Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.818

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 1 Ekim 2010 - Fincanın İçindekiler


  • CÜCE ... Hamdi Topçuoğlu
  • NE KIZILSIN NE DE MAVİ ... Gökcan Hacıoğlu
  • BLIND ... Ebru Coşgun
  • Kıyı Kentlerinde ... Alp Bedir
  • William Crosner'in Günlüğü XL ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Atatürk'ün yatı?!..


    Merhabalar,

    Gazetecilik kolay bir meslek değil. Hemen her kademesinde türlü zorluklara göğüs gerebilenler başarıyor gazeteci olmayı. Dürüst gazeteci olarak kalabilenler ise bir çırpıda sayılabilecek kadar. Sadece manşet okumayı, gazete okumakla bir tutan insanımızın nabzını tutabilenler de işte o manşeti atabilenler. Bir nevi gazetenin reklamcısı olarak çalışıyorlar. Manşet tutarsa tiraj da artar anlayışı hakim. Mesela, Haber Türk'ü okumuyoruz ama önümüze düşen manşetini de görmezden gelemiyoruz; "Simon tutuklandı" Düpedüz bilinçli bir gaf. Saf, az okuyan gazete tüketicisine damardan tuzlama. "Adam Simonları yazdı, baş Simon kendi oldu ve tabi tutuklandı." diyor, sıkıysa itiraz et.

    Bir diğer gazetede alt başlık; "Atatürk'ün yatında fuhuş operasyonu" Ne demek bu şimdi? Bu manşeti atanda hiç mi vicdan, ar, namus, haya yoktur ki, Atatürk'le fuhuşu aynı cümlede kullanma pespayeliğini gösterebiliyor. Topu topu iki ay sefasını sürebildiği, onu da çoğunlukla yatarak geçirdiği bir yatın, Savorona'nın, artık Atatürk'le birlikte anılması pek inandırıcı olmuyor. Sonunda birileri çıkıp, böylesi bir işe ortak ediyor ve haberinin başına da Atatürk'ü ekleyebiliyor.

    Seksenli yıllarda genç denizci adaylarının kullanımına verildiğinde herhalde Atatürk'ün ruhu şadolmuştur ama sonradan, ödenek yokluğundan ellerinden alınması ve çürümeye terkedilmesi ile de mutlaka yattığı yerde ters dönmüştür. Devletin bir türlü sahip çıkamadığı Savarona'nın artık "Atatürk'ün yatı" olarak anılmasının bir anlamı kalmamıştır. Hele o manşetçiler gibi düzenbazların dilinde çirkinleşen bu sıfatı artık bırakmanın zamanı çoktan gelmiştir. O gemide, aksi iddia edilse de, Atatürk'ten bir hatıra kalmamıştır. Atatürk'ü, o eski resimlerdeki son dem halleriyle, eski ama asıl Savarona'da kahvesini içerken, sigarasını tellendirirken hatırlamak yeterlidir. Şimdiki bambaşka birşeydir ve Atatürk'ün değildir. Artık ismini bile değiştirseler umurumda bile olmayacaktır. Ne haliniz varsa görün, ister kürdan ister müze yapın ama Atatürk'ün yakasından düşürün. Esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      CÜCE

    Son zamanlarda emekli komutanların TV, TV dolaşıp fikir beyan etmeleri moda oldu. Devletin sivilleştirilmesi çalışmalarında görevleri olmalı ki hangi harekatı nasıl yaptıklarını halka ballandıra ballandıra anlatıyorlar.

    Öğreniyoruz ki komutanlarımızın bazıları pek yoksulmuş, başlarını sokacak evleri bile yokmuş.

    Bazılarının kendileri çok iyi; ama silah arkadaşları kötüymüş.

    Bazıları yasadışı işler yapmış; ama bunu kendileri için değil, vatan millet için yapmış.

    Hepsinin dil bağları çözülmüş durumda; dili bağlı olanlar da altlarında zırhlı arabalarla dolaşıyor…

    Vay beni bir zamanlar düşmandan koruyan paşalarıma; vay ki vay!

    Komutana gerek, birkaç nitelik
    İşleri görülsün ki bulsun dirlik

    Sözü doğru gerek, dürüst niyeti
    Büyük yalan dese, kanmaz milleti…

    Bu sözler benim başucu kitabım Kutadgu Bilig'den. 940 yıl önce Yusuf Has Hacip söylemiş.

    Çenesi düşük…
    Çoktur çevremizde değil mi? Kim bilir belki bizde onlardan biriyizdir.
    Onlar, çok gereksiz şeyleri konuşmaktan asla vazgeçemeyen kişilerdir. Onlara sır emanet edemezsiniz. Çünkü bilirsiniz ki çok geçmeden size söyledikleriniz biraz da çarpıtılmış olarak geri dönecektir.

    Aristo: " Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez; fakat söylediklerini düşünür de söyler." der. Bu, elbette herkeste olması gereken; ama bazı meslek sahiplerinde olmazsa olmaz bir meziyettir.

    Tarihimize baktığımızda söz ustası bir çok asker görürüz: Bilge Kağan, Sultan Alparslan, Mustafa Kemal…. Onlar, Yunus'un dediği: "Sözünü bil pişir/Ağzını der, devşir" kuralını iyi kavramışlardır.

    Bizim bir de "Ser verip sır vermeme" deyimimiz var. Ne denli zor durumda kalırsa kalsın o kişiler bildiklerini başkalarıyla paylaşmaz. Onların ağzı pektir. Tarih biraz da onların eseridir.

    Yunus yine aynı şiirde, "Kişi bile söz demini" der. Deminde söylenmeyen söz, ne denli değerli olursa olsun anlamını yitirir. Eğer sözü söyleyen, bir zamanlar bu ulusun kaderinde söz sahibi olmuşsa, ulusu haklı olduğu davalarda bile haksız duruma düşebilir. O kişilerin böyle bir hata işlemeye hakları yoktur.

    Ne kadar oldu, bilmiyorum. Atilla Olgaç ortada fol yok yumurta yokken Kıbrıs barış harekatı sırasında ne gibi herzeler yediğini anlatıvermişti.

    Malum bizim habercilerimiz için haberin sansasyonel olması her şeyden önemli. Haber gerçek mi değil mi, bu ülke çıkarlarına uygun mu değil mi onların umurlarında bile değildir.

    İki gün sonra Atilla Olgaç hidayete ermiş, öyle dememiştim de böyle demiştim kıvırmalarıyla olayı kapatmaya çalışmıştı.

    Atilla Olgaç gibi bir oyuncuyu böyle bir dil oyunculuğunda elbette mazur görmedik. Ama asker biri değildi. Söylediği nazarı itibara alınmayabilirdi. Ancak bir zamanlar ordunun en üst kademelerine tırmanmış biri kalkıp da deli saçması diyebileceğimiz sözler söylüyorsa, bir Türk vatandaşı olarak bizim de söyleyecek bir iki sözümüz vardır.

    Herkes biliyor ki paşa, ertesi gün televizyonlara çıkıp "yorgundum da, öyle demek istemedim de.. diyerek çark etse de ilk söylediği sözler bu ülkenin düşmanları tarafından not edilmiştir, günü gelince de masaya sürülecektir.

    Atalarımız boşuna "Dilim, giydirir bana kilim." "Dilim, doğradın beni dilim dilim." dememiş. Gel de Direktör Ali Bey'in Lehcet-ül Hakayık adlı mizahi sözlüğündeki Cüce sözcüğünün anlamını "Büyük adamların yakından görünüşü" şeklinde açıklamasına katılma.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Gökcan Hacıoğlu


    NE KIZILSIN NE DE MAVİ
    dilgöz…
    yılanbaşı…

    "Ömer, Ömeeer ! Nerdesin kör olasıca? Yine nereye kayboldun?"

    Annemin her zamanki serzenişlerinden biriydi mavi misketlerimi Nuri'yle takas ederken duyduğum.

    "Hadi oğlum, annem çağırıyor! Üç maviye altı sarı..!"

    "Olmaz, anca dört tane çalışır benden."

    "Peki, peki ver! İşim var, hadi!"

    Zafer kazanmış bir komutan edasıyla cebime koyduğum dört sarı misketle düşman cephesi saydığım annemlerin yatak odasına yollandım hızlıca. Annem her zamanki gibi aynanın karşısında yeni hazırladığımız kurbağa merhemini yüzüne sürmekteydi. Ne menem şeylerdi şu kurbağa merhemleri. Hiç sevmezdim onları. Hele karınlarını patlatmaktan nefret ederdim. Kötü kokarlardı. Elimden üç gün çıkmazdı kokusu. Ellerimi arkadaşlarımdan saklamak için cebimden çıkarmamam da cabası…

    " Nerdesin, gözü çıkasıca?! Baban odun bekliyor, küçük beyimizde maşallah yine sefalarda!"

    Sekiz yaşındaki bir çocuk için misket oynamak annem gibi küçük bir dünyası olan kadına sefa sayılırdı sanırım. Ona göre bu şeylerden bir an önce vazgeçmeli, bütün gün babamın yanında olmalı, ondan zanaâtının bütün inceliklerini öğrenmeliydim. Elimin ekmek tutması gerekti. Nasıl bakacaktım sonra çocuklarıma… Oysa ben kendim çocuktum annem her ne kadar farkında olmasa da…

    Bir gün önceden yağan yağmur yüzünden iyice ıslanan odunlardan küçücük kucağıma beş tane sığdırıp ocağın yolunu tuttum. Uzaktan gördüm babamı ve ocağımızı… Yemyeşil bir arazinin ortasında tuğladan yapılmış dört duvar, üzerinde ahşap bir dam. Önünde kırık cam parçaları, tenekeler, şişeler, odunlar… Odanın tek penceresi gün ışığı gelmesin diye kumaş ve naylon parçalarıyla kapatılmış. Açık kapıdan giren ışık içeride çalışanların malzemeleri seçmeleri ve birbirlerini görmeleri için yeterli. İçeride, dört gözünden ateşler saçan bir ejderhayı andıran, kerpiçle sıvanmış yerden bitme kubbe şeklinde bir ocak… Oda dumanlı ve sıcak. Babamsa kollarında ve bileklerinde sarılı bez parçaları, demir pasından kirlenmiş grimsi atleti, bir haftalık sakalı ve alnından dökülen bocuk boncuk terlerleriyle oturuyordu her zamanki yerinde. Görüntüsünün aksine uzaktan bir dervişe benzetirdim onu. Dedemin anlattığı hikâyelerdeki şu çileci dervişlere… Sırtı üşür, alnı terlerdi. Nazar boncuğu ustasıydı babam. Tıpkı dedem gibi, dedemin dedesi gibi…

    Altmış haneli köyümüzün dört boncuk ocağından birinde çalışırdı küçüklüğünden beri. Elleri nasır tutmuş bir boncuk âlimiydi o. Bir kimyager gibi hazırladığı eritilmiş cama bir çömlek ustası gibi nasıl hayat vereceğini iyi bilirdi. Boncuklar birer birer merhaba derken hayata, her gün babamın öğle yemeği getiren ablamla bana da onların hikâyelerini dinlemek düşerdi.

    "Önce bir çukur kazarsın odanın ortasına. Sonra 12 sıra ateş tuğlasıyla nal şeklinde örersin ocağın duvarlarını. Üstüne de beş tuğla koyup kaç kişi çalışacaksa macun tablasındaki gibi bölersin odalara... Sonra da nal şeklindeki fırının ağzını odun sürecek şekilde açık bırakıp odaların üstünü kerpiçle sıvarsın. Odaların içinde bir defaya mahsus cam fabrikalarının artıklarından bir madde eritirsin. Bu madde bir kere erir ve olduğu yere yapışır. Böylece bu odanın içinde boncuk yapmak için eritilen camlar toprağa karışmaz. Sonra boncuk için…"

    diye devam eden hikâyelere metleke ile merdan da babamın elinde sesleri ile eşlik ederlerdi.

    "Nerde kaldın, kereta?! Çam odunu olmadan yanmaz bu ocak bilirsin. Bak, ocağımız sönmek üzere!"

    Ocağımız… Hiç sönmezdi. Bir ayinde okunan dua gibi sessizce sürdürürdü mevcudiyetini. Hep sıcaktı. Belki de bu yüzden nefret ederdim sıcaktan ve maviden…

    Mavi… Ocağın dış avlusu alabildiğine maviydi her zaman. Soğuması için dışarı bırakılan mavi boncuklar sarmıştı dört bir yanı. Gök maviydi, yer maviydi. Babamın gözleri maviydi.

    "Hadi yine iyisin, evlat! Bak şu sandıktakiler senin için!"

    Baktım. Şaşırmadım fazla. Her zamanki gibi mavi misketlerle doluydu küçük sandık. Pırıl pırıl parlıyorlardı. Artan camdan yapardı bunları benim için babam. Haftalık görevlerimi tastamam yerine getirdiğim vakit aldığım bir nev'i ödüldü.

    Akşam babamla birlikte dönerken ellerim cebimde sımsıkı tutardım yeni misketlerimi. Kıymetlimdi onlar benim. Annemin konserve şişelerinden aşırdığım bir şişede saklardım onları.

    Her gece yatmadan saydığım misketlerim bir gün ansızın elimden kayıverdi. Belki de nazar değmiştir diye düşündüm. Ne de olsa mahallenin tüm çocuklarının gözü benim misketlerimdeydi. Ama çok da önemli değildi, çünkü benim babam kocaman bir nazar boncuğu ustasıydı. Yapardı bir boncuk şişeme. Takardım onu, hiçbir şeycikler olmazdı misketlerime. Bir saat sonra babamın hastaneye kaldırıldığını ve gözlerini kaybettiğini öğrendiğimde anlamıştım asıl nazarın babama değdiğini…

    Ocağımızdaki ateş, ocağımızı söndürmüştü. Her daim normal yanan ateşin şimdi bu denli parlak olması, babamın gözlerindeki feri almasındandı belki de…

    Ve belki de babamın mavi gözlerini alan ateşe karşı şimdi Erzurum'un merkeze en uzak olan ilçelerinin birinde itfaiye görevlisiyim. Ateşe ve maviye inat, beyazlardayım.

    Gökcan Hacıoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ebru Coşgun

     Kahveci : Ebru Coşgun


      BLIND

    Bu akşam çok güzel bi deneyim yaşadık, yazmadan edemedim.

    Blind restaurantta yemek yedik, özelliği şu; içeri girerken cep telefonu ya da fotoğraf makinası kesinlikle yasak..
    sadece bunlar değil saat yüzük kolye hiç bir şeyi bırakmıyorsunuz üstünüzde
    VE tamamen zifiri karanlık bir ortamda yemek yiyorsunuz.

    öyle bir kaç dakika sonra en azından birbirinizi yavaş yavaş seçebileceğiniz karanlık bir ortamdan bahsetmiyorum, sıfır ışık. HİÇ BİR ŞEY GÖRMÜYORSUNUZ.

    yemekte çatal bıçak kullanmak yasak. Önceden belirlemiş olduğunuz yemekleri herhangi bir sakatlık çıkmasın diye sadece kaşıkla yiyorsunuz.. ve sizi restaurantın kapısında karşılayan ve sizinle yemek boyunca ilgilenecek olan servis elemanınız "GÖRME ENGELLİ"

    restaurantın en büyük özelliği de bu zaten.

    Görme engelli insanların yaşadığı hayatı anlayabilmemizin için hazırlanmış bir konsept bu. HİÇ GÖRMEDEN HERŞEYİ AMA HERŞEYİ SADECE HİSSEDEREK YAŞAMAK!

    Daha da ilginç olanı yine karanlık bir ortam da bizi güler yüzle kapıda karşılayıp üstümüzdeki metal herşeyi çıkarmamızı isteyip dolaba yerleştirerek bize anahtarı veren adamın görme engelli olduğunu ;fotoğrafımızı çekermisiniz deyipte tabi efendim hemen birini çağırayım çekmek için diyene kadar anlayamadık. (üstelik servisi görme engelli bir arkadaşın yapacağını biliyorduk)

    Servis elemanımız Kadir bey Bize siyah önlükler giydirdi önce (üstümüzün batmasını engellemek için) , ve içeriye girerken tren şeklinde gireceğimizi söyledi elbette hiç itiraz etmedik. birbirimizin omuzlarına tutunarak (Tabi önde Kadir Bey olarak ) zifiri karanlık Restauranta girdik, dar koridorlardan geçtik.. bizi masamıza kadar götürdü sandalyelerimize oturttu.. sonra tek tek ellerimizden tutarak masadaki tuz peçetelik kaşık ve bardaklarımızın yerlerini belirtti..BU KADARINI BEKLEMİYORDUK DOĞRUSU...

    sonra sırasıyla yemeklerimiz geldi önce salata sonra ana yemek arkadan tatlı.
    Kadir Serviste süperdi şarabımız sürekli tazelendi... o hiç zorlanmadı bunları yaparken ama biz bu karanlığa ve masamıza adapte olana kadar epey zorlandık...
    el ele tutuştuk bir ara yine önce ellerimiz kavuşmakta zorlandı..
    ne tuhaf dedik görmeden hissetmek ve bilmek böyle birşey oluyormuş demek..

    ilk kadehimizi "GÖZ SAĞLIĞIMIZA" kaldırdık ve buna gülsek mi gülmesek mi bilemedik...

    kadehlerimizi tokuşturabilmek için epey uğraştık..
    Neler konuşmadık ki yemek boyunca...
    Neler neler düşündürmedi ki bu karanlık yemek bize..
    daha uzun uzun yazacağım bunun üzerine ama şimdi kısaca ;

    Hiç görmeden sadece paylaşarak bir şeyleri, hissederek sevmek gibi dedim önce; hani öyle uzaktan uzağa görmesen de orda olduğunu bilmek. (belki bir yazıyı belki bir resmi paylaşamak gibi, aydınlıkta gördüğün silüetin hiç bir önemi olmaması gibi)

    sonra yine; hiç gidip görmediğim ama çok sevdiğim şehirler geldi aklıma.

    yemek bitip de dışarı çıktığımızda Kemal şöyle dedi;

    - Seni yeniden görmek çok güzel aşkım

    - Seni de aşkım seni de...

    Düşündürüp hissettirdiği şeyler dışında elbette ki; Ne kadar zor bir hayat yaşıyor olduklarını biliyorduk ama kısa bir an da olsa yaşayınca ÇOK ÇOK daha iyi anladık onları ve görme yetimizin kıymetini.

    Ebru Coşgun
    ebrucuk6@yahoo.com.tr


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alp Bedir

     Kahveci : Alp Bedir


      Kıyı Kentlerinde

    Evet "hayallerimiz" vardı.
    Ama...

    Yağmurunda dans etmeyi planladığımız dünyanın sellerinde boğulduk.
    Çiçek bahçelerinde koşuşturduğumuz cennet yüz vermez oldu,
    Karanlığın bağışlayıcı gözüken sinsiliğinde kaybolduk...

    Vazgeçemeyeceğimizi öğrendik her kapıyı çektiğimizde,
    Ya da her şeyin istediğimiz gibi gitmeyeceğini
    "Bu da geçecek" diye söylendiğimizde...

    Mevsim duraklarında, Uzun yol molalarında,
    Bembeyaz kağıtlarda, satırlarımızın arasındaki boşluklarda...
    Hayaller vardı.
    Hayaller vardı her yanda.

    Ama konuşmayı sevmezdik ya.
    "Suskunluk silahı" dermişim birde ben ona.(!)
    Yanlış anlaşıldık hep konuşmaya çabaladığımızda.

    İnsan bilmezse nedir sevda,
    Nasıl anlasın be halinden, budala...(!)
    Sanırım bundandır
    Bazen saçmalamalarımız da.

    Şimdi uzaksın.
    Kim bilir hangi gemide,
    Hangi körfeze yol almaktasın.
    Ama bilmelisin
    Vardığın hiçbir kıyı kentinde yalnız olmayacaksın.
    Elinde balonlarla,
    Korkularını da yanına almış...
    Güneşin doğuşuyla baş başa
    Bir sevda karşılayacak seni,
    Sen artık onu tanımasan da...

    Alp Bedir


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    7,307,307,307,307,307,307,30
    10 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      William Crosner'in Günlüğü XL

    Carlo intihar etmiş. Çok kötüyüm. Böyle olmasında benim de bir payım var sanırım. Tanrım, sen Carlo'yu ve beni bağışla! Tanrım, artık dayanacak gücüm kalmadı. Tanrım… Carlo'yu yemek salonunda, bedenine saplı hançerle, kanlar içinde göreceğime ölsem daha iyiydi! Tanrım... Eros Tapınağı'nı bulacağına o kadar inanmıştı ki, onun hayâllerini ben yıktım! Tanrım şüphesiz ki, bizi bu felâketlerle sınıyorsun; ama, bize başka felâketler gönderme, yakınlarımızın acısını bize gösterme Ulu Tanrım!
    7 Mayıs 1885
    *

    Carlo'nun ölümü hakkında ciddî kuşkularım var; ekipten veya mürettebattan biri tarafından öldürülmüş olabilir. Bilmiyorum… Başım yine çatlıyor. Tanrım… Carlo, hayâtı boyunca yığınla hayâl kırıklığı yaşamış olmalı. Daha önce de böylesine büyük umutlara kapılmış olmalı. Her defasında intihâra mı yöneldi!

    Yok yok, bu işin içinde kesinlikle başka bir iş var. Carlo, fazlasıyla mücâdeleci bir kişiliğe sâhipti. Evet, onun ölümünü kabullenemediğim doğru ve hattâ, bu ölümde benim de bir payım olmuş olabileceği düşüncesi beni çıldırtıyor. Ama, ölüm şekli bu olamaz/olmamalı. Tanrım, yine neler dönüyor şu kâbus yolculuğunda!

    Aklıma gelen ilk olasılık; eğer Carlo ile Gelis, yine bu konu hakkında tartışmışsalar ve aralarında yine bir arbede çıkmışsa, bu sırada Carlo'nun hançerine uzanmış, Gelis'e yönelmiş olabileceği ve Gelis'in kazâyla veya bilerek bu hançeri Carlo'ya sapladığı yönünde. Fakat, bu olasılık kendi içinde mâkûl gibi görünse de yine de uzak bir olasılık.

    Carlo ile Gelis'in arkadaşlıkları çok eskilere dayanıyor ve her ne kadar, bâzen ikisinin de gerildiği anlar olsa da birbirlerini öldürmek isteyebilecekleri, kazâyla da olsa buna fırsat vermiş olabilecekleri uzak bir ihtimâl. Tanrım… Henüz Athenagoras'la bu meseleyi tartışmadık. O, gemiye gelinceye dek Carlo, benim Edward'tan sonra en yakın ahbâbımdı. Tanrım…

    Eğer gemide masonlar varsa ki, bence var ve bu işin içinde onların bir parmağı varsa ki, bu da kuvvetli bir ihtimâl; şu hâlde bana, Edward'a ve Athenagoras'a da bir şeyler yapmalarından korkuyorum. Tanrım… Bu ne biçim bir yolculuk böyle! Bu ne biçim bir kazı ekibi böyle! Tanrım…

    Gemide kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Kimse hâlâ olayın şokunu üzerinden atamadı. Audrey ve mürettebat, Carlo'nun naaşını temizledi, Edward da onlara yardım etti. Şu an naaş, bir ceset torbasının içinde ve ambarın iç bölmelerinden birinde.

    Onu İzmir'e kadar götürmemiz ve orada defnetmemiz pek mümkün görünmüyor; birkaç gün içinde naaşın bozunmasından endişe ediyoruz. Henüz ne yapacağımıza da karar veremedik. Tanrım, sen bizi koru! Merhametinden bize de pay ver Ulu Tanrım!
    8 Mayıs 1885
    *

    Tanrım, bitir artık şu entrikalar yumağını, sana yalvarıyorum. Ben ömrümde, bunca entrikaya hiçbir romanda bile tanık olmadım. Caesar'ın cinâyeti bile bu entrikaların yanında hiç kalır! Tanrım…

    Sabah saat yedide, yemek salonunda toplandık ve Carlo'nun naaşını ne yapacağımızı karâra bağlamaya çalıştık. Kaptan Plummer, naaşın denizde ölen tüm insanların naaşları gibi, denize atılmasını savundu. Buna ben, Edward, James, Miles, Nick ve Moses ile Daniel şiddetle karşı çıktık. Biz, Carlo'nun bir mezarının olması gerektiğine inandık ve onu, yolumuzun üzerindeki bir adaya defnetmeyi savunduk.

    Max ile Dennis ise bize şiddetle karşı çıktılar. Carlo için herhangi bir ayrıcalık yapılmaması gerektiğini, onun da denizde ölen tüm insanlarla aynı âkıbeti paylaşmasının doğru olacağını, hem defin işlemleri sırasında yolculuğumuzun uzayacağını ve bunu British Museum'a açıklamamızın da zor olacağını söylediler.

    Tanrım, bunlar ne biçim insan böyle! Uygun şartlara sâhip olsalar, denizde ölen insanların yakınları, onları karada bir yerlere gömmek istemez mi! Biz bu şartları Carlo için yaratmaktan niçin sakınalım! Ancak, bu konuda Max, Dennis'ten çok daha istekliydi. Konuşurken de sesi titriyordu; ne oldu, anlamadım ki. Carlo'ya bir mezar yapmamız, onun bir mezarının olması, Max'ı niçin bu kadar rahatsız etti?

    Sonunda, oylama yaptık ve Carlo'yu, İon Denizi'nde, adını bilmediğimiz ve öğrenmeye de fırsat bulamadığımız bir adaya defnettik. Defin töreni sırasında Max, Dennis, Harold ve Evans hâriç tüm ekip ve mürettebat oradaydık. Gemiye döndüğümüzde ben de Edward'la birlikte kendi usullerimize göre defin töreni yaptık.

    Akşamüzeri kamarama Athenagoras geldi ve Carlo'nun ölümü meselesini enine boyuna tartıştık. Athenagoras, dün Audrey'e bazı sorular sormuş, aldığı bilgiler şunlar. Carlo'yu ilk olarak Audrey, saat yedi buçuk sularında görmüş. Cansız bedeni, köşedeki berjer koltuğun üzerinde, başı sağa doğru eğik bir biçimde ve kanlar içindeymiş.

    Durumu hemen Kaptan Plummer'e haber vermiş. Birlikte yemek salonuna gelmişler ve naaşın etrâfında inceleme yapmışlar. Kaptan Plummer, ekibe haber vermeden önce mürettebattan, yemek salonundaki kanları temizlemelerini istemiş. Audrey, Kaptan Plummer'in yemek salonunda böyle dehşet bir manzarayla karşılaşmayalım diye, yerlerdeki kanı temizlettiğini söylemiş.

    Bunu, ilk bakışta haklı bulduk gibi. Ama, olay üzerinde düşünmeye devâm ettikçe kafamız bulandı ve şimdi ne düşüneceğimizi bilmiyoruz. Biz, Carlo'nun koltuğun üzerindeki o hâli karşısında bile dehşete düşmüştük ve aslında, bir de yerleri görmediğimiz iyi olmuş. Fakat…

    Audrey, temizlik bittikten sonra haberi ilk bana verdiklerini söylemiş. Ben yemek salonuna geldiğimde ise Max da oradaydı ve Kaptan Plummer'le konuşuyorlardı. Ben o manzarayı görünce dehşete düşmüş, bir süre konuşamamıştım. Max ise etraftaki keskin kan kokusuna uyandığını söylemiş, beni tesellî etmeye çalışmıştı. Daha sonra diğerleri de yemek salonunda toplanmıştı.

    Athenagoras; Clark, John, Ulrich, Ginn ve Paul'la konuşmak için de kamaralarına gitmiş; onların kamaraları, yemek salonuna en yakın kamara. Ancak, bu beşliden hiçbiri, akşam herhangi bir kavga gürültüsü duymadıklarını söylemiş. Ulrich ise akşam saat dört sularında tuvalete gitmek için koridordan geçerken, burnuna herhangi bir kan kokusunun gelmediğini de söylemiş. Tanrım…

    Bu olay saat kaç sularında gerçekleşti? Ben de o akşam saat üç sularında yatmıştım ve bu saate kadar ben de herhangi bir gürültü duymadım. Peki Carlo, hayâta vedâ ederken hiç mi bağırmadı! Canı hiç mi acımadı! Muhakkak bağırmıştır; peki eğer, biri ağzını kapattıysa! Carlo eğer intihar ettiyse ve bizi rahatsız etmek istememişse, bu işi neden güvertede yapmadı ve sonra kendini sulara bırakmadı da bu iş için yemek salonunu seçti!

    Eğer öldürüldüyse, neden kâtil, Carlo'nun naaşını denize atıp ortada kanıt bırakmak istemedi veya bu işi, neden Carlo'yu bir şekilde güverteye çıkartıp orada yapmadı! Güverte ile yemek salonu arasındaki mesâfe fazla değil, bunu yapabilirdi.

    O hâlde, intihar veya cinâyet karârı, bir anda verilmiş bir karar mıydı? Kâtil, tecrübesiz olduğu için mi bunları hesap edemedi? Yoksa kâtil, bana ve Athenagoras'a bir mesaj mı vermek istedi; çünkü, olaydan kısa bir süre önce, güvertede Carlo'yla birlikte Kaystros ticâret yolu ve Ephesos kazıları hakkında etraflıca konuşmuştuk; eğer bu iş bir cinâyetse, kâtilin bunları duymuş olması ve Carlo'yu öldürerek bize bir mesaj vermiş olması ve aynı zamanda da bir Tapınak Şövalyesi veya mason olması muhtemeldir.

    Peki ne Clark'ın, ne John'un, ne Ulrich'in, ne Ginn'in, ne de Paul'un burnu iyi koku almıyor da şu gemide bir tek Max'ın mı burnu iyi koku alıyor? Bu işte Max'ın bir parmağı var mı? Max, neden Carlo'nun bir mezarı olması fikrine karşı çıktı? Yoksa cinâyet, sabah erken saatlerde işlendi ve sonra kâtil, Carlo'nun naaşını denize atmak için güverteye doğru yöneldi de Carlo'nun bedeni ağır olduğu için onu taşıyamadı ve yine koltuğa yerleştirdi diye mi yemek salonu kanlar içindeydi? Tanrım…

    Bizce, bu olayın sabah saat dört sularından önce gerçekleşmiş olabilme ihtimâli çok düşük. Ve bu saatten sonra gerçekleşmişse, Audrey'in Carlo'yu gördüğü yedi buçuk sularına kadar akan kanların hemen tüm yemek salonunu kaplaması ve kan kokusunun bizim şu sözde hassas burunlu Max'ı bile rahatsız etmesi de çok düşük bir ihtimâldi.

    Dolayısıyla, ben ve Athenagoras, Carlo'nun bir cinâyete kurban gitmiş olabileceği ihtimâline ağırlık veriyor ve Max'tan şüpheleniyorduk. Hem, Carlo'yu o hâlde gördüğümde Max'ın benim karşımda suçluluk duygusuyla hareket ediyor olması da şüphelerimizi arttırıyordu. Ama, henüz tam emin değildik; gerçi, şu an da tam emin değiliz ya!

    Ne var ki, biz bunları tartışırken Edward, bize çok önemli bir şey söyledi ve bu cinâyet olasılığı hakkındaki bazı kuşkularımızda haklı çıktık. Edward, Carlo'nun naaşı temizlenirken mürettebâta yardım etmişti. Edward'ın anlattığına göre hançer, Carlo'nun sol böbreğinin biraz aşağısına, tam üç defa saplanmış.

    Şu hâlde, her defasında onca acı yiyen Carlo'nun bağırmaması mümkün değil ki, bu da ağzını kapatan biri olduğu; bu işin bir cinâyet olduğu ihtimâlini güçlendiriyor. Üstelik, Carlo solaktı ve solak biri eğer hançerle intihar edecek olsaydı, onu buraya saplamazdı. Hem, Carlo'nun sağ eli, sol elinden daha fazla kana bulanmıştı; yâni, sol eliyle kâtille boğuşurken, sağ eliyle de yarasına müdahale etmiş olabilir.

    Böylelikle, Carlo'nun bir cinâyete kurban gitmiş olasılığı hızla kesine yaklaşıyor, şüphelerimiz de Max'ın üzerinde toplanıyor. Ancak, yine de daha sağlam kanıtlar lâzım. Eğer Max'ın bir Tapınak Şövalyesi veya mason olduğunu ispatlayacak sağlam bir kanıt bulabilirsek taşlar yerli yerine oturacak. Tanrım, yine iğrenç bir ateş çemberinin ortasına düşüverdik…

    Eğer haklıysak ki, bu olasılık çok yüksek; Max'ın Lysisya hakkındaki gerçeklere vâkıf olma ihtimâli de yüksek ve eğer bu cinâyeti İzmir'e varana kadar aydınlatamazsak işimiz çok zor. Ayrıca, Kaptan Plummer bu işin içinde mi ve Carlo'nun naaşının denize atılmasını istemeleri, arkada herhangi bir kanıt bırakmak istemedikleri için miydi? Çünkü, bize vermek istedikleri mesajın yerine ulaşması için, Carlo'yu o hâlde görmemiz; ama, başları derde girmemesi için de arkada herhangi bir kanıt bırakmamaları gerekirdi.

    Hem, Edward'ın Carlo'nun cansız bedeni üzerinde gördüklerini, bu sağlam ipuçlarını da hatırlayınca! Peki, Carlo'nun intihar ettiği lâfları, ilk nasıl çıkmıştı? Bunu bir türlü hatırlayamıyorum. Carlo'yu o hâlde gördüğümde, zâten aklım başımdan gitmişti. Ekip de yemek salonuna doluşunca, her ağızdan bir ses çıktı. Bu lâfları ilk kim uydurdu? Kâtil, ekibi istediği yöne yönlendirerek bu işten sıyrılmak mı istedi; nasıl olsa mesaj yerine ulaşmıştı?

    Eğer Kaptan Plummer bu işin içindeyse, mürettebattan da ona yardım eden birileri olmalı. O hâlde, Audrey'in söylediklerinin neresine ne kadar güveneceğiz? Ben, Moses ile Daniel'in mason olabilecekleri ihtimâli üzerinde duruyordum, şimdi başımıza bir de Max çıktı. Peki, bunlar birbirlerinden bir şekilde haberdâr mı? Eğer öyleyse, bunları birbirine kırdırabilir miyim acaba?

    Tanrım, her şey giderek daha da karmaşıklaşıyor. Nasıl çıkacağız bu ateş çemberinin içinden, Ulu Tanrım! Şüphesiz ki, sana sığınanlar ve senden yardım dilenenler sâhipsiz değildir. Şüphesiz ki, senin merhametine sığınanlar ne kadar imkânsız görünürse görünsün, diledikleri mutluluğa erişecektir. Şüphesiz ki, sabırlı olmalı ve işlerin yoluna girmesi için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.

    Ancak, her geçen gün işler daha da sarpa sarınca, içine düşmüş olduğumuz sıkıntılar bizi ezip geçiyor. Her geçen gün, kendimizi daha fazla âciz hissediyoruz… Selmâ, neredesin canım karıcığım? Yusuf'um, canım oğlum? Neredesiniz? Sizlere öyle ihtiyâcım var ki şu an… Babanız, artık bunca yükü taşıyamıyor. Neden ben, Ulu Tanrım? Neden bir başkası değil de ben? Neden?

    Canım karıcığım, bak artık görüyorsun değil mi, seni hiç üzmüyorum. Ama, sana öyle ihtiyâcım var ki! Sana sarılmaya, saçlarını koklamaya, seni öpmeye, seninle konuşmaya… Ve biliyorum; şimdi beni izliyor, beni koynuna saramadığın için sen de üzülüyorsun. Canım karıcığım, sen de Tanrı'ya duâ et bizim için. Bir an önce bu kâbus bitsin ve bu işten yüzümüzün akıyla çıkalım…

    Tanrım, sen bizim sesimizi duy, bizi himâyen altına al. Bu ateş çemberinin içinden bizi çıkar. Sana sığındık Ulu Tanrım, sen bize yardım et. Öyle bir mucize yarat ki, Max'ı deşifre edip onu İzmir Konsolosluğu'na teslîm edelim ve Carlo'nun kanı yerde kalmasın. Peki ya, bu projeye kan bulaştı diye Lordlar Kamarası, Anglikan Kilisesi veya Vatikan ya da Osmanlı Devleti, bu projeyi durdurmak isterse ne olacak?

    Tanrım, ne yapıp edip bu cinâyeti aydınlatmamız gerekiyor. Sanırım, kamara arkadaşı Dennis'le konuşma ve ağzını arama vakti geldi. Zâten, benden uzun zamandır doyurucu bir açıklama bekliyordu, bu fırsatla onunla Max hakkında konuşabilir ve bu şekilde bu cinâyeti aydınlatabilirim.

    Sabah ilk olarak, bu karârımı Athenagoras'la tartışacağım ve o da onay verirse, Dennis'e Lysisya'dan, daha önce Athenagoras'la kararlaştırdığımız biçimde bahsedeceğim. Bakalım ne olacak? Hem, yârın gemideki üçüncü Pazar Âyinimizi yapacağız. Carlo'suz ilk âyinimizi. Carlo hakkında konuşulurken Kaptan Plummer, Max ve mürettebâtın hareketlerini iyice incelemeliyiz

    Yârın sabah erkenden Athenagoras'ın kamarasına gidince bunları da hatırlatacağım. Tanrım, sen bize yardım et, bu ateş çemberinin içinden alnımızın akıyla bizi kurtar. Sana sığındık Ulu Tanrım…
    9 Mayıs 1885


    - Devam edecek -

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    ACI VERMEYEN

    Böyle bir şey olmalı ölüm
    Baharın kokusunu içine çeker gibi
    Uyandığın bir güne merhaba der gibi
    Ya da bakar gibi
    Işıltılı gözlerle camdan

    Onuruna söz getirmeden yaşamın
    Başını eğmeden önüne
    Sevgilinin kulağına aşkını
    Söyler gibi

    En sevdiğin çiçeği sular gibi
    Böyle bir şey olmalı ölüm
    Acı vermeyen
    Geride hüzünlerini ve aşklarını
    Bırakabileceğin

    Böyle bir şey olmalı ölüm
    Baharın kokusunu içine çeker gibi

    Ahmet Yılmaz Tuncer

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara - Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Biraz eğlence biraz pratiklik ve zeka için http://zekaolcer.tr.msn.com/ Hata yaptığınız anda en başından başlamak ilk başlarda gerginlik yaratsa bile sonralarda hırs yaparak sonuna kadar kendinizi zorluyorsunuz. Hadi canım bunu görmemiş olamam dedirtecek kadar heyecanla test amaçlı oyunlara devam ediyorsunuz. Şimdiden iyi eğlenceler.

    İstediğiniz birinin ya da kendinizin yüz resminizle, fazla uğraşmadan eğlenceli montajlamalar yapmak isterseniz http://www.photofunia.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Daha önceden yapılmış örnekler içinden seçiminizi yapıp, kendi resminizi de yüklediğiniz zaman işin çoğu bitmiş oluyor. Resminizi nasıl yerleştireceğiniz ve nasıl düzenleme yapacağınız size detaylı olarak anlatılıyor zaten. Son işlem oluşan resmi istediğiniz yerde kullanabilmek için kaydetmek.

    "bir bir sayıyorum sokak lambalarını, yıldızları birbirine katarak. dünyanın sabırsız dönüşleriyle, akşamı sabah ediyorum. üşüyorum! mevsim şeritlerinden her kış geçtiğinde. yalnız, kir tutmuş gözlerimdeki hayalindi, içimi sıcak tutan..." Şiir severlere hem paylaşım hem de kaynak http://www.siirevim.com

    İşinize biraz mola verip kafanızı dağıtmak isterseniz http://www.flash.gen.tr/ Sanırım ne olduğunu açıklamaya gerek yok.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Epitaph - King Crimson









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20101001.asp
    ISSN: 1303-8923
    1 Ekim 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com