Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.831

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 30 Kasım 2010 - Fincanın İçindekiler


  • ANTEPLİ GELİN ... Nurten Demirel
  • Yeni Füze, Yine Füze… ... Cüneyt Göksu
  • 24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ MÜ DEDİNİZ? ... Ömer Akşahan
  • SAYGIN KONUK ... Mehmet Önder
  • Dağınık Yatak ... Deniz Marmasan
  • SOYANLAR SOYUNANLAR... ... Erhan Tığlı
  • ŞİİRLERDE İSTANBUL ... Seher Türker
  • Heidegger'in Sanat Felsefesi Üzerine III ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Vikiliks Depremi!..


    Merhabalar,

    Vikiliks'i (Wikileaks) duymayanınız kalmamıştır herhalde. Saatlerdir televizyon ekranlarına arz-ı endam eden yorumcuları izliyorum. Her konumdan insana fikir soruluyor haliyle. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlarla, savunma ekipmanlarını kuşanmışlar hemen ayırdediliyor. Başlarda düzmece olduğunu ilan edenler şimdi susmuş durumda. Bizzat Bayan Clinton çıkıp özür dileyince işin vehametini kavrayanlar şimdi de değerli mi değersiz mi tartışması içindeler. "Aman canım bir diplomatın b.k yemesi"nden tutun "Sıradan dedikodu" tanımlamasına kadar her türlü küçümseyici sıfat ortalıkta cirit atıyor. Oysa, henüz bir kısmı yayınlanan belgeleri, duydukları kadarıyla, "Zaten bilinen şeyler" diye tanımlayan arkadaşların göz ardı ettikleri birşey var. Bir kere belgeler gerçek. Bir memur olarak değil, siyasi bir seçimle, senato onayından geçerek memleketlere atanan ABD büyükelçilerinin, görevleri icabı edindikleri bilgi ve duyumları, merkeze aktaran yazışmaları. Evet Bayan Clinton'un dediği gibi, politikayı Washington belirler ama belirlemenin nirengi taşlarını da bu yazışmalar diker. Bu durumda, ABD büyükelçilerini yabana atmak biraz zorlama olur. Zaten Bayan Clinton, tüm büyükelçilerini kanatlarının altına alarak, onlara sevgi mesajları göndermeyi ihmal etmedi. Özetle, "Evet biz aramızda sizi böyle çekiştiririz ama bu sizi hiç ilgilendirmez." dedi ve çıktı işin içinden.

    Tabi beni en yaralayan belge, haşmetli büyüğüm, Lübnan Sultanı, Haririnin kadim dostu, eşsiz insan, müşfik baba, sert ama despot olmayan Tayyip Bey'imizin hakkındaki iddiları barındıran oldu. Duyardık ta inanmazdık, İsviçre bankalarında bir değil, beş değil tam sekiz tane hesabı varmış diyorlar. Ben vikiliksin yalancısıyım. Ben buna pek ihtimal vermiyorum. Olsa olsa, hesaplar çocuklarının sponsoru tarafından, erişim kolaylığı için açılmış geçici hesaplardır. Bugün grup toplantısında aslanlar gibi çıkar, hepsini yalanlar, biz de mutlu oluruz inşallah.

    ...

    Vikiliks falan hava civa. İspanya'da bir maç vardı dün akşam yeme de yanında yat. Asıl bu adamların çalışma raporlarını açıklasınlar da yer yerinden oynasın. Şu Barcelona'nın oynadığı futbolsa, bizimkilerin oynadığına ne denir bilemiyorum. Futbolun seyir zevkinden hoşlanıyor ve bu maçı seyretmediyseniz, çok şey kaçırdınız demektir. Viva Barcelona...

    ...

    Haydarpaşa yangınında ihmali olanları, bir ihtimal kasten çıkartanları, geç gelen itfaiyeyi, denetleyemeyen belediyeyi, kağıttan bir kayığa koyup, Haydarpaşa önünde yakmayı öneriyorum. Var mı artıran? Esenkalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


     Kahveci : Nurten Demirel


    ANTEPLİ GELİN

    Nebahat Hanım teyze,
    Yaşıyormuş.
    Teyzemden öğrendiğimde, 'demek ölmemiş daha' cümlesi çıktı ağzımdan duyulur duyulmaz bir sesle. Ben daha okula gitmezken torun torba sahibi, yüzü kırış kırış bir ihtiyardı. Aksi, dul bir ihtiyar. Zaten ihtiyarların çoğu aksi oluyor. Hele erken dul kalmışlarsa. Evde kalmış kız kuruları gibi nefret saçıyorlar çevrelerindeki insanlara.
    Kaç yaşındadır şimdi Nebahat Hanım teyze? Doksan, doksan beş, yoksa yüz mü?
    Fosur fosur Gelincik sigarası içerdi. Parmaklarının arasını hiç boş görmedim. Sabahları keyif kahvesini de hiç ihmal etmezdi.
    İki oğlu, üç kızı vardı. Kızların hepsi evliydi. Oğullarından birinin karısı yoktu, benimle aynı yaştaki kızı Selvi'yle aynı evde birlikte yaşıyorlardı. Öteki, yani büyük oğlu Nail ise uyuşturucu satıcılığından henüz hapse girmemişti biz onları tanıdığımızda.
    Bir karısı vardı, o da onlarla birlikte yaşıyordu iki çocuğuyla.
    Gülseren abla.
    Nebahat Hanım teyzenin yaşadığını duyduğumda aklıma gelen ilk o oldu.
    Ne çok dua ederdi Gülseren abla, artık dua mı beddua mı, Allah biliyor.
    Açardı ellerini yukarıya doğru, gözleri yaşlı,
    "Al artık bu kadını yanına Allah'ım, al artık. Yoksa verem ya da kanser olacağım. Acı bana Allah'ım" derdi.
    Ne Nebahat Hanım teyzeyi yanına aldı Allah ne de Gülseren abla verem ya da kanser oldu.
    "Gülseren, yemek pişti mi, öldük açlıktan, sofra ne zaman hazır olacak?"
    "Çamaşırlar yıkandı mı Gülseren?"
    "Senin bu çocukların hiç rahat bırakmıyorlar insanı, al şunları başımdan Gülseren."
    "Unutma, Çarşamba günü Nazlı'nın kocasının kırk mevlidi var, helva için irmik alacaksın Gülseren."
    "Yarın Nail'e giderken çorap ve fanila götürmeyi unutma Gülseren."
    Gülseren, hep Gülseren.
    Üç tane kızı, yetişmiş iki kız torunu varken, ille de Gülseren. Nebahat Hanım teyzenin ağzından mütemadiyen hep bu isim çıkardı.

    Gelin Gülseren.
    Antep'ten almışlardı onu Nail'e. İşi gücü olmayan, esrar satarak eve para getiren Nail'e.
    Biz çocuklar hapse girene kadar bilmezdik Nail amcanın ne iş yaptığını. Esrar satıcılığı nedir anlamadık, ama iyi bir iş olmadığını anlatmıştı annem bize. Çocuklara iyi davranırdı, yumuşak, sessiz bir adamdı. Pek konuştuğunu hatırlamıyorum. Bulanık canlanıyor hafızamda.

    Yanağında Şark çıbanı izi olan Antepli Gülseren abla…
    İstanbullu Nebahat Hanım teyze ve ailesi…
    Nasıl da uğraşırdı bu aileye uyum sağlamak için. Onu bir hizmetçi gibi çalıştırdıkları halde hiç sesini çıkarmazdı. Kendi kendiyle konuşurdu çoğu zaman.
    Lüks apartman dairelerinde yaşayan evli kızları hemen her gün gelirlerdi Nebahat Hanımın Üsküdar'daki bahçeli ahşap evine.
    Gülseren yemek yapardı, sofra kurar, bulaşıkları yıkardı.
    Melâhat, hep kırmızı oje sürerdi upuzun tırnaklarına. Kızlarını överdi, ne kadar güzeldiler kızları. Bu güzellikleriyle mutlaka zengin bir koca bulacaktılar, o da daha rahat yaşayacaktı.
    Nazlı, kahkaha atardı hep kocası ölmeden önceleri. Sonra kesildi kahkahaları.
    Melek, davetten davete giderdi. Son moda giysiler giyerdi. Kocaman halka küpeleri, uzun kumral saçları ve özenli makyajıyla moda dergisinden çıkmış gibiydi. Hiç alelade bir giysi ile hatırlamıyorum onu.
    Bizden ne kadar da farklıydılar. Başörtülü, pardösülü, fabrika işçisi annem, belki bir gün araba alırız da ön kaputuna yapıştırırız diye metal uçak maketi alıp bizleri hayallere daldıran inşaat işçisi babam, iki kız bir erkek çocuk, köyden bize bakmak için gelmiş babaannem. Hiçbir işe elini sürmeyen, bütün gün tahta kalıplarda kalın naylon iplerle çanta örüp satan babaannem. Sonra annem az para veriyor diye bizi terk edip giden babaannem. Üsküdar'daki iki katlı ahşap evimiz. Nebahat Hanım teyzelerin yanı başındaki. Bitişik bahçelerimiz. İçinde erik, dut ve incir ağaçları, toprağında ekili hercai menekşeleri. Ufacık kümesimizde iki üç tavuk ve bir kaz.
    Bir tek resim var albümde o evden. O da Nebahat Hanım teyzenin bahçesinde çekilmiş, siyah beyaz. Bir sokağa çıkma yasağı günü. Daha on iki eylüle yıllar var, sayım yasağıydı herhalde. İki kız kardeş ayakta, erkek kardeşim tahta bir atın üzerinde ve Selvi. Nebiye hanım teyzenin küçük oğlu Erdal'ın kızı Selvi. İlk arkadaşım. Annesi ayrıydı babasından. Hiç gelmezdi Selvi'yi görmeye. Gelirdi de ben mi görmezdim? Hiç anlatmazdı da. Babasını çok severdi, ahlâksız babasını. O bilmezdi tabi çocuklara yaptıklarını. Ufacık, hiçbir şeyden habersiz olan çocuklara yaptıklarını nereden bilsin. Kimse anlatmazdı ki, korkudan anlatamazlardı.
    Sonraları hep merak ettim, kocası hapisteyken Gülseren abladan da bir şey istedi mi, onu taciz etti mi diye. O da sesini çıkaramamış olabilir ya da dokundurtmamış, kim bilir?

    Şimdi Maltepe içiyormuş Nebahat Hanım teyze.
    Daha ölmemiş…
    Geçen yıl o iki katlı ahşap evimiz yerinde duruyor mu diye gidip baktığımda içim sızlamıştı. Bizim ev duruyordu, ama harabe gibiydi, kimse yaşamıyormuş içinde. Bahçesinde her kiracıdan arta kalan eski, kirli, çürük eşyalar, o güzelim hercai menekşe ekili bahçemizde.
    Nebahat Hanım teyzenin evinin yerinde koskocaman bir beton yığını vardı. Yan komşunun evinin arsasıyla birleştirmişler, büyük ve sevimsiz bir apartman yapmışlar.
    O apartmanda oturuyormuş Nebahat Hanım teyze. Gülseren ablanın evlenmemiş kızı Çiğdem'le birlikte.

    Nail amca hapisten çıktıktan iki üç yıl sonra öldü. "Rutubet içine işlemiş, ciğerleri iflas etmiş" dediler. Gülseren abla buna dayanabilirdi, dayandı da. Nebahat Hanım teyze ve ailesine hizmet etmeyi sürdürdü.
    Cüneyt ölene kadar…
    Bir inşaatın tepesinde oyun oynarken düşüp öldü oğlu. Artık buna dayanamadı, kaçtı gitti o evden.
    Kızını bile görmedi gözü; canına tak etmek böyle oluyordu demek.
    Biz yoktuk yanında, yıllar olmuştu biz de sevimsiz bir apartmana taşınalı.
    Biliyorum, biz orada olsaydık, annem olsaydı yanında, kaçmazdı, bir bilinmez olmazdı.

    Gülseren abla için hâlâ bir ümit var mı acaba?

    Nurten Demirel (Karahasanoğlu)


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    [Henüz Oylanmamış]
    0 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Cüneyt Göksu

     Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


       Yeni Füze, Yine Füze…

    Türkiye uzun yıllar önce yine bir Füze krizinin ortasında kalmıştı: Şartlar ve oyuncular farklı olsa da, içinde bulunduğumuz risk ve tehlike yaklaşık aynıydı.

    Hatırlayalım:

    Sene 1959. Küba'da Devrim olur, Fidel sosyalizm'i ilan eder, 1961'de adaya ABD'den ilk "fiziksel" saldırı yapılır. "Made in USA" damgalı, CIA destekli, Küba'lı karşı devrimciler adayı işgal etmek için Domuzlar Körfezi çıkartmasını denerler ama başaramazlar. Fidel'in ve Küba'lı devrimcilerin dirençli savunması, yanı sıra SSCB'nin Küba'ya açık destek vermesi ABD Başkanı J.F.Kennedy'yi zor durumda bırakır: karşı devrimcilere desteği keser, saldırı biter. Akılda kalan, ABD'nin ilk defa yenik düştüğü bir savaşta, 1113 esirini geri almak için, Küba Devleti'ne 53 Milyon ABD Doları karşılığı bebek maması ve ilaç göndermesidir!

    Ama hesaplaşma bitmez!

    Bir sene sonra, 1962'ye gelindiğinde, iki süper güç bu defa nükleer silahlar üzerinden bilek güreşine başlar. SSCB adaya nükleer füze yerleştirir, ABD'nin U2'leri de bu füzeleri farkeder ve karşılıklı pazarlık başlar.

    Neyin pazarlığıdır bu, acaba?

    ABD, 1961'de İzmir'e, 60 darbesinin cunta hükümeti yönetimdeyken, NATO kapsamında Jüpiter füzeleri yerleştirmişti ve bizim, yani halkın, bundan haberimiz olmadı! Pazarlığa göre ABD Jüpiter'leri, SSCB de Küba'daki füzeleri karşılıklı sökeceklerdi. SSCB, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne saygı gösterecek, işgal etmeyecek, içişlerine karışmayacak, ABD'de aynı güvenceleri Küba'ya gösterecekti, tarih 28 Ekim 1962!

    29 Ekim 1923'den, neredeyse 40 yıl sonra Türkiye "Stratejik Müttefik"i yüzünden, üstelik Kurtuluş Savaşı sırasında destek gördüğü komşusu ile savaşın eşiğine getiriliyordu.

    Günümüze yaklaştığımızda;

    Kökenleri Reagan'a kadar uzanan ama Bush iktidarında somutlaşan "Yıldız Savaşları Projesi" başladı. Obama'nın da adını "Füze Kalkanı" diye değiştirip, NATO kılıfına soktuğu "Yeni Füze Krizi" 1962'de yaşanandan çok daha karmaşık. Bugün yaşananları geçmiş deneyimlerin ışığında değerlendirirsek;

    (1) Oyuncular kısmen farklı olsa da -ki işin içinde şu ana kadar sessiz kalan bir diğer süper güç var: Çin!- bizim tarafımızda olduğunu iddia eden büyük aktör yine ABD, yine "Stratejik Müttefikimiz", yine "Dostumuz"!

    (2) Karşı tehditin en ön safında yine biz varız!.. 1961'de SSCB ile komşuyduk. Bu defa ana tehdit İran ve Kuzey Kore olarak gösteriliyor. Kolay ve açık hedefiz, bütün Anadolu tehdit altında. Tabii Rusya'nın bu işlere ne kadar sessiz kalacağı veya ABD ile "ortaklık" mı yapacağı tam anlamıyla "pandoranın kutusu".

    (3) 1950'de NATO'ya gireceğiz diye Kore'de Anadolu gençlerini kırdırırken de, 1974'te Kıbrıs Hareketı'ndan sonra "Ambargo"yu onaylarken de, Irak'ta TSK'nın başına çuval geçirirken de başrolde ABD vardı, "Dost ve Müttefik" ABD!

    (4) 1961'de sadece İzmir'e bir füze rampası koymuşlardı, şimdi Karadeniz'de bile ABD savaş gemileri olacak! Montrö'nün nasıl delineceğini, nasıl bir kılıf bulunacağını hep beraber izleyeceğiz.

    (5) İran ve İsrail savaşa girerse, NATO üyesi olmayan İsrail'i korumak için "Füze Kalkanı" kullanılırsa ve İran da kızıp bir füze de bize gönderirse ne olacak?

    (6) 20. yüzyılda kendi topraklarında hiç savaş yapmamış, ama neredeyse savaşmak için gitmediği kıta kalmamış bir "dostun" sunduğu "Kalkan" bizi o "dosttan" korur mu?

    (7) Muhakkak zorlama bir "iyi" yan ararsak, en azından bu defa füze'ler 1961'deki gibi gizli kapaklı yerleştirilmeyecekmiş galiba, bizler de her sabah "Google Map"e girip füzelerimizin kontrolü yaparız! Kontrol bizim yönetimimizde olacakmış da bizi yönetenler kimin kontrolünde acaba?

    Yüz yüze olduğumuz durumu kısaca özetleyen bir özdeyiş aklıma geliyor;
    "Biri sizi bir kere kandırırsa suç onundur. İki kere kandırırsa suç sizindir."

    Bu defa kanmayın!

    Cüneyt Göksu
    Cuneyt.Goksu@Gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ömer Akşahan

     KIRIK TEBEŞİR : Ömer Akşahan


      24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ MÜ DEDİNİZ?

    12 Eylül dayatması bir öğretmenler haftasını daha geride bıraktık. 24 Kasım'ı Öğretmenler Günü olarak ilan edenler darbeyle işbaşına gelen ve hep Atatürk adını kullanarak Atatürk'ün mirasını yozlaştırarak bugünkü ortamı hediye eden beş general değimli? Bugünkü iktidarın da yaratıcısı olan bu generallerin bugün için yargılanıp yargılanmaması beni hiç de ilgilendirmiyor, çünkü onları bir gün tarih yargılayacak.

    Türkiye'de Öğretmenler günü olarak Köy Enstitülü öğretmenler 17 Nisan'ı, biz öğretmen okulu mezunları 16 Mart'ı kutlar idik. Bu iki tarih gerçekte o okulların kuruluş tarihi olması itibariyle bir anlamı ve değeri vardı. Biz öğretmen okullular hem kendi okullarımızın kuruluşu gününü kutluyor hem de bizi yetiştiren Köy Enstitülü öğretmenlerimizin 17 Nisan'ına sahip çıkıyorduk. Ancak 12 Eylül sonrası öğretmenlik mesleğine giren öğretmenlerde ne 17 Nisan ne 16 Mart konusunda yeterli bir bilincin oluşmadığını görüyorum. Bu kanıya varmama neden olan şey, konuşmacı olarak bulunduğum bir toplantıda 24 Kasım'ın bir 12 Eylül dayatması olduğunu dile getirdiğimde genç bir öğretmen tarafından gösterilen tepkiydi. Oysa o öğretmen benim gözümde ilerici, demokrat biriydi. Ama eğitim aldığı ortamlar onun da öğretmenlik mesleğinin onurlu geçmişini simgeleyen 17 Nisan ve 16 Mart'ları yeterince kavrama ve anlamasına yetmemişti.

    Diyeceksiniz ki, öğretmenlerin dağlarca yığılı sorunu arasında bu anma günlerinin farklılığını neden bu kadar önemsiyorsunuz?

    Ben de diyorum ki, evet, bunlar birer sembol, birer tarih; öğretmenin başta atama olmak üzere sayılamayacak özlük sorunları, meslek içi sorunları var da var. Ancak bu anma günleri aynı zamanda Türkiye eğitim sisteminin geçirdiği evrimleri de simgelemesi yönünden büyük önem taşımakta. Konuya bu pencereden bakıldığında Atatürk'ün bağımsızlık savaşını başlattığı acılı ve sancılı günlerde onca sorun arasında eğitim şurasını toplama gereğini duyduğu o günlerden bugünlere gelindiğinde eğitimin fotoğrafında gri ve siyah tonların ağırlığı görülecektir.

    Sorun salt öğretmenlerin sorunu değil artık günümüzde; sokakta gördüğümüzün de çok da ötesinde evinde, bağında, bahçesinde çalışan, çalışamayan bağımlı ya da bağımsız her tür insanımızın temel sorunu, insanca yaşama hakkı sorunudur. Bu sorunu görmezden gelip yapay gündem ve sorunlarla halkın kafasının sürekli karıştırılması aynı zamanda bir zihin bulanıklığının yaratılması ülkeyi yönetenlerin baş hedefi oldu.

    Bu zihin bulanıklığının yaratmada iletişimin her türlü yasal yolları kadar yasadışı yolların da denendiği son yıllarda iyice günyüzüne çıktı. Gelişen teknoloji yardımıyla insan beyninin nasıl kolayca dumura uğratılabildiğini öğrenen insanımızın yaşadığı şaşkınlığı anlatmaya sözcükler yeterli mi acaba? Yirmibirinci yüzyılın ilk on yılını geride bırakan ülkemiz insanlarına birileri tarafından adeta yirminci yüzyılla hesaplaşması gerektiği dikte edilmekte. Yirminci yüzyılda insanlığın yaşadığı iki büyük savaş felaketinin faturası henüz ödenmemişken, bir de buna eklemlenmiş diğer sorunlar da henüz çözülmemişken nasıl bir hesaplaşmadan söz edilebilir ki? Oysa bunu isteyen çevreler bence asıl hedefleri olan Atatürk'ü açıkça sorgulama yerine yan yolları kullanarak hesaplaşmaya giderken verdikleri falsoyla da gerçek amaçlarını ortaya koymaktalar.

    Bugün kendini şucu bucu diye niteleyerek bir kimlik edindiğini sanan büyük bir yığından söz edilebilir. Bir takım ideologlar, o yığınlara egemen olabildikleri ölçüde ülkenin kaderini ellerinde bulunduracaklarını da iyi bilirler. Bugün demokrasi kültürünün kökleştiği batılı ülke halkları, aldıkları eğitim ile yığın psikolojisinden uzaklaşmış, bireysel haklarının her şeyin önünde olduğunu söz ve eylemleriyle gösterir olmuştur. İleri düzeydeki eğitimle birlikte örgütlü bir toplum olmayı başaran bu insanlar, yaptıkları seçimle kendilerinin birer koyun değil, birey olduklarını seçtikleri kişilere anlatabilmişlerdir. Bu sayede siyasetin çıtası da yükselmiş, yolsuzluk yapanların ve toplumu zarara uğratanların siyaset kurumundan kolayca diskalifiye edilmeleri sağlanmıştır.

    Burada Batılı insana methiye düzmeye çalışmıyor, bilakis oradan alınan iyi örneklerin bizde de uygulanabilir olmasına birlikte çaba göstermenin gereğine vurgu yapıyorum.

    Örneğin yaşlı bir Fransız kadına yaya geçidi çizgisini aşan bir araç sürücüsünün üzerine elindeki şemsiyeyle yürüyüp onun geri adım atmasını sağlama cesaretini ne polis ne asker verir, ona o cesareti veren tek şey sahip olduğu bireysel haklarıdır.

    Misafir öğretmen olarak bulunduğu ülkenin göçmen politikasını o ülkenin dilinde çıkardığı yayın organında rahatça eleştirebilen bu satırların yazarını da o ülkeden sürmek ya da hapse atmak yerine yine yazı yoluyla yanıt verilmesi herhalde gerçek bir demokrasi kültürü ile açıklanabilir. Günümüzde yaşanan ve en demokratik hak olan bir muhalif protesto eyleminin hapisle cezalandırılmasına da sivil diktadan başka nasıl bir ad verilebilir ki?

    Sonuçta toplumu uysal bir koyun durumuna getiren süreçte toplumsal ilerlemenin önünü kesecek tek şeyin eğitimi yozlaştırmaktan geçtiğini bilen toplum mühendislerinin eseri olan 24 Kasım'ları bizlerin benimsemesini lütfen kimse bizden beklemesin. Bizler 17 Nisan'larda, 16 Mart'larda doğduk, onlarla yoğrulduk. Bugün de o bayrağı onurla dalgalandırmayı ilke edinmiş birer eğitim neferiyiz.

    Ömer Akşahan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      SAYGIN KONUK

    Evde demirbaş üç kişiyiz. Bol konuklu üç öğrenci. Lütfi, Cavit, ben. O gün eve geç geldim. Doğal olarak yine konuk var. Günün ilginç sayılabilecek yanı konuğun tek olması. Ya Lütfi'nin köylüsüdür Aydın tarafından ya da Cavit'in Malatya'dan hemşehrisi. Öğrencilik hali, başka kiminle ahbaplık edilecek.

    Ancak adı neyse bu konuk oldukça kıpırdak. Benim terlikleri giymiş evin içinde fink atıyor; üstelik olur olmaz her yeri de kurcalıyor. Rahat mı rahat. İnsanın kendi evinde bile uyduğu kurallar vardır ya, bunda hiç bir şey yok. Bir ara Lütfi'nin elinden kumandayı kaptı: "Hop hoop, bu evde aptalca şeyleri izlemeyi yasaklıyorum" dedi ve dakikalarca kanal değiştirdi durdu; ne arıyorsa?

    Haydi terlik, televizyon neyse de yemekte sandalyeme oturup, özel bardağımı da önüne çekmesi, almaya kalkışınca da elimi tokatlayıp "Ayıp ayıp, konuğa saygı gerek Mehmet efendi" diye uyarması bütün cinleri, şeytanları başıma toplattı.



    Bir ara, karnı da doymuş olmalı "Toplayın şu sofrayı, tembelleri sevmem!" demez mi? Hele hele ardından gelen "Çay koyun!" talimatına ne demeli?

    Kuşku yok, Lütfi'nin konuğu. Lütfi hem iyi çocuk hem de para sorunu yok. Bizimkiler gecikince, sayesinde ev sahibi ile sorun yaşamıyoruz. Bu zibidi de tüm bunları biliyor. "Nasılsa Lütfi'yi kıramazlar, konuğuna itibar ederler" deyip tepemize çıkıyor. Cavit bir ara tencereyi kaldırıp şapka gibi giydirmeye oldukça niyetlendi ama, vazgeçti. Lütfi'nin hatırı ağır bastı.

    Bir ara Lütfi ile göz göze geldik. Bakışlarımdan "Kardeşim bu adam senin kardeşin de olsa çekilmez, niye böyle adamı eve getiriyorsun?" diye düşündüğümü anlamış olacak, üzgün üzgün, kahretsin der gibi yüzünü yana çevirdi. Yine de üzülmesin diye tebessüm ettim. O da rahatladı, gülümsedi zordan.



    Ama konuk nazlanmayı sürdürüyor; hatta bağırıyor:
    - Rize uçağı alana iniş yapamadı mı? Çaylar nerde kaldı? Bir bira bari yok mu bu evde? Kurutursunuz adamı.

    Bu sözler üzerine Cavit'le Lütfi'nin sabrı aynı anda tükenmiş olacak, ikisi birden hamle yaptılar. İki elimi açıp durdurdum. Ne de olsa konuk, sabırlı olmak gerek, ayıplarlar adamı.

    Ama saldırılar bitmek tükenmek bilmiyor. Bir koltuğa kaykılıp, karşı koltuğu da ayaklarının altına çekerek: "Çay keyfi de böyle çıkar" deyince Cavit'ten şiddetli bir tekme yiyip ayaklarını çekmek zorunda kaldı. Anlaşılan bu tepki devede kulak kalmış "Ben yatıyorum" deyip kalktı; iç odaya daldı. Gitmiş benim yatağa yatmış. Şanssızlık her zıpırlığı da bana denk geliyor. Kıvrıl Mehmet koltuğun üstüne.



    Sabah kendimi dışarı zor attım. Adı belli değil adamın yarattığı sıkıntıyı da akşama kadar üstümden atamadım. Akşam eve döndüğümde kimsecikler yoktu. Benim yatak darmadağın, yorgan yerlerde, yastık salona gelmiş. Terliğin biri kapının dışında, öbür teki firar etmiş.

    Arkadan Lütfi geldi. Başbaşayız ya, bütün sitemlerimi sıralamalıyım, yoksa çıldıracağım. Ama o benden önce davrandı:
    - Mehmet sana hiç yakıştıramadım!
    "Hoppala! Getir başımıza dünyanın en çekilmez adamını, hepimize zulmettir; bir de kucağımızda uyutsaydık bari" diye düşünürken, o devam etti:
    - Kimdi o aşağılık!
    - Kim kimdi?
    - Akşamki zebani.
    - Senin köylün değil mi?
    - Hayır. Ben de senin yakının diye sabrettim. Bir de eşyalarını kullanınca.

    Demek ikimiz de masumuz. Hep benim eşyalarımı seçmesi rastlantı da, Cavit bunu bize nasıl yapar? İkimiz de hiç kuşku duymuyoruz ki, o saldırgan Cavit'in arkadaşı. Boşuna tekmeyi yiyip yutkunmadı. Demek ki, davranışları aşırıya gidince, Cavit frenliyor. Tüm şüpheler Cavit üzerinde toplanıyor. Hatta Cavit şüpheli bile değil, açıkça hükümlü.

    Lütfi'yle mevzilendik. O zıpırdan alamadığımız hıncı Cavit'ten çıkaracağız. Ve o an geldi. Cavit anahtarıyla kapıyı açıp içeri girdi. Işıklar açık, evde olduğumuz belli.

    Başladı bağırmaya:
    - Hanginiz getirdi o… tu?

    Ne yazık ki, Cavit de tanımıyor. Aradan uzun yıllar geçti, o saygın konuğun kim olduğunu hâlâ öğrenemedik.

    Mehmet Önder


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Deniz Marmasan

     Kahveci : Deniz Marmasan


       Dağınık Yatak

    Ayna kırılır, surete karışır sır. Muamması düğümlenmiş, dili lâl masallarla yıkanır ten. Nicedir bu gözlere yansıyan renk kırılması, gün batımlarını çağrıştırıyor, kızılı çiğ. Renk karışıyor bulutlara, güneş dileniyor damar üstü örtü. Güneş bir son yaz perdesinde, sarılığın uykusuz bulantısını diretirken, temmuzlar eskir. Kana değer ayçiçeği. Bir alev raksı yürür göğüs üzerinde, ten fısıldar. Fısıltı çığlık olur. Çığlık, mevsim dönümü. Mevsim teni kafesler renklerin eşiğinde. Bedevilerin yağmur özleyen tenlerinde biten çöl rengine karışır uzuneski yaz tadı.

    Nicedir tanıyamıyor kadın bedenini, uzun uzun seyreylediği omuzlarına dökülen gürül gürül saçlarının uzamasına inanamıyor. Saçlarının arasından deniz kestanesi sivriliğinde sular akıyor, su göğüs uçlarlarından sızıyor. Gözlerinin takılı kaldığı çenesinde yağmur sonrası gölcük. Nicedir tanıyamıyor kadın tenini. Kaşıdığı kumaşlardan renkler kazıyor, tırnak diplerinden yol veriyor renk kökleri, çiziyor uzun uzun kasıklarını, bedeninde gidip gelen yaşama belirtisi o an boğazında mola veriyor, uzun, sancılı bir bekleyişin eşiğinde kasıklarına kesiyor tırnaklarından akan renkler. Bir eski yaz tırmanıyor hücrelerine, bir Ege kokusu başına buyruk. Şarkılar hatırlıyor, dizleri birbirine çarpıyor, o gece ötesinden kalma iz geliyor aklına midesinin az üzerinde; artık zevk aldığı sızıyı hissetmiyor. Nicedir tanıyamıyor kadın kendini. Şarkıları ve şehirlerin değiştirdiği saçlarını. Bacaklarından akan eflâtun günbatımlarını. Sık sık elleri ağrıyor kadının, mirası; ağır valizlerinden, geçmiş mektup yıllarının. Elleri de değişti kadının, piyano çaldığı yılların tozu değiyor parmak uçlarına, başındaki ağrı metronom gibi işliyor. Artıyor birikintisi aynadaki değişikliğin. Köprücük kemiklerini zorluyor sık sık kadın. Parmaklarını kemik boyu bastırarak nabzını ölçüyor.

    Uzun mektupları var kadının henüz olmayan kızlarına yazılı, ayırdığı ve dinlemediği şarkıları, adanmamış renkleri, teni öpmemiş mevsimleri. Korkuları var, kör olmaktan korkuyor kadın en çok ve kokuları yitirmekten. Ekmek kokusu ve mürekkep kokusu. Neye gebe olduğunu bilmediği senaryolarda figüranlığa alışık bedeni titriyor yitirişlerde.

    Mezarları geziyor kadın, dilin sınırlarından taşıp hıçkırarak koşuyor taşlar arasından. Konuşamadıkça camdan bilyeler kırıyor, ayakları küçülüyor kadının, tabanları kesiliyor. Nicedir tanıyamıyor kendini kadın. Kararttığı göz pınarlarına gece çalındıkça kadınlığına susuyor. Susadıkça saçlarını çekiyor. Etekleri buruşuk, bacaklarından sokak akıyor; dehlizler sesleniyor, çıkmaz sokaklar ayak bileklerini öpüyor. Saldırganlığa teslim oluyor kadın, ruj renginden cinayetler boyuyor, cinayetlere boyanıyor kanıyla.

    Sırtına metali değdikçe ayazın, dişleri dudaklarına geçiyor. Dudakları mercan, kurban ettiği kuvars. Allığından suretler akıyor kadının. Nicedir tanıyamıyor kendini kadın. Uykuların rüyasız kısmını içerken, kadehlerle kâbuslar dökülüyor gözlerinin ardına. Hayat tükürüyor, saçlarından tutup sürüklüyor, ağlatıyor kadını.

    Kadın nicedir gözlerinden dudaklarına varan tuzla seviyor tadını ümitsizliğin. Vurgunda isimsiz bırakılan sureti, aynada muamma oluyor. Nicedir tanıyamıyor kadın kendini; kadın olduğu yatakların kokusundan sıyrılamıyor. Korkuyor kör olmaktan ve koku alamamaktan. Deli bir yaz sonu yürüyor belleğine, içinde zeytinler, vapurlar, söylenmeyen şarkılar, dağınık çarşaflar olan. Ağlıyor kadın, nicedir aynalarda ağlayan gözlerini bırakıyor, tanıyamıyor.

    Göğüs kafesinde bir kuş ölüyor.

    Deniz Marmasan
    denizmarmasan@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      SOYANLAR SOYUNANLAR...

    Kimi soyunarak para kazanır bu dünyada
    Kimi soyarak...
    Kimi de soyanlara soyunanlara
    Ağzının suyu aka aka bakarak...

    ****

    Soyguncu "Ya paranı ya canını" der tercih hakkı bırakır
    Kadın her ikisini de alır, hiçbir şey bırakmaz...

    ***

    Çok akıllı kadındır sosyete Suzan
    Peşin paraya soyunur
    Taksitle giyinir...

    ***

    Bir hırsız aynı mağazayı üç kere soyunca niye böyle yaptığını sordular.
    İçini çekerek şöyle dedi: "Oradan karıma bir elbise getirmiştim. Beğenmedi. Üç kere değiştirmek zorunda kaldım."

    ***

    Genç ve güzel bir kızla yaşlı bir kadın, doktora gitmişlerdi. Doktor, genç kıza soyunmasını söyledi. Kız, "İyi ama hasta olan ben değilim, teyzem" deyince doktor yaşlı kadına döndü, "Ağzınızı açın ve a deyin" dedi.

    ***

    Kadın doktora gitmişti. Doktor ona paravananın ardına geçip soyunmasını söyledi.
    Bir süre sonra da, "Soyundunuz mu?" diye sordu.
    Kadın, yakışıklı doktora bakarak fıkırdadı: "Evet doktor bey, ya siz?"

    ***

    Erkek papağanın kafesine çiftleşmesi için bir dişi papağan getirmişlerdi. Sabahleyin bir de baktılar ki, dişi papağanın bütün tüyleri yolunmuş.
    "Tüyleri sen mi yoldun?" diye sordular.
    "Tabii ya" dedi erkek papağan. "O işi soymadan mı yapacaktım yani?"

    ***

    Şuh yıldızımızın medyada çok çıktığı için çıplak fotosu
    Yaptığı işlerden daha fazla biliniyor göğsü bacağı poposu!

    ***

    Anlı şanlı yıldızımız önce mankenliğe soyundu
    Sonra sunuculuğa soyundu
    Çevirdiği filmlerde soyundu da soyundu...
    Soyunmaktan giyinmeye fırsat bulamadı!

    ***

    El üstünde tutuluyor soyunanlar ve soyanlar
    Biz değil onlar bu vatanın en iyisi en hası!
    Sanatçıların(!)soyunması kadar ses getirmiyor
    Köylünün alın teri dökerek yetiştirdiği
    Sebzesi armudu üzümü elması...

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.


     


     

     Kahveci : Seher Türker


    ŞİİRLERDE İSTANBUL

    Tarih boyunca yaşanan yerlere değer verilmiş, duygu ve düşünceler kaleme alınmıştır. Bunların kimi tanıtım yazısı, kimi şiir, öykü, roman, seyahat yazısı olmuştur.

    Şehirlerle ilgili eserlerin en yaygın biçimi şehrengizlerdir. Şehringizler Türk edebiyatına has türdür. Bir yerin güzelliğini ve güzelliklerini, insanların yaşama sanatını fotoğraf makinesi gibi anlatan yazılardır. Daha çok klasik mesnevi biçiminde kaleme alınan eserler tevhid, münacaat, na't gibi bölümlerle başlar. Daha sonra kentle ilgili bilgiler verilir ve kente yazılır. Divan edebiyatında ilk şehrengizi yazan Priştineli Mesihi'dir. Şehirlerle ilgili tevriyeli yazılar, mersiyeler, methiyeler de yazıldı, yazılmaya devam ediliyor.

    Çirkin, diyebileceğimiz bir köy, belde, şehir yoktur. Bir yeri güzel yapan, yazılmaya değer kılan en önemli farklılığı yazarın sevdiği insanların o topraklar üzerinde yaşıyor olmasıdır. Yoksa dağlar her yerde aynı, güneş aynı güneş, ay aynı ay. Kır çiçekleri bile aynı. Dünyanın her yerinde hayvanlar aynı sesleri çıkarıyor, bebekler aynı seslerle ağlıyor. Sadece kimi daha sıcak kimi yükseklerde kimi denizle bir… Bu farklar ufak tefek ayrıntılardır. Bir şehir soğuk diye ya da güneşli diye sevilmez. Sevilenler hangi şehirdeyse orası güzeldir. Yazılmaya, methiyeler dizmeğe değer kazanır.

    Bazı şehirler, insanı çeker, tılsımlıdır. Herkesin sevgilisidirler. Çöl ikliminde Mekke, Medine ayrıca İstanbul, Bursa, Konya, Bağdat, Kudüs... Sadece güzel oldukları için mi sevildiler. Şehrin güzelliği değince önce doğası gelir akla. İkinci sırada insan eliyle yapılanlar vardır. İnsanların yaptıkları ölümlüdür. Ne yapılar ne de verilen isimler sonsuza kadar dururlar. Bazı şehirleri, hakkında birşey bilmeden de görmek, havasını solumak isteriz. Bizi oraya çeken sevilen, özlenen biri, birşey vardır. Bazı şehirler geçmişi ile de önem kazanabilir.

    Teskeresini alan asker, komutanından helallik almak için yanına gider, elini öper. Sonra köyünden söz eder. Öyle anlatır ki köyünü, komutan "Bu güzel yerden haberimiz yok"diye şaşırır. Asker "Yolunuz düşerse evimizi şenlendirin" der. Aradan zaman geçer. Komutanın yolu birgün o tarafa düşer. Askerin evini bulur. Bir de bakar ki asker beline bağlamış ipi, toprağı kazıyor. Evi tepenin ucunda, toprağı da dik yamaçtaymış. İple bağlı olmasa aşağı yuvarlanır durumdaymış.

    Onun bu toprağa olan sevgisini, sevgi değil hatta tutkusunu, aşkını dışardan biri bakarak hissedemez. Asker ata toprağını sahiplenmiştir. Bu toprağa ait olma duygusu onu memnun etmektedir.

    Şehirler zaman içerisinde ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendiler. Bakışın, görüşün, hissedişin eli değdi şehirlere… Şehirlere mal olmuş yapılar ortaya çıktı. Her birinin akşam ezanı, seher vakti ile beliren silüeti oluştu. İnce kenar çizgileri ile mavi, gri ya da siyah görünümlü gölge şehirler... Semtler, özelliklerine göre isimlendirildi. İstanbul'da Vefa, Üsküdar, Okmeydanı, Feshane, Pera, Sultan Ahmet, Süleymaniye başka bir yeri çağrıştırmaz. Meram Bağları Konya'yı, Çankaya Ankara'yı hatırlatır. Böylece şehirlerde yaşama sanatı kendini gösterdi.

    Bazı yerleri ulu kişiler şereflendirmiştir. Eyüp Hazretleri, Eyüp semtini, Fatih Sultan Mehmet, Süleymaniye'yi, Yuşa Hazretleri, Yuşa Tepesi'ni, Yunus Emre Eskişehir'i, Mevlana Konya'yı, Hacı Bayram Veli Ankara'yı...

    Şehirlerde değişimler olurken zamanını yaşayan şairler yazarlar da kendi şehirlerini dile getirmişler, dillendirmişler. Hakkında en çok söz edilen şehir İstanbul olmuştur. Dünya incisi her devirde şairlerin, yazarların ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
    İstanbul'u en çok ve en güzel Yahya Kemal yazmıştır. Kendini İstanbul'la bütünleştirmiş. Bir yandan şehri anlatırken bir yandan kendini de ortaya koymuştur.

    Yazarlar, İstanbul'dan söz ederek onu edebiyata geçirmişlerdir. Her şair, yazar kendi İstanbul'unu dile getirmiştir. Aynı dönemin şairleri İstanbul'u başka açılardan anlatmışlardır.

    Yahya Kemal (1884-1958), İstanbul'un neredeyse her yerini, her konusunu anlatmıştır. "Bir Başka Tepeden" adlı şiirinde;

    "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
    Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
    Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
    Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

    Nice nevraklı şehirler görülür dünyada,
    Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
    Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yada
    Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan."


    Derken sanki İstanbul hakkındaki düşüncelerini özetlemiş, İstanbul'un tamamını kendi gözünde, gönlünde hissedişini dile getirmiştir. "Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer." mısrasında İstanbul'u kitap gibi sayfa sayfa okuduğunu, atladığı bir sayfasının olmadığını ifade ediyor. Orhan Seyfi Orhan (1890-1972), "Körfezde Mehtap" şiirinde ağustos ayında İstanbul Boğazı'ndan söz diyor;

    "Bir ağustos gecesi,
    Geçiyorken Boğazın üstünden,
    Bakar etrafa ki mehtap, uyuyor İstanbul!
    Yine rüyalara dalmış kayalar, Toprak uyuyor.
    Süzülür gizlice ay, gökteki tahtından iner,
    Serv-i siminden yürür,
    Gezinir sahilde...
    Soyunup sonra Emirgandaki tenha koruda,
    Körfezde çırılçıplak uyur!"


    Mısralar, Boğazda mehtap ancak böyle anlatılır dedirtiyor. İnsanın ağustos ayında bir gece olası geliyor. Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984) "Beykoz'dan Bir Bakış" şiirinde İstanbul'u anlatmış;

    Güzel... güzel... güzel! Her neye baksan!
    Deniz ayrı güzel, dağ ayrı güzel,
    Güzellikten yaratılmış bu vatan,
    Beni ona çeken bağ ayrı güzel.

    Fetih günlerini anmada Hisar:
    Her taşında bir ölümsüz destan var
    Uyanırken küllenmiş hatıralar
    Bağrımda güllenen dağ ayrı güzel.

    Tekbir sesi denizinde, dağında;
    Karanlıklar kayboluyor ağında,
    Fatih Sultanın bahar çağında,
    Dünyaya açtığı çağ ayrı güzel.

    Beykoz'dan İstanbul'a bakarken düşüncelerini böyle sıralayarak İstanbul'u bir başka yönü ile dizelere dökmüş. Ârif Nihat Asya (1904-1975) destanların, bayrağımızın şairi, "Boğaz Kesen Hisarı" şiirinde Hisardan İstanbul'un görünüşünü anlatıyor;

    "Şimdi yer yer dökülen şahika, dün
    Boğazın gözcüsü mazgallardı...

    Ki Boğaz'dan kuş uçmazdı Hisar...
    Tanıdık kuşlara el sallardı;

    Fatihin taştan örülmüş adını
    Okuyan, gökteki Kartallardı!

    Yine dilberdi bebek;
    Yine kumlar, yine kumsallardı

    Ve yamaçlardan suya zümrütlerini
    Akıtan dallardı...

    Yine sisler sabahın omzunda
    Uçuşan şallardı.

    Karşı dağlar, göğe bayrak bayrak,
    Göğe gül gül açılan allardı...

    Mısralarında, Hisarın İstanbul için bir koruyucu olduğundan, bebek sahillerinden, yamaçlardaki ağaçlarından ve denize düşen renklerinden, İstanbul'un sisli halinden söz etmiş. Dağlarda kırmızı açan çiçekleri, gülleri bayraklaştırmış.
    Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983) "Canım İstanbul" şirinde;

    "Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
    Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
    İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
    O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
    Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
    Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
    Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
    Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

    İstanbul benim canım;
    Vatanım da vatanım...
    İstanbul,
    İstanbul...

    Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
    Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
    Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kırat;
    Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
    Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
    Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
    Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
    Beyoğlu tepinirken, ağlar Karacaahmet...

    O manayı bul da bul!
    İlle İstanbul`da bul!
    İstanbul,
    İstanbul...

    Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
    Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
    Oynak sular yalının alt katına misafir;
    Yenidünyadan mahzun, resimde eski sefir.
    Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
    Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
    Bir ses, bilemem tambur gibi mi, ud gibi mi?
    Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...

    Kadını keskin bıçak,
    Taze kan gibi sıcak.
    İstanbul,
    İstanbul...

    Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
    Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
    Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
    Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.
    Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
    Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
    Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
    Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

    Gecesi sümbül kokan
    Türkçesi bülbül kokan,

    İstanbul,
    İstanbul…"
    Şiirin bir bölümünü almağı düşündüm. Başaramadım. Her bölümü İstanbul'un ayrı semtlerinden, özelliklerinden söz ediyor. Gecesini, gündüzünü, gencini, yaşlısını, kadınını, taşını toprağını anlatıyor. Ve "Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar..." diyerek İstanbul'u anlatırken, her şartta burada yaşamanın güzelliğini de vurguluyor. Ziya Osman Saba (1910-1957) "İstanbul" adlı eserinde;

    "Seni görüyorum yine İstanbul
    Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan
    Minare minare, ev ev
    Yol, meydan

    Geliyor Boğaziçi'nden doğru
    Bir iskeleden kalkan vapurun sesi
    Mavi sular üstünde yine
    Bembeyaz Kızkulesi

    Bir yanda, serin sabahlarla beraber
    Doğduğum kıyılar: Beşiktaş'ım
    Baktıkça hep, semt semt, yer yer
    Beş yaşım, onbeş yaşım, ah yirmi yaşım

    Durmuş bir tepende okuduğum mektep
    Askerlik ettiğim kışladır ötesi
    Bir gün bir kızını benim eden
    Evlendirme dairesi. "

    Derken İstanbullu hayatını, İstanbul'la anlatmış. Mısraları okurken İstanbul'da bir ömür geziye çıkmanın düşünü kuruyorsunuz. Orhan Veli Kanık (1914-1950), Orhan Veli Kanık deyince İstanbul ve denizleri hatırlarız. İlkin "İstanbul'u Dinliyorum" mısraları aklımıza düşer;

    "İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
    Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
    Yavaş yavaş sallanıyor
    Yapraklar, ağaçlarda;
    Uzaklarda, çok uzaklarda,
    Sucuların hiç durmayan çıngırakları
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Kuşlar geçiyor, derken;
    Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
    Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
    Bir kadının suya değiyor ayakları;
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Serin serin Kapalıçarşı
    Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
    Güvercin dolu avlular
    Çekiç sesleri geliyor doklardan
    Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları;
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu
    Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
    Dinmiş lodosların uğultusu içinde
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
    Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
    Bir şey düşüyor elinden yere;
    Bir gül olmalı;
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
    Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
    Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
    Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
    Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
    İstanbul'u dinliyorum."

    İstanbul, görülür, yaşanır, gezilir, hasreti çekilir ve dinlenir. Şair, şehri gözleri kapalı dinleyerek kendi zamanını ifade etmiş. İnsan sesleri ve duydukları, kuşların, denizin, balıkçıların, rüzgârın sesi ve anlattıklarını yazarak " İstanbul'da Boğaziçi'ndeyim, Bir garip Orhan Veli'yim" diyerek İstanbul'u edebiyata kazırcasına yazmış.
    Fazıl Hüsnü DAĞLARCA, " Fetih Zamanı" adlı dizelerinin son bölümünde İstanbul'a olan sevgimizi edebiyata böyle geçirmiş;

    "Cihanın yarısı gök;
    Önünde şehit şehit durmuşuz,
    Cihanın yarısı İstanbul
    Almışız."

    Ümit Yaşar Oğuzcan (1926-1984) "İstanbul dedim de seni hatırladım" şiirinde

    "İşte İstanbul
    yorgun şehir
    işte canından bezmiş boğaz vapurları
    kederli tramvaylar
    ve Galata Köprüsü'nden
    telaşlı insanlar geçmektedir
    bir gizli sevinç mahzun göz bebeklerimde
    eriyen bir sükûn kaldırımlarda adım adım
    işte İstanbul
    İstanbul dedim de seni hatırladım.

    Balıkçı tepsilerinde gümüş balıkları
    tekir, barbunya, canım uskumru,levrek
    işte İstanbul. "

    Derken yorgun şehrin insanlarını ve balıklarını edebi dil ile gözler önüne sermiş. Şair, İstanbul'u baktığı her şeyde görüyor. " Evin içinde bir oda, odada İstanbul- Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul- Yürürsek yürüyor, dursak duruyor, şaşırdık- Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İstanbul- İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım- Nereye gidersen git, orada İstanbul."

    Şiirlerinden örnekler aldığım, Yahya Kemal, Orhan Seyfi Orhan, Halide Nusret Zorlutuna, Arif Nihat Asya, Necip Fazıl Kısakürek, İmparatorluğu, savaşları ve cumhuriyet yıllarını yaşamışlar. Bu yüzden duyguları coşkulu… "İstanbul" onların ağzına çok yakışmış.

    "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!-Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer, Yahya Kemal", "Bir ağustos gecesi, - Geçiyorken Boğazın üstünden, Orhan Seyfi Orhan"

    "Güzel... Güzel... Güzel! Her neye baksan!-Deniz ayrı güzel, dağ ayrı güzel, Halide Nusret Zorlutuna ", "Ki Boğaz'dan kuş uçmazdı Hisar...-Tanıdık kuşlara el sallardı; Arif Nihat Asya" "Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;-Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. Necip Fazıl Kısakürek" İstanbul, onların, kanı, canı gibi ve bir yerini ayırmadan topyekûn görüyorlar.

    Savaş yıllarında doğan, acılı günleri hatırlamayan şairlerin dizelerinde imparatorluğun ihtişamı hissedilmiyor. Ziya Osman Saba, Orhan Veli Kanık, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ümit yaşar Oğuzcan, savaş yıllarının ve cumhuriyetin çocukları. Savaş yıllarını çocuklukta bırakmışlar. Cumhuriyeti İstanbul'da yaşamışlar. Şiirlerinde İstanbul keyfini yaşama hissediliyor. İnsan manzaralarından, çiçeklerden, kadınlardan söz ediliyor.

    "İstanbul'u, almışız", " İşte İstanbul yorgun şehir - Bir yosma geçiyor kaldırımdan", " Birgün bir kızını benim eden- Evlendirme dairesi " mısralarından anlaşıldığı gibi bireysel güzellikler, yaşanmışlıklar ön safhada yer alıyor.

    Edebiyat sayfalarında, neredeyse her ilin bir güzelliği şiir, öykü, roman olarak yerini almıştır. Ancak bütün yazarlar mutlaka "İstanbul" adlı veya başka adla İstanbul için bir eser yazmışlardır.

    Seher Türker


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    [Henüz Oylanmamış]
    0 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Romancı : Alkım Saygın


      Heidegger'in Sanat Felsefesi Üzerine III

    Heidegger'e göre sanatsal yaratım ise hakîkatin kendisini eserde ortaya çıkartmasıdır. Güzelin hakîkatine; dolayısıyla, hakîkatin güzelliğine varılmasıdır bu. Nitekim, sanat eserlerinde hakîkatin ortaya çıkmasının farklı yolları vardır ve bu yollardan her biri, değişik sanat türlerini oluşturur. Örneğin müzik, resim, plastik sanatlar, vb. bunun yolları arasındadır. Ancak, tüm sanat türleri arasında poesinin (söz sanatları ya da edebiyat) yeri hepsinden daha önemlidir.

    Zîrâ poesi, sıradan bir kimsenin içinde beliren sıradan birtakım duygu ve düşüncelerden ibâret değildir, hakîkatin kendisini sanat eserlerinde açmasının en yüksek biçimidir. Poesinin özü, hakîkatin kurulmasıdır. Poesi, Varlığın gizlendiği yerden çıkıp kendisini şiir yoluyla "yeni olan"da dile getirmesi, etkin kılmasıdır ki bu açıklık, tüm diğer sanat türlerinden daha yoğundur. Hâliyle, poesinin diğer sanat türlerinden üstünlüğü vardır. Poesinin olanaklı kılacağı bu açıklıkta herşey bambaşka bir biçimde görünür. Poesi, olduğundan başka türlü olabilenlerin görülmesini en açık biçimde sağlar.

    Ne var ki, poesi her ne kadar tüm sanat türlerinin en tepesinde dursa da bunların poesiye geri götürülmesi ve poesiden türetilmesi gerekmediği gibi, bu mümkün de değildir. Poesi, Varlığın aydınlığa çıktığı belirli bir sanat türüdür; ama, bunun değişik biçimleri de vardır ve bunların poesiden türetilmesi mümkün değildir. Nitekim poesi, dile dayanır; dil aracılığıyla ortaya konur. Dil ise Varlığın evidir. Poesiye diğer sanat türleri nezlinde üstünlük kazandıran asıl özelliği de budur. Diğerlerinde kullanılan dil, Varlığın aydınlığa çıkması için yeteri kadar gelişkin değildir. Bu farklılık nedeniyledir ki tüm sanat türlerinin poesiden türetilmesi ya da poesiye geri götürülebilmesi mümkün değildir.

    Diğer taraftan, dil insanın sahip olduğu "araçlar"dan biri değildir, insanın insan olmasını olanaklı kılan ve kendi varlığının aydınlığını Varlığın aydınlığı içinde duyumsamasını sağlayan en temel yetisidir. İnsanın insan olmaklığını dil, Varlığın hakîkati içinde ona bağışlar. Dil ile dünyâ, bu noktada birleşir. Ancak dili olan bir varlığın dünyâsı olur. Hayvanların, bitkilerin dili olmadığı için dünyâları da yoktur. (2003:62-3)

    İmdi, Heidegger'e göre her sanat eseri, sanatçısının imzâsını taşır, onun bir ürünüdür. Eser, yaratıcısına bağlıdır, yaratıcı da eserine bağlıdır ve onun koruyucusudur. Eserinde hakîkatin ortaya çıkması için onu korur. Gerek sanatçının, gerekse de eserin kökeni aynıdır, sanattır. Her ikisi de sanatın içinden çıkar. Eser, sanatçının kendi varlığında var-kılınmıştır, kendi varlığından izler taşır.

    Ne var ki, eserde nesnenin hakîkatinin ortaya çıkması söz konusu olduğunda, Varlığın aydınlığında bu izler silinir. Eser ve Varlık, dolayımsız bir ilişki içine girer ve burada sanatçının kim olduğunun bir önemi kalmaz. Varlığın aydınlığında hakîkat, şimdiye kadar olmuş olanın, alışılmış ve sıradan olanın, belirlenmiş ve sınırlanmış olanın içinden çıkmaz. Hakîkat, Varlığın kendi kendisinden fışkırır. Dolayısıyla, sanat eserinde seçilen nesnenin ya da aracın ne olduğunun da onu üreten sanatçının kim olduğunun da bir önemi kalmaz.

    Sanatçı, eserinin koruyucusu olmak bakımından onun alımlayanlara ulaştırılmasını sağlar ve bunun dolayımında, hakîkatin alımlayıcı tarafından görülmesini sağlar. Fakat, bu andan sonra sanatçı "aradan çekilir" ve eser ile alımlayan karşı karşıya gelir. Bu karşılaşmayla birlikte alımlayan, Varlığın aydınlığında kendi varlığını aydınlatır ve kendi varlığını, Varlığın aydınlığında duyumsar. (2003:55-61)

    Heidegger'e göre sanatçı, özellikle de poeside, eserinin kurulumunu şâirâne bir biçimde tamamlar, eserine şâirâne bir görünüm kazandırır. Bu görünüm içinde eser, bize şimdiye kadar sâhip olduklarımızı unutturacak bir kapı aralar. Alışkanlıklarımızın, genel düşünme biçimlerimizin, vb. ötesine geçme olanağı sunar. Fakat, bu olanakların gerçekleşmesi için bizim de kendimizi esere açmamız gerekir. Biz de esere kendimizi açtığımız oranda Varlığın aydınlığı içinde kendimizi aydınlatabiliriz.

    Tüm sanat türleri için bu, söz konusudur; ama, en çok da poesi için. Poeside kullanılan dil nedeniyle Varlık, kendisini olanaklı en yüksek biçimde hem hediye eder, hem kurar, hem de kendisi için yeni bir başlangıç olanağı sunar. Başka deyişle sanat; özellikle de poesi, eserde hakîkati gönderir, kurar ve yeniden başlatır. Hâliyle, poesi dile dayandığı için, dil de Varlığın evi olduğu için, düşünürler ve şâirler bu evin bekçileridir. (2003:62-3)

    İmdi, Heidegger'e göre sanat eserinin, dolayısıyla da sanatın kökeni, insan ve dildir. İnsan, dil aracılığıyla tasarımlar, Varlığın aydınlığa çıkmasını olanaklı kılar. Eser, insan varlığının dünyâda oluşunu, dünyâsallığını gösterir. Eser, kendi tekliği içinde biricik olandır da ve bu biriciklik içinde o, Varlığın her defasında yeni ve özgün bir biçimde aydınlığa çıkmasını sağlar, her defasında yeni dünyâlar sunar.

    Sanat, yalnızca sanat eserinin kökeni, kaynağı değil, aynı zamanda insan varlığına târihsellik kazandırandır da. Nitekim dil, târihsel olarak doğar ve gelişir, bu gelişim ile insan varlığının târihsel gelişimi çakışır. Zâten bunun içindir ki poesi, insan varlığının kendi târihselliği içinde ulaşabileceği en yüksek formları hem bu târihsel varoluş içinde, hem de dilde açığa çıkartır. Dilde yer alan kelimeler, adlandırmalar, vb. her defasında Varlığın aydınlığa ulaşmasını sağlar ve insan varlığı, kendi kendisinin varlığını duyumsar.

    Poesinin yorumlanmasında da bu söz konusudur. Her yorumlama, insan varlığının kendi kendisini düşünsemesidir. Bu öz-düşünseme yoluyla insan, kendi varlığının hakîkatine adım adım ulaşır. Bu bakımdan yorumlama, hakîkatin açığa çıkmasıdır, insan varlığının kendi kendisinin bilincine varmasıdır. Dolayısıyla, hakîkati "mantıksal doğruluk" olarak düşünmek, bunu belirli bir noktaya sâbitlemek, hakîkati duvara çivilemek, son derece yanıltıcı ve yanlışa sürükleyicidir. Oysa hakîkat, sanat eserlerinde bitimsiz bir sürece işâret eder; insan varlığının kendi târihsel sürecidir bu. (2003:63-5)

    Böylelikle Heidegger, hakîkat sorununa ilişkin olarak Varlığın unutulmasından bahsederken, aslında insan varlığının kendi târihselliği içinde bu "metafiziksel yön"ün unutulmasına dikkat çeker. Nitekim, "aletheia" anlamındaki hakîkatin yerine "veritas" anlamındaki hakîkat geçtiği içindir ki insan, Varlıkla bağını yitirmiş, yapayalnız kalmıştır. Ve bu bağ, ancak felsefe ve sanatta en iyi şekilde kurulabilir. Çünkü bu iki etkinlik, doğrudan doğruya dile dayanır, dilin en yüksek ifade biçimleriyle ilgilenir ve Varlığın kendi kendisini dile dökmesine en geniş olanakları tanır.

    Heidegger'e göre, bu olanaklar gerçekleştiği oranda nesneselleşme ve araçsallık aşılacak, insan varlığı Varlığın hakîkatiyle birlikte aydınlanacak ve böylelikle, insanın sıradan bir nesne gibi ele alınması, nesneselleşmesi ve araçsallaşması da önlenecektir. Kezâ bunun anlamı, insanın önünde sınırsız bir özgürlük olanağının açılmasıdır da ve felsefe ile sanatın olanaklı en geniş ufkunu Varlığın hakîkati belirler.

    Kaynakça:
    Martin Heidegger; Metafizik Nedir?, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1991
    Martin Heidegger; Sanat Eserinin Kökeni, Bâbil Yayınları, İstanbul 2003
    Martin Heidegger; Varlık ve Zaman, İdea Yayınevi, İstanbul 2004


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Yavuz Küpeli Serseri

    hayal et bombalar icad olunmamış
    baban döl yatağında seni unutmamış olsun
    geciktirici etkisi olmalı şiirlerin
    İstanbul'dan önce ve Paris'ten sonra olmalı zaman
    kokunun sesine karıştığı yerde bekliyorum
    kirlenmemiş ve kutsanmamış ol dönerken
    naylon çoraplardan toka yapan ilkellikte
    kilim dokurken kırmızı türküler eşliğinde
    durup sabit katsayısında yalnızlığın
    söverek seveceğim seni yavuz küpeli serseri

    Sultan Karaahmetli

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara - Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"


    İstanbul için Son Hava Durumu
    ISTANBUL ISTANBUL
    Ankara için Son Hava Durumu
    ANKARA ANKARA
    İzmir için Son Hava Durumu
    IZMIR IZMIR
    Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Ülkemizde cep telefon numaranızı değiştirmeden istediğiniz operatöre taşıyabiliyorsunuz. Evet gerçekten güzel bir uygulama ama, sizin görüşmek için aradığınız telefon numarası sizinkinden farklı bir operatörden hizmet alıyorsa, telefon görüşme ücretiniz tahmininizden yüksek gelebilir. Eğer arayacağınız telefon numarasının hangi operatörden hizmet aldığını öğrenmek istiyorsanız http://www.numaranitasi.gov.tr/PublicWebGUI/ web sayfasını kullanabilirsiniz. Açıklamalar web sayfasında yazılı, kolay gelsin.

    Youtube ve benzeri sitelerden bulmuş olduğunuz bir video'yu mp3 olarak kaydetmek isterseniz http://www.video2mp3.net/ web sayfasını deneyebilirsiniz. Ses kalitesini kaybetmeden müzik kaydı yapabileceğiniz bu web sayfasını defalarca denedim ve sık kullanılanlar listenizde bulunması gerektiğine inanıyorum.

    http://www.doktorsitesi.com/ Doktorları hastalarla buluşturan sağlıklı bir site. Merak ettiğiniz rahatsızlıklar için bilgi araştırması yapabileceğiniz ve hatta sorular sorabileceğiniz başarılı bir çalışma olmuş. İster soru bankasını kontrol edin, ister arama yardımıyla konu başlıklarında araştırma yapın, bu da yetmezse kendi sorunuzu oluşturup, cevap verilmesini bekleyin. Şimdiden geçmiş olsun.

    Kaçırdığınız dizileri izlemek için http://diziport.com/ Bu web sitesinin diğer bir özelliği de sadece ülkemizde gösterimde olan dizileri değil, dünyaca popüler hale gelmiş olan dizileri de izlemenize olanak veriyor. Hem de Türkçe altyazılı olarak takip edebiliyorsunuz.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Brother Louie
    Modern Talking









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20101130.asp
    ISSN: 1303-8923
    30 Kasım 2010 - ©2002/23-kmarsiv.com