıçkırıklarla diriltmiş birkaç keman nağmesi; eski günlerimiz… İkimiz… Sessiz… Ve güzel…

    Kapı çalacak. Yarım ayak açacağız. Sen mi. Hayır, ben. Uyuyorsun yine… Uykuyu çok seversin. Uyansaydın… Elini tutup bilmediğim o çok uzaklara gitmeyi sadece seninle göze alacaktım.

    Artık yakında kalacağım. Bir adım mesafesindeyim insanların. Gözlerinde korkulu hüzünler çaresiz pişkinlikler yalancı mutluluklar olanlarla kadeh tokuşturup oradan buradan laflayacağım. Kırk yıllıkmış gibi görünen dostlukları bir bardakta harcayanları gördükten sonra seni hatırlayacağım. Seni unutmaya son kavşak kala hep başa saracak hayat. Bir kadeh yaralı kanun sesi, kırk dakikayı kırk yılla halvet etmeye çalışan karmaşık dostluklar…

    Bağ'ı nasıl tanımlar insanlar. Bir arada olan, tutulan için mi bağ kelimesini kullanır onlar. Bağlar biter mi. Çözülebilir mi. Bağlar kendi aralarında kimyadan ötede de yer değiştirebilirler mi…

    "Artık adam olmaz" dediğimiz kimler adam olmuşken, adamlığıyla yüzümüzü yüreğimizi yere değdirmeye meyil verdirenler de olmuş. Hayat… Şaşırtmış… Yoldan çıkartmış… Islah etmiş… Olgunlaştırmış…

    Kalbimin en orta noktasında… Sonsuzluğa savrulmuşlar. Önce ıslakmışlar… Kurutulmuşlar. Bazıları buz olmuş, büyük ve ağır kütleler halinde kara çukurlara düşüp başka toprakları ıslatmışlar. Benimle biriktirdikleri su ile başka kuru yapraklara can olmuşlar. Ey can… Hayat burası mı… Haydi, tek kadeh daha tokuşturalım kırk dakikalık yalancı dostlarla o zaman…

    Şemsiyen yok diye yağmurun yağmayacağını sandın. Sevdin diye elini hiç mi bırakmayacaktı. Yanıldın…

    Yedi ayrı iklimden yedi ayrı mevsim getirilir. Tamamı siyah olabilir. Payına bu da düşebilir. Dünyanın adaleti buna denilir. Ve sen tutar, yedi ayrı iklimin yeşilini ıskalamış bir kadına gönlünü köle edersin. Bu da hayatın cilvesi dedikleri öldürücü iksirdir…

    Çıkabilirsin karşıma. Bir yol boyunca yürümeyi gözden önce gönlüme anlattığım adam…
    Kaç gülüşü tanıdık buldun da çok yabancı kaldı.
    Ve der ki şair o en acıklı kanun sesinden sonra

    "ölümdür tek başına yaşanan;
    Aşk, iki kişiliktir."


    Sarahatun Demir
    sarahatun@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Zeynep Fakıoğlu


    Kendimle Randevu

    Bazı günler bomboş bir yolda yürüdüğümü hayal ediyorum, bazı günlerse kalabalığın tam ortasında... Ve bugün, o kalabalık günlerden biri... İnsanlar mı benim üstüme geliyor yoksa ben mi onların üstüne gidiyorum bilemiyorum. Düşünüyorum. Kafamda binlerce düşünce var. Hepsi, üzerinde düşünmeye değer şeyler değil belki ama beynim bu ayrımı yapamayacak kadar yorgun... Yürürken genelde yere bakarak yürürüm aslında ama o gün kafam dik bir şekilde yürümeye çalışıyorum. Sanki bir şeyleri görmek ister gibi bir halim var. Eminim... Görmem gerekenler var bu yolda ve bu insanların içinden biri benimle konuşacak. Adımlarımı yavaşlatıyorum artık, kaçıramam olacakları... Sonra birden gözüme tanıdık biri çarpıyor kalabalığın ortasında. Gözlerimi kısıp bakınca şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Üstüme doğru gelen benim. Kendi üstüme doğru yürüyorum ve yürüdükçe boğuluyorum sanki. Kaçmak istiyorum ama bu yol öyle bir yol ki geri dönemiyorum. Kaçınılmaz sona yaklaşırken kendimi bunun ancak bir rüya olabileceğine inandırmaya çalışıyorum kafamda. Metreler azalıyor, azalıyor, azalıyor ve işte artık bir aynaya bakar gibi kendime bakıyorum. Orada 3 cm önümde bana bakan başka bir ben. Ağzımı açacak oluyorum ama benden önce davranıp ''merhaba'' diyor gülümserken yüzüme. Benim sesimle bana merhaba diyen başka bir ben. Korkuyorum ama geri adım atamıyorum. Bu yolun kuralları var. Bırakıyorum kendimi olacaklara ve karşılık veriyorum aynı şekilde,''merhaba'' diyerek. Tek farkı gülümseyemiyorum. ''Uzun zamandır seni arıyorum'' diyor bana. Kendi içimde mi kaybolmuşum yoksa çözemiyorum. Cevap alabilmek için cevap vermem gerektiğini düşünüp soruyorum ''ne kadar uzun zamandır arıyorsun beni ve neden'' diye. Ama yüzüme öyle bir bakıyor ki bir seferde ancak bir soru sorabileceğimi anlıyorum. ''Uzun zamandır'' diyor.Sorumun cevabı bu değil diyecekken vazgeçiyorum.Sıra bana gelmişken söz hakkımı böyle harcayamam. Bir oyun oynasam diye geçiriyorum aklımdan.''Asıl çok uzun zamandır seni arayan benim ben... Neredesin '' diye soruyorum ama hemen ardından pişmanlık duymaya başladığımı hissediyorum.Ben aramıyorum ki onu.Hatta sanırım kaçıyorum ondan.''Burdaydım hep.Sana gelmeye çalıştım ama bu kalabalık, beni hep durdurmayı başardı'' diyor. Etrafıma bakıyorum,insanların yüzüne yüzüne...Hepsi tanıdık,hepsi bilindik yüzler.Korkum artık kalbimin ritimlerine yansımaya başlıyor ve ben ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.O an kendimden de, tüm o insanlardan da kaçmak istiyorum.Yalvarıyorum içten içe geri gitsin ayaklarım diye ama nafile. Yüzleşme vakti gelmiş,dönüş yok geriye.Biraz sakinleşip '' ne istiyorsun benden'' diye soruyorum.Belki de en merak ettiğim şey bu. ''Beni sevmeni istiyorum,bana değer vermeni ve hayat sana ne getirirse getirsin beni terketmemeni'' diyor.Seni tanımıyorum,ilk kez görüyorum diyecek oluyorum ama öyle olmadığını biliyorum.Ben beni tanıyorum ve ilk kez görmüyorum kendimi. Sadece ilk kez konuşuyorum ve ilk kez gerçekten bakıyorum yüzüne.Gözlerinin içinde ben varım,ağzından dökülen hecelerde ve düşüncelerinde de. ''Seni seviyorum evet gerçekten seviyorum seni'' diyebiliyorum. Saçmaladığımın,bir rüya gördüğümün farkındaymışım gibi davranmaya çalışıyorum bir yandan da.Bu dialoğun sonunda mağlup olmamalıyım. ''Etrafına bir bak.İnsanlara bak.Onlar yüzünden bana hiç sıra gelmedi. Beklemek istemiyorum artık'' diyor. İşte o an kafamı kaldırıp bakıyorum. Yanımdan geçenleri tanıyorum. Ailem, arkadaşlarım, arkadaşım olmaya çalışanlar. Onlar yüzünden miydi bunca yıl bekletmem kendimi... Oysa onlar yürüyüp gidiyorlar yanımdan ve ben ileri gittikçe onlarla aramdaki mesafelere yenileri eklenip duruyor.''Özür dilerim'' diyorum alçak bir ses tonuyla.Nedense hala beni duymalarından korkuyorum. Ama biliyorum kabul olmadı özrüm bunca yıldan sonra.Denemek istiyorum kendimle barışmayı.Uğraşıyorum ama kolay değil.Bunca yıl ne geldi başıma,neler yaptım diye uzun uzun konuşamıyoruz bile.Sonra aklımda bir ışık yanıyor birden. Gözlerime bakıp ''ben bir gün kalabalıkta, bir gün boş sokaklarda yürürüm. Yarın kimsenin olmadığı o boş sokaklarda olacağım.Gel'' diyorum. Gülümseyerek bakıyor yüzüme ve ''Sen beni görmek, beni dinlemek istedikten sonra ben nerede istersen orada olacağım'' diyor. Ben de gülümsüyorum. Bu bir randevu artık. Yarın benimle buluşacağım biliyorum. Kalabalıkta ilk kez karşılaştığım ben, yarın tamamen bize ait bir yolda karşıma çıkacak biliyorum ve artık dört gözle yarını ve ondan sonra olacakları merakla beklemeye başlıyorum...

    Zeynep Fakıoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Gizem Tekebaş

     DİNGİN : Gizem Tekebaş


      Büyülü ve huzurlu

    Herkese merhaba,

    Çok uzun zaman oldu yazmayalı yani yazıp ta paylaşmayalı, tamamlayamadan küçük notlararı ,hayatın koşturmacasının bölüp üzerinden geçtiği çok zaman oldu. Yaklaşık üç buçuk yıl. Bu zamanlar arasıra gezip gördüğüm yerlerden ufak notlar almıştım zihnime, şimdi bunu kağıda dökebilirsem derinlerden çıkarıp ne mutlu bana. Yazacaklarım asla objektif olmayacak çünkü tamamen benim bakış açımdan çıkacak ve bol yorumlu olacak baştan bunu söylemeliyim. İlk yazmak istediğim yerin adını vermeden başlayacağım çünkü adından öte biryer olduğunu düşünüyorum, utanmasam başka bir gezegen diye adlandırabilirim. Geçen yazdı. Havanın yeni karardığı saatlerde asfalt yoldan kısaca bir süre gittikten sonra toprak yola saptık.Toprak yolları çok seviyorum,dar, özensiz sağı solu ot, ağaç, dağlık olsun hatta mümkünse.Çünkü bilirim ki o yollar beni kesin doğanın en dingin ,en güzel kokan köşesine ulaştırır.

    Toprak yolda bir dükkan, alçak tavanlı. Su kabaklarını çeşitli şekillerde delmişler, içine boncuklar çakmışlar, bir de ışıklandırmışlar. Aralarından komik adlandırılmış (koca bağlayan, bebek yapan, kaynana kaçıran..) ipe dizilmiş karanfiller,tarçınlar, portakal kabukları sarkıyor. Öyle güzel kokuyor ki.Oradan devam ettik henüz karanlık devam ediyor toprak yolda. Çok geçmeden vardık zaten arabayı park ettik ancak henüz habersizim birazdan adım atacağım büyülü yerden.

    İlk gördüğüm,sıralı, küçük derme çatma dükkanların oluşturduğu dar sokak. Baktığınızda küçük, içlerinin ise sınırsız büyüklükte olduğu rengarenk kutular gibi. Öyle diyorum çünkü hayalgücünü, yaratıcılıklarını satıyorlar orada gördüğüm sanatçılar. Hatta bir tanesinde sizi de o dünyanın içine alan çömlekçiyi görüyorum. Eğer isterseniz 5 dakikada bu deneyimi tatmanıza izin veriyor. Oturuyorum tabureye, bir önlük takıyor ve ellerimi çamurlu suya sokup,bir avuç kili avucumda döndürmeyi hissettiriyor.Usulca dokunmanın ne kadar kolay şekil verdiğini öğretiyor. Derken bir küçük kasecik yapmış buluyorum kendimi.

    Yürümeye devam ediyoruz,yüzümde asılı kalmış bir gülücük var. Balık restoranlarının olduğu koya geldik. Salaş görünümlü lüks kıyı restoranları.Yürüdükçe dah güzel, daha güzel oluyorlar. En kenarda ki masaya oturuyoruz. Sanki koy sarılmış bize, sığ denizin içinde kuru ağaç dallarından, su içmek istercesine sarkan ışıklı kabakların oluşturduğu bu görüntünün hemen arkasında ,ayın aydınlattığı yelkenli ve küçük sandallar… Sadece bakıyorum,bakıyorum. Müzikler de bir başka geliyor kulağıma, hala gülümsüyorum , gözlerim dolu ,aşk dolu ,huzur dolu, ruhum , zihnim ve zamanın sınır yok gibi…

    Kalkıp koyun diğer tarafına yürüyoruz.O tarafta ise ışıklandırmamışlar bile hiç bir yeri. Denizin hemen dibinde bir kadın var, yanında ay ışığında uyuttuğu çocuğu. İnsan kaç kere çocuğunu ay ışığında ve dalgaların ninnisiyle uyutma fırsatı bulabilir. Özeniyorum o huzura, özgürlüğe, sessizliğe … Şimdilerde klasik müzik festivali nin olduğu, nefis balık restoranlarının, güzel müziklerin, ayak izlerinizi takip eden ay ışığının, huzurun, renkli kabak lambaların, yaratıcı insanların olduğu, "balık tutan şaşı kedi sokağı"nın olduğu hatta yazarlarının ve muhabirlerinin tamamen köylülerin oluşturduğu, son derece naif, samimi bir şekilde geçmişe veya bugüne dair köylülerin hayallerini, anılarını yazdığı, gereksinimlerinin ve yayının imece usülü sağlandığı "Gümüşlük Postası" adında bir gazete/dergisi de olan bir yer işte orası…

    Gizem Tekebaş


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Özcan Sungurçetin

     Kahveci : Özcan Sungurçetin


       YAŞAM MUHASEBESİ

    Bütün olumsuzlukların onu bulduğu pek söylenemezdi tabii ki; ama eğer güzel bir insan olarak doğmuş olsa idi, bu tecrit edilmişçesine herkesten uzak, münzevi yaşamı tercih etmeyeceği de muhakkaktı.

    Gürbüz ve güzel akranları arasında, itile kakıla büyümüş olması, kaderin kendisine uygun gördüğü bu çirkinliği ile acımasızca kendisini dışlayan toplumdan, herhangi bir ilgi, bir yakınlık bekleyemeyeceğini çoktan öğretmişti ona. Ona uygun görülen bu rolü tevekkülle kabullenmiş, ufak tefek zavallı fizyonomisinin verdiği çekingenlikle, toplumdan kaçan, içine kapanık bir adam olup çıkmıştı.

    Bilgisayar programcısı olarak gönderildiği bu merkez, bir dağın zirvesine yakın bir alanda kurulmuş bulunuyordu. Bu merkez, bir zamanlar dünya bilgisayar ağının, önemli merkezlerinden biri idi. Zamanla, bilgisayar programlanmasında, insan eliyle yapılabilecek pek bir şey kalmadığı için, birlikte çalıştığı herkes çekip gittiği halde, o, yıllar evvel yollandığı bu merkezde, hâlâ bir şeyler yapmaya uğraşan tek kişi olarak kalmıştı.

    ‘Bil’ adını verdiği, bu muazzam bilgisayar ağının da kendisinin de unutulduğuna inanmaya başlamıştı. Bu unutulmuşluğun verdiği bir intikam duygusuyla olacak, Bil’in de yardımı ile ürettikleri, kimsenin fark edemediği, muzip programlarla, Dünya ile dalgasını geçer, şaşkın kalabalıkların, çaresiz çırpınışlarını kıs kıs gülerek, adeta zevkle izlerdi. Bazen, dünya savunma programlarına girer, askeri programlardaki hayati bir ayrıntıya getirdiği küçük bir değişiklikle bütün harekâtın birbirine girmesini sağlardı. Sonra da Bil’in kocaman ekranında, omuzu kalabalık generallerin çaresizliklerini, zevkle seyrederdi.

    Ama en gurur duyduğu programı, bilgisayarlar tarafından yönetilen banka hesaplarına yüklediği ve kimsenin hesabında belirgin bir eksilmeye neden olmadığı için de bu güne kadar kimse tarafından fark edilemeyen bir programdı. Bütün dünya banka hesaplarında, sayısal verilerde fark edilme imkânı olmayan, çok küçük küsuratları, kendi adına açılmış gizli bir hesaba nakleden bu program sayesinde, zamanla, pek de kullanamadığı, inanılmaz bir servetin sahibi olmuştu.

    Bir zamanlar, nasıl olduysa, onu olduğu gibi kabul ettiğini sandığı, kendisi gibi toplum dışı, yalnız bir kadınla evlenmişti. Kızının doğumundan sonra da kadın, ani bir kararla çekip gitmişti. Bu gidişin sebebini bir türlü anlayamamıştı.

    Karısı gidince, kızıyla baş başa kalıvermişti. Bu sevimli bebek, onun hayatının tek gerçek mutluluğu olmuştu. Bundan dolayı da karısının çekip giderek onları baş başa bırakmasından memnun olduğu bile söylenebilirdi. Bu sevimli küçük kızla uğraşmak, onun yavaş yavaş büyüyüp serpilmesini görmek, ona öylesine doyumsuz, unutulmaz bir mutluluk vermişti ki.

    Onun çirkin görüntüsünden etkilenmeyen, onu olduğu gibi kabul edip seven tek kişi sadece kızı olmuştu. Ancak o da, ilk eğitimini tamamladıktan sonra, yanından ayrılıp uzak bir kentte, üniversiteye gitmek zorunda kalmıştı. Daha o zamanlar, aralarındaki yakınlığın yavaş yavaş eridiğini, kaybolmaya başladığını fark etmişti. Ama asıl ondan sonra, mesleki eğitimini tamamlayıp çalışma hayatına atıldığı zaman, artık eski yakınlıklarının tamamen ortadan kalktığı, neredeyse birbirlerine yabancılaştıkları belli olmuştu.

    Öğrenimi boyunca yaşadığı büyük şehirlerin canlı hayatı, gençliğinin verdiği cinsel heyecanlarla birleşince, babasıyla yaşadıkları, ıssız dağ başındaki hayatın, hiç de çekici bir yanının olmadığını öğretmişti kıza. Adeta, farkına bile varılmadan, babasıyla olan iletişimi gittikçe seyrekleşmiş, tatillerini bile, doğanın da çağrısına uyarak, genç erkek arkadaşları ile geçirir olmuştu. Adam, bunun bir bitiş olduğunu kabullenememiş, çeşitli mazeretler ardında, anlamazdan gelmeğe çalışmıştı. Ama bir zaman sonra, artık zoraki olduğu intibaı veren arayışların da kesilmesi ile gerçeği kabullenmek zorunda kalmıştı.

    Onun büyüyüp olgunlaştığını, kendi yaşamını kurmaya uğraşan genç bir kadın oluşunu izlemek, ona, özlemini bile bastıran bir gurur veriyordu. Önemli olan onun mutluluğu idi. Gerçi, zaman zaman, içinden gelen bencilce düşüncelerle, yanında olmasını, ondan hiç ayrılmamış olmayı istiyordu tabii. Ama artık, bunun mümkün olmadığını da biliyor ve içini kaplayan garip bir buruklukla, bu durumu kabullenip sineye çekmeye mecbur kalıyordu.

    Çok seyrek de olsa, kızı, kendince önemli olan bazı olayları ona da bildiriyordu. Şimdilerde, beraber çalıştıkları bir gençle birlikte olduğunu da bu sayede öğrenebilmişti. Hatta bir ara yanına da gelmişler, birkaç saatliğine de olsa misafiri olmuşlardı. Onlar gidince de, ‘keşke hiç gelmeselerdi’ diye düşünmüştü. Nedense, kızının artık tamamen bir başka erkeğe ait olduğunu gözleri ile görmek, onun içinde derin bir yara açmış gibiydi. Ve galiba oğlanı da çok kıskanmıştı. Hâlâ da kıskanmaya devam ediyor, hatta kızına sahip olan bu adama karşı, önleyemediği bir nefret bile duyuyordu.

    Yaşlılığın, doğal kayıplarına, yaşamlarının tek gayesi olarak kabul ettikleri, evlatlarının da katıldığını fark etmeğe başlayan bütün ana babalar gibi, son yaşam ümitlerinin de, hayal kırıklıklarının oluşturduğu koca bir denizin karanlık dalgaları arasında, kaybolup gittiğini görmenin verdiği çaresizlikle kıvranıp duruyordu.

    Tek tesellisi, bulunduğu münzevi çalışma şartlarındaki yegâne arkadaşı olan Bil idi. Dünyayı saran muazzam bilgisayar ağının merkez yürütme organı olarak geliştirilmiş olan bu harika biyonik bilgisayar, onun bu münzevi hayatındaki tek arkadaşı idi. Onun, kendisinden başka kimsenin fark edemediği, kendine özgü, gerçek bir benliği, bir kişiliği olduğundan da emindi. Aralarında gizemli bir iletişim olduğuna inanır, bütün sırları paylaştığı eski bir dostu olarak kabul ederdi onu.

    Şimdilerde ise, Bil ile aralarında varlığından emin olduğu, ruhi iletişimi, organik bir bütünlüğe dönüştürmesini ümit ettiği, yeni bir programa kaptırmıştı kendisini. Uzun süredir, kendi beyninin yayınladığı, çok küçük elektro manyetik dalgaların toplamasını sağlayan bir program geliştirmişti. Böylece kendi bilinç ve bilinçaltı devamlı olarak, taranıp duruyor ve belleğindeki bütün doğal ve sonradan kazanılan bilgi ve anılar, Bil’in belleğindeki, protein hücrelerinden oluşan zincirlere kaydediliyordu. Bunu, ruhunu bilgisayara aktarmak olarak kabul ediyordu o. Bunun neye yarayacağı, nasıl kullanılacağı hususunda pek sağlam bir kanısı olmamasına rağmen, en azından bilincinin, ona göre de ruhunun, bu harika bilgisayarda sonsuza dek yaşayabileceğini tahmin ediyordu.

    Bu dağ başında, ‘Bil’ dediği bu bilgisayardan başka kimse ile iletişimi olmadan, yapayalnız tükettiği günlerden birinde, kızının beraber yaşadığı delikanlı, ansızın çıkageldi.

    Adamın parça pürçük anlattıklarından anlayabildiği kadarıyla:

    ‘Bir kıyı kentinde, kızı ile birlikte oturuyorlarmış. Mutluymuşlar. Kızı ona ‘sevgi ve selâmlarını’ göndermiş. Çoktan ölüp gitmiş olan dünya denizlerde, yeniden bir hayat oluşturabilmekle ilgili çok önemli bir proje üzerinde çalışıyorlarmış. Üzerinde çalıştıkları projenin önemi ve aksatılmaması zorunluluğu, çok sıkı bir çalışma içinde olan kızını beraber getirmesini imkânsızlaştırmışmış. Belki ilerde bir gün, işler kolaylanınca, kızının da gelip onu görmesi mümkün olabilirmiş.’

    Adamcağız, uzun zaman sonra, bir haber alabilmiş olmanın sevinciyle, kızının gelememe ya da gelmemesi üzerinde fazla durmadı.

    Genç adamın, üzerinde çalıştıkları proje ile ilgili bilgisayarlardaki gizli bilgileri öğrenmek istediği, bunu da ondan başka kimseden elde edilemeyeceğini bildiği için, buraya gelmek zorunda kaldığı anlaşılıyordu.

    Yaşlı programcı, oğlanın isteğini hemen Bil’e iletti ve bu konu ile ilgili açık, gizli, mevcut bütün bilgileri toplayıp kendisine iletmesini istedi.

    Ancak, ulaşılan bilgiler gerçekten şaşırtıcı idi. Ortada, bu konu ile ilgili çalışır bir proje filân kalmamıştı. Dünya denizlerinin, temizlenip yaşam oluşabilecek bir hayatiyete kavuşması ile ilgili bütün çalışmalar, başarı ümidinin olmadığı kesinleştiğinden beri askıya alınmıştı. Kızı ve ekibinin, çalışmalarına devam etmelerine izin verilmesindeki tek sebep, bu konudaki heyecanlarının, toplumda meydana getirdiği olumlu havanın kaybolmamasını sağlamaktan ibaretmiş. Esasen, insan gücüne pek ihtiyaç kalmayan bu devirde, istihdam olanağı sağlayan, buna benzer nafile projelerin devamının, toplum hayatına oldukça faydası olmaktaymış. Böylece, iyi yetiştirilmiş elemanların boş kalmalarının oluşturacağı olumsuzlukları da önlemeye yönelik siyasi bir yaklaşımmış bu.

    Meğerse onların üzerinde çalıştığı proje de böyle nafile çalışmalardan biri imiş. Aslında projede çalışanlar da böyle bir ihtimal olasılığından şüphelenmeye başlamış olmalıydılar ki, gerçeği öğrenebilmesi için, bu herifi buralara kadar yollamak gereği duymuşlardı. İyi ama kızı neden gelmemişti ki? Bari gelirken kızını da beraber getirseydi ya...

    Genç adam, Bil’in ulaştırdığı bilgileri öğrenince, büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığına uğramıştı. Yemek boyunca suratını asıp durmuş, içkiyi de biraz fazla kaçırmaya başlamıştı. Doğrusu ya, oğlanın çalışmalarının bir boka yaramadığını öğrenmesini sağlamakla, Bil’in, bu oğlandan, bir nevi intikam almasına yardım ettiğini düşündükçe ağzı kulaklarına varıyordu. Oğlanın umutsuz hali, onu garip bir şekilde memnun ediyor gibi idi.

    İğneleyici bir ses tonuyla sitem etmekten de kendini alamadı:

    -Bak, kızımı da beraber getirmemen için bir sebep de yokmuş ortada. Siz zaten, önemli bir şeyler yaptığınızı sanarak, boşu boşuna uğraşıp duruyormuşsunuz oralarda.

    Oğlanın onu pek de umursamadığı belli idi. Orada öylece asık suratla otururken, yaşlı babanın kızıyla ilgili sorularına, cevap bile vermeye gerek görmeden, adamı duymazdan gelmeye devam ediyordu.

    Adam, kızı ile ilgili bir şeyler daha öğrenebilmek için yanıp tutuşuyordu. Çaresizce, ama içinde gittikçe kabaran bir öfke ile onu sinir eden bu pervasızlığına içerlemekten başka bir şey yapamıyordu. Bu yakışıklı adama, elinde olmayan bir gıpta ile bakıp duruyordu. Gerçekten boylu poslu yakışıklı bir adamdı şu oğlan. Acaba kendisi de onun kadar yakışıklı olsa idi, yaşamı bu şekilde mi olurdu? Hayatını bir kadınla paylaşma zevkini, kısa bir müddet için de olsa, o da yaşamıştı; ama o zaman bile kendisinin sevildiğinden de pek emin olamamıştı. Kadın çıkıp gidince, bunu bir daha denemeye teşebbüs bile etmemişti. Bazı mutlulukları tattıktan sonra kaybetmek, o mutluluğu hiç yaşamamış olmaktan daha hüzün verici ve yıkıcı olabiliyordu.

    Genç adam, sanki o orada değilmişçesine, onu umursamadan, sorularını bile cevaplamaya gerek görmeden, kendi kendine bir hayli içmişti. Sonra da olduğu yerde sızıp kalmıştı.

    Adamcağız bu duruma öylesine içerlemişti ki, oğlanın oracıkta ölüvermesini bile dileyecek bir hale gelmişti. Bütün benliğini kaplayan çaresizlik, yerini büyük bir hiddete bırakmıştı.

    Nasıl ve nedenini kendisi de pek bilmeden, ani bir kararla, derin bir uykuya dalmış olan oğlanı sırtladığı gibi Bil’in yanına götürdü. Uzun zamandan beri, kendi belleğini Bil’e aktarmak için kullandığı yere oğlanı yatırdı. Kendi bilincini Bil’e aktarmak için kullandığı programda yapılacak ufak değişikliklerle, adamın beynini yıkayıp belleğini sildikten sonra, kendi belleğini ona aktara bileceğini ümit ediyordu. Bil’in hafızasına yerleştirdiği, kendi bilincini oluşturan kayıtları, daha doğrusu kendi belleğini, oğlana aktarmak ve onun yerine geçmek için programda yapılması gereken değişiklikleri süratle tamamlayabilmek için büyük bir süratle çalışmaya başladı. Delice bir çırpınışla Bile yüklediği çalışmaları, ancak sabaha karşı tamamlanabilmişti. O zaman, arzu ettiği neticeye ulaşabilmiş olma ümidiyle:

    -Haydi bakalım Bil! Dedi. Şu adamdan kurtulma zamanımız geldi. Sil şunun belleğini de yerine benim belleğimi yükle. Bakalım ne olacak?

    Bil çalışmaya başlayınca o, bir kenara çekilip olanları izlemeğe başladı. Bil’in, evvela oğlanın hafızasını tamamen silip boşaltmasını, boşalan yere kendi bilinç ve hafızasını yerleştirişini, garip bir ümit ve bekleyiş içinde, seyretmeğe başladı. Acaba gerçekten, bu çirkin görüntülü yaşlı vücudundan kurtulup şu genç adamın vücuduna transfer olabilecek mi idi?

    İşlem oldukça uzun sürmüştü. Genç adam, yavaş yavaş kendine gelmeğe başladığı zaman, o hâlâ, Bil’in elde edebildiği sonuç tan pek de emin olamadan, olacakları bekliyordu.

    Genç adam, uyandıktan sonra uzun zaman yerinden kıpırdamadan öylece kaldı. Uzun uzun kendisini dinlediği anlaşılıyordu. Bütün benliğinde hissettiği değişikliğin yarattığı farklılıkları, kendi kendini yoklayarak anlamaya çalışıyordu. Yavaşça doğrulup etrafı inceledi. Fal taşı gibi açılan iri siyah gözleri Bil’in üzerine takılıp kaldı. “Bil!” diye mırıldandı:

    -Başardık galiba…

    Ani bir sıçrayışla yerinden fırlayıp banyoya seğirtti. Orada, uzun müddet aynanın karşısında dondu kaldı. Aynada gördüğü şu yakışıklı gencin kendisi olduğuna inanamıyordu bir türlü.

    Sonra sevinçli bir telaş içinde geri geldi:

    -Biiil! Diye bir çığlık attı. Becerdik bunu. Oğlanın vücudundayım artık. Biliyor musun, hiç ağrım sızım da kalmadı. Bir mucize bu. Gözlüğüm yok ama mükemmel görebiliyorum. Gençleştim artık. Hem de yakışıklı bir genç adam olarak yeniden doğdum sanki...

    Öylesine sevinmiş, öylesine kendinden geçmişti ki, ortalık yerde zıplayıp dans etmeğe başlamıştı. Bir köşeye sinmiş, garip bir hüzün içinde kendisini seyreden ihtiyar adamı neden sonra fark edebildi. Şaşkın bakışlarla, kendisi olduğundan emin olduğu, bu yaşlı adama bakakaldı.

    Çekinerek, hatta biraz da ürkerek yanına yaklaştı, ona dokundu. Evet, bu o idi, ta kendisi idi. Ama nasıl oluyor da iki vücutta birden yaşayabiliyordu ki? Durumu anlar gibi olunca:

    -İyi ama, diye mırıldandı. Ben sensem, sen kimsin?

    -Hiç, diye cevap verdi yaşlısı. Aslında, sen ben oldun ama ben, ben olarak kaldım gene.

    Genci biraz duraksadı:

    -Evet, ama bu doğal değil mi? Benim sen olmam, senin ortadan silinip gitmeni gerektirmiyor ki. Bana aşılanan bilincin sadece.

    -Ben, bir an için, ruhumun da sana geçeceğini ümit etmiştim.

    -Evet, geçmiş işte. Bütün mazim, anılarım ve sırlarımla senim artık ben de. İstediğimiz de bu değil mi idi?

    -Pek değil. Olamayacağını tahmin ediyordum ama belki de ben, ben olarak, senin sahip olduğun o vücutta yaşamıma devam edebileceğimi ümit etmiştim galiba.

    -İyi ya işte! Ben, aslında senim ve bu vücut içinde seni yaşıyorum gerçekten. Bunda, olumsuz bulduğun taraf ne? Ben, senim artık işte ya!

    -Senin için bu doğru olabilir; ama benim için değişen bir şey yok ki. Sen, şimdi o vücut içindeki kişinin ben olduğumu iddia ediyorsun. Bu gerçekten doğru olabilir. Ama bu benim, ben olarak kalmamdaki gerçeği de değiştirmiyor. Ben, eskiden kimsem gene aynı kişiyim. O yaşlı, ölümü bekleyen, yalnız adamım gene ben. Benim için değişen bir şey yok ki...

    -Neden ki? Zaten senin ruhunu taşıyorum artık, bu vücutta. Daha çok, kızımı düşünerek yaptım bu değişikliği. İyi ki de yapmışım. Artık o yorucu çalışmaların da gereksiz olduğunu öğrenmiş olduğumuza göre, sahip olduğum büyük servetin de yardımı ile ona şahane bir yaşam sağlayabilirim artık. Bütün isteklerim ve arzularımın gerçekleşmesi mümkün artık. En çok onu düşünüp onun için endişelenmiyor muydum? Artık endişelenecek bir durum kalmadı ortada. Ona mutlu etme ve şahane bir hayat yaşatma şansı yakaladım nihayet. Hem bundan sonra, artık ben de onun yanında olacağım.

    -Evet, bundan eminim. Tek tesellim de bu olacak galiba. Ama benim için pek de olumlu bir teselli sayılmaz bu, değil mi?

    -Başka ne bekliyordun ki? Senin de yaşamaya devam etmenden daha doğal ne olabilir. Hem bak, artık senin ruhun, bende de yaşamaya devam ediyor. Sen öldükten sonra da, en azından benim de ölümüme kadar devam edecek bu.

    -Haklısın, ben öldüğüm zaman, kişiliğim sende yaşamaya devam edecek kuşkusuz. Evet, kişiliğim, benliğim sana transfer oldu, ama ben şimdiye kadar neysem gene oyum. Benim için değişen bir şey yok ki. Hatta ben öldükten sonra da, vücudumu meydana getiren elementler başka canlılarda yaşamlarını sürdürmeğe devam edecekler elbet. Ama bunun benimle, şu anda karşında duran şu zavallı ihtiyarla ne ilişkisi olabilir ki? Benim, haberim bile olmayacak bu olacaklardan. Öyleyse bu, beni neden ilgilendirsin ki? Gerçek kişiliği oluşturanın, ruh ve beden birlikteliği olduğu, ne kadar iyi anlaşılıyor, değil mi? Bir şekilde ayrılmaları sağladığı andan itibaren, kişilik de yok olup gidiyor, gördüğün gibi. Bilincin ne olursa olsun, bedenin kime ait olursa olsun, şu andaki birliktelikleri ile yepyeni bir kişilik oluşturdular sende. Artık sen ne bensin, ne de vücuduna girdiğin adamsın. Yepyeni bir kişilik, bambaşka bir adamsın sen artık. Böylece seninle, benim gerçek kimliğim arasında hiçbir ilişki kalmadı. Senin yaşamında meydana gelecek olayların da benimle hiçbir ilgisi olmayacak. Belki biraz zorlama sibernetik bir örnek olacak ama düşünelim bakalım: Ana kucağında nazlanan bebekliğimizin, sokaklarda koşuşturan çocukluğumuzun, şu anda olanlardan etkilenmesi mümkün mü? Bu, aynı vücut içindeki gelişme sürecinde bile böyle olduğuna göre, bambaşka bir zaman ve mekân boyutunda, yepyeni oluşumlar içindeki ruhlarımızın başına geleceklerden, halen içinde bulunduğumuz bu vücutların ve benliğimizin haberinin bile olmayacağı ortada değil mi? Bazılarının inandığı gibi, ruh Nirvana’ya ulaşıncaya kadar, başka başka yaşam biçimleri içinde dolaşıp dursun istediği kadar. Eğer varsa, ahrette de orada oluşacak benliğime, şimdi senin benliğine olduğu gibi, neler olacağı umurumda bile değil, artık benim. Bundan bana ne ki?.. Bunlar olup biterken, bu yaşlı bedenle birlikte ben de yok olup gitmiş olacağım nasıl olsa... Şu anda, beni alakadar eden yegâne şey, burada, içinde bulunduğum yaşamın gerçeklerinden ibaret. Geleceğe ilişkin olumlu tek bir ümidim bile kalmadı artık benim. Beni teselli edebilecek olumlu, yeni bir gelişmenin de olamayacağını kabul etmeliyim. -Kafam karıştı şimdi, dedi, genci. Eğer ben, bu yeni kimliğimle uyanmadan evvel sen, ölüp gitse idin yahut da herhangi bir şekilde ortadan kaybolsa idin, bu vücuda transfer olanın, gerçek ben olduğumdan ve ölümsüzlüğü yakaladığımdan öylesine de emin olacaktım ki...

    Varlığından emin olmak, gerçekten yaşadığını hissetmek istercesine yerinden fırladı. Telaşla kalkarken dizi masanın köşesine çarptı. Acısını ta içinde hissetti.

    Onun acı ile kıvranışını seyreden yaşlısı:

    -Gördün mü bak! Benim ruhumu taşıdığını sanıyorsun ama deminki sevincin gibi, acın da beni hiç etkilemedi. İnanıldığı gibi, ahrette de, tıpkı şimdi senin olduğun gibi, benim ruhumu taşıyacak bir başka ben oluşacak olursa, onun acı ve zevklerinin de beni etkilemeyeceği, hatta haberimin bile olmayacağı çok açık değil mi?

    Genci gülümsedi:

    -Sahi yahu, dedi. Şimdi sen hatırlattın. Eğer gerçekten varsa, Ahrette benim halim ne olacak. Vücuduna el koyduğum bu adamın geçmişteki günahlarından mı sorumlu olacağım, yoksa bilincini aldığım senin günahlarından mı? İyi de sizin cezalarınızı ben çekecek olursam, siz hiçbir şeyden sorumlu olmayacak mısınız?

    -Hadi canım sen de. Herkes kendi günahından sorumludur tabii ki. Ama hâlâ anlayamıyor musun? Eğer öyle bir şey gerçekleşecek olsa bile, oradaki kişi de sen olmayacaksın artık ki.

    -Ama eğer böyle olsaydı bile ben gene de kârlı çıkacaktım. Bu durum karşısında, ne de olsa herkesten yıllarca sonra günah işlemeğe başlayacağıma göre. Hatta senin ruhunu, bir başkasının da bedenini taşımakta olduğumu düşünecek olursak; bu durumda, benim kendime ait bir ruhum olmadığı gibi, ceza uygulanacak, kendime ait bir bedenim de olmayacak desene. İyi de benim bundan sonraki günahlarımı kim ödeyecek ki?

    -Olmaz öyle şey. Herkes kendi günahının da sevabının da sahibidir. Birisine ait günahı başka birisine ödetmek cezalandırmaktan öte olsa olsa intikam olur. Ancak eğer varsa, ahretteki ben veya sen de şimdiki kimliğimizden bambaşka birileri olacağız. Farkında mısın bilmem; ben olduğumu iddia ediyorsun ama konuşmalarındaki alaycı havadan, sesindeki mutluluktan anladığım kadarıyla, benim karakterimden oldukça değişik bir karaktere sahip olmuş gibisin.

    -Değil mi? Karakteri oluşturan etken, sadece yaradılıştan kaynaklanmıyormuş demek ki. Fizyonomik yapının da bunda önemli bir rolü olduğu ortada. Bak, bundan sonra senin sürdüğün hayatı devam ettirmeyeceğim kesin. Vücudunu çaldığım gencin hayatını da devam ettirmem imkânsız; en azından kafa yapım ve mali olanaklarım farklı. Yepyeni, değişik bir hayatımın olacağı muhakkak. İnanılmaz bir şey ama şimdi ben, kavuştuğum bu yepyeni kimlik içinde, ikinizden de avantajlı bir konumdayım. Bu durumda ikinizden farklı bir yaşam sürecimin olacağı da kesin. Kızımın bile yaşamının değişmesine sebep olacak bu. Hayat ne garip değil mi? Yaşam şekli, o kadar farklı etkenlerle değişebiliyor ki; galiba kader dedikleri olguyu oluşturan da bu farklı etkenler. O zaman felsefi anlamda bir kaderden bahsetmek de imkânsız olmalı.

    - Sahi kızımın durumu ne olacak şimdi?

    - Nasıl yani?

    - O, artık senin de kızın sayılır?

    - Eee???

    -Yani, artık onunla, eskisi gibi, bir kadın erkek ilişkisine giremezsin ki.

    -Neden ki? Kafam ve bilincim seninki olabilir, ama bu vücudun seninle bir ilgisi yok ki?

    -Ama kafanın içinde, bilincinde ve anılarında, onun kendi kızın olduğundan emin değil misin?

    -Haydi, canım sen de. Bilincim seninki ile aynı olsa da, bu vücudun seninle bir ilgisi yok ki. Senin vücudun değil bu. Vücudumda bir değişiklik olmadığına göre, en azından vücut olarak bir yabancısıyım onun. Ve bu durumun devamında da bir engel görmüyorum ben. Doğrusunu istersen onu yeniden başka bir erkeğe kaptırmaya da hiç niyetim yok artık benim. Hem ona, babasının bilincini devraldığımı da söylemem gerekmiyor herhalde...

    -Ama sendeki değişikliği fark edecektir o.

    -Onu kolayca halledebilirim ben. Üzerinde çalıştığımız projenin bir aldatmaca olduğunu öğrenince, kızının mutluluğuna katkıda bulunmak için, senin ikimize büyük bir servet bağışladığını ve kendimize yeni bir hayat kurmamızı öğütlediğini anlatacağım ona. Bunun için de kızın her zaman minnettar kalacak sana. İnan ki seni hiç unutmayacağız artık. Hatta bütün önemli günlerde bir e-kart atıp seni gelişmelerden haberdar etmeyi de ihmal etmeyeceğimizden emin olabilirsin. Kızının, gerçekten çok mutlu bir yaşama kavuştuğundan da emin olabilirsin artık. Bunun seni ne kadar memnun edeceğini biliyorum. Bu bile yetmeli sana.

    Genç adam, oradan ayrılırken:

    -Haydi, bana müsaade, dedi. Kızım beni bekliyordur şimdi. Biliyorsun ne kadar özlediğimi onu. Gidince ararım seni. Bizi merak etme artık sen.

    Genci, büyük bir özlem ve helecanla, sevgili kızının yanına koşarken; yaşlısı, melül mahzun ardından bakakaldı.

    Ruhun ölümsüz devamlılığı gerçek olsa bile, bu ruhu, kısa bir süre için, emaneten taşımış olan zavallı ölümlü insanlar için, yaşamın bittiği andan itibaren, her şeyin sona ereceğini, ahrette bile olsa bir ölümsüzlük tesellisi bulma olanağının da kalmadığını, kabullenmek zorundaydı.

    Ama gerçek bu ise, bütün dinlerin, ölümden sonraki ahret inancındaki ölümsüzlük muştusu, boş bir aldatmacadan ibaret olmuyor mu idi?

    Özcan Sungurçetin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mete Çağdaş

     Kahveci : Mete Çağdaş


      BASİT DEĞİL!

    İşi ne zaman mı bitti Türkiye'nin?
    Recep daha milletvekili bile olmadan
    Amerika'ya davet edilmişti ya
    İşte o zaman!
    Beyaz Saray'da "bir garip Recep "olarak ağırlandı
    Döndü "bir garip şekilde başbakan "oldu!
    Her şey öyle çabuk gelişti ki
    Milletin şanzımanı kırıldı!

    (…)

    Bakın güneydoğu da Kürdistan kuruldu kurulacak
    Apo hapisten çıktı çıkacak
    Türkiye eyaletlere bölündü bölünecek
    Millet ebesini görecek haberleri yok!
    Emniyet cemaatçi…
    Adliye Cemaatçi…
    Biri tutacak,
    Öteki içeri tıkacak!
    Recep'in önü açılacak!

    (…)

    Önümüzde iki seçenek var
    Cumhuriyet'in ya ömür uzayacak,
    Ya da Cumhuriyetçiler boylu boyunca uzatılacak!
    Ben 13 Eylül pazartesi gününe kadar uykusuzum
    Bu referandum " Evet" ya da " Hayır" demek için değil
    O kadar basit görmeyin yani
    Bu bir ulusal kurtuluş savaşıdır!

    (…)

    Demek istediğim;
    12 Eylül 2010 Türkiye için
    Miladi bir yıldır!
    30 Ağustos zaferi kadar sıcak,
    Kocatepe savaşı kadar dirençli,
    Mondros mütarekesi kadar alçaktır!

    Mete Çağdaş
    mettecagdas@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü XXXI

    Düşünüyorum da Osmanlı aydınlarının oryantalizme karşı savaşımlarında; şu bir türlü başlatamadıkları, başlatma zorunluluklarını her geçen gün daha fazla duyumsadığım şu gecikmiş savaşımlarında en zayıf noktaları, şifâhî bir kültüre sâhip olmaları. Hep sözle yetinmişler, kendi kutsal kitaplarını okumak yerine hacı-hoca takımının peşinde sürüklenmişler. Tanrım…

    Görünen o ki, Müslümanlığın ilk emri olan "oku"nun yerine çoktan "dinle" geçmiş. Fransız oryantalistleri bunun ne kadar farkındadır, bilemiyorum; ama bizimkiler, bundan pek güzel yararlanmakta. Bu hacı-hoca takımını diledikleri yöne çektiklerinde, reayânın da kendileriyle birlikte olacağını çok iyi biliyorlar.

    Bu bir bakıma, Türkleri Katolikleştirmek isteyenlerin de arzu ettiği bir durum. Böylelikle, Müslümanların kutsallarını tartışmaya açacaklar, inançlarını tıpkı kendi inançları gibi akıl almaz çelişkilerle bozacaklar ve sonra da kendi istedikleri doğrultuya onları çekecekler. Çarpık bir inancın benimsenmesi için en gerekli şey kuşkusuz, çarpık bir zihin yapısıdır. Tanrım…

    Dolayısıyla Türkler, vakit kaybetmeden kendi dinlerinde bu anlamda bir reform yapmalı; kendi kutsal kitaplarını kendi dillerinde okuyarak modern paganlara karşı hem zihinlerini, hem de kendilerini ve kültürlerini korumaya çalışmalı. Bunun niçin bu kadar gerekli ve vaz geçilemez olduğunu târih sanırım ispatlayacaktır.

    Osmanlı aydınları, bu gecikmiş savaşımlarında bir tür "garbiyatçılık" geliştirebilir ve hattâ, geliştirmeliler de. Garbiyatçılık kelimesini, oryantalizmin panzehiri anlamında kullandım; yâni, Batının sömürgeciliğine karşı, onun kültür ve medeniyetini en iyi şekilde tanımak ve Doğuya yönelttiği silâhları kendisine karşı kullanmak.

    Şüphesiz ki, Asyalı ve Afrikalı aydınlar, Batının kültür ve medeniyetini en iyi şekilde tanımak zorundadır; çünkü, bu kültür ve medeniyetin oluşturucu öğeleri; başta modern paganlık olmak üzere tüm öğeleri, Doğuya en yüksek değerler olarak pazarlanıyor. Dolayısıyla, öncelikle bunların hiçbir değerinin olmadığını görmeleri lâzım. Sonra da onların argümanlarını bizzat onlara karşı kullanmalılar.

    Türklerin bunu yapması gerçekten de hiç de zor değil; çünkü dinleri, buna imkân veriyor zâten. Müslümanlık, İsa Mesih'in Tanrı olmadığını, Tanrı'nın onu evlât edinmediğini, Tanrı'nın ne bir eşe, ne de bir geline sâhip olmadığını, bunların iğrenç yalanlar olduğunu, Kutsal Ruh'un maddî bir töze sâhip olmadığını apaçık bir biçimde ortaya koyuyor.

    Kezâ, ilk günâh zırvalıklarının tamâmen uydurma olduğunu ve yeni doğan her bebeğin günâhsız doğduğunu, günâhları affetme yetkisinin Vatikan'da olmadığını ve bunun bizzat Tanrı'nın irâdesi altında gerçekleşebileceğini, Vatikan'ın Tanrı'nın üzerinde bir otorite olmadığını, Tanrı'nın yeryüzünde bozgunculuk yapmak gibi bir yetkiyi hiçbir guruba veya millete vermediğini/vermeyeceğini ve daha başka pek çok hakîkati de…

    Şu Osmanlı aydınları, oryantalistlerin kitaplarını okumaya ayırdıkları zamânı Kuran'ı okumaya ayırsalar, şimdiye kadar bu savaşımı çoktan başlatırlardı. Tanrım… Ve şahsî kanaatim şudur ki bunu başlatmak, Osmanlı aydınları için târihsel, kültürel ve entelektüel bir zorunluluktur; bu, onların aslî ve biricik misyonu olmalıdır.

    Ve bu olmadan, Asya ve Afrika halklarının uyanacağı yok gibi ve bunu ancak Türkler başlatabilir; çünkü, kendi kültürel özellikleri ve değerleri itibâriyle ve Müslümanlık karşısındaki hassâsiyetleri nedeniyle başka hiçbir millet, bu savaşımı başlatmaya onlar kadar doğru bir aday değildir. Tanrı bize bu günleri bağışlasın…

    Gerçekten de Osmanlı Devleti'nin karşısında Batı kültür ve medeniyeti ve bunun baş mîmarlarından olan Vatikan gibi inanılmaz entrika virtüözleri var ve bu durum, garbiyatçılıkla ilgilenecek olan Osmanlı aydınlarının da en az onlar kadar ve hattâ, onlardan daha usta birer entrika virtüözü olmalarını gerektiriyor.

    Ancak ne kadar üzücüdür ki Türkler, hiçbir zaman entrika kurmayı başaramamış; değil entrika kurmak, kendi üzerlerinde kurulan entrikaları bile anlayamamış ve bu entrikalar üzerinde kendilerine biçilen rolü yerine getirmeyi, çoğu zaman bir tür kahramanlık olarak görmüşler. Türklerin garip bir ruh cömertliği bu aslında; ama, bunu kullanmak isteyenler için etkin bir manevra.

    Örneğin, Türklerin savaşçı bir ruha sâhip olduğunu bilen Abbâsî halîfeleri onları Bizans'ın üzerine yollarken, aslında İstanbul'u Arap şovenizminin emrine sunmak istiyor, bu kenti Türklerle ele geçirerek ezelî düşmanları olan Bizanslıları esir etmek istiyordu. Türkler, bu plânlara açıkça âlet edildiler.

    Zîrâ, Abbâsîler öncülüğünde Araplar, Anadolu'da tutunamadılar ve bunu ancak Türklerin gerçekleştirebileceğini bildikleri için, Anadolu'da onlara uç beylikleri kurdurdular ve Bizans'a saldırttılar. İstanbul'un fethi konusunda II. Mehmet zamânına kadar önemli bir başarı kaydedemedilerse de yine de bu kenti ele geçirmeye yönelen tüm yöneticilerine, Arap şovenizminin etkisiyle kahramanlık pâyesi verdiler.

    Şahsî kanaatim şudur ki, Abbâsîlerin bu entrikaları Vatikan'dan öğrenmiş olması muhtemeldir. Çünkü, henüz halîfeliği yeni ellerine geçirdikleri 8. yüzyılın ortalarından itibâren Vatikan da Frank krallarını kullanarak onları İslâm coğrafyası üzerine salmış, Frank kralları Vatikan'ın silâhlı gücü hâline gelmişti. Abbâsîler de Frank ordularını hipnotize eden bu yalanları öğrenmiş ve bunları Türkler üzerinde uygulamış olabilirler.

    Ancak, bu konuda Vatikan'ın ilerisine geçmemiş/geçememiş oldukları da ortadadır. Örneğin, Papa III. Leo, bu çekirge sürüsünün başı olan "Muhteşem"(!) Karl'ı Kudüs'ü ele geçirmeye iknâ etmek için onu "Tanrı'nın inâyetiyle dünyâya yeniden gönderilen Kral Davut" ilân etmişti; sözüm ona Tanrı, Yahudileri bu mahlûkun "yardımıyla" Müslümanların elinden kurtaracakmış. Tanrım…

    Bu ne iğrenç, ne aşağılık bir yalandır böyle! Vatikan'ın bu yalanı uydurmasında neyin etkin olduğunu bilmiyorum; ama sanırım, bu mahlûkun da kadınlara karşı Kral Davut'u aratmayacak işlere kalkışmasından etkilenmiş olabilir. Tevrat'ta, Kral Davut'un, karısına göz koyduğu komutanını hayâtını kaybetsin ve eşini haremine katısın diye büyük bir savaşa sürüklediği yazıyor.

    İşte, "Muhteşem"(!) Karl isimli bu mahlûk da kadınlara karşı bu çabaların içine girmişse ki, bazı sosyal târihçilerin bu yönde sunduğu çalışmalar var; Vatikan bundan etkilenerek onu Kral Davut ilân etmiş olabilir. Tanrım, Vatikan'ın acaba, öğrenip de kendi çıkarlarına uygun hâle getirmediği bir yalan, bir insanlık suçu kaldı mı?

    Bunlar bir tarafa, Türklerin târihi, kaynağı ne olursa olsun hep başkalarının kurduğu entrikalar yolunda adadıkları hayatlarla, siyasî projelerle doludur. Dolayısıyla, bence garbiyatçılık, Türklerin özgürleşmesinin de yolunu açacak, onları bu entrika virtüözlerine karşı koruyacak ve karşı entrikalar geliştirmelerini de sağlayacaktır.

    Düşünüyorum da Türkler, eğer entrikalar konusunda yeterli bilgi ve yeteneğe sâhip olsalardı, Avrupa târihinde çok köklü başarılara imzâ atabilirlerdi. Ancak, entrikalar konusundaki bilgisizlikleri ve yeteneksizlikleri onları bundan alıkoymuş. Hem üstelik, sonunda başkalarının kendilerine büyük zararlar verecek olan entrikalar kurmalarına yaramış.

    Bunun sayısız örnekleri var; ama, bunlardan biri benim için çok daha önemli. Nitekim, babam Henry Crosner, bize Papa IV. Paul'u hep örnek insan olarak gösterir, onun Katolikliğe bağlılığını örnek aldığını söyler ve bizden de aynı şeyi beklerdi. Kız kardeşimle birlikte ben de korkuyla karışık bir saygı, saygıyla karışık bir korku içinde bu beklentisini karşılamaya çalışırdık.

    Ancak, College'da aldığım târih eğitimi sırasında gördüm ki bu mahlûk, Avrupa'da İspanyol ile Fransız ordularını birbirine düşürmüş, sonra da bu iki ordunun Vatikan üzerine yürümesi üzerine Türklerden; yâni, Katolikliğin ezelî ve ebedî düşmanı ilân ettiği Türklerden yardım istemiş; bizzat kendi elyazısıyla, o zamanki pâdişahları Kânûnî'den kendisini korumalarını istemiş. Tanrım…

    İşte, Türkler bu mahlûkun yardım talebini kullanmak yerine, ona olumlu karşılık vermişler; ancak, bu mahlûk yeniden güç kazanınca yaptığı ilk iş, İspanya'daki Müslümanların Osmanlı ülkesine sürülmesi ve buna direnenlerin katledilmesi için bir direktif yayınlayarak Avrupa'daki Türk düşmanlığı üzerinden kendi dünyevî ve uhrevî egemenliğini sağlamlaştırmaya çalışmak olmuştur.

    Gerçekten de eğer bilgileri ve yetenekleri olsaydı Türkler, bu mahlûku İspanyol ordularının işbirliğiyle yerinden eder, onun yerine kendilerini destekleyecek bir Papa'yı başa geçirir, sonra da Avrupa'daki Türk düşmanlığını ortadan kaldırmayı deneyebilirlerdi. Ve bu konuda Fransızlar da onlara yardım ederdi; çünkü, Fransa Kralı I. Fransuva'ya özgürlüğünü kazandıran Kânûnî'ydi.

    Ama, bunları yapmak yerine Türkler, içi boş bir merhamet anlayışı doğrultusunda Papa IV. Paul'un yardım talebine olumlu karşılık verdiler ve sonunda da İspanya'da Müslümanlara uygulanan baskı ve zulümlere ve hattâ katliâmlara, imkân tanımış oldular. Ve ta öteden beri Osmanlı yöneticileri anlayamıyor ki içi boş bir merhamet, yarardan çok zarar getirir.

    Asıl merhamet, Tanrı'nın merhametidir; Tanrı dilediğini affeder, dilediğini de Cehennem'in dibine yollar. İnsanoğlu ise bu mahlûklar karşısında gerekli tedbirleri en etkin biçimde almalı, hattâ onları kendi silâhlarıyla vurmalı; mâsumların canlarını, mallarını, nâmuslarını, haysiyetlerini, vb. korumaya çalışmalı.

    Hem, sâdece Türkler de değil, şu yeryüzünde hiç kimse bir başkasına merhamet dağıtmaya kalkışmamalı. Ama bizler, kalplerimizden sevgi ve merhameti de aslâ eksik etmemeliyiz. Bizler, bu mahlûklara karşı Tanrı'dan merhamet dileyebiliriz; bu bizim saygınlığımızdır. Ancak, bu mahlûkları serbest bırakırsak, dünyâyı yaşanmaz bir hâle getiriyorlar.

    İşte, bu seyirci kalma durumu, başta Türkler olmak üzere Asya ve Afrika'da maalesef çok yaygın. Dilerim, başta Osmanlı aydınları olmak üzere Asyalı ve Afrikalı aydınlar, kişinin kendi içsel yaşantısında tecrübe ettiği merhamet duygusu ile ekonomik ve siyasî olgu ve olayların aslâ yönetilemeyeceğini, bu denendiği takdirde hemen tüm dünyânın Cehennem'den daha beter bir yere dönüşüvereceğini ivedilikle anlar.

    Bilgi ve yetenek dediğimiz şey sonradan kazanılamayacak, öğrenilemeyecek, geliştirilemeyecek bir şey de değil ve bu anlayış düzeyi Türklerde uyanırsa şâyet, onlar da pekâlâ birer entrika virtüözü hâline gelebilirler. Ama öncelikle, bunu yapmaları gerektiğini ve böyle bir olanağın kendilerinde de olduğunu görmeleri ve anlamaları şart.

    Ve benim de aklımda, Vatikan'a karşı müthiş bir entrika var. Vatikan'ı ta öteden beri İsviçreli Katolik muhafızlar korur. Bunlar paralı askerlerdir ve bu askerler, daha yüksek bir parayı bastıran kişi veya kurumların güdümünde olmaya dâimâ eğilimlidir. Bu yolla Türkler, Vatikan içinde bir iç karışıklık çıkartabilir, Vatikan'ın güvenlik sistemini zaafa uğratarak toprakları üzerinde gözü olan Avrupalı senyörleri bu toprakların üzerine salabilirler.

    Bu konuda bu senyörler, işbirliğine kuşkusuz açık olacaktır; zâten, Martin Luther zamânından beri benzer entrikaları kendileri de sıkça kurmuştur. Ancak, onlardan farklı olarak, mâsum sivillerin bu işten en ufak bir zarar görmemeleri özenle sağlanmalıdır ki, ben bu konuda Türklere fazlasıyla güveniyorum.

    İşte, Batının kültür ve medeniyetini tanıdıkça; yâni, garbiyatçılıkla uğraştıkça bu entrikaları onlara karşı kullanabilirler; toprakları üzerinden emperyalistleri kovabilirler, kendilerini özgürleştirebilirler… Bakalım, Türkler bu garbiyatçılığı ne zaman başlatacak ya da başlatabilecekler mi? Tanrım, sen şu Türklere yardım et!

    Gerçekten de insan yazdıkça, hele özellikle de günlük tuttukça, kendini daha iyi tanıyor. Hem üstelik, daha önce geliştirmiş olduğu ve zihninin bir köşesine fırlatıp attığı, belirli bir bağlama oturtarak ele almadığı, üzerinde etraflıca düşünmediği görüş ve önerilerini de yeniden tartışmaya açıyor ve bu tartışmalar eşliğinde kendisini, kültürünü, inançlarını, vb. sorguluyor.

    Ben Osmanlı aydınlarının böyle bir misyon yüklenme gerekliliğini ne zaman düşündüm, hiç hatırlamıyorum; ama bunlar, şu an geliştirdiğim düşünceler de olamaz. Demek ki yazmak, gerçekten de insana ayna tutuyor ve bu ayna, yalnızca kendi iç dünyâsını değil, aynı zamanda da kültürünü ve medeniyetini de tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

    Doğrusu, benim Türklere ilgim, sandığımın çok daha ötesindeymiş ve şu an farkına vardığım da tam olarak budur. Neyse… Afgânî, Müslümanların başına musallat edilen bugünkü ajan provokatörlerden yalnızca biri ve Normon sâyesinde bu adamı da tanımış oldum. Fakat, bu adam gibi daha kim bilir kaç tane var?

    Örneğin, Lord Chodorow bir sohbetimiz sırasında bana Hindistan'da görev yapmakta olan Thomas Valpy French ve William Mouir hakkında bazı şeyler anlatmıştı. Bu mahlûkların amacı da Hindistan'da Müslümanlar arasında nifak tohumları ekmek; yerli halkı hipnotize ederek Muhammet'i heretik, Müslümanlığı da Hıristiyanlığın heretik bir mezhebi olarak göstermekmiş.

    Lord Chodorow'un anlattığına göre Thomas Valpy French, burada ulemâyla ciddî tartışmalara girmiş; Kitâbı Mukaddes'te Muhammet'e dâir hiçbir şey olmadığını, Muhammet'in bir toplum önderi olduğunu anlatmış. Fakat ulemâ, Thomas Valpy French karşısında uyanık davranmış ve onlara karşı güçlü bir kalkan geliştirmişler; kısa zaman içinde bu ajan provokatörler sınır dışı edilmiş.

    Neyse ki, Hint ulemâsı dirençli çıktı da kendi dinlerini bu lânet heriflerden öğrenmeye yeltenmedi. Tanrım… Osmanlı aydınları ne zaman akıllanacak? Ben bile Kuran'ı kendi dilimde; İngilizcede okuyabiliyorum; ama, bir Türk bunu yapamıyor! Bu yönde bir görüş dile getiren bir aydınları var mı, bilmiyorum; ama dilerim, bu tür aydınlar yetiştirmeyi başarırılar.

    - Devam edecek -

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Gülendam Oğuz


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Hükmüm Senin Olsun

    Ruh ve beden sırnaşmışsa
    İkisi bir olup konuşmaya başladıysa
    Ruh söylüyor benden yapıyorsa
    Ruh bedeni okşamaya başlamışsa
    Artık akıl susmaya başlar
    Akıl gücünü yitirir
    Söz geçiremez ruhuna
    Beden ayak uydurmaz aklına
    İnsan akıl sağlını kaybetmişçesine;
    Bir delinin sopası ile oynadığı gibi ruhunun da onunla oynamasına,
    Onu pervasızca okşamasına,
    Onu yoldan çıkarmasına
    Onun teslim olmasına
    Engel olamaz, hükmedemez artık…

    ***
    O yüzden bırak sen benim aklımı çalmayı,
    Bedenimle uğraşmayı, bırak...
    Sen benim ruhuma bak
    Onu al, onu okşa
    Onu sar sarmala ki,
    Bedenimi yoldan çıkartsın,
    Aklımı uçursun, kaçırsın.
    Aklım Hükmedemez olsun
    Bedenime, yüreğime, fikrime
    Aklımı kaybedeyim ki hükümsüz olsun,
    Hükmüm senin olsun...
    Taptığın bu bedenin içinde dışında,
    Aklında başında,
    Fikrinde, yüreğinde
    Ne varsa senin olsun, seninle dolsun.

    Mustafa Murat

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"
      İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Biraz eğlence biraz pratiklik ve zeka için http://zekaolcer.tr.msn.com/ Hata yaptığınız anda en başından başlamak ilk başlarda gerginlik yaratsa bile sonralarda hırs yaparak sonuna kadar kendinizi zorluyorsunuz. Hadi canım bunu görmemiş olamam dedirtecek kadar heyecanla test amaçlı oyunlara devam ediyorsunuz. Şimdiden iyi eğlenceler.

    İstediğiniz birinin ya da kendinizin yüz resminizle, fazla uğraşmadan eğlenceli montajlamalar yapmak isterseniz http://www.photofunia.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Daha önceden yapılmış örnekler içinden seçiminizi yapıp, kendi resminizi de yüklediğiniz zaman işin çoğu bitmiş oluyor. Resminizi nasıl yerleştireceğiniz ve nasıl düzenleme yapacağınız size detaylı olarak anlatılıyor zaten. Son işlem oluşan resmi istediğiniz yerde kullanabilmek için kaydetmek.

    "bir bir sayıyorum sokak lambalarını, yıldızları birbirine katarak. dünyanın sabırsız dönüşleriyle, akşamı sabah ediyorum. üşüyorum! mevsim şeritlerinden her kış geçtiğinde. yalnız, kir tutmuş gözlerimdeki hayalindi, içimi sıcak tutan..." Şiir severlere hem paylaşım hem de kaynak http://www.siirevim.com

    İşinize biraz mola verip kafanızı dağıtmak isterseniz http://www.flash.gen.tr/ Sanırım ne olduğunu açıklamaya gerek yok.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.0.5 / 17 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Je'taime
    Lara Fabian









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20100823.asp
    ISSN: 1303-8923
    23 Ağustos 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com