Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.873

 3 Haziran 2011 - Fincanın İçindekiler


  • AYLAK MAYIS AKŞAMLARI ... Seyfullah Çalışkan
  • GÖKOVA'NIN BİLLURU: ÇÖKERTME ... Hamdi Topçuoğlu
  • Tarçınlı Elma Kurabiyesi ... Suna Keleşoğlu
  • Kiracı Perdesi ... İlknur Odabaşı
  • TREN BİLETİ ... Mehmet Önder
  • Haziran Aşkına ... Sarahatun Demir
  • SABIR ... Beltan Göksel
  • Oruç Baba'dan Aforizmalar-16 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • YOKSA İSTANBUL, HİÇ BİZİM OLMADI MI? ... Hasan Tülüceoğlu


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Cezai Ehliyeti Yoktur, Hükümsüzdür!..


    Merhabalar,

    Adam gerçekten sağlığını kaybetti. Söyledikleri sağlıklı bir beynin filtresinden geçmiyor, geçemiyor. Dolayısıyla benim nezdimde "Cezai ehliyeti" de yok artık. Tüm yağdanlıklarıyla, irili ufaklı, coplu, gazlı ordusuyla çıktığı seçim gezilerinde, ya kaldırım taşı döşeme temeli atıyor, ya çıldırmış projelerinden bahsediyor ya da muhalefete, ölmüşlere küfrediyor. Bunun affedilir, yenilir yutulur bir tarafı kalmadı artık.

    Küfür de yetmiyor, emriyle yasadışı kaydedilen ses kayıtlarının yayınlanacağını tahmin ederek(!?) tehdit te ediyor. Şehitlere kelle dediğine şahit olmuştuk ama bir öğretmenin yuttuğu gaz yüzünden kalp krizi geçirip ölmesini sıradanlaştırma, yok sayma gayretini görüp kahrolduk. Nerede sizin insanlığınız? Kılıçdaroğlu'na "İnsanlıktan nasibini almamış" derken, kendi vicdansızlığınızı hangi insanlıkla bağdaştırıyorsunuz sayın Baş Bey?

    Dokuz yıl önce okuduğu şiir yüzünden yedi yıldızlı otelde geçirdiği 4 ayın rantını hâlâ yerken, parasız öğretim istedi diye 15 aydır hapiste yatan gençleri, daha dün "Nükleer Santrale Hayır" diye pankart açanların derdest edilip götürülmesini aklından ucundan geçiriyor mu acaba? Dokuz yıl öncenin mazlumu şimdinin zalimi mi oldu? Özgür kalınca ne yapacağı sorulan siyah kölenin verdiği cevap gibi; "Yüzlerce kölem olacak." mı diyor kendi başına kaldığında, kimbilir?

    Yakışmıyor. Duyduklarımız, o makamı temsil edene, koskoca bir millete hiç mi hiç yakışmıyor. Kişiliğiyle bağdaşan hırçınlığı, küfrü, "Cezai Ehliyete" haiz olmamasıyla açıklanabilir belki ama, inanç özgürlüğünü silah gibi kullanıp iktidar olan birinin, muhalefet liderine, sırf aşağılamak amacıyla, "Alevi" demesinin affedilir yanı olamaz. Bunun hesabını tepetaklak olduğunda mutlaka verecektir. Milleti Alevi-Sünni diye parçalamaya çalışmak bu memlekete en büyük ihanettir. Kılıdaroğlu'nun dediği gibi; bu sefer "Rüzgar eken fırtına biçer." bile kafi gelmeyecek o fırtına tufan olup başına çökecektir.

    Asıl acı olan, adamın böylesi düşük seviyeli siyaset anlayışının memlekette rağbet görmesidir. Sahneden inmediği sürece de bu yüzeysel, bu mesnetsiz destek biteceğe benzemiyor. İşte sırf bu nedenle bile 12 Haziran'ın önemi daha da artıyor. Öyleyse "Ustaya(!?) ders vermek için eksiksiz sandığa".

    ...

    Şef garsonumuz sevgili Akın rahatsızlığı nedeniyle bir süredir hastahanede yatıyor. Kendisine acil şifalar diliyor ve hepiniz adına sevgilerimi yolluyorum. Sizler de kalın sağlıcakla, hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      AYLAK MAYIS AKŞAMLARI

    Bizim oralarda leylakların ardından kartopu dalları açar. Hanımeli kokuları sokağı baştanbaşa kapladığında artık yaz gelmiştir. Uzak bahçelerde kirazlar allanmaya başladığında benim akşam gezmelerim de başlar. İlk gençlik yıllarımda pamuk tarlasından dönüp akşam yemeğine oturuncaya kadar karanlık çökerdi. Arkadaşlarla kahvede buluşup önce biraz siyah beyaz televizyona takılır sonra gece yarısına kadar kasabayı bir baştan öteki başına kadar yürürdük. Kızlar bizim kadar şanslı değildi. Daha çok kapı önlerinde toplaşırlardı. Evden uzaklaşmalarına izin verilen en uzak yer dondurmacının kapısıydı. O yıllar her şeyin kimyası başkaydı. Uzun yürüyüşlerimizde konuşulan konular eninde sonunda vatan millet Sakarya'ya kilitlenip kalırdı. Sokakların ve gençlerin, toplumun her kesiminin bu konuda müthiş bir duyarlılığı vardı. Ve doğal olarak herkesin farklı bir çözümü ve farklı bir enerjisi vardı. İnsanlar gerçeğin bütün karanlığına inat umut doluydular. O günleri, o sohbetleri ve o akşam yürüyüşlerine özlemediğimi söylesem yalan olur.

    Gökçeada'daki yatılı akşamlarımızda uzun yürüyüşlere zaman bulamazdık. Yemek ile etüt saati arasındaki boşlukta Kaleköy yoluna doğru uzanıp akşamın alaca karanlığında yakalanma korkusu olmadan sigaralarımız içerdik. Sadece Cuma ve Cumartesi akşamları kekik kokulu tepeleri geçip Yenimahalle'ye Foti Baba'nın kahvesine giderdik. Çayları içip, ıhlamurun kokusunu ciğerlerimize doldurduktan sonra yatakhaneye dönerdik. Ama mutlaka çarşıdan dönerdik. Gençtik, deli doluyduk ama adada hepimiz keşişler gibiydik. Gökçeada sokaklarında akşama kadar turlasanız da tek bir kıza bile rastlayamazdınız. Hoş, kızlardan bize ne? Müdürümüz her fırsatta; "Siz buraya okumaya geldiniz. Derslerinize bakın. Ötesini boş verin," derdi. Biz de onun sözünü dinlerdik (!)

    Gerze ve Sinop'da yaz akşamları çıkıp dolaşmak mecburidir. Evinden çıkmayanı dövmüyorlar ama pek hoş da bakmıyorlar. Özellikle Gerze'de akşam gezmelerinin katı kuralları vardır. Evinizden çıkıp mutlaka iskelenin ucuna kadar yürürsünüz. Sonra dönüp sahildeki çay bahçelerinin birine oturursunuz. Çaylar içilip sohbetler edilirken bir taraftan da göz ucuyla caddeyi kesirsiniz. Kim ne giymiş? Kim kiminle geziyor? Kim evlenmiş, kim nişanlanmış? Kimin gelini veya damadı gelmiş? Tek tek kaydedersiniz. Hatta kısa kısa yapılan yorumlar o akşamın sohbetinin iskeletini oluşturur. Sonra cümbür cemaat çay bahçesinden çıkıp bir kez daha iskelenin ucuna kadar yürürsünüz. Ve sahildeki caddeyi boydan boya turalayıp evinize gidersiniz. Artık rahat bir uyku çekmeyi hak etmişsinizdir. Çünkü bu günkü sosyal aktiviteniz başarıyla sonuçlanmıştır. Bu kadar eleştirel bir dil kullandığıma sakın aldırmayın. Yıllarca bu seremoniye ben de katıldım. Üstelik epey de keyif alıyordum.

    Sinop'ta çay bahçelerinin konumu bütün gelip geçeni görmeye uygun değildir. Ama yine de hemen hepsi sahilde yer almaktadır. Burada da bütün kent akşam gezmelerinde sahile iner. İskelenin ucuna kadar yürümek adettendir. Ama iskele daha çok oltacıların mekânıdır. Gezintiye çıkanların çoğu iskelenin önünden Tersane'ye doğru geçmeyi tercih ederler. Gerze ve Sinop'un akşam gezmelerine yaşadığım diğer kıyı yerleşimlerinde de rastladım. Örneğin Ordu, Ünye ve Fatsa'da da durum üç aşağı beş yukarı böyledir. Yalnız özellikle Gerze'nin ötekilerden çok önemli bir farkı vardır. Akşam yürüyüşlerine çıkan insanlar en güzel, en moda giysilerini giyer ve süslenip püslenmeyi biraz fazlaca abartırlar. Piyasa yapmanın kendine has özenli bir raconu vardır.

    Güneş uzak tepelerin ardından kaybolup, renkler iyice soluklaştığında balkonda uyuz uyuz oturmak bana zor gelir. Apartmanların bahçelerinden sokağa taşan hanımeli, gül, ıhlamur ve lavanta kokuları beni kendine çeker. Alır başımı, kaldırımlara düşerim. Her akşam başka bir sokağı turlarım. Her akşam başka kaldırımları, farklı çiçek kokularını… Evimin yakınındaki parkın sokağa sırtı dönük bankında aynı saatlerde hep o kız ve aynı delikanlıyla karşılaşırım. Alaca gözlü esmer ve şişman kız ile selvi dalı gibi upuzun boylu o yakışıklı oğlan. Oğlan fısıldadıkça kız kıkırdıyor. Bir naz, bir eda, bir çalım sorma gitsin. Beni ilgilendirmez ama hemcinsim adına biraz bozuluyorum. "Bir güzeli bir çirkine verseler. Güzel ağlar çirkin güler bir zaman…" Git dengini bul kardeşim. Ağır tonajlı kızlar üşengeç olur. Ağır ağır kalkarlar yerlerinden ve sevmeleri de ağırdan alabilirler. Hiç olmaza annesini gör de öyle karar ver. Neyse, bu kadar dedikodu yeter. Kaysı, karpuz, kiraz… Yine geldi bahar, yaz…

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      GÖKOVA'NIN BİLLURU: ÇÖKERTME

    Eskiler, karpuz kabuğu suya düşmeden denize girme, derlermiş. Karpuz, ham hışır da olsa tezgâhlarda yerini çoktan aldı; ama biz ayağımızı denize hâlâ sokamadık.

    Bugün yolumuz Çökertme ve Bozalan'a. Önce denize dalacağım. Sonra da yetmişli yıllara uzanıp geçmişle gelecek arasına gökkuşakları gereceğim.

    Gideceğimiz yer çökertme olduğuna göre otobüsün dolu olması doğal.

    "Şu çökertme dedikleri
    Gökova'nın Billuru
    Burma bıyıklı kaptanlar
    Güvertede rakı içer,
    Keçiler denizi
    Harnuplar gölge salar bal vermez."


    - Keçi, deniz suyu mu içer yaw?

    - İçer, içer. Çökertme'nin suyu halis billurdur. İnanmayan bugün denesin.

    Mumcular'da Tolga Çandar'ın dev bir posterini asmışlar: Doğal... Bileğinin hakkıyla ön seçimde CHP listesinde birinci sıraya oturdu. Bir bayan, afişten de mi esinlendi bilmiyorum. "Karaova türküsünü söyleyelim." diyor.
    Gerçekten de şimdi türkü söyleme zamanı. Her seçim, bir şenlik bence.

    ***

    1970'li yılların ortalarıydı. O yaz tatilimizi Çökertme'de geçirecektik. Çökertme'nin denizini, havasını biliyorduk; ama kimse akreplerinden söz etmemişti.

    Hava sıcak, deniz limonata. Kimimiz güneşin, kimimiz denizin tadını çıkarmaya başlamıştık ki bir köylü kadın:
    "Bebekleriniz var. Gece dikkat edin. Buralarda kuyruklu çok olur." deyince akşama korkuyla giriyoruz. Gece serinliği çöker çökmez, tavandan, tabandan inanılmaz bir akrep saldırısı başlıyor. Sanki Alfret Hickok'un filmlerinden birinin gerçeğini yaşıyoruz.
    O gece hiç uyumuyoruz. Herkes "gidelim!"diye haykırıyor. İyi; ama araba yok, Çökertme dediğin yer, denizde iki kayık, kıyıda üç dört ev. Gece yarısında kimin kapısını çalabiliriz?
    Tan ağarırken kendimi sahilde 5-6 metre uzunluğunda bir piyadenin başında buluyorum. Bu kayık kimin ola ki?
    - İbraam Kaptan'nın.
    - O kim?
    - Çakır Ayşe'nin oğlu.
    - Çakır Ayşe mi?
    Gözlerim, fal taşı gibi açılıyor. O, sakın Halikarnas Balıkçısı'nın Çakır Ayşe'si olmasın!
    Yaşlı adamın bıyıkları kıpırdıyor. Dudaklarının ucunda aykırı bir gülüş.
    - O, Datça Yarımada'sının öte yakasında, Palamut Bükü'nde yaşamadı mı?
    "Her yazar biraz da kendini yazar. Ancak romancı her şeyi birebir yazacak değil ya! Ben Halikarnas Balıkçısı'nın Deniz Gurbetçiler'ni yeniden, yeniden okumalıyım.
    - Kaptan bizi Bodrum'a götürür mü?
    - İbram Kaptan, yok. O, Mavi Yolculuk kaptanıdır. Yazları burada olmaz. Çocukları götürür mü bilmem.
    Çakır Ayşe'nin 8-9 yaşındaki torunu Ali ve gelini, motoru gecenin neminden korumak için örttükleri çulu kaldırıp kolu çevirdiklerinde güneş, daha bir mızrak boyu bile yükselmemişti.
    - Bodrum, uzak mı?
    Sağımızda birden yükseliveren Fesleğen Yaylası uzaklık duygumuzu törpülüyor. Sanıyorum ki her tepenin ardı Bodrum.
    - Uzak ya! Tee, Gööova'nın ucunda.

    İlk dalgada gökkuşağının, yağmurların tekelinde olmadığını fark ediyor heyecanlanıyorum. Bu deniz gökkuşaklı. Sonra her burunu döndükçe yeni bir burun selamlıyor bizi. Bükler, Bükler, bükler… Her birinde, bir avuç başka yeşil. Belli ki oralara insan eli değiyor.

    O kış, karşıma Halikarnas Balıkçısı'nın Çakır Ayşe desenlerini koyup Balıkçı'yı, Azra Erhat'ı Bedri Rahmi'yi yeniden yeniden okuyorum. Çakır Ayşe'nin atla Hamza'ya gidişini masallaştırıyorum. Ama bana yetmiyor. Çakır Ayşe'yle konuşmalıyım. Onunla konuşmadan bir dönemin coşkusunu nasıl anlayabilirim ki!

    İbrahim Kaptan'ın evinin girişinde sarnıç vardır. Sarnıç, bu yörede yaz boyu hayat demek. Çamaşır, bulaşık onunla yıkanacak, hayvanlar onunla sulanacak. Kuru kayaların arasında yuvalanan yılanlar, akrepler onun serinliğinde yaşama tutunacaklar. Yok yok, bu yıl önlemlerimizi alarak geldik, akrep korkumuz yok. Üstelik odalarımız üst katta. Yaşlı incir ağacının gölgelediği avlunun önü deniz. Hayattan bakınca Çökertme Koyu'nu geniş açı görebiliyoruz. Burası cennet olmalı; bu ev de cennet köşkü.

    …Ama benim aklım bende değil ki!

    O, bu evde. Alt evden gelen tıkırtı onun tıkırtısı. Şimdi insem aşağıya, akşamdan akşama kapanan kapısını çalsam, bana Balıkçı'yı, Azra Ana'yı, Eyüpoğlu kardeşleri, Paluko'yu anlat desem…

    Günler geçtikçe, bütün kış kurduğun hayaller, bir bir yıkılıyor. Yirmili yaşlarda bir genç, seksenli yaşlardaki bir kadına bunları nasıl sorabilir ki!

    - Orada kim var?
    - Nine…
    - Neden yukarı gelmez?
    - Evini çok sever. Gözleri de çok az gördüğünden dışarı çıkmaz.
    - Onu ziyaret edebilir miyim?
    Açık kapısından bakınca kar beyazı üsküfü ve çiçekli basma entarisi dikkatimi çekiyor.
    - Sizi ziyarete geldim.
    Elindeki maşayla ocaktaki koru eşelemeye devam ediyor.
    - Buyur gel.

    Varıp elini öpüyorum. Onca yaşlılığına karşın, eli sıcak ve yumuşacık. Ona neden Çakır Ayşe dediklerini başını kaldırınca anlıyorum. Yüzündeki gün kesiklerini okuyabilme gücüm olsa keşke. Anlat desem, deniz gurbetçilerini, Mavi Yolculuk yolcularını, o nasıl anlatırdı acaba?

    "Gökova'ya giderken Oraklar'a uğradığımız gibi, dönüşte de Çökertme'ye uğrardık mutlaka. Bu kıyı köyünün çekiciliği Çakır Ayşe ile Paluko efsanelerinden de kaynaklanırdı. Onları tanıdığımda, Çakır Ayşe, mavi gözlü, olağanüstü güzel, yaşlı bir kadındı. Asıl adı Mustafa olan Giritli Balıkçı Paluko da olağanüstü yakışıklı, yaşlı bir erkekti. Bir akşam bu ikisi bizlerden uzakta, kuma çömeldiler, uzun uzun konuştular baş başa. Birbirlerine neler söylediklerini duyabilmek için meraktan ölüyordum. Ama öyle gizemli bir çember çizmişlerdi ki çevrelerine onlara yaklaşmanın yolu yoktu."

    Acaba kendisi için bu satırları yazan Mina Urgan için o ne derdi ?

    O gün, ona anlat, diyemedim. Dilim lal oldu. Ertesi gün, daha ertesi gün… Beceremedim.

    ***

    Çökertme'ye varır varmaz, denize girecektim. Nedense birden avlusu incir ağaçlı o eve yöneldim. Arkamdan seğirterek gelen yabancı bayanlardan biri, tam da o akrepli evin olduğu yerden geçerken :
    - Burada akrep hâlâ çok mudur, diye soruyor.
    Dönüp sağıma bakıyorum. O ev yok.
    - Yok, diyorum, buralarda akrep yok artık. Ama Ankara'da, İstanbul'da daha tehlikelileri yaşıyor.
    Kaptan'ın evi koyun en sonunda. Son restoranı da geçiyorum. Yıkık bir iki taş ev… Sonrası, çalılık. Geri dönüp restorana giriyorum.
    Gülten'i tanıyorum hemen. Buradan Kumcağız'a çok güzel kürek çekerdi. Kaptan geliyor sonra, küçük oğul Halil geliyor.
    - Kaptan, diyorum, ninenin evi nerde?
    Yandaki yıkık binayı gösteriyor.
    - Yok yok, benim onu gördüğüm alt ev!
    Gülten:
    - Restoranın arka tarafında kaldı, diyor. Depo şimdi; öteberi dolu.
    Şimdi orada olsaydı, ona o zaman sormaya çekindiğim şeyleri sorabilir miydim?
    - Burada bir incir ağacı vardı.
    "Avluyu kaplardı. Bütün bir yaz gözyaşı niyetine loplarını dökerdi."
    - Onu kestik. Tam bu restoranın olduğu yerdeydi.
    Restoranın arka tarafına geçiyorum. Sarnıç yerinde duruyor. Çocuklar gibi seviniyorum.
    - Çok şükür, diyorum kendi kendime, çok şükür!

    Havanın hâlâ serin olduğunu hissediyorum birden. Başımı kaldırıp Fesleğen Yaylası'na doğru bakıyorum. Bulutlar sonsuz bir yarışa kalkmış, koşuyor koşuyorlar. "Haydi!" diyorum dostlarıma, şimdi Fesleğen Yaylası kök boyalı kilimdir. Bozalan'da Tolga avazıyla zeybekler söyleyelim.

    Gidelim gidelim Halil'im
    Çökertme'ye varalım,

    Teslim olmayalım Halil'im
    Aman kurşun sıkalım,
    - Adamın biri, siyasi rakibine, sanatçı müsveddeleri ile mi ayakta duracaksın, demiş.
    Kastettiklerinden biri de sevgili Tolga Çandar olmalı.
    Adamın tek bildiği şarkı "Beraber yürüdük biz bu yollarda…"
    Tolga Çandar'ın repertuarında binlerce türkü var.
    Tolga Çandar, iyi saz çalar. Ya onun iyi çaldığı nedir?
    Tolga Çandar ODTÜ mezunudur. Mühendistir.
    Ya bunu söyleyen zat?
    Van minıt beyefendi, van minıt.
    Gülümsüyor, gülümsüyor, gülümsüyorum…

    Her köy, başka bir cennet buralarda. Bozalanlılar, bu cenneti yüz yıllardır doğanın renklerini tezgâhlarda biçimlendirerek yaşarlar. Artık eskisi kadar yok deseler de evlerden gelen bu kirkit sesleri, bize, çeyizlerindeki en değerli şeyin hâlâ "Bozalan Halısı" olduğunu anlatıyor.

    Bozalan'a varır varmaz, kadın erkek, yerli yabancı sokaklara dağılıveriyoruz. Kimsenin kaygısı, çekincesi yok. Biliyorlar ki evlerin sahipleri, onlara bir dal ada çayı bir fincan kahve sunmaya hazır.

    Kulağımda kirkit sesleri, belleğimde anılar… Her sokak başında, başımı kaldırıp kaldırıp Fesleğen Yaylası'na bakıyorum. Denizden apardığı damlaları, dala, yaprağa; kayaya, toprağa bırakan o bulutlarda Paluko'nun, Çakır Ayşe'nin, Balıkçı'nın, Eyüboğlu kardeşlerin, Azra Ana'nın Gökova sevdalısı daha nicelerinin ruhları olduğundan adım gibi eminim.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Suna Keleşoğlu

     Café Azur : Suna Keleşoğlu


      Tarçınlı Elma Kurabiyesi

    Tüm eve yayılan o kokuyu takip et. Karemelize olan elmaların üzerinde koku hakimiyeti kurmuş tarçının tombul bir ay şeklinde katlanmış hamurdan taşan kokusu. Üzerine serpilmiş pudra şekeri ile kendine çeki düzen veren elmalı kurabiyeler yanyana dizildikleri beyaz yassı tabağın içinden adeta "artık gel" diye sesleniyorlardı.

    Florasan lambasıyla aydınlatılan loş ve küçük bir mutfak. Maharetli bir kadının elinden çıkmış peynirli poğaçalar, elmalı kurabiyeler ve patates salatası üzeri muşamba örtülü küçük masada servise sunulmayı beklerken, mutfakta yaymakta oldukları kokuyla bir küçük çocuğun açlığını baştan çıkartıyorlar. Oysa yemek yemeyi sevmeyen çocuklardan O. Çelimsiz bacakları ve kemikleri sayılan elleri ile her daim sanki açmışcasına gezinen çocuklardan. Yok sevemiyor bir türlü yemek yemeyi. Ama şu koku, açlığının burun deliklerinden karnına yayılıveren elmalı kurabiyenin tarçını kucaklayan kokusu...

    Tüm kadınlar koyu bir muhabbetin eşiğinde, elişleri becerikli ellerinde birbirlerine nispet yaparcasına renk çümbüşüne sarıyor salonu. İşte en çok sevdiği Teyzenin kabul günü. Terlikler bir örnek, giysiler günün modasından ziyade bütçenin ayarına uygun. Tüm hafta giyilen naylon çoraplar bacaktan çıkartılmış, yazın rehavetine salınan çıplak bacaklar...Kimse pantalon giymiyor. O zaman memuriyet giysisi bir etek, bir bluz. Kahverengi etekler her daim naftalin kokan gardolaptan çıkartılmış, lacivertlerde...Ne tuhaf hiç biri çiçeklerle bezememiş eteklerini, hafta içine attıkları ciddiyetleri bu Cumartesi kabul gününe de aynı etekle gelmiş. Kimi lacivert, kimi siyah, en çok da kahverengi...

    Çocuk kokulardan renklere çevirdi yüzünü...
    Neyseki turuncu, sarı, kırmızı gömlekler ve bluzlarla tamamlanmış kostümler. Kimse penye giymemiş. İlla yaz sıcağında bile ütülenmiş ve tiril tiril vücuttan savrulan kumaşlara boğacaklar kendilerini. Çocuk aklı bu özene hayret ediyor.

    Koltuğun kenarında ceplerine sözcükler ve zihnine yüzler biriktirdiği, o renkli ve bir çocuk için bazen de çok sıkıcı o kabul günleri...Tüm hafta birbirini görmekten yorulmayan kadınların elişlerini anlatırken ki heyecanları ve çay faslında anlatılan tariflerin coşkuları, dedikodu olmaz mıydı? Hatırlayamadı çocuk kulağına hiç çalınmamış. Ama "şekerim şunu nereden aldın? ", "benim çocuğun öğretmeni" diye devam eden cümlelere alışkındı. Sohbetlerin ucunu tutmaya çalışır, tıpkı sökülen bir kazak gibi bir yerinde kendini bırakıverirdi...Kah çayın kokusuna, kah yaşıtı başka bir çocuğun oyuncağına, kah en süslü teyzenin dudaklarına sürdüğü kırmızı ruja kayıverirdi aklı. Bir sürü çocuğun odaya doluşup ne oynayalım diye odayı talan etmesine içi razı gelmezdi, ama çocuktu O da. Durun diyemezdi ya çocukluğuna. Küçücük evlerin küçücük odalarına sıkıştırırlardı kahkahalarını bazen. Kimi zaman ahşap evlerin bahçelerinde yakalamaca oynarlardı, en güzeli de yaz sıcağında serin bir avluda suyun akışını seyretmekti. Hortumdan akıveren ve avlunun çatlayan zeminini bir anda buz gibi ferahlatan suyun sesine karışırdı çocuklukları.

    Kabul günlerini severdi. Peynir yemediği için içi giderek seyrettiği peynirli poğaçalara rağmen. Bazı teyzeler hatırlarlardı, bir ikisine patates yerleştirip öyle atarlardı fırına. O üzerinde yumurtaları dağılırken parıldayan sarı rengin üzerine serpiştirilmiş çörek otlarından tanırdı kendine ayrılan patatesli poğaçaları. Peynirli poğaçalar susamlarla arkadaşlık ederken, kendine ayrılanlar karışmasın diye biraz da çörek otu serpiştirilmiş olurdu. Bir de kısırı severdi.

    Ama bugün tüm ruhunu elmalı kurabiye ve ona eşlik eden tarçının kokusu esir almıştı. Mutfağa gizlice dalıverdi. Mutfağın penceresiz haline acıdı önce. Yayılan tüm bu güzel kokuların kuşlara ulaşamayacağını düşündü. Yaz sıcağından ağaçların en gölge dallarına sığınmış kuşların payını da kendisine saydı. Çayın fokurdayan sesine, masada dizili yiyeceklere ve üstü etamin işli örtüyle örtülü buzdolabına baktı öylece. Tanıdığı tüm kadınların evinde buzdolaplarının buna benzer örtüleri vardı. İlk defa kuşları gördü. Penceresi olmayan mutfağın buzdolabının üzerinde adeta canlıymışcasına ses çıkaran rengarenk kuşları...

    Masanın üzerindeki beyaz tabağın üzerinde elinin çelimsizliğine baktı. Üzeri silme pudra şekeri serpilmiş en dolgun görünen elmalı kurabiyelerden birini avuçladı. Ağzına yayılacak tadı hayal ederken tarçın kokusu eşliğinde "Ne o acıktın mı? " diyen evsahibesi teyzenin sesi ile bir utanca dönüştü heyecanı.
    İzinsiz girdiği mutfakta, izinsiz almaya çalıştığı kurabiyenin bembeyaz pudra şekerleri gözlerine kaçtı panikten. Oysa kızgınlıkta, sorgu da yoktu teyzenin sorusunda...Küçük bir çocuğun sadece karnı acıkmıştı ve o muhteşem koku aklını çelmişti.

    Gülümsedi, elmalı kurabiyenin içine koymayı unuttuğu tarçının kokusunu hatırladı, unutkan bir teyze olmuştu. Çocukken duyduğu o kokuyla avunmaya çalışarak kendisine teyze diyen çocuklara içinde tarçın olmayan, ama üzerine pudra şekerinden kalp şekilleri yapılmış elmalı kurabiyeleri ikram etti....

    Kabul günlerini hatırladı, o günlere sığan arkadaşlıkları, paylaşımları ve kokulara karışan çocukluğunu...

    "yoksa daha acıkmadınız mı çocuklar?"

    şimdi anne ve teyze olmak, o zamanlar çocuk olmak kadar güzel...

    SunA.K. Grasse


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    İlknur Odabaşı

     Kahveci : İlknur Odabaşı


      Kiracı Perdesi

    ''Yurdumuz Cumhuriyet döneminde yeni savaştan çıkmış bir ülke idi. Yurdumuzun her köşesi çok büyük zararlar görmüştü. Ellerinde bir şeyleri kalmayan halk yoksulluk içerisinde kıvranıyordu. Atatürk bu duruma çok üzülüyor ve bu durumdaki halka bir şeyler vermek istiyordu.
    Atatürk 1923 yılında İzmir İktisat Kongresini topladı. Bu kongrede yurdun bağımsızlığının korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılması kararlaştırıldı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde TBBM 'de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli malı ve tutumlu olma konularını anlattı.''

    "Ev ve Sınıf Etkinlikleri Antolojisi Kitabı"

    Kapı aralığından giren kedi kendine bir yer buldu kıvrıldı. Arkasından kapıda iki kız çocuğunun cıvıltılı sesleri duyuldu .

    Girişte asılı kiracı perdesinden birkaç ilmek sökülmüştü , Mesude hala ihmal etmez tamir ederdi ama artık gözlüksüz hiçbir şey fark edemez olmuştu,

    Gözlüklerinin üzerinden bakarak bir top pembe pötükare kumaştan artan parçaları bir kenara ayırmış bir şeyler hesaplıyordu, bir zamanlar içinde İran çayı olan üzeri renkli teneke dikiş kutusu, Suriye den gelme antika makas , birkaç renkli makara sehpanın üzerinde duruyordu . Çocuklar şu mezuro ile bir kere daha ölçünüzü alayım .
    Bebeklerimize de elbise istiyoruz , tamam çocuklar ayıracağım karıştırmayın , kavanozlara da kapak dikeceğim artan parçalardan durun acele etmeyin diye seslendi.

    Mutfaktan mis gibi reçel kokuları geliyordu, elmalı kurabiyelerde davlumbaz fırında pişmek üzereydi. Limonata sürahisi de hazırdı. Camlı büfe de duran birkaç solmuş fotoğraf , likör bardakları , şekerlik bu evi çocuklara en çok sevdiren şeylerdendi. Halanın böyle yoğun olduğu günler tam bir fırsattı.
    Sandıktan çıkarılan kadife elbise ve yarısı sökülmüş lime lime dantel bir duvak, empirme desenli koca fiyonklu nişan elbisesi çocukları kocaman kızlar yapmaya yetiyordu. Eğer hala olanın bitenin farkına varmazsa biraz pembe talk pudrası, vişne çürüğü renkte ruj tam bir eğlenceydi. Aynanın karşısına geçip sırayla gelin oluyorlardı.

    Birden akıllarına ev ödevleri geldi. Biz Balaban amcaya gideceğiz dediler ve ev sessizliğe büründü.
    Çok geçmeden karton, tutkal, renkli elişi kağıtları ile döndüler. Her yıl yerli malı haftası kutlamalarında halaya kartondan taç hazırlatılır, üzerine Atatürk resmi yapıştırılıp iki tarafa da Ay Yıldız eklenirdi , bundan sonrası kolaydı. Renkli kalemlerle fındık, ceviz, armut ,elma desenlerini kendileri evde çizeceklerdi.

    O sıra da Hacer yenge içeri girdi bu bayram havasına katkıda bulunmak gerekti. Eve dönüp çocuklara yeşil naylon bir kapta kuruyemiş ve birkaç meyve getirdi.

    Yıllar yılları kovaladı yerli malı haftaları unutuldu , mis kokulu tarla çileklerinin yerini hormonlu yapay çilekler , şeker çikolata ikram edilen bayramların yerini kapalı kapılar, en kötüsü birbirlerini tanımayan kuzenler , birbirini çok seven insanların yerini birbirinden korkan insanlar aldı.

    Not : Kiracı perdesi marifetli hanımların tığ işi olarak çeşitli desenlerde yaptıkları parçaları birleştirmesiyle oluşurdu, en büyük avantajı ev değiştirdikçe uymayan pencerelere göre ya parça eklenir ya da çıkarılır , böylelikle ilave masraftan kaçınılırdı. Çocukluğumun pek çok güzel anıları arasında hatırladığım bir ayrıntıdır.

    İlknur Odabaşı


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      TREN BİLETİ

    Çok keyifli geçeceğini düşlediğim yolculuklarım hep sıkıntı içinde geçerdi. O yıllarda bir fuar bayramı vardı. Daha doğrusu İzmir Fuarı bayram gibiydi. 20 Ağustos-20 Eylül, tam bir ay, her yer fuar afişleriyle donatılır, gazeteler boy boy sanatçı resimleri yayınlar, radyolar sürekli reklâm yapardı.Tüm ünlü sanatçılar fuara gelir, Lunapark, Ekici Över, Akasyalar, Manolya gibi salonlarda şarkı türkü söylerler, gösteri yaparlardı. Biz de bir haftalığına teyzemde kalır, fuarın tadını çıkarırdık. Gezmekten, ayaklarımıza karasular iner, dinlendirme makinelerine para atar, dinlenir, yine gezerdik. Köye dönünce de keyifler devam eder, ay boyunca fuardan alınan giysiler giyilir, yeni dönen arkadaşların anıları dinlenirdi.

    O günler otobüsler tek tük. En gözde ulaşım aracı tren. Benim sorunum da bilet ödemeden yolculuk yapmak zorunda bırakılmak. İlkokulu bitirip ortaokula kaydolduğum yıldı. Tren durağında komşumuz Şinasilerle karşılaştık. Köy durağı olduğundan bilet satışı yok, içerde alınıyor. Annelerimiz, onun ablası, benim iki ablam trene bindik. Annem, her harcamayı gık demeden yaptığı halde, sıra benim bilet parasına gelince "Zerre kadar çocuktan para mı alınırmış!" diye tutturuyor. Artık bana düşen görev, anneme bilet parası ödetmeden İzmir'e ayak basmak.

    Şinasi benden oldukça iriyarı olmasına karşın hiç bir sıkıntısı olmuyor. Trene bindiğimiz anda bir yerlere kayboluyor, son durakta "Peh!" der gibi ortaya çıkıveriyor. Biletmiş biletçiymiş, onun kapsama alanı dışında. Hiç tanışıklığı yok. Her yıl bilet savaşlarından utku ile ayrılmak için savaşmak bana düşüyor.

    O yıl da aynı oldu. Ben trene binene kadar, o binmiş de saklanmış bile. Az sonra benim bilet savaşım başlayacak. Evden tembihliyim; biletçi "Kaç yaşındasın?" derse, "Daha yedisini doldurmadım emmi" diyecem.



    Biletçi geldi biletleri kesecek, annem "Üç kişi" dedi. Ablalarımı gösterdi. Sıra bana geldi:
    - Çocuğun bileti?
    Annem her zamanki gibi, saçlarımı okşadı:
    - Okula bu yıl başlayacak emmisi.
    Biletçi inanmadı ya, inanmış gibi yaptı:
    - Birazcık geç kalmış galiba?
    Ama annem de hazırlıklı:
    - Yook, dedi, biraz hızlı gelişti; böyle genç irisi oldu.
    On iki yaşındaki kavruk ben, yedi yaşına indirilince genç irisi, acar bir delikanlı oluverdim.
    Neyse, erkendi geçti, büyüktü küçüktü derken biletçiyi savuşturduk. Annem önemli bir zorluğu yenmenin kıvancı içinde; mutlu.



    Bu arada annemin kılık kıyafeti de fuara uygun, dörtdörtlük. O yıl evliliğinin yirmi beşinci yılı. Yirmi beş yıl önce Kemeraltı'ndan yapılan düğün alışverişinden mantosu yine sırtında. Yılda bir kez giyildiği için hiç eskimiyor. Onlar yalnızca, fuara gidileceği zaman çıkıyor sandıktan. Mantosu, eşarbı; tören giysisi gibi. O yıllarda kentliler kentlerde, köylüler köylerde yaşardı. Annem, bunları giyinip kuşanmazsa, kentin kapısından içeri sokmayacaklar mı sanırdı bilmem? Bu giysilerin tek kusuru, yirmi dört yıl önce moda olma özelliğini yitirmiş olmalarıydı. Ama onun gözünde, özellikle mantosu, bir şaheserdi. Hatta bir keresinde kadının biri "Pek demodeymiş" dediydi de, övündü durduydu, mantosu çok beğenildi, diye.

    Şinasi'nin annesinin mantosu henüz on beş yıllık olduğu için, onun böyle sorunları yok. Anneme göre modaya yakın.

    Ablaların da sorunu yok. Son moda maksi etekli entarilerini daha evde giyiyorlar, düğün salonuna girer gibi, atıyorlar kendilerini sokağa. Hepsi de pek edalı. Bizde her zamanki gibi birer kısa pantolon…



    Biz, dedim de, bizim Şinasi hâlâ ortalıkta yok. Nerelere saklandı ise bedava yolculuğun tadını çıkarıyor. Bu arada vagonun arka tarafından sık sık "Tak tak tak", ardından da "Aç aç" nidaları duyuluyor. Seslerden hiç bir şey anlaşılmıyor. Tak takı anladık da bu aç aç da neyin nesi. Gerçi askerden yeni gelen bir abi buna benzer şeyler anlatmıştı ama burası da yeri değil ki…

    Biletçiyi savuşturmuştuk, diye rahatlamışken bu kez, bilet kontrolü başladı, dediler. Tek tek biletlere bakacak. Biletçi hoşgörülü idi ama bakalım bu öyle mi? Şinasi de hâlâ ortada yok. Ben kaplumbağa gibi başımı omuzlarımın arasına çektim, ilkokula yeni başlayacak küçük çocuk görünümü almaya çalışıyorum. Sonsuz heyecan içindeyim. Böyle durumlarda insanın kalbi küt küt atar ya, benimki iki sıra gidiyor. Biri pat pat sırası, öteki küt küt sırası. Arada şaşırıp pat küte dönüveriyor.

    Gerçekten de kuşkularım yersiz değilmiş. Denetçi de aynı sorgulamayı baştan başlattı:
    - Küçüğün bileti? Okula gidiyor mu?
    Ben ortaokula kaydolmanın heyecanı içindeyim ya, bileti mileti unutup hemen atıldım:
    - Or….dedim.
    Annem "ta" hecesinin çıkmasına fırsat vermeden ağzıma, "Lütfen susar mısın minik yavrum" la "Kapa çeneni deyyus!" arası bir şaplak geçirdi; sanki benim dişler yerinden söküldü de, aday sıralamasında yerini beğenmemiş politikacılar gibi soldakiler sağa, sağdakiler sola geçti. Burun mu? O bizden değil.
    Ya bir de o "ta" hecesi yaşama geçseydi?



    Şinasi, doğal olarak hâlâ ortalıkta yok. Vagonun arka tarafındaki gürültü devam ediyor. Aç aç sesleri gitgide yükseliyor.

    Denetçi benim biletsizliğimin çok üstünde durmadı, rahatladık. Sonra arkaya doğru ilerledi. Bir kaç dakika sonra, Şinasi'yi ensesinden yakalamış, yolculara göstere göstere:

    - Bu çocuk kimin? Tuvaleti içerden kilitlemiş, insanları altına çiş ettirmiş. Üstelik bileti de yok. Kaçak yolcu!
    Denetçi bağırdıkça bağırıyor. Hiç kimse de sesini çıkarmıyor. Annesi deneyimli.Tık yok… Nasılsa bağırıp bağırıp gidecek, diye, yüzünü dışarı çevirmiş, dağları seyredermiş gibi yapıyor.
    Ama denetçi kararlı:
    - Anası babası yoksa polise teslim edeceğim.

    Şinasi'nin annesi bu kez telaşlandı, ama sanki ben de tuvaleti içerden kilitleyip insanları altına çiş ettirmişim gibi, beni gösterdi:
    - Bunun da bileti yok. Niye benim çocuğumla uğraşıyorsun?
    "Yandık; o denli sıkıntıyı çektikten sonra, bir de cezalı bilet parası ödeyeceğiz" derken, denetçi imdada yetişti:
    - Hanım hanım, küçüklerden zaten bilet alınmıyor. Senin oğlun bununla bir mi?
    Ben omuzlarımın arasından, küçücük başımla olanları izliyorum.



    Annem duygulanıyor; sicim gibi akan mutluluk gözyaşlarıyla beni bağrına basıyor. Cezalı bileti ödeyen Ali ile annesi anlamlı anlamlı bize bakıyorlar. Alındırış bile etmiyoruz.

    Mehmet Önder
    av.mehmetonder@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Sarahatun Demir

     Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir


      Haziran Aşkına

    Gurbetini rehnetmiş bir özlem var avuçlarında
    Bir Süryani aşkı
    Sessiz
    Kimliği öksüz
    Gözleri güzel

    Gurbetimde aşınmış papatya tarlaları
    Yitirilmiş masumiyetler
    Hiç dolmayacak boşluklar asılı kaldılar

    "Çünkü" ile başlayıp
    "Henüz" ile biteli beri bu akşamlar
    Seni özlemeyi gönülsüz bıraktık kalbimizle biz
    Düşündük ki ayıp ediyoruz artık aklımıza
    Fakat insanız işte
    Akılsızlık özlemini doğuruyor bu gereksiz haziran akşamlarında
    Susup özlemini indiriyoruz burnumuzun direğini yakan boynumuzu kıl etmiş bucaksız sevdanın hatırıyla

    Sarahatun Demir
    sarahatundemirycc@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Beltan Göksel


    SABIR

    Aklım takıldı. Ne demişler: "Sabreden derviş muradına ermiş" Ağabey bu atasözünü diyenler aslında yanlış demişler. Bilmezlermi ki sabır göstere göstere adam Derviş olmuş. Bana göre doğru söz şöyle olmalı. Sabır edip muradına eren derviş olur.

    Alem adamsın başka yazacak , kafayı yoracak , ahkam kesecek bunca sorun varken kalkmış yok sabır-yok derviş deyip kendi kafa karışıklığını düzeltmek için milletin kafasını karıştırıyorsun. Millet seçim kaygıları ile zaten yorgun düşmek üzere. , Aç TV-yi şarkılı, türkülü bir kanal bul, oh!mis gibi seyret. "Sabrın sonu selamettir" saçmalığından da kurtul.

    Bir de "Sabır taşı"varmış. Bunun çatlaması bilmem kaç ölçekte depreme eşitmiş. La Rochefaucauld isimli yazar bakınız ne buyurmuş"Sabırlı adamın öfkesinden sakınınız "

    İmdi etrafınıza şöyle fazla açılmadan göz gezdiriniz. Her olayda-oluşumda demezler mi? "Benim sabrımı taşırma!" Diğeri nefes bile almadan cevabını yapıştırır. "Taşarsa ne olur, ne yaparsın yani?" Geri adım atan da olur, atmayan da öfkenin esiri olur. Halbukim bir derin nefes alıp sabrı taşacak olan adamın neyin nesi olduğu veya olabileceğini kestirmeye gayret etse -sabır gösterse ; kendi sabrının taşmasını önlemiş olur; neticeten güzellikle iki sabır çatışmasından dostluk bile kurulabilir.

    Nerede o özenli davranışları sergileyen insan evlatları , elli yıldır hukuk yalayan bencağız ne gördüm, ne de böylelerini duydum. Sanki çekişme-kavgalar ile oluşan acılarla besleniyoruz. Kadınlara karşı şiddet alabildiğine, sanki matahmış gibi TV' lerin haber saatlerinde karısını kesen doğrayandan tutun, ölenler öldürülenler , trafik kazaları görüntüleri ve daha niceleri haber diye acıları ekranlara taşıyorlar. . Karısını doğrayanı seyredenler "İyi olmuş kimbilir ne halt yedi" deyip geçenler -Trafik kazalarında "Bu kadar hız yapmasaymış, buldu belasını" deyip arkasına yaslananlar. Dahası ne olsun , saymakla bitmez, hergün acılarla yoğrulmamız. Böyle bir yaşam içinde kolay mı öyle sabırlı olmak?

    Allah :"Allah sabredenleri sever" buyurmuş . Doğru buyurmuş. Sev, Allahım sadece sabredenleri değil, tahammül edenleri de sev. Sabır ile tahammül gösterme apayrı şeylerdir. Çoğumuz bu ikisini karıştırdığımızdan sevgilerimizi de - saygılarımızı da kaybetmekteyiz.

    Bu konu bir noktada beni aşmakta. Siz yine de yazımı tahammül gösterip okuyunuz.

    Beltan Göksel


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Oruç Baba'dan Aforizmalar-16

    *- Bazı tartışmalar, iki yüzünde de deri bulunmayan bir davulu çalmaya benzer. Yani birbirine çarpan tokmakların çirkin sesinden başka bir şey duyamazsınız.
    *- Dostum demeden önce o kişiyi çok iyi sına; yanlış bir dost düşmandan daha beterdir.
    *- Her dost aynı zamanda arkadaştır, ama her arkadaş dost değildir.
    *- Derdini, problemini sana anlatan arkadaş veya dostunu yönlendirmeye çalışma. Sadece onu dinle. Birazdan konuşup sesli düşünürken o zaten kendince bir çözüm üretecektir.
    *- Övdüğün kişi hâlâ arkadaşın veya dostun olmadıysa övgünün samimiyetine inanmamış demektir.
    *- Ne kadar kendini etrafındakilere sevdirmeye çalışırsan o kadar antipati toplayabilirsin. İnsanlara seni sevmelerini öğretemezsin. Bırak bu konudaki kararı onlar kendileri versinler.
    *- "Ben kötüyüm, ben beceriksizim" diyen birisi "Hayır, öyle değilsin" sözünü duymak için can atar. *- Tecrübe dediğimiz; yaptığımız hatalar ile başımıza gelen felaketlerin hepsine sonradan gösterdiğimiz doğru tepkilerin toplamıdır.
    *- Aptalların alkışladığı o kadar çok aptal var ki...
    *- İnsanlara senin arkandan konuştukları için kızma, yüzüne karşı konuşsalardı daha mı iyi olacaktı?
    *- Işığın bile aydınlatamadığı insanlar vardır.
    *- Bir şeyin kötü olduğunu bile bile ona karşı çıkmayanlar, bir gün mutlaka o kötülükle karşı karşıya kalacaklardır.
    *- Bir kötü, bir başka kötüden kötülük beklesin.
    *- Unutmak olmasaydı, hatırlamaya ne gerek vardı?
    *- Her gece uyumadan önce kendini sorguya çek. Yaptığın iyi eylemler için ödüllendir, kötü eylemler için cezalandır. Kendine vereceğin ödül ve cezalar sadece sözlü olsun.
    *- Kaybedecek şeyleri azalanların, tersine cesaretleri artar.
    *- Yanlışı fark ettiysen, doğruya çok yaklaştın demektir.
    *- Yükselmek sevindirir, düşmekse acıtır. Onun için bırak ben yerimde kalayım.
    *- Hasetin ateşi, cehenneminkinden beterdir.
    *- Ne kadar küçük olursa olsun, büyük insanların yanlışı da büyük olur.
    *- Tatile çıkan bir çok insan; dertlerini de yanında götürdüğünden, o güzelim günleri kendine zehreder.
    *- Uçurumlardan korkanların yükseklerde işi ne?
    *- Bazıları sabırsızlık ve tembelliği kötülüyor; oysa ben bu özelliklere sahip olan insanlara imreniyorum, nasıl oluyor da ısrarla sabırsızlıklarını ve tembelliklerini sürdürebiliyorlar, diye.
    *- Başkasının aklını isteyen bir tane akıllı var mı?
    *- Hep temelin önemli olduğundan söz ederiz. Nedense temelin üzerindekinin de aynı önemde olduğunu pek düşünmeyiz. Sadece temelle iş biter mi?
    *- Sır çözmek peşinde koşanların tüm ömürleri, çözemediği sırların peşinde koşmakla geçer.
    *- Adem ile Havva, bizim onlara yüklediğimiz günahları hak etmişler miydi?
    *- Yasaların suç saymadığı suçlar da vardır.
    *- Soru sormayan, hayret etmeyen, şüphe duymayan nasıl bilge olabilir ki!
    *- Cimrileri sevmeliyiz. Çünkü her cimri kendisi için değil, başkaları için biriktirir.
    *- Başkasını takip eden, onun gölgesinden dolayı güneşi göremez.
    *- Yoksulların utancı, zenginlerin eğlencesidir.
    *- Yoksullara giydirdiğin, zaten onlardan soyduğun elbiseydi.
    *- Çoğunlukla kan dökenin kanı o kana karışır.
    *- Bildiklerini hayal gücünle birleştir. O zaman bir şeyler yarattığını anlarsın.
    *- Hayal kurmayı küçümseyenler, hayal kurmadan edemezler.

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    YOKSA İSTANBUL, HİÇ BİZİM OLMADI MI?

    Fatih'in, fethin en güç, en zor, en kritik bir anında İstanbul'u fethetmedeki kararlılığını ortaya koyduğu şu sözü söylediği rivayet edilir: "Ya İstanbul beni, ya ben İstanbul'u alırım".

    Peygamber Efendimizin İstanbul'un fethedileceğiyle ilgili meşhur sözünden dolayı İslam orduları İstanbul'u fethetmek için seferler düzenleyip kuşatmalar yapmışlardır. Efendimizin vefatının bir süre sonrasında Hz. Muaviye, İstanbul'u fetih için ordu çıkarmış ve sahabelerin bulunduğu bu ordu İstanbul surlarını zorlamıştır.

    Osmanlılar fetih için en ciddi kuşatmayı Yıldırım Beyazıt zamanında yapmışlardır. Yardıma gelen haçlı ordusunun Niğbolu'da yenilmesi sonucu İstanbul'un kapıları Osmanlıya aralanmıştı. Şehri fethedip muhtemel peş peşe gelecek haçlı akınlarına karşı koyarak İstanbul'u elde tutabilme riskine karşı şehrin vergiye bağlanması ve şehirdeki Müslümanlara hürriyet tanınması tercih edilmişti. Ancak bir süre sonra anlaşmaya uymayan İstanbul'u Yıldırım Beyazıt tekrar kuşatmış; ne var ki doğuda ortaya çıkan Timur tehlikesi bu kuşatmayı etkili kılmamıştı.

    Osmanlılar, Fatih'in babası II. Murat zamanında İstanbul'u fethetme aşamasına ulaşan en etkili ikinci kuşatmayı yapmışlardı. Bu kuşatmada Yıldırım zamanında olduğu gibi fetihle sonuçlanmak üzereyken yine benzer endişelerle fetihsiz kalmıştı. Bizans tekrar vergiye bağlanmıştı. Yıldırım Beyazıt döneminde olduğu gibi II. Murat zamanında Osmanlı yöneticileri İstanbul'un fethiyle üzerlerine gelecek haçlı saldırıları riskini dikkate almışlardır. Böyle bir durumda fethedip tutunamamaktansa Bizans'ın vergiye bağlanıp kontrol altında tutulması daha risksiz bir seçenekti.

    Bu gelişmeler sonrası II. Murat'ın genç denecek yaştayken hükümdarlığı küçük oğluna bırakıp bazı devlet erkanıyla Manisa'ya çekilmesi enteresandır. Padişahın bu davranışı artık yorulduğu ve dünyadan el etek çekerek uhrevi bir hayat yaşama isteği olduğu şekilde açıklanır. İnanıyorum ki II. Murat, aldığı dini eğitimle dinin dünya ahiret dengesini bugün dini eğitimli bir çok kişiden iyi biliyordu. II. Murat'ın tahta çocuk yaştaki oğlunu bırakması tarihimizin en enteresan olayıdır. Ve onun bu davranışına gerçekçi bir açıklama da getirilememiştir.

    Oğul ikinci Mehmet çocuk denecek yaşta tahta çıkmış; ısrarlı, azimli ve kararlı çocuk padişahı özellikle sadrazam Çandarlı Halil paşa iki defa tahttan etmişti. Çocuk Mehmet Çandarlı'nın haçlı ordusuna karşı devleti korumak için II. Murat'ın tahta geçmesine sebep olmasını bu şekilde görüyor ve algılıyordu.

    Beylik yapısından devlet kurumuna tekamül eden Osmanlılarda padişah, bir nevi aşiretin beyi konumundaydı. Beyler aşireti hiçbir zaman tek başlarına yönetmemişlerdir.

    Çandarlı, padişah soyunun devam ettiği Osmanoğulları ailesi kadar güçlü bir aileydi. O güne kadar Osmanlı padişahlarının yanında hep Çandarlılar vezir olagelmişlerdi. Bundan dolayı şöyle bir kanaat oluşmuştu: "Padişahlık Osmanlıların, vezirlik Çandarlılarındır".

    Babasının inzivaya çekilmesine karşılık II. Mehmet, aşiret beyleri konumundaki padişahlığını güçlü kılabilmek için çok güçlü olmaya ihtiyacı vardı. Onun padişahlığını güçlü kılacak ufuktaki İstanbul fethiydi. Fatih bunu çok iyi görmüştü.

    Osmanlılar II. Mehmet'in yaptığı en etkili üçüncü ve son kuşatmayla İstanbul'u fethedeceklerdir. Devletin bürokrat ayağı önceki riskleri yeniden dile getiriyor ancak başka alternatif görmeyen padişah diğerlerinden farklı olarak onları dinlemeyecekti.

    Fetihte farklı söylemlere rağmen sadrazam Çandarlı Halil paşanın emeği ve gayreti çoktu. Orduyu büyük ölçüde finanse eden büyük maddi güçteki Çandarlı ailesiydi.

    Uzayan kuşatmanın bir yerinde bir bürokrat olarak Çandarlı, Osmanlı bürokrasisinin öngördüğü riski dile getirmişti. Bunu Fatih'te çok iyi gördüğü ve bildiği için fetih sonrası balkanlarda sürekli askeri seferleri devam ettirecekti.

    Muhakkak ki İstanbul'un fethi tarihimizin en büyük olayıdır. Yüzyıllardır müslim, gayrimüslim bir çok ordunun başaramadığını Fatih ve ordusu başarmıştır. Türkler olarak batı dünyasına en büyük darbeyi İstanbul'u fetihle vurmuşuzdur. Fetihte gösterdiği başarısıyla Fatih en büyük komutandır.

    Fetih sonrası Fatih'in uygulamaları ve ona yakın bazı bilinen isimlerin davranışları bize yazımızın girişinde ifade ettiğimiz Fatih'in sözünü hatırlatıyor ve ister istemez düşünüyoruz:

    Fethin hemen sonrasında devlete kuruluşundan itibaren büyük emeği geçen Çandarlı ailesinden sadrazam Çandarlı Halil paşa, kuşatmada Bizanslılardan "balık karnında rüşvet alması" gibi saçma bir suçlamayla idam edilir.

    Fethin en zor anlarında sözleriyle fethin gerçekleşmesine psikoljik destek olan maneviyat eri Fatih'in hocası Akşemseddin, fetih sonrası İstanbul'u terkedip Bolu Göynük'te adeta kendi kabuğuna çekilir.

    Yahudi ve hırıstyanlık dini yönetimlerine büyük ayrıcalıklar verilir.

    Fetih esnasında İstanbul'u terk eden Rum aileler geri çağrılıp şehre gelmeleri sağlanır. Hırıstinyan ailelerin İstanbul'a yerleşmeleri teşvik edilir.

    Anadolu halkına İstanbul'un kapıları kapalıdır. Anadolu insanının İstanbul'a yerleşmesi yasaklanır.

    Fatih'in hocalarından Molla Gürani bir süre sonra İstanbul'u terk edip Mısır'a gider.

    Yine Fatih'in hocalarından Molla Hüsrev, İstanbul'dan ayrılarak Bursa'da medrese eğitimi vermeye başlar.

    İstanbul'u uzun bir süre Bizans bürokrasisi yönetir.

    Devlet üst kademelerine genellikle devşirme kökenliler atanmaya başlanmıştır.

    Tabuları yıkmak gerekir. Amacımız Fatih'i küçültmek değildir. Her insanın hata ve kusuru olur. Kaldı ki peygamberlerin bile olmuştur. Yöneticilerin ise büyük hata ve yanlışları olmuştur. Önemli olan rasyonel bir ortamda mantıksal olarak bunları tartışabilmektir.

    Liderlerimizi, büyüklerimizi, kahramanlarımızı, devlet adamlarımızı hep iyi yönleriyle değil hatalarıyla da ele alıp değerlendirmeliyiz ki gelecek kuşakların hataya düşme ihtimallerini azaltmış olalım. Bu noktada "tarih tekerrürden ibarettir" sözünü hatırlatıyoruz.

    Fatih'in yönetimdeki uygulamalarıyla Osmanlı, salt devletten çıkıp imparatorluk olmuştur. Bu imparatorluk sürecinde padişah ailesi el üstünde tutulmakla birlikte devleti kuran yerli Türk ailesi belli bir noktadan sonra yönetimden uzak tutulmuş gibidir.

    Yazılı kaynaklarda yer almamakla birlikte sözlü olarak anlatıla gelen İstanbul'un fethiyle ilgili ilginç bir olay anlatımıyla yazımı bitiriyorum:

    "Fetih sonrası Fatih, kiliselere sığınmış kehanette bulunma özellikleri olan keşişlere şöyle bir soru sorar: "Siz İstanbul'u bizden tekrar alacak mısınız?". Keşişler bu soruya yapacakları inceleme ve araştırma sonrası cevap verebileceklerini söylerler. Sonuçta tamamladıkları uzun araştırma sonrası Fatih'e cevapları şu olur: "İstanbul hırıstiyanlarca yeniden alınmayacaktır ancak tasannileşecektir(hırıstiyanlaşacaktır)".

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    BEKLEYİŞE EKLEYİŞ

    Ne zormuş beklemek yarını
    Ne zormuş eklemek yarına yarını
    Bu bekleyişe ekleyiş
    Ne zorlu bir işmiş.

    Yine yalnızım bu bekleyişte
    Kütüphane dört duvar, ben köşe
    Dört sütun dim dik karşımda
    Göz kırpan, sadece bozuk bir lamba

    Yürüsün sandalyeler bari
    Sürünsün be masalar, insan gibi
    Bari sütunlar sürtünsün omzuma
    Birde girse, kara kitaplar koluma.

    Göğsüme bir yumak
    Yalnızlığıma bir durak
    Yanağıma bir dudak
    yok.

    Yalnızlığım ve ben pusuda
    Bu duvar vadiden, ya geçen olursa
    Hey gidi, Nazım usta
    Pirayem yok, pirayem yok.

    Semih BULGUR

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Duman grisi rengi ve tatlı suratlı bir kedi, karşınızda yalvarır gözlerle durup miyavlamaya başlarsa ne düşünürsünüz? http://www.izlesene.com/video/bu-kedi-ne-anlatmaya-calisiyor/3300847 Bu kedi sadece miyavlamakla kalmıyor, birde patilerini kullanıyor. Filmin sonunda ne olduğunu anlıyorsunuz ama sabırla izlerseniz en kötü ihtimalle yüzünüzde bir tebessüm ya da gülümsemeye sebep olacağına eminim.

    Uzun zamandır yapmadığım bir şeyi denedim ve flash oyunlarla ilgili kısa bir araştırma yaptım. http://www.freeworldgroup.com/ bu konuda en beğendiğim web sayfası oldu. Özellikle tavsiye ediyorum.

    http://www.msdyt.com/ "Modifiye Suç Değil Yaşam Tarzı" sloganıyla yola çıkan bu web sayfasını gönülden destekliyorum. Hele "Ölümüne şahin, modifiyeli şahin" videosunu kaçırmamanızı tavsiye ediyorum. Gerek altyazı desteği, müzik kullanımı, röportajlar, görseller adeta bir Aston Martin tanıtım reklamı tadında. Abimiz taverna müziğinden şaşmıyor ve ömrünün yettiğince Şahin'den vazgeçmeyeceğini söylüyor. O bir kuş serisi hayranı. Bu bir tutku. Unutmayalım ki Şahin şöförü olmak bir ayrıcalıktır…

    Fotoğraf çekmeyi sevenler bilirler, başarılı (!) çalışmalar için standart bazı kurallar vardır. Örneğin: fotoğrafta bir kitap, üzerine bir gül ya da kalp deseni oluşturacak bir nesne koyarsanız. Ya da tamamen siyah beyaz bir fotoğrafta sadece bir obje renklidir, özellikle kırmızı olanlar tercih edilir. http://brainz.org/14-horribly-overused-photography-tricks/ bu web sayfasında hem başarılı bir o kadar da klişeleşmiş 14 kuraldan bahsediliyor. Bunları bilmeyen kalmadı artık, hadi bi zahmet siz de öğrenin.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Lady Laura
    Tamara









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20110603.asp
    ISSN: 1303-8923
    3 Haziran 2011 - ©2002/23-kmarsiv.com