Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.867

 26 Nisan 2011 - Fincanın İçindekiler


  • SOLDAN SAĞA ÜÇ ... Derya Ongun
  • FİLM ŞENLİĞİNİN 30. YILI ... Bertan Onaran
  • OKUMUŞ ADAM ... Mehmet Önder
  • KEDİ DEYİP GEÇMEYİN! ... Neslihan Minel
  • Oruç Baba'dan Aforizmalar-11 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • ORHAN DURU VE TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ ... Nihat Malkoç


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Jöleli ahlak anlayışı!..


    Merhabalar,

    Seçim yaklaştıkça siyasetin şakülü şaşıyor. Kemal Bey dayanamamış "Adımı yolsuzluklarla anarsan ana..." demiş durmuş. Malak yalamış saçlı Yiğit te "Ne dediği belli özür dilemesi lazım" diye racon kesmiş. Ne diye tamamlayacaktı acaba? Yiğit'in aklına gelen gibi mi yoksa başbakanın "Ananı da al git"i gibi mi? Kemal Bey kibar adamdır, ne Yiğit'imin seviyesine iner ne de başbakanla aşık atar. Argo kültürünün, etik(!?) siyaset anlayışının başbakanın fersah fersah gerisinde olduğunu iyi bilir. Malak yalamış saçlı Yiğit'in sandığı gibi olaydı, "Deniz feneri cebine girsin." derdi ki, pek uygun düşerdi. Eğer biri özür dileyecekse, ikide bir "Kaset" deyip kendini alkışlatanlar önce özür dilesin, gerisini sonra düşünürüz.

    Sanki kibarlıktan anlarmışız gibi de millet ahkam kesiyor, siyasette uslup dersi veriyor. Hani, "fındık kabuğundan çıkmış kabuğunu beğenmemiş" durumu. Biz neysek, vekili de lideri de o. Her konuda ustalığını ispat etmiş Tayyip Bey de bu konuda prima. Örneklerini duymak için meydan konuşmalarını bir dinleyin yeter. "Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır." diyor da başka birşey demiyor. Geri kalan vakti de muhalefete laf yetiştirmekle dolduruyor, oluyor sana seçim konuşması. Yerseniz diyeceğim ama yiyen öyle çok ki. İşte o nedenle Kemal Bey az bile söylüyor.

    Koltuğu k.çında dolaşan ÖSeYeMe başkanından hepimize gına geldi ama adamın tek bir bıyığı oynamıyor. Yazdığı özür mektupları boyunu geçti hala yerinde duruyor. Var bir güvendiği. "Beni görevimden alırsan ana... yasa mahkemesine başvururum, tüm foyan ortaya çıkar." diye tehdit ediyor olmasın. Olur mu olur. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Derya Ongun

     Deryaneval : Derya Ongun


      SOLDAN SAĞA ÜÇ

    Uykusunun arasında sol eliyle yataktan destek alarak hafifçe doğruldu, gözlerini açmadan geceliğinin üstüne giydiği hırkayı başından geçirerek çıkarttı, yorganın üstüne attı ve kendini yatağa usulca bırakırken üstünü de biraz açmayı ihmal etmedi. "Hırkayı ters bıraktım, bu iyi bir şey değildi, neyse kalkınca sabah bakarım" diye düşündü. Tekrar uykuya dalabileceğini umuyordu ama, hala düşünebildiğine, hatta caddeden geçen arabaların seslerini duyabildiğine göre, demek ki uykuya dalamamıştı. Yavaşça gözlerini araladı, aydınlıktı, sabah olmuştu. Doğrularak yatakta oturdu, elleriyle saçlarını düzeltti. Sabahları aynada kendini tarla cadısı gibi görmek moralini bozuyordu. Boyamaktan çoktan vazgeçtiği saçları düzgün olduğunda sempatikti belki ama, beyazlayan saç cansuyu çekilmiş gibi taras taras duruyordu, hele taranmadığında, hele ki sabahları.

    Yatağın sağ tarafından kalktı, terliklerini giydi, ürpermişti, hırkasını aradı gözleri. Koltuğun üstünde bel yastığı, onun yanındaki sehpanın üstünde gazetenin bulmaca eki , gözlüğü ve kalemi. "Allah Allah nereye koydum hırkamı" diye düşünerek kapının arkasındaki askılığa baktı. Sabahlığı, bornozu, annesinden kalma pembe kapitone askılı kılıf içinde kuran-ı kerim, oradaydılar.Hırka orada da yoktu. Bornozu çekti askıdan ve giydi, yüzünü yıkamaya giderken üstündeki fazlalıktan rahatsızdı, hatta koridorda bir ara duraksadı. Kafasının içinde, bu bornozla koridorun aksi istikametine yürümesini fısıldayan bir ses vardı. Sola hamle ettiğinde annesiyle babasının dizlerine tutunmuş kendisiyle karşılaştı. Bembeyaz ve neredeyse kafasından büyük kurdeleli, rugan pabuçlu, kabarık etekli gülümseyen kendisi. Çerçeve çarpıktı, özenle düzeltti ve koridor boyunca sağlı sollu asılı olan sararmış fotoğraflı çerçevelerde ona selam duran geçmişinin kortejinde ilerleyerek gidip yüzünü yıkadı.

    Mutfağa girdiğinde güne başlamıştı. Her sabah yaptığı gibi çaydanlığı iyi suyla doldurdu, demliğe 2 tatlı kaşığı çay, bir çay kaşığı da şekeri koyarak çaydanlığın üstüne yerleştirdi ve yatağını düzeltmeye gitti. Yatak odasına girdiğinde burnuna dolan hafif küfle karışık lavanta kokusunu seviyordu. Yastığına her gece damlattığı lavantanın o geniz yakan keskinliğini yutarak geriye yumuşacık lavantayı üflüyordu küf. Değişmemiş ve onu terk etmemiş hatıraların iki sembolüydüler. Lavanta ve küf. Sandıkta gizli lavanta tarlası. Koridordaki kocaman bembeyaz fiyonklu rugan ayakkabılı kabarık etekli kızken açtığı anneannesinin sandığında keşfetmişti onları. "Ne güzel, zaman geçiyor ama uzağa değil, yanıbaşıma çekiliyor ve orada bekliyor" diye düşündü. Çarşafı gergince düzeltip yanlarını sıkıştırdıktan sonra eliyle de düzeltti.
    "Kızım bu senin annen ütü elli, katladığı çamaşırları, düzelttiği yatakları görsen, sanırsın yeni ütüden çıkmış, elektrikten de tasarruf ediyoruz vallahi" Kocasının sesi hala kulaklarındaydı, doğruldu, ağrıyan belini geriye doğru esnetirken ellerine baktı. "Ütü eller artık bumburuşuk". Bileğinden elinin üstündeki deriyi geriye doğru çekmeyi denedi, kaçıncıdır yapıyordu bunu ama nafile. Çekilen deri parmakların arasından oluşturduğu potlarla provaya alel acele yetiştirilmiş teğelli elbise gibi çarpık ve eğreti duruyordu. Yorganını silkelerken hırkası düştü yere. Hırkayı tersyüz etti ve kapının arkasındaki askıya astı.

    Yatak odası, açtığı pencereden egzozlu da olsa taze havayla hemhal olurken, çayı demlemeye gitti. Ocağın önüne geldiğinde çaydanlık ve demliği bıraktığı gibi buldu, duraksadı, arkasını döndü, ekmek sepetinden ekmeği çıkartıp bir dilim kesti. Kırıntıları özenle toplayıp, aralık mutfak penceresinin dış pervazına bıraktı. Dilimi kızartma makinasına attı ve buzdolabını açarak kahvaltı servis tabağını çıkarttı. Mutfaktaki minik masanın üstüne küçük kahvaltı sofrasını kurdu, kızartma makinasından fırlayan nar gibi kızarmış dilimi aldı. Çaydanlık ve demlik hala ocakta ilk bıraktığı gibi duruyorlardı. Durdu, döndü, buzdolabından sütü aldı, bir bardak doldurdu, hemen sağında, pencerenin içinde duran transistörlü radyosunu açtı. "Kız sen geldin Çerkes'ten, pek güzelsin herkesten" zarifçe sallıyordu ayağını sütünü içerken.

    Keyifliydi bugün, hafif bir güneş bulutların arasından yüzünü gösteriyor, sanki ona gülümsüyordu, yok yok doğrudan ona gülümsüyordu. "Soldan sağa 3, keyifle gülümsemek, buldum tebessüm," telaşla yatak odasına gitti, tatlı bir rüzgar perdeyi nazlı nazlı savuruyordu. "Sakat havalar bunlar, iğne deliğinden hasta olunur maazallah" diye düşünerek pencereyi kapattı. Perdeyi düzelterek odadan çıktı, sağlı sollu fotoğraflara baka baka ilerledi. Herkes oradaydı. Her sabah, her öğlen, her akşam, oradaydılar.

    Koridorun sonundaki sahanlığa geldiğinde kapının hala zincirli olduğunu gördü ve zinciri açtı ardından salona geçti, pencerenin önündeki Berjer'ine yerleşti. Gözü guguklu saate takıldı, çalışıyordu saat, rahatladı. Caddenin karşısındaki otobüs durağına insanlar birikmişti, köşedeki taksi durağında 3 taksi müşteri bekliyordu, hafifçe doğrularak aşağı baktı, hah o her sabah kapıda bekleyen gri büyük araba da oradaydı. "Tamam, her zamanki saatimde uyanmışım, afferim bana" dedi kendi kendine, gülümsedi tekrar. Otobüs geldi o arada, insanlar ite kaka otobüse binmeye başladılar, otobüs doldukça durak boşalıyordu, "hayat gibi" diye düşündü önce, sonra aklı "siz dışarda kaç kişisiniz" diyen akıl hastasına zıplayıverdi, babacığı anlatırdı, fıkranın başını hatırlamamasına rağmen gene gülümsedi. Ne güzel günlerdi. Ellerini kucağında birleştirdi, kendi elini tutuyordu ama aslında her iki eli de birbirini tutuyordu.

    Çalan zili duyar duymaz yüreği hopladı keyifle, aceleyle telefona gitti, ahizeyi kaldırdı, tam "günaydın karakızım" diyecekken kulağına ahizeden akan tekdüze sinyal sesiyle irkildi, şaşırdı, elindeki ahizeye bakarken zil çalmaya devam etti. Ocağın üstünde, bıraktığı haliyle duran çaydanlığa baktığı gibi bakakaldı, ahizeyi yerine koyduğunda zil bir kere daha çaldı ancak bu kere zilin arasından "Merzuka Teyze benim Halis, sütçü" sesini duydu ve rahatladı. "Ah benim akılsız kafam, ah şapşal Merzuka" diye içinden söylenirken "Geliyorum Halis Efendi dur" diye seslenerek kapıya yöneldi, kilidin üstündeki anahtarı sola iki defa çevirdi, anahtarı kilitten çıkarttı ve kapıyı açtı.

    - Günaydın Merzuka Teyze, merak ettim açmayınca
    - Günaydın Halis Efendi, vallahi tam zamanında, son bardak sütümü de bu sabah içtim, ömrüne bereket.
    - Teyzeciğim her sabah geliyorum ya
    - Dur, kabı getireyim.

    Elindeki anahtarı o telaşla mutfak masasının üstüne bırakarak lavabonun altındaki dolaptan yeşil çiçekli emaye tencereyi aldı, tam mutfaktan çıkmıştı ki bammmm. Sokak kapısı kapanmıştı. Aynı anda telefon çalmaya başladı. Salona baktı, döndü kapıya baktı, dizleri boşalıyordu, elinde tencere titriyordu, her tarafı titriyordu. İçinde dehşet bir korku yayılıyordu, her zerresine süratle, ölüm korkusu gibi. Tehlikenin ortasında kaybolmuştu. Tüm refleksleri kör olmuştu. Yapayalnızdı. Telefon çalmaya devam ediyordu, nasıl açsındı, anahtar yoktu ki. Paniğin karanlık çukuruna düştüğünde son bir gayretle avucunu sokak kapısına vurmaya başladı. "Lütfen yardım edin, kapım kapandı dışarda kaldım!" Telefon hala çalıyordu. Sesi birkaç tonda yankılanıyordu, ne kadar vurduğunu acıyan sağ avucundan anladı. Elini çektiğinde sütçü Halis'in sesini ayırdetti "Merzuka Teyze, dur telaş etme, içerdesin sen, sen içerdesin, aç kapıyı".

    Kapıyı açtığında ağzını zor toparlayan Halis elinde ölçü maşrapasıyla önüne bakıyordu. Titreyen terli elleriyle tencereyi uzattı, yüzü kül gibi olmuştu, gülümsemeye çalışarak:

    - Allasen kimseye söyleme, ayol tersim döndü, kapı kapanınca dışarıda kaldım sandım.
    - Söylemem teyzem, hepimize oluyor, yarım litre değil mi gene.

    Merzuka, sütü iki taşım kaynatırken bıraktığı gibi duran çaydanlığın altını açtı, sonra masanın üstündeki anahtarı alıp askıya astı. Seri adımlarla yatak odasına gitti, kapının arkasındaki askıdan hırkasını aldı, üstüne geçirip düğmelerini özenle ilikledi, aynaya bakıp yakasını düzeltti. Üç firketeyle tutturduğu yan topuzunun altından firar eden birkaç saç telini ustalıkla yerlerine yerleştirdi. Ardından pencerenin önündeki koltuğuna oturdu, gözlüğünü takıp bulmacayı aldı eline, soldan sağa üç, "tebessüm" yazdı. Gazeteyi sehpaya gözlüğünü üstüne bıraktı. Mutfağa giderek çayı demledi, altını kıstı. Salona girip telefonun önünde durdu. Sahneye çıkmış da konuşma yapacakmış gibi duruşunu dikleştirdi, sesini küçük bir öksürükle akort ederken aynada kendine baktı. Ahizeyi kaldırdı, bu kez sinyale şaşırmadan numarayı çevirdi. Aynadaki gözlerinden gözlerini ayırmadan konuşmaya başladı:

    - Karakızım günaydın, .......sorma yetişemedim demin, ........biliyorum biliyorum, yok iyiyim, hem de gayet iyiyim lakin ne kadar sürer bilmiyorum, gel de konuşalım ama sallanma ne olur. Gelirken de şu methedip durduğun Huzurevi'nin dosyasını getirmeyi unutma, bir de yeşil valizimi.
    - E yok, şaşırma, gel de konuşuruz, .....iyiyim, hadi.

    İnce belli bardaktaki çayını sehpaya koyarak pencerenin önüne oturdu, otobüs durağı boşalmıştı. Çayından bir yudum aldıktan sonra ellerine baktı, döndü guguklu saate baktı dokuzu yirmi geçiyordu. Sol eli sağ elini tuttu. Soldan sağa üç, tebessüm.

    Derya Ongun


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      FİLM ŞENLİĞİNİN 30. YILI

    İstanbul Festivali'ne, Konak Sineması'nda gösterilen 6 filmle eklenen sinema bugün 200'ü aşkın filmin gösterimine ulaşmış; 30 yıl göz açıp kapayıncaya dek geçip gitmiş meğer.

    Bu arada bizde ve dünyada bütün öbür sanat dalları gibi, sinema sanatı da epey kan can yitirdi elbet; bütün dünyada çevrilen film sayısı da, film şenliklerinin, verilen ödüllerin sayısı da arttı elbet; ama toplumların yaşamı anamalcı yalan-talana teslim oldukça, çekilen filmlerin ne tadı kaldı ne tuzu; varsa yoksa gerilim, vur-kır.

    Bu yüzden, Nilgün'le ben de kendimize film seçmekte her yıl gittikçe zorlanıyoruz; bu yıl da ancak 5 film bulabildik,bunlardan Chico ile Rita çok erkek saatteydi, ben yalnız gidecektim, evdeki işler yüzünden gidemedim.

    İlki filmimiz Fitaş'taki , Verner Herzog'un çektiği Unutulmuş Düşler Mağarası'ydı; Fransa'daki Chauvet Mağarası'nda bin bir özenle korunup saklanan resimleri üç boyutlu izledik.

    Ancak öbür yırtıcı hayvanların büyük zorlukla inebildikleri yerlere gelmeyi başaran o çağ insanları, üstelik yaşamadıkları mağara duvarlarındaki kayalara ellerindeki en ilkel araç gereçlerle gerçekten sıra dışı resimler bırakmışlar; o yüzyılda ne resim eğitimi, ne güzel sanatlar akademisi var; ama etkilendikleri varlıkları bugünkü ustalar kadar büyük bir incelikle işlemişler duvarlara. Buna tanık olmak heyecan ve hayranlık vericiydi; emeği geçen herkese alkış.

    İkinci filmimiz Fellini'nin 8 ½'uydu; şimdiye dek kaç kez gördük bu görsel şiiri? Ama bu sefer hem altyazı daha ayrıntılıydı, hem biz filmin ana çizgilerini bildiğimizden, bütün ayrıntıların hem ayrımına, hem tadına vardık; hey canını sevdiğimin Büyük Ustası! Olanca içtenliğiyle hem kendini, hem yaşadığı toplumu, dönemi didik didik edip gözümüzün önüne serdi yeniden.

    Sonraki filmimiz Küba'dandı, Humberto Solas'ın Lucia'sı; adın tekilliğine bakmayın, aslında üç ayrı Lucia anlatıldı filmde; ilki İspanyol egemenliği döneminde yaşıyordu; ikinci, 1932'de, ülkede kanlı ayaklanmaların sonunda yeni bur umudun doğduğu, yeni bir yönetimin işbaşına geldiği yıllarda; sonuncu ise 1960'dan, Havana'da ve ülkede Devrim çığlıklarının ortalığı çınlattığı günlerde; ama yönetmen dürüst davranmış, o geniş döneminde, ataerkil yüzyılların kirini tortusunu üzerinden atamamış toplumu, özellikle erkekleri oldukları gibi ele almıştı; okuma-yazma seferberliği gibi binlerce yıllık gerici, baskıcı yapıyı temelden değiştirecek atılım sırasında sözümona çok sevdiği eşini çalıştırmak da, eğitip aydınlatmak da istemeyen, isteyemeyen kocanın acıklı hâli çarpıcı biçimde işlendi; onlar geçmişin yükü altında deniz kıyısında itişip kakışırlarken, beyazlara büründürülmüş küçük bir kız, vah zavallılar, diyerek gülüp bakıyordu.

    O küçük kızın acıyan gülüşü haklı çıktı sonunda: şimdi Küba'da, bilimsel, birleştirilmiş, sözün gerçek anlamında eşit eğitimle yetiştirilmiş çelik gibi 4 kuşak var; 16 Nisan'da, Havana'da ellerinde bayraklar, dudaklarında çığlıklar, yürüdü o milyonlarca kız-oğlan, Domuzlar Körfezi Çıkartması sırasında kesin ve büyük bir yenilgiye uğratılan ABD'yi ve ölüme sürdüğü paralı uşaklarını anarken.

    Canlar'ı adından dolayı seçtik, oysa Nurdan Arca'nın filmiymiş; filmi izlemeye gidince elimize küçük bir katalog verdiler kapıda, açtık, içi kart dolu: Ajans 21'in şimdiye dek çektiği belgeseller. Meğer, unutmuşum, sevgili Özcan Arca'nın Ezgili Yürek/Ruhi Su belgeselini de bu ajans gerçekleştirmiş. Çok sevindim bu yeniden buluşmaya.

    Nurdan Arca¸ üzerinde üç yıl çalıştığı belgeseli, ömrünü Alevilik-Bektaşiliği incelemeye adamış İrene Melikoff'la yapılmış görüntülü söyleşiye dayandırmış, çok da iyi etmiş.

    Belgesel bize masallarda kalan mutlu anaerkil dönemin dışında, yeryüzündeki dinler arasında, insan türünün sürmesindeki başoyuncuyu, kadını insan yerine koyan, ona da can diyebilmiş Anadolu Alevilerinin törelerini, törenlerini, içtikleri andı, verdikleri ikrar'ı anımsattı.

    Bu yolun büyük kılavuzu Hacı Bektaş-ı Veli'nin yanında, bir de belki insanlık, uygarlık tarihi açısından ondan daha önemli Hacı Ana'ları olmuş Alevi kardeşlerimizin.

    Bu değerli, etkili belgesel yazık ki küçücük bir salonda, bir avuç insana gösterilebildi; umarım NTV yıl içinde belgesel kuşağında gösterir, hem bir kaydederiz, hem daha çok sayıda sanatsever izler.

    Seçtiğimiz son film, Mario Monicelli'nin Bilinmeyen Kişiler'i idi; bu filmi daha önce İtalyan Kültür Merkezi'nde gördük elbet, ama orada filmler İtalyanca, altyazı da yok; dolayısıyla ancak görüntülerden çıkarabildiklerimize gülmüş olmalıyız.

    Bu kez altyazı vardı, hem de ayrıntılı; dolayısıyla bütün toplumsal gözlem ve eleştiriyi, kahkahadan kırılarak izledik; hem de İtalyan sinemasının usta oyuncuları, Claudia Cardinale, Toto, Marcello Mastroianni, Vittorio Gamsan, Renato Salvatori'den ; üstelik Toto dışında, hepsi daha gencecik, oyunculuk yaşamlarının başındalar.

    Yaşasın olasılık+gereklilik ikilisi, tadına doyulmaz bir armağanla bitirmemizi sağladı Filme Şenliği'nin 30'uncusunu.

    *
    Berfin yayınları üç yeni kitabını gönderdi; Etem Oruç'un "Çakıcı Dağdan İnmiyor"'u; Muhsin Salman'ın "Müşteri Yine Haklı" adlı mizah yazıları ve Şevket Karakış'ın şiirleri: "Kirlerin/in Üstünde Mavi".

    *

    Şiirimi yine Ali Yüce'den seçtim; yeni bir seçim öncesi, kendi karınlarına bıçak saplayan şaşkınların ve buradaki gönüllü uşaklarının var güçleriyle karıştırdıkları yurdumda yiğitçe savaşanlara direnme gücü aşılamak üzere.

    ATATÜRK AYDINLIĞINI KARANLIKÇI DİŞLER KESMEZ

    Kışın soğuğunda
    Seni ben ekerim buğday
    Ben biçerim yazın sıcağında
    Döven benim seni savuran ben
    Bir kap yemek
    Yarım ekmek kuyruğunda
    Gene benim en çok bekleyen

    Seni besleyip büyüten
    Giydirip kuşatan benim doktor
    Okullarda okutan ben
    En çok ölen gene benim
    Hastane kapılarında
    Doktor ve ilâç beklerken

    Ateşi ben indirdim gökten
    Işığı ben getirdim ben
    Uygarlıkları kuran benim
    Benim buluşları bulan
    Cehaletin kalın karanlığında
    Gene benim en çok boğulan

    Beni duyuyor musun
    Dünya palavra şampiyonu
    Anlıyor musun dediklerimi
    Emek nedir bilir misin sen
    Görsen tanır mısın emekçiyi
    Emek olmasaydı eğer
    Bilim teknik olur muydu
    Ne der senin fış felsefen

    Yorgunum ben argınım ben
    Yere göğe dargınım ben
    Doğru söyle demir kapı
    Aydınlığa özgürlüğe barışa
    Açık mısın kapalı mı
    Köpek var mı önünde
    Isırır mı uçan kuşları

    Yorgunum ben argınım ben
    Esen yele kırgınım ben
    Ucuz ekmek satarım kış yaz
    Beni duyuyor musun
    Anlıyor musun dediklerimi
    Demokrasi padişahının kızı
    Sömürge gülü İncinaz

    Yanağındaki sivilce
    Amerika'da ameliyat edildi
    İtalya'da kesildi lepiska saçların
    Gelinliğin Fransa'da dikildi
    Düğününde dolar yağdı başına
    İngilizce miyavladı kediler
    Köpekler İngilizce havladı

    Bakın ne diyeceğim
    Açın kulaklarınızı bir zahmet
    Atatürk'ten öç almak için
    Isırmak için kurduğu Cumhuriyeti
    Dişlerinizi boşuna bilemeyin
    Anadolu'da tarihin rüzgârları
    Sizin için tekin esmez
    Atatürk aydınlığını
    Karanlıkçı dişler kesmez.


    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      OKUMUŞ ADAM

    - Bir nüfus sureti istediler. Bu nüfus cüzdanı, bu da fotoğraf.
    Gözlüğünü düzeltip nüfusu inceledikten sonra, bu kez gözlüğün üstünden yüzüme baktı:
    - Annenizin adı Ayş mi?
    Muhtar iyi kötü selamlaştığımız biri, sağ olsun ilgi gösteriyor.
    Annemin adının aslında Ayşe olduğunu, nüfus müdürlüğünde e harfinin eksik yazılmasından ötürü Ayş yazılı olduğunu anlattım. Muhtar gözlüğünün üstünden "İşte bu olmadı!" der gibi hâlâ bakmayı sürdürünce, işlerimin çok yoğun olduğunu, fırsat bulur bulmaz düzelttireceğimi söyledim.
    Söz sırası ona geldi:
    - İhmalcilik, dedi, hiç iyi bir şey değildir. Her işi zamanında yapmak gerekir. Hele hele siz okumuş yazmış adamsınız. Siz böyle yaparsanız cahil insanlar neler yapmaz. Hemen bir ilmuhaber yazalım, git düzelttir.

    Acelem var ya, ezile büzüle nüfus suretini almaya çalışıyorum. Söz üstüne söz veriyorum: "İlk fırsatta, boş kaldığım ilk gün, sizden bir değiştirme yazısı alıp düzelttireceğim." falan filan. Ama nafile. Adamın, hayattaki en büyük emeli, benim nüfus cüzdanımdaki anne adının e harfi eksikliğini tamamlatmakmış gibi bastırdıkça bastırıyor:
    - Siz okumuş yazmış adamsınız. Yakışıyor mu şimdi? Sen bunu kendine yedirebiliyor musun?
    Ben mahçup mahçup kıvranırken o bir yandan hazırlıyor, bir yandan da söylenmeye devam ediyor:
    - Şimdi Mehmetçim, cahiller neler yapmaz? Öyle ya.
    Ayıp değil mi, filan demeye getiriyor. Yalnızca muhtar olsa neyse. İş için gelmiş başkaları da var. Onların üstüne de görevmiş gibi, muhtara destek oluyorlar:
    - Ya ya, olur mu? Yakışır mı?



    Köyde bizim muhtar, zeytin hırsızlarını karşısına dikeltir, saatlerce öğüt verirdi, paylardı. Onlar da boyunlarını önlerine eğer, bir daha zeytin çalmayacaklarına söz verirler, yeminler ederlerdi.

    Biz çocuklar seyre gider, "Ali şöyle yemin etti", "Veli böyle yemin etti", "Bir daha çalmayacaklarmış" diye diye taklitlerini ederdik.
    Benim muhtarın karşısındaki boynu bükük duruşum da tam zeytin hırsızı duruşu. Köyde muhtar oturduğu yerden, yetişebildiğine bir tokat çıkarırdı; bereket versin, bu yalnızca öğüt veriyor.

    Ama çenesi kalabalık. Ben nüfus suretini almış aceleyle kapıdan çıkarken, o hâlâ arkadan bağırıyor:
    - Bir yarım gününü ayır. Bir ilmühaber düzenleyelim. Yakışmıyooor!



    Okula kayıt başvurusu yapıcam. Tüm evrakı hazırladım. Muhtar korkusundan eski tarihli bir nüfus sureti var onu ekleyiverdim.
    Memur evrakı eline aldı, tek tek inceliyor. Nüfus sureti eski tarihli ya, acaba "Bunun yeni tarihlisi gerekli" der mi? Muhtarın karşısında boynu eğik durmak var. Aklıma geldikçe yüreğim cıız ediyor. İçimden dualar ediyorum. "Tanrım, sen büyüksün, nüfus suretinin eski tarihli olduğunu görmesin."

    Sıra ona geldi "Bu da tamaaam" dedi, geçti. Dualarım kabul oldu ya neredeyse göbek atıcam. Ama memur tüm evrakı inceledikten sonra "Tamam" diyeceğine, yine geri uzattı. "Ne oldu?" dedim:
    - Fotoğraflı ikametgah senedi eksik. Ekle getir, tamam.
    Kendi kendime kızıyorum, şimdi. Nüfus suretindeki eski tarihi görmeme duasını yaptın, tamam; fotoğraflı ikametgâh duasını niye unutursun be adam. Bir de mürekkep yalamışız.
    İşim o denli acele ki, nüfus değiştirme işini dünyada yapamam. Yapmaya kalksam işimi kaybederim. Hiç çıkış yolu yok. Yine karşısına dikilicem, zeytin hırsızı gibi.
    Tabii gittim. Odası yine tıklım tıklım. Sıraya girdim. Muhtarın, yirmi gün önceki gelişimden bu yana gündeminde en ufak bir değişiklik yok. En arkalarda olduğum halde, beni görüp dırdıra başladı:
    - Mehmetçim yakışıyor mu şimdi? Siz böyle yaparsanız, okumuyanlar neler yapmaz. Hiç yakıştıramıyorum. Olmuyor.
    Sıradakiler bir şey anlamasa da, ben harf harf anlıyorum. Mahçup mahçup bakıyorum.



    En büyük sıkıntıyı, ev sahibi "Zaten kiracı virancı, elektriği, suyu üstüne al. Yarın çeker gidersin, başıma kalır. Almayacaksan evimi boşalt!" deyince yaşadım.
    Öğrendim ki, her ikisine hem nüfus sureti hem de ikametgâh gerekirmiş. Yandım ki, ne yandım. Şimdi bu adamdan, dört tane birden evrak nasıl istenir.
    Kabahatimi örtmek için bir kutu baklava aldım, bir büyük şişe de gazoz; dikildim karşısına.
    Ne çare. Adam sinir küpü. Hediyelere bakmıyor bile. "Bunlarla suçunu hafifleteceğini mi sandın?" der gibi yüzüme baktı:
    - Ne var?
    Birazcık yumuşar gibi mi ne? Hemen atıldım.
    - İki nüfus, iki ikametgah.
    - Hem de ikişer ikişer, öyle mi?
    - …
    - Yakışıyor mu sana? Okumuş bir adam olarak, sen kendine yakıştırabiliyor musun?
    - …
    Neyse sağ salim bunu da geçiştirdik.
    Yıllarca en büyük yaşama zorluğum, nüfus cüzdanımdaki anne adının e harfi eksikliği oldu, diyebilirim.



    Hiç aklıma gelmezdi. Kaderde bir gün işsiz kalmak da varmış. İşsizim ya boş boş dolanıyorum. Aklıma nüfus cüzdanım geldi. Vaktimi boşa harcayacağıma, gideyim, nüfus cüzdanımı değiştireyim; e harfi eksikliğinden kurtulayım, dedim. Öyle ya, muhtar en az yirmi kez söyledi. Benim e harfine karşı bir tavır takındığımı düşünmüş olacak "Olmadı, yakışmadı…" diye payladı durdu.

    Şimdi ben de dikileyim karşısına, tabii o yine başlayacak; "Olmuyor Mehmet'çiğim. Sen okumuş yazmış adamsın, yakışıyor mu sana? Bir ilmühaber yazalım" tümcelerini sıralamaya. Sanacak ki, ben yine "Abi vaktim yok. İşim çok acele. En kısa zamanda..." falan filan diyeceğim. Ezilip büzüleceğim. Tabii ben "Vaktim var. Yaz bir ilmühaber. Götüreyim nüfus müdürlüğüne, şu Ayşe'nin e'sini bir güzel yazdırayım. Şöyle alnı açık, başı dik geleyim bundan sonra karşına" diyeyim. Öyle ya, biz okumuş yazmış adamız. O kadar mürekkep yalamışız. E harfi eksik nüfus cüzdanıyla dolaşmamız yakışık alır mı?



    Daltaban muhtarlığa koştum. Dikildim karşısına. Nüfus cüzdanımı gururla uzattım:
    - Buyrun Macit abi. Vaktim oldu, geldim. Yaz bir ilmühaber, tamamlatayım şu "e" harfi eksikliğini.
    Muhtar her zaman yaptığı gibi, bir nüfus cüzdanına, bir de yine gözlüğünün üstünden bana baktı:
    - Talebin nedir?
    Her gidişimde uzaktan paylamaya başlayan muhtar, bu kez dalgın bir gününde olmalı. Açıklamaya çalıştım:
    - Hani annemin adı Ayşe idi de, e'si eksikti Ayş mı demiştin. İşte ona e ekletmek için yazı yazdırmaya geldim.
    Nüfus cüzdanına dikkatlice bir daha baktı:
    - Buna e'mi ekleteceksin?
    - Öyle.
    Yanıtıma bir kahkaha attı:
    - Yahu Mehmet bey. Siz okumuş yazmış adamsınız. O kadar mürekkep yalamışsınız. Ayşe olsa ne oluur, Ayş olsa ne olur. Ne zararı var şimdi. Siz böyle bir harf için sorun çıkarırsanız, okumamışlar neler yapmaz, neler.
    Baktım yapmayacak, geri döndüm. Arkamdan hâlâ laf yetiştiriyor:
    - Uğraşmayın böyle gereksiz şeylerle. Çok rica edicem.

    Mehmet Önder
    av.mehmetonder@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    KEDİ DEYİP GEÇMEYİN!

    "Yazmak istiyorsan kedi besle!"
    Aldous Huxley
    Dün öğle saatlerinde, durakta beklerken, elimde duran kâğıdı atmak için, çöp kutusuna eğildim. O sırada kutusunun ağzından, bana bakan dört tane ıslak göz gördüm. Beni görünce miyavlamaya başladılar. İlk başta, yağmurdan dolayı, birilerinin buraya koyduğunu düşündüğüm kediler, birden dışarı fırladı. O an, anladım ki kendileri girmişti oraya.
    Bir süre sonra, çamurun içine dalıp, birbirleriyle oynamaya başladılar.
    Beyazlı olan, diğerinden korkuyor gibiydi. Hep geri planda duruyordu. Siyah olandaysa liderlik vasfı vardı. Beyaz olan kaçıyor, öbürü de onun kuyruğunu yakalamaya çalışıyordu.
    Pek sevimli, bir o kadar da akıllı hayvanlardı, bu kediler...
    Antik çağlarda İÖ.1500-1200 yılarına kadar dayanır kedilerin tarihi. Eski Mısır yazıtlarında, resimlerinde kedi ile ilgili yazılar ve resimler bulmak mümkündür. Hem de öyle kıyıda, köşede değil, evin beyefendisinin kucağında. Hatta bir kedi tanrıça olan Bastet, diğer tanrılar Osiris ve İsis'in yanında yer almıştır.
    Kahire Müzesi'nde mumyalanan kedileri gördüm. Ayrıca, öbür tarafta, yaşamın olduğu düşünüldüğü için, sahipleriyle beraber gömülenler kedileri de.
    Şu an Avrupa da, köpekler ne kadar sahibi için değerliyse, bir evlat gibi bakılıyorsa, o dönemde de kediler aynı konumdaydı. Hatta ölümünden sona bile, sahibi onu yanında istiyordu.
    Zaten, o dönemde ki resimler incelenirse, kedilerin boynundaki kolyesi, kulağındaki küpesiyle, bir prensesi andırdığı görülecektir.
    Mısır'da evcilleşen, Mısır'ın Roma İmparatorluğunun egemenliği altına girmesi ile buradan dünyaya yayılan, bu sevimli şeyler, insanların yanına, ambarlarını korumak amacıyla gelmişlerdir.
    Nil Nehrinin, yeşil ve sıcak olmasından dolayı, burada yılan, fare gibi hayvanlar çok çabuk yayılıyordu. Bunu önlemek isteyen Mısırlılar, kedileri bu iş için görevlendirmişlerdir. Bakmışlar ki sonuç olumlu, ambarlarını evlerine taşımışlar; tabi ki ambarlarıyla beraber kedilerini de...
    Mısırlılar, ne kadar kediyi tanrılaştırmışlarsa da, Budistler ondan uzak durmaya çalışmışlar, onun Buda'nın ölümüne kayıtsız kalmasını bağışlayamamışlardır.
    İskoçlar içinse, kedi çok değerli bir varlıktır. İskoçya'nın armasında ve sloganında yer alır. Eski İskoçya savaşçıları kedi maskesi takarak savaşa giderlermiş.
    İlginç bir şey daha 19.yy İngiltere'nin Denizcilik Sigorta Şirketleri, içinde kedi olmayan gemiyi sigorta etmezlermiş.
    Hatta kedilerin, hava durumunu yönlendirdiklerine inandıkları için, hava kötü gittiği durumlarda, teneke kap içine, üç renkli bir kedisi koyar, fırtına dinene kadar orada bekletirlermiş.
    Japonlar için de; "Sumi" (ıslak fırça resmi) de kıvrımlı kedi; dairesel denizi, değirmi; ayı bütün evreni huzur içinde temsil eden tek bir çizgidir…
    Bizim kedi deyip geçtiğimiz, bazen başını okşadığımız, bazense görmeden ezdiğimiz, bu küçük, sevimli hayvanlara daha dikkatli bakmanız dileğiyle…

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Oruç Baba'dan Aforizmalar-11

    *- Zamanın bolsa ahmaklarla dost ol, bol bol muhabbet et; ahmaklardan bir şey alamayacağın gibi, onlara bir şey de veremezsin.
    *- Sorguladığın kişi sensen, vereceğin cevaplara kendini iyi hazırla! Cevaplar seni kırabilir, üzebilir.
    *- Sanat eseri doğanın kendisi değildir; kopyasıdır. Ama kötü bir kopyası…
    *- Budala ile dost olursan, bil ki onun her başı belaya girdiğinde senin de başın belaya girecektir.
    *- Bir yazar diyor ki : "şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır." Ben bu konuda çok yeteneksiz olduğuma göre, demek ki seçmeyi ve gizlemeyi beceremiyorum.
    *- Bildiklerin sende kalsın; bilmediklerin de…
    *- Bilgi bir ağaçtır, aman dikkat her ağacın meyvesi yenmez!
    *- Geri zekalı "çok zekisin", çirkin "çok güzelsin" yalanlarından hoşlanırlar da tembel niçin "çok çalışkansın" sözünü duymak bile istemez?
    *- Dilin kemiği yok diyorlar; aksine var ve de bazen o öyle batar ki…
    *- Bize bir şeyler vereni sevdiğimizi söyleriz de başkalarına bir şeyler vermekten hiç bahsetmeyiz. Yoksa sevilmek mi istemiyoruz? Öyle ya, biz de başkalarına bir şeyler verelim de onlar da bizi sevsinler.
    *- "Uyuyanları uyandıralım" sözüne karşıyım. Aksine, uyuyanlara ellemeyin uyusunlar. Çünkü onları uyandırmak çok zordur ve de uyandıklarında da, ne size ne de kendilerine pek bir yararları dokunur. Zaten kısa bir süre sonra gene uykuya dalarlar. Peki ne yapalım? Onları uyandırmak için zamanımızı boşuna harcamayalım. Pek etik olmayacak, ama yapmamız gereken: onlara hoşlanacakları, uykularını derinleştirici yeni ninniler söylemek olmalıdır. Tarihe bir bakın, hangi devrimci lider uyuyanlarla ya da uyandırılanlarla yaptı onca işi? Etraflarında bunlardan bir tane bile var mı? Zafere uyanık insanlarla ulaşılır.
    *- Hiç acı tatmadın mı? Acele etme, bekle tadarsın nasıl olsa…
    *- Onurlu insanlara imrenen, bir tane onursuz insan gösterebilir misiniz?
    *- Galiba Cicero demiş "İnsan ne söylüyorsa odur" diye. Hayır, bu görüşe katılmıyorum. Ne düşünüyorsa odur. Çünkü dil, her zaman düşünüleni söylemez, söyleyemez…
    *- Aşık mısın? Ben bütün hastalara, biçarelere saygı duyarım!
    *- Aptal insanlardan ve çok zeki insanlardan korkarım. İnsan tarafından yaratılan felaketlerin çoğunda onların rolü vardır.

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,508,508,508,508,508,508,508,50
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    M.Nihat Malkoç

     Kahveci : M.Nihat Malkoç


      ORHAN DURU VE TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ

    Giritli Aziz Efendi'nin "Muhayyelat-ı Aziz Efendi" adlı eserini saymazsak Türk öykücülüğünün geçmişi bir buçuk asırdan önceye indirilemez. Zira edebiyatımızda Batılı tarzda ilk öyküler Tanzimat senelerinde yazılmaya başlanmıştır. Giritli Aziz Efendi'nin yazdıkları cinli, perili motiflerle süslenmiş eski halk hikâyesi geleneğinin izlerini taşır. İlk öyküleri Ahmet Mithat Efendi, Tanzimat döneminde "Letaif-i Rivayat" adıyla bir seri halinde kaleme almaya başlamıştır. Samipaşazade'nin Küçük Şeyler'i bu türde modern Batı öyküsüne yaklaşmıştır. Daha sonra Halit Ziya Uşaklıgil'in Maupassant'ın etkisiyle ustaca kaleme aldığı kısa öykülerdeki gözlemciliği ve titizliği gerçekçi öykü sahasında bir üst lige çıkmamızı sağlamıştır. Yeni Lisan Hareketi'nin öncülerinden Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünü çağdaş bir yapıya oturtmuştur. Fakat bunu yaparken gelenekten de beslenmeyi ihmal etmemiştir. Kısacık ömründe öykü alanında çığır açmıştır bu usta öykücümüz. Öte yandan Sait Faik'in alışılmışın dışında bir öykü dünyası kurarak bu türe yaptığı katkıları göz ardı edemeyiz. Son dönemlerde Türk öykücülüğünün çağdaş Batı öyküsünü yakalama noktasında olduğunu sevinerek görüyoruz. Demek ki Türk öyküsü kabuğunu kırıyor. Bu başarıya hizmet edenleri takdirle anmak gerekir. İşte bu kişilerden biri de geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz usta yazar Orhan Duru'dur. Bu yazımızda onun daha çok öykü serüvenine değineceğiz.

    18 Aralık 1933'te İstanbul'da doğan Orhan Duru, 1956'da Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi'ni bitirerek "veteriner" unvanıyla mezun olmuştur. Kısa bir süre veterinerlik yapsa da daha sonra aynı üniversitede asistan olmaya karar vermiştir. Fakat onun gönlünde yazma arzusu vardı hep... Onun içindir ki eğitimini aldığı veterinerlik işini bırakarak basın sektörüne adım atmıştır. Ulus'ta başladığı gazetecilik mesleğini Cumhuriyet, Milliyet, Güneş ve Hürriyet'te devam ettirmiştir. Daha sonra öyküye ilgi duymaya başlamıştır. Bu sahada kalem oynatmıştır. Son dönem öykücülerimiz arasında önemli bir yer tutan Orhan Duru'nun ilk öyküsü "Kadın ve İçki" 1953'te Küçük Dergi'de yayınlanmıştır. Öykünün yanı sıra bir yandan da çeviriler ve tiyatro uyarlamaları da yapıyordu. Onun ilk edebî ürünlerini Mavi, Evrim, Yeni Ufuklar, Pazar Postası, Yelken ve Dost dergilerinde görebiliyoruz. 'Marifet iltifata tabidir' kaidesi gereği o da ilk iltifatını TRT'den gördü. "Ağır İşçiler" adlı öyküsüyle 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda başarı ödülü kazandı. 1996'da "Sarmal" adlı öykü kitabıyla da Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nün sahibi oldu. Bunu "Fırtına" adlı öyküsüyle 1997 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı Erdal Öz'le paylaşması takip etti.

    Orhan Duru, velut bir yazar olarak hafızalarda iz bırakarak 25 Ocak 2009'da 76 yaşında iken vefat ederek aramızdan ayrıldı. Duru, belki insanlar tarafından çok tanınmadı ama öykü adına güzel işler yaptı. Türk öyküsüne kıymetli eserler kazandırdı. Öykü kütüphanemiz onun eserleriyle zenginleşti. Fakat öykü dışında da kalem oynattı Orhan Duru. Özellikle çevirileri adından söz edilmeye layık çalışmalardır. Bunun yanında deneme ve anıları, eserlerinin önemli bir kısmını teşkil eder. Fakat öyle olsa da biz onu "Öykücü Orhan Duru" olarak hafızalarımıza yerleştirdik. Diğer eserleri, öykülerinin gölgesinde kaldı hep…

    Merhum Orhan Duru'nun eserleri hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından dikkate değerdir. Sözün bu noktasında onun birbirinden değerli eserlerine dair bir liste yayınlamak istiyorum: Öykü: Bırakılmış Biri (1959), Denge Uzmanı (1962), Ağır İşçiler (1974), Yoksullar Geliyor (1982), Şişe (1989), Bir Büyülü Ortamda (1991); Deneme: Kısas-ı Enbiya (1979), Kıyı Kıyı Kent Kent (1977; genişletilerek Mavi Gezi adıyla 1986 ve 1987'de yeniden basıldı), Hormonlu Kafalar (1992), İstanbulin (1995); Anı: O Pera'daki Hayalet (1996; Sezer Duru'yla birlikte); Çeviri: Sierra Madre'nin Hazineleri (B. Traven'den), Gizli Tarih (Prokopius'tan), Çağdaş Fizik'te Doğa (Werner Heisenberg'den, V. Günyol'la birlikte), Amerika (Ginsberg ve Ferlinghetti'den şiirler, F. Edgü'yle birlikte); Tiyatro (Uyarlama): Durdurun Dünyayı İnecek Var (1968; Antony Newley ve Leslie Bricuss'tan), Sınırdaki Ev (1970; Slawomir Mrozek'ten), Üzbik Baba (1990; Alfred Jarry'nin Kral Übü'sünden).

    Orhan Duru'nun "Tango Geceleri" adlı eseri bir nefeste okunabilecek güzellikte ve öykü tadında denemelerden oluşuyor. Ciddi meselelerin de ironiyle anlatılabileceği gerçeğini en canlı biçimde gösteriyor bu eser... Bu kitabı okurken zaman zaman denemeden koparak öykünün izbe sokaklarında buluyorsunuz kendinizi. Demek ki bir öykücü deneme yazarken öykücülük yanını bir kenara koyamıyor. Öyküyle denemeyi aynı potada eritiyor yazar....

    Orhan Duru'nun gazetecilik yanını da unutmamak lazım... Onun gazetecilik birikimleriyle kaleme aldığı "Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye'nin Kurtuluş Tarihi" adlı eserinde Kurtuluş Savaşı sürecinde ve Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Türkiye'de görev yapmış Amerikan temsilcilerinin; büyükelçilerin, konsolosların, komiser ve yüksek komiserlerin gönderdikleri telgraflar, raporlar ve istihbarat raporları yer alıyor.

    Son dönem öykücülüğümüzün mihenk taşlarından biri olan Orhan Duru; "Öykü Yazmanın Sırları" adlı eserinde "Öykü düş gücü ister. Öykü hem düşlerden hem de yaşamdan kaynaklanır. Yalınlık, fantezi ve kurgu ister. Kimi zaman ayrıntılar üzerine kurulur ve yapılanır. Çağdaş öykücülük ise gizemli bir anlatımla bir arada gider. Kısacası öykücülük zor bir yazım türüdür. Kendini bırakmaya gelmez. Uluorta ve düzensiz bir yöntem izleyemezsiniz. Üstelik yazarın belleğinin kendine özgü bir anlatım biçimine sahip olması da gerekir…… Öykü peşinizi bırakmaz, sizinle sürekli didişir. Yazmak, insanın kendisini ve çevresini değiştirmek için kullandığı bir iletişim aracıdır. Bu iletişim aracını en yetkin bir biçimde kullanabilmenin yolunun 'dil'den geçtiğini düşünürsünüz ve eğilimleriniz hep yeni bir dilin peşinde olur. Sonsuz bir merak içinde olan öykücü neden ve nasıl sorularının cevabını bulsaydı öykü yazamazdı zaten" diyerek öyküye giden yolun kapılarını aralıyor.

    Orhan Duru'nun öykülerinde ironiyle yoğrulmuş eleştiriler genişçe yer alır. O, toplumsal gerçeklere değinirken hem güldürür, hem de derin derin düşündürür. Sosyal gerçekleri ve toplumsal aksaklıkları deşerken okuyucuyu sıkmaz. Onlara alaycı bir gözle bakar, fakat akıl hocalığı da yapmaz. Olayları tabii seyrine bırakarak onları mizah unsurlarıyla besler. Gözlemciliğindeki aşırı dikkati burada da görebiliriz. Aşağıda bir bölümünü aldığım "Düşümde ve Dışımda" adlı öykü kitabında bunu görebiliriz. Bu kitapta yakın zamanın gerçekleri, güncel bir bakış açısıyla ele alınıyor: "İstanbul olimpiyatlarını düşünüyorum gözlerim kapalı. Bir yerde start veriliyor. Göstericiler ile polis arasında yarışma ve çatışma başlıyor. Molotofkokteylileri atılırken Samaranch gelip sporcularımızı yanaklarından öpüyor…… Üç adım atlamada mehter takımı araya giriyor alkışlar arasında. Ardından İbo sahneye çıkarak tüm dünyaya barış ve lahmacun mesajı veriyor ve tüm bunları CNN canlı olarak yayınlıyor. Habitat'ta deneyimimizi artırdığımız için atletlerimizin enerji açığını kapatmaya uğraşıyoruz. Bu arada sular kesiliyor ve yarışı ter içinde bitirmiş atletler duş yapamadıklarından Cağaloğlu Hamamı'nı açıyoruz onlara, kese, sabun ve birer peştamal..."

    "Yeni ve Sert Öyküler" adından da anlaşılacağı gibi sıra dışı öyküleri bir araya topluyor. Bu eserde hayata çeşitli pencerelerden bakılıyor. Adına Sert Öyküler dense de bu eserde toplumsal eleştiriler mizahla yumuşatılarak veriliyor. Yaşamanın ve yaşlı dünyanın gittikçe anlamsızlaşması, insanların kayıtsızlığı, tabiatın her geçen gün uçurumun eşiğine sürüklenmesi, tüketim toplumunun aymazlığı, gerçeklerin güncele kurban edilmesi meseleleri bildiğimiz Orhan Duru üslubuyla irdeleniyor. Hayata dair ironik notlar düşülüyor.

    Orhan Duru'yla eşi Sezer Duru'nun birlikte kaleme aldığı "O Pera'daki Hayalet" adlı kitapta "hayalet yazar" olarak nitelendirilen sıra dışı yazar-çevirmen Oğuz Halûk Alplaçin'in hayatı irdeleniyor. Biyografik öykü ya da anı da diyebileceğimiz söz konusu kitapta 1.76 boya karşın sadece 46 kilo olan bu hayalet yazarla ilgili şu ifadelere rastlıyoruz: "Oğuz İstanbul'da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. İncecikti. Çeviriler yaptı, şiirler yazdı, dünyayı ve çevresini izledi. Hiçbir zaman bir evi, tek bir sandalyesi bile olmadı, Arkadaşlarının evinde kaldı. Birlikte yaşadığı insanlar hep övgüyle andılar onu... Üzerinde daima bir kitap bulundururdu. Kitaplığı olmadı ama güçlü bir belleği oldu. Bir bavulu bile yoktu, gerektiği zaman üzerindekileri değiştirmekle yetindi. Eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de bir tek mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı... Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi her şey olarak yaşadı... Hayalet Oğuz: yaşamını bir sanat yapıtı haline getirebilmiş ender insanlardan biri...

    Duru "Kazı" adlı öykü kitabında fantastik öykülere ağırlıklı olarak yer veriyor. Duru, 13 hikâyeden oluşan bu kitapta bellekleri "Kazı"yor adeta. Kitapta dünle bugün arasında köprüler kuruluyor. Bazen bir masal anlatıcısı kimliğine bürünülüyor. Kitabın ilk ve en uzun öyküsü olan "Kazı" da çağrışımlara genişçe yer veriliyor. Burada anlatıcının engin hayal gücü dikkatimizi çekiyor. Bu öyküde belki yazarın hayatından da izler bulunmuş olabilir. Bu öykülerde değişen toplum yapısı gözler önüne serilerek bir dizi tahlillerde bulunuluyor. Savaşlar, küresel ekonominin belleklerde yaptığı tahribat ve çıkar kavgaları eleştirel açıdan öykü süzgecinden geçirilerek okuyucuya sunuluyor. Öyküler bellekleri harekete geçiriyor.

    Duru'nun kaleme aldığı "İstanbulin" adlı gezi içerikli eser, İstanbul'un tarihini ve coğrafyasını farklı bir gözle ve üslupla belleklerimize taşıyor. O, modern Evliya Çelebi suretinde İstanbul'un bilindik caddelerinden izbe sokaklarına kadar pek çok köşede karşımıza çıkıyor. Kalbimizin elinden tutup bize İstanbul'u gezdiriyor, sevdiriyor. Tanzimat devrinde yaşayan erkeklerin üstten giydikleri bir çeşit yakası kapalı giysi demek olan "İstanbulin" Orhan Duru'nun muhayyilesinde doyumsuz bir coğrafyanın adı oluyor. Tanzimat'tan sonra, doğma büyüme İstanbullu seçkinler için kullanılan bir ifade olarak da bilinen "İstanbulin" Orhan Duru'nun kaleminde coğrafyayı, yirmi dört saat atan bir nabız haline dönüştürüyor.

    Orhan Duru'nun "Durgun ve İşsiz" kitabında denemenin doyumsuz tadına varıyoruz. "Sarmal"da toplu öyküleri, gülen yüzüyle karşılıyor bizi. Kısas-ı Enbiya'da farklı yolculuklara çıkıyoruz. "Fırtına" da büyülü öykülerin sıcaklığı sarıyor okuyucuyu. Neticede o, okunmayı fazlasıyla hak ediyor. Onun öyküleri yeni öykücülere ilham kaynağı oluyor.

    "1950 Kuşağı"nın sesli düşünen bir aydını olan Orhan Duru, yazdıklarının aksine, hayatı sessiz ve ağırbaşlı yaşadı. Konuşması ve dış görünüşü sükûneti çağrıştırırdı insanlara. Geçenlerde TRT-2'de yayınlanan "Okudukça" programında onun öykücülüğü kendi ağzından anlatılıyordu. Onda bir İstanbul Beyefendiliği ağırlığı vardı. O, vaktiyle İnterstar'da haber müdürüyken de sokaktaki bir vatandaşken de aynıydı. Kişiliğinde inip çıkmalar olmadı hiçbir zaman... İnsanları yanıltmadı. Hayatını ön planda tutmadı; yaptıklarıyla öne çıktı. Bilimkurgu, onun eserlerinde en usta işi örnekler olarak karşımıza çıkar. O aynı zamanda bir ironi ustasıdır. Şiir ve genel anlamda edebiyat üzerine değerlendirme yazıları da kaleme almıştır.

    Ebediyete uğurladığımız Orhan Duru; kendisini değil, yaptığı işi önemserdi. Yazdıklarının belli bir olgunluğa erişmesi için devamlı ve titiz çalışırdı. Gezmeye meraklı bir insandı o… Hayatı boyunca New York'tan Abu Dabi'ye kadar birçok dünya şehrini dolaştı. Bu gezmelerinin öykülerinde pek çok yansımasını görüyoruz. Onun ailesi de sanatla iç içeydi. Kardeşi Ülkü Duru bir oyuncudur. Eşi Sezer Duru da bir yazardır, çevirmendir. Sezer Duru, yazar Tezer Özlü ve Demir Özlü'nün kardeşidir. Ailece edebiyata gönül vermişlerdir.

    Son yıllarda Orhan Duru'nun öykücülüğü, asıl işi olan gazeteciliğini unutturmuştur. Öykücü olarak takdim edilmeye başlanmıştır. Oysa o, gençlik yıllarında adından sıkça söz ettiren bir gazeteciydi. Fakat ismini kalıcı kılacak olan, adıyla özdeşleşen öyküleri olacaktır.

    Türk öykücülüğünün kilometre taşlarından biri olan Orhan Duru da her fani gibi bu dünya gurbetinden ayrıldı. Fakat geride birbirinden güzel öykü, deneme, anı, gezi yazısı türünde eser bıraktı. Ama bu kitaplar ne yazık ki bir külliyat halinde bir araya getirilemedi henüz… Bugünlerde onun eskiden yayınlanmış pek çok kitabını bulmakta güçlük çekiyoruz. Tez vakitte bütün kitaplarının bir külliyat halinde yayınlanmasının sayısız faydaları vardır. Birkaç kuru ve samimiyetsiz sözle ona olan vefa borcunuzu ödeyemezsiniz. Ancak onun eserlerine sahip çıkarsanız 'vefa' sıfatı adınıza yakışır. O şimdi Aşiyan Mezarlığı'nda ebedî uykusunda İstanbul'u temaşa ediyor. Belki yeni öyküler kurguluyor. Allah rahmet eylesin.

    M.Nihat Malkoç
    mnm61mnm@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    ANELLİ

    Görülmedik her güzel kız pırıl pırıl Anelli,
    Anelli diyorsam, eyâ, sinesi bir tek benli,
    Kabarta mıdır boyu, Avar mıdır, Türkmen mi?
    Anadolu'da insan bugün ta dünden Hitit'li,
    Öyle bir karmış ki tarih en eskidir yepyeni.
    Gönül gözü olmayanın behey yalınkat erkeni!
    Kızlar kendileri gün, o çiğ günü n'eylemeli?

    Ala kentler yükseliyor mor dağlarlayın dünyada,
    Odlu ocağ, tüten baca yanmayı biliyorum ya,
    Bir türlü unutamıyorum unutmaya koyulsam da.
    Öylesine dolanılır germi vermeden gümana.
    Bir dâvaya, bir sevdaya birer simge olurlar da,
    Anelli'ler yitirmezler güzelliklerini ebedâ.

    Sokulur gökçe konuk kız aman bizler ne iyiyiz,
    Çeçen'e buyurmasa da ipince-iplik inceyiz,
    Bozulmazlar pantolonlar bacaklarımızda hergiz,
    Örülürse dört duvarı apansız ve de nedensiz,
    Örülürse dört duvarı sevilerin, ey kutsal giz,
    Kurtulmakçin gül ol gayrı, gül, yasemin ya da nergis!
    Yalnızca seni söylüyor güm de güm yüreklerimiz.

    Yanandan yana olmak kim, sevdadan ölmek nere?
    Dünya bir kaygıevidir sonu ören görenlere.
    Demir alıp gidilse de bilinmedik ülkelere,
    Bengi olsam ah beni hep emdirse Anelli, diye
    Umutlanır vurgun gönül her zamanda ve her yerde.
    Al evranım, al demiri, uydu çağrıya bir bende,
    Deryalarda albeni var, sevdalanmak albenide.

    Osman Numan BARANUS

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Çocuklarınızı bilgisayar başından kaldıramıyorsanız en iyi yöntem onları doğru yönlendirmektir. Bu sefer özellikle küçük çocukların bilgi ve becerilerini geliştirmeye yönelik bir web sayfası tavsiye edeceğim http://www.hellokids.com/ Sayfalarda resim çizmekten boyama yapmaya birçok aktivite mevcut. Aslında web sayfası ingilizce ama çocukların bile anlayacağı bir şekilde hazırlandığı için siz velilerin yönlendirme konusunda bir sıkıntı yaşamayacağınıza inanıyorum.

    Böyle İngilizce sayfalar tavsiye ederek biz velileri zor durumda bırakıyorsunuz diyenler için bir de Türkçe web sayfası tavsiye edelim http://www.cocukca.com/ Oyunlar, boyama sayfaları ve çocuklar için eğlenceli diğer örnekleri rahatlıkla kullanabilirsiniz.

    Teknolojik gelişmeleri yakından takip edebilmek için http://www.teknoportal.gen.tr/ sitesini deneyebilirsiniz. Her türlü teknolojik yeniliği takip eden bu portal sayesinde birçok konuda kapsamlı bilgiye ulaşabileceksiniz. Ayrıca bilişim teknolojisiyle ilgili birçok konu da ana başlıklar altında toparlanarak paylaşılmış. Özetle söylemek gerekirse: bu web sayfasında kısa ve öz bilgilerle, kafanız karışmadan teknolojiyi yakından takip edebilirsiniz.

    Diyelim ki her şeyi merak eden ve sürekli soran birisinden bıktınız ama ne yapacağınızı bilmiyorsunuz ya da aslında meraklı olan kişi sizsiniz ve kaynak bulmakta zorlanıyorsunuz. İşte size sağlam bir kaynak http://www.bilgimotoru.com/ O kadar çok sorunun cevabını sayfalarına eklemişler ki maşallah diyorum. Merakını gidermek isteyen arkadaşlar önden buyursun.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Hold Me Now - Johnny Logan









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20110426.asp
    ISSN: 1303-8923
    26 Nisan 2011 - ©2002/23-kmarsiv.com