UNUTMADIK!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.894

 11 Kasım 2011 - Fincanın İçindekiler


  • SİVRİSİNEK KONÇERTOSU 2 ... Seyfullah Çalışkan
  • ATATURK'Ü ANARKEN ... Hamdi Topçuoğlu
  • ABD'de ve Birleşmiş Milletler'de yeni birşey yok! ... Cüneyt Göksu
  • RAKI,BALIK,MÜZEYYEN ABLA ... Banu Özgüç
  • SON ... Neslihan Minel
  • Oruç Baba'dan Aforizmalar-37 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • CİDDİ BİR MİZAH YAZISI: ŞİKE Mİ, ŞAKA MI? ... Abuzittin Tırlak
  • Değer Üzerine I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Çirkinsin be kadın, çirkinsin!..


    Merhabalar,

    Bir önceki yazımda insanı insan yerine koymaktan dem vurmuştum. Sadece insan yerine koyulmak ta yetmiyormuş, insan olduğunu hissetmek te gerekiyormuş. Yani sorun, sen insansın, hakların var demekle olmuyor, bitmiyor. Bu hakkı kullanabilme bilinci de gerekli. Kaderciliğin ve köleliğin izdüşümü olarak yaşayanların, yalakalıktan, kulluktan başka çareleri olmadığının farkında olmak, seni adam yerine koymaksızın yönetenlerin sağmal ineği olmamak gerektiğinin ayırdına varmak gerekiyor.

    Laf ebeliği yapmak değil niyetim. Sadece 17 gün önce 7.2 şiddetinde depremle yerlebir olan Van'da dün yaşanan trajedi, insanın insan yerine konduğu, yaşayanların kendini insan hissettikleri yerde yaşanmaz, yaşanamaz. İlk depremde yıkılmadan ayakta kalan binalara oturulabilir diyen, ardından dediğini inkar etmek zorunda kalan bir bakanın pervasızlığı sizi kahretmiyor mu? Binayı sarıp sarmalayan, çatlakları alçıyla kapatan otel sahibi mi daha suçlu yoksa o binalara giriş izni veren basiretsiz yöneticiler mi? 9-10 şiddetinde ki depremlere dayanmış Japonların, 5.6 şiddetindeki bir depremde ölmeleri rezaletinin sorumlusu kim acaba? Halka kakaladığı TOKİ evlerinin akıbeti ancak bir sonraki depremde anlaşılacak marifetli Albayrak şeytana uyup istifa etmeyi aklının ucundan geçirir mi hiç bu memlekette? Lanet olsun. Bit kadar değerimizin olmadığını hissetmek kadar aşağılık bir durum yok. Ben o Japon doktorun ailesinin yerinde olsam, bu memleketi yönetenlere, acz içinde olanlara ve hatta bu memleketi satmakla muassır medeniyete ulaştırmayı bir tutan takiyyeci yöneticilere öyle bir tazminat davası açarım ki bir daha k.çlarını doğrultamasınlar isterim. Yazıktır, günahtır. Van'da sınıfta kalanların olası bir İstanbul depreminde ne halt yiyeceklerini elbette çok merak ediyorum ama dilerim bu merakımı gidermeden bu dünyadan göçer giderim. Zira, ölmekten geçtim, kış gününde o bez çadırlarda yaşamak zorunda kalmanın ne zor olduğunu tahmin edebiliyorum.

    ...

    Geçtiğimiz hafta Kütahyalı'nın karısı Alçı kendisine ihsan edilen programda maymunluk ederken zırvalamış, herşeyini borçlu olduğu bir büyük adama, sırf velinimetine yalakalık etme adına "Diktatör" demişti. Dayanamamış, feysbukta kendisine hitaben bir cümle yazmıştım; "Diktatörün ağababasının eteğine tutunmuş Kütahyalı Alçı, Atatürk'e diktatör demiş. Çirkinsin be Alçı çok çirkinsin." Yazdığımın ardındayım. Haddini bildirmeyi çok isterdim ve eğer becerebilseydim, Bekir Coşkun'un dünkü yazısını yazmak isterdim. Kayıtlara düşsün, okumayanlar okusun diye o yazıyı buraya almak ve altına binlerce kez imza atmak istiyorum müsadenizle.

    Atatürk Diktatördü

    Onun için damadına kalkıp devletin parası ile gazete televizyon grubu aldı da kimse sesini çıkartamadı…

    *

    Mesela bu Meclis… Sülalen karşı çıkarken canını dişine takıp “diktatör” dediğin Atatürk açtı bu Meclis’i…

    Yasaları yapsın diye…

    Ama sen; açık meclisi yok sayarak, daha geçen gün KHK’lerle kanunları kendisi yapanı yalıyorsun, arsız…

    *

    Atatürk diktatördü!..

    O yıllarda Almanya ve Avusturya’dan kaçan tam 142 bilim adamı, birçok Batı ülkesi dururken Türkiye’ye gelip ilimlerini sürdürebilmişlerdi… Ama daha on gün önce “bilim özgürlüğü yok edildi” diye 50 bilim adamımız TÜBA’dan istifa etti, senin ileri demokratın elinden…

    Gazetelerde yazamadılar, televizyonlarda söyleyemediler bile korkularından…

    İnsan biraz utanır…

    *

    Bir test yap istersen…

    Çık sokağa şu sözcükleri bağır, bak bakalım insanların aklına kim geliyor:

    “Korku…”

    “Gemicik…”

    “Kayıp trilyon…”

    “Evrakta sahtecilik…”

    “Villa, mücevherat, ticaret…”

    “Hapisteki gazeteciler…”

    “Bağımlı yargı…”

    “Baskı…”

    “Nefret…”

    “Faşizm…”

    *

    Çık dene, diktatörü gör…

    *

    Bugün 10 Kasım…

    Hayatta olmayan, silinmek istenen, hakaret edilen, artık hiçbir yaptırım gücü bulunmayan “diktatör” için bir millet sokaklara dökülüp onu özlemle, saygıyla, minnetle anacak…

    Onun için ağlayanları göreceksin…

    İstersen herhangi bir köy kahvesine girip ona bir laf söyle, başına geleni göreceksin…

    Senin “Atatürk diktatördü” diyerek yalakalık yaptığın, altmış koruma arasında sokağa çıkamazken…

    *

    Şimdi mi aklına geldi Atatürk’ün diktatör olduğu?…

    Üç çeyrek asır sonra…

    Ama daha dünkü hukuksuzluğu, baskıyı, tehdidi, korkuyu duymadın…

    Mesela; yazılmamış kitapların suç sayıldığından, gazete patronlarına yazar kovdurulduğundan, ayağa kalkmayanların hapse atıldığından, hırsızlık dosyasının kapağını açan savcıların sürülmesinden, muhalefet şerhi koyan hâkimlerin gönderilmesinden, yargının iktidara bağlanmasından, insanların yatak odalarına kamera sokulmasından, on binlerce insanın telefonlarının dinlenmesinden haberin olmadı…

    *

    Çünkü…

    Utanman yok…

    Bekir Coşkun
    10 Kasım 2011 – Cumhuriyet


    Hepsine inat ulu önder Atatürk'ün hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      SİVRİSİNEK KONÇERTOSU 2

    Konutların bazıları tamamlanmış. Bazıları yeni yıkılmış, ötekiler ise hala duruyor. Yeni binalar sadece deprem açısından değerlendirilecek olursa uygulamaya karşı çıkmak mümkün değil. Yeni binalar genellikle dört katlı olarak inşa edilmiş. Yıkılan konutlardan sonra sokaklar Yeniden planlanmış. Caddeler daha geniş olarak bırakılmış. Ancak şu anda ortada ne sokak ne cadde var. Yerleşim yerinin gelecekte alacağı görünüm de henüz anlaşılamıyor.

    Benim evine gittiğim kişi oraya seksenli yılların başında yerleşti. Tek katlı taş ve topraktan yığma bir evdi. Tam yirmi beş sene o ev için çalıştı. Şemiklerden bisiklet ile Halkapınar'daki Sümerbank fabrikasına gitti. Birkaç kuruş kazanabilmek için fazla mesailerin üzerine balıklama atladı. Daha ucuza satıldığı için mahalle arasında satılan bayat ekmekleri ısıtıp tazeymiş gibi yedi. Evini yıkıp bodrum ve birinci katı bitirdiği sene Yamanlar Deresi Karşıyaka'yı sel aldı. İnsanlar öldü, eşyaları sulara kapılıp körfeze aktı. Mevla'm yüzüme baktı, eski evde sele yakalanmadım şükür diye çocuklar gibi sevindi.

    O yasalara karşı gelecek, kabadayı, başına buyruk biri değildi. Belediyeler izin verdi bir kat daha yaptı. Seçimlerden önce göz yumuldu bir kat daha yaptı. Yemedi, içmedi, tatile hiç gitmedi. Dişle, tırnakla çalıştı ve üç katlı bir evi oldu. Evinin değeri hiçbir zaman milyon liralara ulaşmadı. Otuz yıl sonra birileri çıkıp kentsel dönüşümü icat etti. Çankaya Belediyesinin Portakal Çiçeği Vadisi projesi herkesi büyüledi. Gecekondu sahipleri birden kentli oluverdiler.

    İzmir Gültepe'de Pırnalı'lı Ahmet evinin tapusunu tam otuz beş sene sonra aldı. Üstelik daha önce parasıyla satın aldığı arsayı bir kez daha belediyeden satın alarak. Bunlar ana, baba tüm aile 1965 yılında Makedonya'dan kalkıp Gültepe'ye yerleşmişler. Evlerinin olduğu yer sert, yalçın kayalık. Otu bırak yosun bitmez. Oradaki hazine arazilerini önce Trabzonlular sahiplenmişler. Beleşten kondukları arsaları sonra Konyalılara satmışlar. Pırnalı'lı Ahmet evlerinin oturduğu arsayı Konyalılardan almış. Ama tapu ne gezer. Adi senetle. Evini yapıp oturduktan sonra, ana baba bu dünyadan göçüp gittikten sonra bir de bakmışlar ki arsalar devlet babanın. En azından tapumuz olacak diye seve seve hatta sevine sevine paralarını ödemişler. Şemiklerdeki arsaların durumunun bundan farklı olacağını hiç sanmıyorum. Bu nasıl bir devlet baba ki gözlerinin önünde insanlar bir koyundan beş post çıkarırken hiçbir şey görmez, duymaz?

    Kısadan gidelim; Şemiklerde kentsel dönüşüm bağımsız müteahhitler üzerinden yürütülüyor. İhaleye nasıl giriyorlar, işi kimden alıp yükleniyorlar bilmiyorum. Ancak mülklerin eski sahipleri devlet babayla değil müteahhitlerle bireysel olarak pazarlık ediliyor. Ortada tek bir gerçek var. Evin öyle veya böyle yıkılacak. Anlaşmaya mecbursun. Kural basit. Evinin oturum alanı yetmiş beş metrekareyse sana bir daire veriyorlar. Eğer küçükse bir daire sahibi olmak için aradaki farkı cebinden ödüyorsun. Üç katlı, dişle tırnakla inşa ettiğin ev yıkılıyor ama senin oturacak tek dairen bile olmuyor. Üstelik arsalar belli parsellerle gruplanmış. Yıllarca komşuluk edenler birbirlerinden gizli olarak pazarlık etmeye çalışıyorlar. Yıllarca komşuluk edenler üç kuruş için birbirlerini satıyorlar. Ne acı… Genel manzara şu; Bu semtin sakinleri genellikle balkan göçmenleri. Çalışkan ve vukuatsız insanlar. Oturdukları konutlar onların elli yıllık, kırk yıllık yaşam amacına ulaşmak olarak görülmüş. Bütün ömrünü bir ev sahibi olmaya harcamış insanlara şimdi sizin eviniz yok deniyor. Sanki gözlerini bir kâbusa açmışlar gibi kendi sokaklarında şaşkın şaşkın geziyorlar.

    Diş ile tırnakla kazanılan mülkler müteahhitlere kurban ediliyor. Rakamlarla ifadesi zor büyüklükte rant var. Yeni yapılan konutların bahçeleri yok. Otoparkları yok. Yeşil alanları yok. Yıkılan binaların benzerleri yapılıyor. Sadece caddeler genişliyor. Ve elbette yeniler depreme daha dayanıklıdır. Yoksulların ellerindeki son kuruşlar alınarak yeni zenginler yaratılıyor. Yıkalan konutların çoğunun oturma alanı yetmiş beş metrekarenin altında. Üç katlı binaları yıkılıyor ama onlar yeni bir daireyi müteahhitten yeniden satın almalılar.

    Benim anlamadığım, aklımın almadığı binlerce konu var. Keşke sadece kentsel dönüşüm olsa. Çekirge Devlet Hastanesindeyim. Saat ikindiye yaklaşıyor. Sabahtan beri koşuşturan hastalar durulmaya, ortalık sakinleşmeye başladı. Birden koridordaki insan tipleri değişmeye başladı. İyi giyimle güzel kadınlar ve yakışıklı gençler ellerindeki kocaman çantalarla doktorları birer birer ziyaret etmeye başladılar. Benimle aynı bankı baylaşan delikanlıya bunlar kim diye sordum. "Onlar İlaç tanıtıcısı amca "dedi. "Çok para var bu işte." Hayda buyur buradan yak. Onlar niye ilaçları tanıtıyorlar? Doktorlar reçetelere yazacakları ilaçları bilmiyorlar mı? Niye insanların bu kadar zamanını alıyorlar? Bu işten doktorların karı ne? O gençlere kim para veriyor. Peki, firmaların bundan kazancı ne? Zaten bütün ilaçlar eczanelerde bulunmuyor mu? Doktor gerekli ilacı yazar. Sen de parasını verip eczaneden alırsın? Acaba doktorlar bize gerekeni değil de başkasının önerdiği ilaçları mı yazıyor. İşte yine aklım karıştı.

    İsrail, Birleşmiş Milletlerin İran'a hakkında hazırladığı nükleer raporuna çok kızmış. Bütün dünyayı korumak için, insanlığı kurtarmak için voltranı bile oluşturmadan İran'a tek başına saldırmayı düşünüyormuş. Hayda!.. Sana bu görevi kim verdi? Senin de nükleer bomban var? Başkaları da sana saldırsın o zaman. İşin garibi kimse hışt pışt da demiyor. Meydanı boş bulmuş esip gürlüyor. Gerçekten İran'a saldırsa kimsenin kılı kıpırdamayacak. Başbakanımız da İsrail'e rest çekmelerini unutmuş. Ne oluyor birader? İran Müslüman ülke... Biz de Müslüman bir partinin ve Müslüman bir hükümetin başıyız. Çüş bakalım komşu, sen ne yapıyorsun demiyor. Bir ay önce İsrail'e sen katilsin diyordu. Filistinlileri çocuk, kadın, yaşlı demeden katlediyorsun diyordu. Şimdi susuyor. Acaba bizim başbakanımızın düğmesi mi var? Gizli bir el istediği zaman açıp kapatıyor mu?

    Cennetten kaçmak ister mi insan? Cennet yurdum, yedi iklimim, dört kıtam üzerinde biz biraz çıkıntı mıyız? Biz depremlerde, çürük binaların altında karıncalar gibi ölürüz. Sel olur bizim sokaklarımız göl olur. Askere gidip biz ölürüz. Kar bizim çatılarımıza yağar, öfkeli rüzgârlar bizim çatılarımızı söküp atar. Biz ölürken birileri zengin olur. Neden böyle oluyor diye soramayız. Biz hep yayayız, hep aylık faturaları ödemenin derdinde. Hep işsiziz, hep yoksul, hep hastane koridorlarında kuru kalabalık… Biz hep kuyruklarıyız. Hep otobüslerde ya da yağmurdan korunaksız durakların önünde… Hep bekliyoruz. Biz bu cennette karıncalar kadar çok ama hep kuru kalabalığız.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    10 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      ATATURK'Ü ANARKEN

    Bağımsızlık savaşının başından bu yana Atatürk'e karşı çıkan zihniyet, artık her zamankinden daha güçlü, daha fütursuz.

    Herkes biliyor ki bazılarına göre Türkiye'nin kurtuluşunun yolu, Atatürk'ten kurtulmadan geçiyor.

    Atatürk ilkeleri ders kitaplarından çıkarıldı; kurduğu ve mirasını bıraktığı kurumlar, kanun hükmünde kararnamelerle bir gecede işlevsizleştirildi.

    Cumhuriyet Bayramı, deprem bahanesiyle kutlanmadı. Hani bir de şu mübarek Kurban Bayramı 10 Kasıma, denk gelseydi diye düşünenlerinin olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

    Olan bitene ne halktan, ne eğitim, bilim, sanat dünyasından bir tepki var. Medya içinse artık bunların haber değeri bile yok.

    20. YY' da yapılan devrimlerin ortak amacı, toplumlarını ileriye doğru (gelişme-ilerleme) modernleşmeye itelemektir. Atatürk devriminin temel amacı da Türkiye'yi her bakımdan modern bir devlet yapmaktır. Ancak onun diğer devrimlerden ayrılan en önemli yanı, tek çizgi doğrultusunda oluşmaması ve modernleşme gerçekleştiğinde ortak bir durakta son bulmamasıdır.

    Suna Kili, Atatürk Devrimi modelinin iki temel amacını: "Çağdaşlaşmak ve kalkınmak, böylece 'çağdaş uygarlık' düzeyine çıkmak. Buradaki çağdaşlaşmadan kasıt, yalnızca sanayileşme değildir. Bu kavram ayrıca toplumsal, psikolojik ve siyasal değişmeyi de içerir" sözleriyle açıklar.

    Kalkınma olmadan çağdaşlaşmanın olamayacağı açıktır. Ancak, kalkınma, birçoklarının anladığı gibi ekonomik büyümeyle sınırlı bir kavram değildir. Hele hele gelir dağılımının gerçekleşmediği, toplumsal refahın tabana yayılmadığı bir toplumda ne kalkınmadan ne de çağdaşlaşmadan söz edebiliriz. Atatürk Devriminin temel amaçlarından biri toplumsal refahın tabana yaymaktır. Bunun ön koşulu, bireylerin, refahın ana araçları olan eğitim, sağlık, kültür alanlarında yeterli olanaklara sahip olmasıdır. Bu olanaklar sayesindedir ki bireyler, üretime etkin biçimde katılabilme şansı yakalar. Bu, demokrasinin yaygınlaşması ve gelişmesi için de en etkin yoldur.

    Atatürk Devrimi, kimilerinin söylediği gibi geçmişten kopuk, köksüz bir değişim değildir. Onun tarihsel kökleri, önceki yüzyılda imparatorluk içinde ortaya çıkan düşünce akımlarındadır. Cumhuriyetin temellerindeki harçta, İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçora, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp gibi aydınların ışıkları vardır. Azıcık olsun tarih bilen, Atatürk düşüncesini önyargısız değerlendirebilen biri, bu gerçeği bilir.

    Atatürk Devrimini karşıtlarının bir başka savı da, Atatürkçülüğün gerçekte bir fikirler sistemini temsil etmediği, daha çok yeni Türkiye'yi tamamen pragmatik bir yöntemle reform ve ilerleme yörüngesinde oturtan siyasal bir uygulama olduğudur. Recep Peker bu konuda şunları söyler:
    " Biz, bir işi başlamadan önce oturup kâğıt üzerinde bir şeyler karalayan insanlar değiliz. Biz, önce sonuçlara ulaşmayı yeğleriz. Yüzeysel insanlar bizim plansız programsız çalıştığımızı söyleyerek eleştiriyorlar; fakat onlar, en iyi plan ve programların daima yazılı olmadığı gerçeğini göz ardı ediyorlardı; asıl plan, bütün programlarınızın kaynağı ve başlangıç noktası, manevi liderlerimizin beyninde birikmiş olan enerji ve önseziden oluşmuştur."

    Cumhuriyet kurucularının, süreç içinde karşılaştıkları bazı sorunlar karşısında izledikleri yollar ve CHP ideologları tarafından sistemleştirilen düşüncelerin, özellikle üçüncü dünya ülkeleri üzerindeki süregelen etkileri, Atatürk karşıtlarının görüşlerinin doğru olmadığının kanıtlarıdır. Başta da söylediğimiz gibi Atatürk devrimine savaş açanlar, yıllardır beyinlerinin gerisinde sakladıkları hedeflerini artık bir bir gerçekleştiriyorlar. Kendilerini, cumhuriyetin savunucusu olarak görenler de ne yazık ki Atatürk'ün nasıl bir Türkiye hedeflediğini ve bu hedeflere varmak için hangi ilkeleri koyduğunun farkında değiller.

    Ben, her şeye karşın, kimsenin bu ülkeyi çağdaşlaşma sürecinden koparabileceğine inanmıyorum. Çünkü Atatürk Devrimi durağan değil, dinamiktir; tutucu değil, ilericidir. Doğduğu an kulağına Atatürk düşmanlığı üflenmiş olanların bile kafaları her kayaya tosladığında ona sığınacaklarını biliyorum.

    Uygarlık, yenilerken yenilenen süreçlerin ürünüdür. Atatürk'ün: "Uygarlığın bir fırtına gibi esintisine karşı koymak boşunadır; değişmeyen, Ortaçağ kanun, düşünce ve davranışlarını koruyan toplumlar, ölüme veya tutsak olmaya mahkûmdur." demesi de bu gerçeğin en özlü anlatımıdır.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Cüneyt Göksu

     Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


       ABD'de ve Birleşmiş Milletler'de yeni birşey yok!

    Bu yıl, ABD'nin Küba'ya uyguladığı ekonomik, ticari ve finansal ambargonun 52. Yılı. Uluslararası topluluğun, özellikle Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun, ambargonun kaldırılmasına yönelik genel olumlu tavrına rağmen, kuşatma devam ediyor. Obama hükümetinin bazı olumlu adımlar atması, mevcut ABD yasalarındaki Küba karşıtı karmaşık maddeler ve düzenlemelerin varlığını değiştirmiyor. Bu yasa ve yaptırımlar yüzünden, Küba ve ABD arasında serbestçe ithalat/ihracat yapılamıyor, Küba uluslararası ticaret yaparken ve birikimlerini değerlendirirken ABD Doları kullanamıyor, ABD merkezli bankalardan, IMF ve Dünya Bankası'ndan kredi alamıyor, 3. ülkelerdeki ABD iştiraki firmalarla ticaret yapamıyor. Daha da önemlisi bu kanunların dolaylı etkilerinden dolayı, 3. Ülkelerdeki iş insanları, ABD'nin karalistesine girme riski yüzünden Küba'ya yatırım da yapamıyor. Örneğin, Florida senatörü Bill Nelson'un öncülük ettiği bir grup bürokrat, kalkıp Madrid'e giderek, İspanyol Petrol şirketi Repsol'un, Küba sularında yaptığı petrol arama faaliyetlerini durdurmak istediler. Bu ve benzeri onlarca girişim dolaylı ticareti bile çok zorlaştırıyor.

    Ambargonun 52 yıllık tarihi boyunca, Küba ekonomisine verdiği zararın 104 Milyar USD olduğu tahmin ediliyor. Bu kadar büyük etkinin nasıl olabileceğine yakından bakılırsa;

    1) ABD ve Küba arasında her türlü mal, hizmet ithalat/ihracatı, birkaç istisna ve çok katı kurallara bağlı kalmak şartıyla mümkün değil. Küba limanlarına uğrayan herhangi bir ülkeye ait ticari bir geminin, 180 gün boyunca ABD limanlarına girişi yasaktır.
    2) ABD merkezli bir şirketin, başka bir ülkedeki yan şirketinin dahi, Küba ile ticaret yapması, ürünlerini Küba'ya göndermesi, finansal işlem yapması yasaktır. Örneğin ABD merkezli bir yazılım şirketinin, Türkiye'deki temsilciliği, Küba'ya yazılım ihracatı, hizmeti veya desteği yapamaz.
    3) Küba'nın ABD dışındaki ülkelerle yaptığı finansal işlemler, ABD tarafından bu ülkelerdeki bankacılık sistemine yapılan "tavsiyeler veya zorlamalar" ile zorlaştırılmaya çalışılmaktadır. ABD açıkça aba altında sopa göstermektedir.
    4) ABD vatandaşlarının Küba'ya seyahat etmesi, çok özel istisnalar ve kurallar bütünü dışında, kanunla ve resmi olarak engellenmiştir.
    5) ABD, Küba'nın yönetim biçimine müdehale etmek, adadaki sosyal ve ekonomik düzenlemelere karşı müdahil olmak için, ambargoyu bir araç olarak kullanır. BM'de yapılan bütün oylamalar dahil, ambargoyu hafifletecek bütün önerilere yıllar boyunca karşı çıkar.
    6) 14 Ocak 2011'de ABD Hükümeti tarafından, Akademik İlişkiler, eğitim, kültürel ve dini konularda ki seyahatlerde ABD vatandaşlarının seyahat yasaklarının kaldırılması, ABD vatandaşlarının, Küba'ya belli miktarda para transfer edebilmesi ve ABD Havalimanlarından Küba'ya "charter" seferlerin yapılmasına dönük düzenlemeler olumlu gelişmeler olsa da yeterli değildir.
    7) 14 Ocak düzenlemeleri asla kuşatmayı kaldırmaya yönelik değil, ABD'nin dünyada ki görüntüsünü olumluya çevirmek için yapılmış düzenlemelerdir. ABD Vatandaşları, Anayasal hakları olan seyahat özgürlüğü'nden yoksundurlar.

    ABD'nin, Küba Ambargo'sunu "legalize" ettiği kanunlarına yakından bakılırsa

    1) Trading with the Enemy Act (TWEA):1917'de kabul edilen bu kanun, ABD'nin savaşta olduğu ülkelerle ticaretini düzenler. Küba'ya karşı ambargonun 1962'de yürürlüğe giren ilk düzenlemeleri bu kanuna dayandırılmıştır. Eylül 2010'da Obama bu kanunun daha da genişletilmesini istemiş, Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve Hazine Bakanı'nın destek verdiği bu yeni genişleme düzenlemesi, Küba'ya yönelik ambargonun ABD ulusal çıkarlarına faydalı olacağını teyit etmiştir.
    2) Foreign Assistance Act:1961'de yapılan bu düzenleme ABD Başkanı'na ticari ambargonun devamlılığı için bütün yetkileri kullanma hakkı verir. Ayrıca Küba Hükümetine her türlü yardımın yapılmasını yasaklar
    3) The Export Administration Act (EAA):1979'da yapılan yeni düzenlemelerle birlikte ABD'nin ihracat kurallarını düzenleyen bu kanun, ABD Başkanı'nın, ihraç edilmesi durumunda ülkenin ulusal güvenliğini tehdit edebilecek bütün ticari malların ve teknolojik ürünlerin ülkeden çıkışını izleme ve gerektiğinde müdehale etmesine imkan hakkı verir.
    4) Cuban Democracy Act (CDA):Torricelli Düzenlemesi olarak bilinen bu kanun 1992 yılında Bush döneminde kabul edilmiştir. 3. Dünya ülkelerinin Küba ile ticaretine dolayı yaptırımlar getiren, başka ülkelerin gemilerine 180 günlük ABD Liman yasağı getiren düzenlemenin kendisidir.
    5) Cuban Freedom and Democratic Solidarity Act:Helms-Burton düzenlemesi olarak da bilinen bu kanun 1996'da Bill Clinton tarafıdan onaylanarak, adada yapılacak uluslararası yatırımları engelleyecek yaptırımlar içermektedir. Küba'ya yatırım yapan firmaların yöneticilerinin ABD'lerine girişine engellemeler ve zorluklar çıkartır.

    Görüldüğü gibi ABD'de ki Başkan'ın Cumhuriyetçi veya Demokrat olmasının, Küba açısından bir farkı yok.

    2010 yılında bir Hollanda Bankası olan ABN Amro'ya, ABD tarafından 500 Milyon Dolar'lık bir dava açıldı. Bankanın suçu Küba'nın ticari işlemlerine aracılık yapmasıydı.

    Internet'te ödeme, kredi kartı ve bankacılık işlemlerine aracılık eden Paypal şirketi, İrlanda'daki Küba'ya Destek Organizasyonu'nun topladığı bağışları ödemeyi yukarıdaki ABD kanunlarına dayandırarak geri çevirdi.

    Bunlara örnek çok daha fazlasıyla var. Uluslararası topluluğun ve ABD vatandaşlarının artan bütün iyi niyetli taleplerine rağmen ABD bu ambargoyu, Uluslararası Kanunlara karşı olmasına rağmen, bütün katı yaptırımlarıyla yaşatmaya tek taraflı olarak devam ediyor.

    Cüneyt Göksu
    Cuneyt.Goksu@Gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Banu Özgüç

     Ayrıkotu : Banu Özgüç


      RAKI,BALIK,MÜZEYYEN ABLA

    Bu aralar fena halde fasıllığım. Mevsimden mi yeni yaş melankolisinden mi bilmem ama rakı içip kafa bulasım var.

    Bence hayatta asla parayla satın alınamayacak keyifler vardır. Bunlardan benim için ilk sırada olanı tabii ki oğlumun aniden çıkıveren gülümsemesi ve hayatımı paylaştığım adamın seni seviyorum bakışıdır. Asla söylemez, söylemekten hiç hazetmez ama fena bakar eritir beni.

    Hayatı zevk odaklı yaşama amacı koyan benim keyiflerimi say say bitmez. Fakat dedim ya bu aralar fena halde içip dağıtasım var.

    Ben hep böyle oldum, her zaman gevşekliği disipline tercih ettim, kendimi de disipline edemedim. Her zaman sergüzeşt oldu ruhum. İsyankarlık huyum oldu artık. Ailede tek sigara ve içki kullanan bayan olmam da tesadüf olmadı haliyle. İstanbulda bekar hayatı yaşayıp haftanın yarısını Taksim'de barlarda geçirmem de cabası. Benden herşeyi bekler oldular. Evliliğim de normal olmadı ama son derece normalmiş gibi davranmayı becerebildim, kimse bozulmadı haliyle. Ama ben evlenince epeyce rahatladılar. Benim evde kalmam korkusuyla yürek ağızda bekliyordu ailemin kadınları. Neyse ortada kalmadım aldı beni bir yakışıklı.

    Ama tabi anlayamadığım şeyler listesine bir hayli ekleme yapıldı o dönemde. Mesela kız almak-vermek ne demek? Ortada bir eşya mı var anlamadım hiç. Asla yapılmayan bir dini tören var ki, arada sırada hala sorulmakta, e bir ara gidiverin diye bunca yıldan sonra. Nereden bilsinler deli gönül bir geline çattıklarını. Yanlış anlaşılma olmasın insanların örf adetleriyle dalga geçmek değil derdim. Ama bu örf adetler neden hep kadını satın almaya yönelik benim anlayamadığım mesele bu.

    Neyse kazasız belasız atlattık o dönemi normal görünümlü bir evlilik yarattık. Bu sefer gece gezmelerimiz, içmelerimiz dolandı herkesin ağzına. Ahh ne gam ne keder! Biz hep rakı masasında, dünyayı anlamlandırma çalışmalarımız esnasında, çözümsüzlükten kadehleri yuvarlarken, konuların ağırlığı karşısında hafifledik. Kim nereden bilsin bizim ne kadar ağır kafalar taşıdığımızı. Ben böyle kendinden pek memnun bir hayat yaşarken tabii ki beklentiler sönmek üzereyken, hamile kaldım işte.

    Hiç unutmuyorum ailemin suratlarındaki ifadeyi, "Eee şimdi büyüyecek bizim deli gönül"

    Olmadı işte sayın aile büyüklerim, hala kafa çekmek istiyorum. Beynimin bir yarısı oğlumun günlük yemek menüsüyle meşgulse de diğer yarısı hala felsefe yapmakta. Bazen ağırlaşmakta yüreğim deli gibi Müzeyyen abla dinlemek istemekte.

    İşte bence rakı balık ve Müzeyyen abla. Hoş sadece Müzeyyen abla olsa da içmeden sarhoş olurum ben. İyki varsın Müzeyyen Abla. Sen çok çok çok yaşa emi!

    Banu Özgüç


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    SON

    Sonlar korkuturdu hep onu. Hep bu korkuyla yaşardı.
    Sonbahar da sararan yapraklardan, kışın başlamasından, ansızın yağan yağmurdan, çalan bir telefondan nasıl korkarsa öyle korkardı.
    Her şeyin bir sonu vardı bilirdi bunu. Bu yüzden midir nedendir bilinmez, yaşamın boşluğuna inanır, "neden yaşar insan, madem bir gün öleceğiz" derdi.
    Bazen sonsuz kalmayı diler, sonra da; "sonsuzluk da neymiş?" der, saçmalardı.
    Yaşamak ister, bazense yaşama, anlamsız olarak bakardı.
    Ölümdü, aslında onu korkutan, kendinin gece gündüz kaçtığı da ölüm korkusuydu aslında. Sonsuzluğu kavuşamadan yok olmaktı.
    Kendi kendinden sakladığı bir gerçekti bu; belki de farkında olmak istemediği.
    Sonra bir gün, düştü kalem elinden; "Ben" dedi "kimden kaçıyorum, ölümden mi? eğer ölümdense, ölüm nerede?"
    Aslında biten bir şey yoktu hayatta. Bitti derken başlayan bir şeyler vardı, halkaları birbirine zincirle bağlanmış.
    Nasıl kıştan sonra bahar varsa, ölümden sonra da; başka bir bahar vardı ve yoktu hiç bir şeyin sonu. Her şey sonsuzlukta uçuşuyordu.
    Ve ölüm bir bitiş değil, yeni bir başlangıçtı.
    Doğuş ne kadar güzelse; ölümde o kadar güzeldi.
    Ve ölüm; başka bir sonun başlangıcıydı.
    Son'sa, bütün başlangıçların ikiz kardeşi!!!!!!!!!!

    SON

    Papirüs kâğıdım,
    İtalik abecem,
    Kiril satırım,
    Kurmaca hikâyem,
    Tarumar olmuş bu kentte ki,
    Son savunmam.

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Oruç Baba'dan Aforizmalar-36

    * Yazarlar, şairler, düşünen kafalar; siz yoksulluğu fizik alemden alıp düşünce alemine taşıdığınız günden beri hırsızlara, sömürücülere yeni fırsatlar doğdu. Onlar servetlerini katlarken, gariban halk manen yoksulluktan kurtulduğunu zannedip maddeten perişan oldu.
    * Bilgilerimizi sorgularken, kuşku en büyük yardımcımızdır.
    * Diğer bilgilerden önce, sevmeyi öğreten okullar açmalıyız.
    * Savaşı bir veya birkaç kişi başlatır, acısını ise yüzbinler, milyonlar çeker.
    * Doğum ve ölümün olmadığı bir an bile yoktur.
    * Yükseklere çıkmayı hedefliyorsan, düşeceğini de hesaplamalısın ve düştüğünde sende, en az zarara yol açacak bir hedef belirlemelisin.
    * Bolluk çoğu zaman felakettir, mutsuzluktur, acıdır, kan ve gözyaşıdır. Neden? Çünkü insanoğlunu, daha fazlası, daha da fazlası için kıyasıya bir mücadeleye sevk eder.
    * Düşünceyi değil, düşünen kafayı hapsedebilirsiniz. İsterseniz bir de düşünceyi öldürmeyi deneyiniz. Deneyiniz ve nasıl ölümsüzleştiğini görünüz…
    * Bilgi büyük bir bahçe, bilim insanları da o bahçenin bahçıvanıdır.
    * Bir toplumda yozlaşma, ölülerine değer vermeme ve saygı duymama ile başlar.
    * Saldır, ateş et, yarala ve öldür; sonra da "barış getirdim" de…
    * Hile ile kazanılan her şey, aslında büyük bir kayıptır. O yüzden "galibim!" diye sevinme, mağlupsun.
    * Sevgili dostlar, dost meclisine gittim; ama dost bulamadım!
    * Yapmak isteyen çok olmuş, ama sevgi asırlardır öldürülememiş.
    * Bilginin ışığının bile aydınlatamadığı o kadar çok kafa var ki…
    * "Kölelik bitti!" diyen köleler, bu sözünüze efendileriniz bile gülüyorlar!
    * Bilgi elde edebilmek için sadece aklını değil, duyu organlarını da iyi kullanman gerektiğini bil.
    * Çalışmadan bilgi sahibi olmak isteyenin bir kumarbazdan farkı ne?
    * Cesur kişi ölüme meydan okur; ancak zafer kazanan gene de ölümdür.
    * Hoşgörünün olmadığı yerde, düşmanlıklar kaçınılmazdır.
    * "Bu bilgi kesin doğrudur" diyebilecek bilim insanı var mıdır?
    * Cahillere sorunlarının bilgisizlikten kaynaklandığını anlatabilecek ve onları bilgi öğrenmeye ikna edebilecek bir bilge kişi arıyorum.
    * Özgürlük ve eşitlik, lûtuf değil, en doğal bir insanî haktır.
    * Bir konuda karar verdiysen sonuca ulaşman da yakın demektir.
    * Eceline mi susadın, acelen ne? Nasıl olsa mutlaka, o gelir ve seni bulur.
    * Bildiklerinle övünürsen, hemencecik bilmediklerin çıkar karşına.
    * Bilgi sahipleri susuyorsa bilin ki aptallar konuşuyordur.
    * Aşkını saklamaya çalışan insan iki kere aptaldır. Çünkü zaten aşk, kişiyi aptallaştırır; aptallığı sakladım zannetmek de diğer bir aptallıktır.
    * Ömür kısa mı, uzun mu? Neye ve kime göre?
    * Her şeyi bildiğini iddia edenlerden uzak dur. Bildiklerini insanlığın zararına kullananların ise adını bile anma.
    * Hayret etmek, bilgi edinmenin başlangıcıdır, ilk basamağıdır.
    * Kötülük tohumunu sulamak için bekleyen, o kadar çok gönüllü insan var ki…

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    CİDDİ BİR MİZAH YAZISI: ŞİKE Mİ, ŞAKA MI?

    Sayın okurcumlarım ciddi mizah yazısı olur mu demeyin. Biz yaptık olacak, olsa da olacak olmasa da olacak! Bundan sonraki bütün ligler de icabında Şikespor şampiyon olacak!
    Yani konuşturmayın beni kardeşim, bu futbol denen şeyde, eskiden beri her şey Momo ile yıkanmış kadar temizdi de bugün mü oltaya takıldı bu şike-şaka hikayeleri yaaa.
    Ben daha lise de bacak kadar veletken bulaşmıştım bu futbol işine yani. Yanlış anlaşılmaya "seyirci" kategorisinden elbette. Eskidir seyirciliğim haliylen.
    İlginç bir okuldu bizimkisi, Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesi. Hani şu 1965 sonrasının bir aralar daimi Liseler arası Futbol Şampiyonu Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesinden söz ediyoruz ağabeyler, hafiften bir hababam tadı da var mıydı ne? Kimler yoktu ki okulun futbolcu kadrosunda. Bugünkü haliyle en popülerlerinden birisi Erman Bey (TOROĞLU) galiba benden bir sınıf üstteydi. Haliyle, çok da yakından tanımadığım TOROĞLU'nu sonraki yıllarda TV ekranlarından tanıyacaktım. Tahmin ettiğim kadarıyla, futbolculuk ve hakemlik döneminden kalma doğrudan ya da dolaylı şahit olduğu, bildiği pek çok şey vardır Erman Bey'in. Ne kadarını anlatır, elinde hiçbir kanıt olmadığından ne kadarını anlatmaz, orasını bilemem tabii.
    Bence yaşı epeyce geçkin olup, bir ayağı çukurda olanlar biran önce anılarını yazarak ortalığı ayağa kaldırsalar çok iyi olacak. En azından bir takım doğrular öbür tarafa giden onlarla birlikte tarih olup, yok olmamalı. Nasıl olsa hiçbir şeyin belgesi melgesi de yok ortalıkta.
    Daha da açalım bu konuyu.....O yıllarda teknik, meknik bugünkü kadar gelişkin değil, öyle ortam dinlemeleri filan yok. Hani tam da birilerinin "Rüşvetin belgesi mi olur a p....." dediği gibi, şikenin belgesinin olmadığı ya da bir türlü bulunmak istenmediği günler.....
    Benim şu anki niyetimse, yıldırımların Aziz olanına selam, gerçeklere parmak basmaya devam!
    Allah aşkına, doğrudan söyleyeyim söyleyeceğimi, o günlerden beri tek bir Momo ile yıkanmış temiz lig olmuş mudur icabında! Hatır şikesi yapmak vakayı adiyeden bir iş değil miydi? Yani, on yıl birlikte top koşturduğun arkadaşının bugünkü takımı çıkmış karşına ve küme düşmek üzere, koşar mıydın? Bütün ortaları dışarıya yapmaz mıydın icabında? Bir tek golle alt kümeye düşecek bir takım varsa karşında, atar mıydın o tek golü? Yaaaa, kardeşim.....
    Bunlar şike değil de şaka mı peki?
    Böyle bir eksik yenilen golün, bir takımı kümede bıraktığı filan falan işlerinden bahsediyorum yani. Şike sadece iki takım arasında olmaz ki gülüm benim. Bunun bin bir çeşidi var icabında! Takımın şike yapar as futbolcusu olarak ne senin, ne de güzel yöneticilerinin ruhu bile duymaz! Hakem bağlamaktan, futbolcu bağlamaya, oradan takıma ya da tek bir oyuncuya -mesela kaleciye- teşvik primine kadar bin bir çeşidi var ki bu işin, bu çeşitleri de en iyi yöneticilerin piri, adı lazım olmayan biri bilir.
    Hay Allah, nedense aklıma çok eski yıllardan kalma 8-0'lık bir GS maçı geldi, bilemem niye yani? Hani Beşiktaş'ın averajla şerefli ikinciliklerinden birini aldığı bir sezondaki maç!
    Amma velakin eskiden bu kadar gelişmemişken teknoloji denen meret, yanı teknik taktik sadece sahadayken icabında ben soyunma odasında para taşıyan bond çantaların çarpıştığını bile duymuşumdur, kulaklarımla! Konuşturmayınız beni şimdi efendim!
    Oh!!!! bizden hiç kimse ifadeye çağrılmadı diye gerdan kıvırtanlara da, sadece ZALAD ve 8-0 diyorum da başka bir şey demiyorum yani. Erman usta sen ne diyorsun bu hususta!
    Bak canım kardeşim! Sen harbiden futbol seyircisi isen seyrettiğin maçın şike mi, şaka mı olduğunu şıp diye anlarsın yani. Bunun için ille de Mahkeme kararı, ya da uzun menzilli dürbün gerekmez! Geçen sezonun İnönü'deki 4-2'lik FB-BJK maçında İtalyan uyruklu malum şahıs (başka bir ifade kullanacağım da bir de bu yazı yüzünden mahkemelik olmayalım yani!) o malum penaltıyı yapıp kırmızı kart görünce "kaç para aldın lan p......" demişim de elimde olmadan, kahvedeki FB'lilerden az daha bir araba dayak yiyordum yani......Yaaa Kocaman efendi, Karabük maçının uzatmalarına bakarken, bir de bu maçın o meşum dakikasını hatırlasan diyorum, olmaz mı?
    İyi de canım kardeşim, benim kendini gazeteci zanneden ama ancak bozuntusu olabilen medyatik yakışıklım, insan onuru diye de bir şey var yani bu arada. Her gördüğün top ayakkabısı giymiş adamı Ferrari zannetme, bakarsın namusuyla garip bir Fiat Siena'dır yani.
    Haddini bilmeyen birileri çıkıp, birilerine "aman oynama, sakat ayaklarına yat, oynasan bile koşma, etme filan, falan diyerek siyah ile beyaza leke düşürme teşebbüsünde bulunmuş olabilir de.....O birileri sahaya çıkıp aslan gibi topunu oynamış, bir gol atmış, bir gol pası vermiş, kupa sahibini belirleyecek penaltılardan kendisine düşeni de gole çevirmiş iken, "İbrahim AKIN şikeyi itiraf etti" dersen, ben senin o haberi yazdığın kalemi var ya............gerisini yazmıyorum suç olacak, sen anladın onu! Ulan bir insanın onuruyla, haysiyeti ile oynamak bu kadar kolay mı be!
    Haaa, hala niye içeride bu kardeşimiz derseniz, işin içinde futbol dışı işler de var da ondan derim, ne dersiniz?
    İddia odur ki, bazı inşaat ihalelerini ismi lazım olmayan birilerine peşkeş çekmek için, bu işleri çok iyi yapan iki müteahhit-yöneticiyi bir bahane ile içeride tutmak gerekiyorsa, eh bunlardan birisi için elinizde koz olarak da bu çocukla yapılan telefon konuşması varsa, ne yapacaksınız, tabii ki onu da mecburen içeride tutacaksınız!
    Birilerinin temel derdi, gerçekten şike olsaydı bu soruşturma böyle mi olurdu? Sanki her şeyi futbol topunu dört köşe zanneden, hayatında maç seyretmemiş birileri yürütüyor! Öyle olmasa Ferrari ile Lugano ifade bile vermeden ellerini kollarını sallaya sallaya by-by Türkiye yapabilirler miydi? Bir tek SEBA'ma yani Süleyman olanına laf söyletmem arkadaş! Yanında "Ş" harfini bile telaffuz edecek bir babayiğit çıkmamıştır bugüne kadar daha! Zaten bu yüzden şerefli ikincilikler takımı değil miydi onun zamanında bir aralar Beşiktaş? O başkan olacaktı da, o malum sezonda Akçabaat Sebat'a yenilecekti Beşiktaş! Sıkardı biraz yani, o maçta mücadele etmeyen 90 dakika sonunda Pele olsa takımdan kovulmuş bulurdu kendini!
    Amma velakin......gelelim bugüne. Naklen yayın da şifre icat oldu mertlik bozuldu! Oluk gibi akarken maniler gelsin Avrupa'dan yaşı geçmiş dedeler, En dede bizde, mutlaka şampiyon olmalıyık bu sene icabında falan da filan. Değerlerini unutursan, çevrendeki insancıklar namuslu bir profesyonel olmayı aptallık olarak görürlerse, "kerizlemek" "keklemek" özellikle yabancılar arasında en geçerli deyimlerden biri haline gelirse, Güney Amerika'dan gelip gelip, çuvalla para alarak tatil yapmak moda olursa, elbette işin boku çıkar yani. Kimleri kastettiğimi anlamak isteyenler, adı lazım olmayan bir başkan döneminde "Yolgeçen Hanı Taş" 'a gelen ve giden güney Amerika'lıları sayabilirler. Ben saymaya kalkmıyorum, başım dönüyo valla!
    Şimdi gelelim işin özüne....Eeeee peki hemşerim bu işler zaten pok çuvalına dönmüştü ve bunu da herkes biliyordu da lağım niye şimdi patlatıldı yaaa?
    Hah, işte zurnanın zırt dediği yer tam da burası, canım kardeşim!
    Aklı evvel bir zırtapoz "Ergenekon" raporu yazdı da, neden dalgalar 6-7 yıl sonra patlamaya başladı hiç düşündün mü? Ha bu poh yiyen şike-şaka dalgaları da aynen bu nedenlen şimdi patlamış bulunmakta. Buna dezenformasyon diyorlar icabında.
    (Şike-şakanın arkasında da Ergenekon var senin aklın ermez bu işlere, ne hikmetse hiç kimsenin bir türlü kimlerden oluştuğunu bulamadığı -olmayan şeyin nesini bulacan ki abi yaaa!- Ergenekon Merkez Yürütme Kurulu, -allah be ne yakışıklı isim buldum icabında- her sene Temmuz sıcağının göbeğinde ultra lüks 7 yıldızlı bir otelin havuzunda mayoları ile toplanaraktan o sene kimin şampiyon olacağına kimlerin küme düşeceğine hangi maçları kimlerin ne şekilde bağlayacağına, hakeme mi, kaleciye mi şike yaptırılacağına karar veriyor ve de kararlarını da suya yazıyorlar ki yazılı belge olmasın. Nasıl beğendin mi bu senaryoyu? Gırgır geçiyorum ulan, sakın ola ki ciddiye alıp tırsma şimdi. Hani olurda belki ultra Liberal, en bi hakiki solcu BerTaraf gazetesinde de bana bir köşe verirler!)
    Diyorum ki, acaba ortalıkta bir tekir kedi var da örtmesi gereken bir başka pislik dururken, herkes başka tarafa baksın diye ha bu şaka-şike-kaka operasyonu başlatılmış olmasın. Bir kere bir konuya olta atılınca, ısıtılıp ısıtılıp yeniden servis edilmek üzere bir kenarda duruyor nasıl olsa.
    Dezenformasyona mı ihtiyaç var, "Emrin olur patron" de, çak temennayı, kenarda tutulan konulardan seç beğen, ısıt piyasaya sür.
    Baksana gün sekiz hafta dokuz politika yazan Ozan'lardan Kütahyalı olanı bile bir aralar şaka-şike yazmaya başlayıp, kendisini spor yazarı ilan etti.
    Var bu işte bir pohluh ama ne?
    Sakın ola ki, Teksas'ın en hızlı silah çeken kovboyu esmer oğlan bir aralar gene buralarda bir haltlar karıştıracak olmasın. Hani herkes şike derken sonra bir başka poh yenecek ve birileri çıkıp şaka şaka.... diyecek olmasın!
    Yok okyanus ötesinden miymiş, yok memleket berisinden miymiş, aman efendim bu ülkedeki şu kadar Fener'liyi kızdırıp anti okyanus ötesi duygularla doldurmayalım demek için, ilgili ilgisiz herkesi çuvala atma işini de bitaraf ve bertaraf malum gazetemiz üstlenmiş bu arada.
    Ya oluuuum evladım, hepimizin seçim sonucu neden böyle oldu, asıl oradaki şike şaka neydi, anayasa değişikliğinde hangi kakalar olacak falan filan aslında bunları tartışmamız gerekmiyor mu? Hemşerim hooop, bölgesel özerklik diyenler var, bak haberin var mı? Kulakların duyuyor mu?
    Yoksa sen hala hem şike, hem şaka, hem de hala Fatmagülü kurtarma ayaklarında mısın? Ulan ne Fatmagülmüş be haftalardır kurtaramadınız gitti şu hatunu yani?
    Ulan dingil, sen kim hangi maçı kaça satmış abi derken, Ülke bölünecek, haberin olmayacak, Apo'ya ev hapsi kapıya dayanmış, bölgesel özerklik şarkıları Top 10 listesinde 1.sıraya yükselmiş, senin işin yok gücün yok varsa şaka, yoksa şike acaba okyanus ötesinden mi tezgahlandı, yoksa ülke içi mi? Ha ali, ha veli durum zaten boka sarmış kelli.
    Bırak ağabeycim bu işleri! Benim gibi yap! Futbolun ruhuna güzel bir Fatiha oku, (Bu arada bi zahmet Futbolumuzun malum kişileri de Pensilvanya'ya gidip el öpme işini tazeleseler iyi olacak!) Dekoderini yayıncı kuruluşa iade et, üyeliğini iptal et. Maniler cepte, dedeler memleketlerinde kalsın! Ve unut gitsin futbolu, mutbolu.
    Bu Ülkede kafa patlatman gereken başka işler var bugünlerde! Çok özlersen futbolu, hafiften İspanya, biraz İtalya, üç kuruşlukta İngiliz ligi seyret olsun bitsin. Nasıl olsa onlar beleş! Oldu mu iki gözüm benim!
    Haydi bakalım, eylem var, eylem!
    Bölünmeye karşı, birlik,
    Kahrolsun BOP, PKK ve Amerika!
    Yaşasın Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye
    Benim canım kardeşlerim, bu kadar ciddiyet yeter! Beni daha da dellendirmeden hadi kalın sağlıcakla!

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,339,339,339,339,339,339,339,339,33
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Değer Üzerine I

    Encyclopedia of Religins of Ethics, Vol: 11, p. 584-5

    I. Değerin Doğası

    Değer, büyük felsefî konulardan biri olarak kabûl edilir ve şimdi bile Britanica Ansiklopedisi, sâdece ekonomik değerle ilgili bir makâleye sâhiptir. Onun keşfi, 19. yüzyılın belki de en büyük felsefî başarısıydı; fakat, değerle ilgili görüşler, henüz kristalize edilmemiştir ve hâlâ, felsefenin gelişen bir noktasıdır; eski sorunların gölgesinde kalması da muhtemel görünmektedir. Buradaki inceleme ise "olgu" ve "değer" arasındaki karşıtlıkla başlar ve "tanımlama" ile "değerlendirme" ve "açıklama" ile "beğenme" arasındaki ayrımla ilgilidir.

    Genel kabûl şudur ki, değerin bilinci ile olgunun bilinci farklıdır. Değer, olgudan sonra gelir ve olgu üzerinde bir tepkiyi ifâde eder. Olguya yönelik doğru bir yaklaşım, bir bileşeniyle olgunun tartılması ve duygular, arzular, ilgi alanları, amaçlar, ihtiyaçlar ve eylemler ile takdir (onaylama) ve ayıplama (hor görme) arasındaki ilişkiye bakmadır. Bunlar, şu şekilde ele alınabilir: (1) Değer, kesin bir subjektivite veya daha iyisi, tüm değerlerde içkin olarak kişiliğe bağlıdır. (2) Değerler, uyartı geldiği zaman aklın pratik davranışlarından kaynaklanır ve saf teorik yan veya yönelim olmadan, değerler de mümkün olmaz. (3) Değerleri, kendi amaç ve eylemlerini gerçekleştirmek için zihin, diğer niteliklerin üzerine ekler; nesnelerin doğasında tek başına değerler yoktur.

    Aslında değerler, "ikincil" niteliklerden çok daha öznel, değişken ve kişisel nesneler olarak görülür ve bu nedenle, onların "üçüncül" nitelikler oldukları, sık sık söylenir. Bununla birlikte, onlar da nesneleştirilmişler ve objektif olarak bu değeri, değerlerin geçerliliği olarak olguların içinde taşımaları sorun edinilmiştir. Hâliyle, "üstün kişi" veya "aşırı bireyci" ve hattâ, "sonsuz" ve "mutlak" değerleri, pek çok filozof tarafından kabûl edilmiştir. Ayrıca, değerlerin doğuşu ve arzu nesneleriyle ilişkileri, onlara eşlik eden değer duyguları ve değerlendirme süreçleri ile değer yargıları arasındaki ilişkiler, metafizik ve din alanlarında tartışılmaya devâm etmektedir ve tüm bu sorunlar karmaşıktır; bunların, çözümü kolay olmayan bir geçmişi vardır.

    II. Değer Kavramının Târihçesi

    Değer sorununun târihsel değeri, çok yavaş bir şekilde ve isteksizce ortaya çıkmış ve felsefî geçmişi karanlıkta kalmıştır; bu sorun, felsefede ilk zamanlar merkezî bir rol üstlenmemiş ve hattâ, üzerinde açıkça düşünülmemiştir. Ne var ki, sonraki gelişmeler ışığında, değerin ortaya çıkmasının izini, Platon'un İyi İdeası doktrininde bulabiliriz (Devlet, VI.). Platon, ideal dünyânın zirvesi olarak İyi'yi tasarlamış ve İyi, tüm diğer formları düzenlemiş; Platon, "değer"i "varlık"ın üzerinde düşünerek açıklamasında üst ilke olarak kabûl etmiş ve Lotze'un da aynı şekilde belirttiği üzere, metafiziğin başlangıcını etiğe dayandırmıştır.

    Tüm varlığın amaçsallığını ve "iyi" veya "amaç" (etik bir kavram) arasındaki ilişkiyi göstermek için, onun varlığı gereklidir. Bu yalnızca, "üçüncül" niteliklerin nesnel gerçekliğini doğrulamıyor, aynı zamanda onların diğerlerine üstünlüğünü de ifâde ediyordu. Fakat Platon, kendisini bu düşünce çizgisinde geliştirmedi ve filozoflar da genellikle, değer sorununu araştırmada başarılı olamadılar. Naturalistler, değerleri nihâî gerçekliğe yüklediler. Değerlerin nesnelliği konusunda Spinoza'nın Etik kitabının I. bölümü, bu konuda tipik bir örnektir. Fakat, Kant'ın konuyla ilgili gerçekleştirdiği modern gelişmeler, rastlantısal olarak bunun üzerine geldi ve Kant, bunun çok hatâlı olduğunu anladı.

    Kant felsefesi, bâzı temel inançların (Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük) bilimsel olarak haklı çıkartılamayacağı teorik çıkmazıyla sona ermişti. Oysa onların, eylemin amaçları için ön koşul olduğuna; onlar doğruymuş gibi eylemde bulunarak hayâtı sürdürmenin gerekli olduğuna inanmıştı. Bu nedenle Kant, ahlâk yasasının koşulsuz zorunluluğunu, bilgi nesnelerinden farklı olarak "inanç" nesnelerinden dikkatli bir biçimde ayırarak bu zorunluluğun teorik bakımdan iknâ edici olmadığına ve pratik bakımdan zorunluluk taşıdığına inanmıştı. Böylelikle Kant, (1) inanç ve bilgi arasında ki bu bilgi, teolojiye yönelik bâriz ilgi içerir ve (2) daha az naif olduğu için daha verimli olduğuna inandığı teorik akıl karşısında pratik aklın üstünlüğü görüşüyle, Platon'dan daha güçlü bir ikilik yaratmıştır.

    İkinci sonuç, bir önceki bunu gizlese de "olgular" üzerinde "değerler"in yükselişini araştırmaya yöneldi ve sonraki felsefede bu Kantçı dualizmin üstesinden gelmek, uzun bir zaman aldı. Ancak, her ikisi de Kant sonrası spekülasyonlarda entelektüel yönü fark edilerek, olgunun varlığının bilgimiz tarafından biçimlendirilmesi ve bilgimizin koşullarının ilgi ve amaçlarımızın değerine bağlı olarak bilme edimine bağlanması gibi çok farklı çizgilerde verimli sonuçlar doğurdu. Uzun bir zaman boyunca yalnızca Almanya'da, değerlerin araştırılması sürdürüldü ve orada bile ilerleme yavaştı. Burada bir sorun olduğu, (muhtemelen) ilk kez, zamânının Alman filozofları arasında tek deneysel psikolog olan F. E. Beneke (1797-1854) tarafından görüldü.

    Bu yüzden kendisi, Hegel'in hoşgörüsüzlüğünün bir kurbânı oldu. Zâten, Ahlâk Fiziğinin Temellendirilmesi (1821) isimli kitabında, değer kavramının kökeninde yattığı ahlâkı, pratik bilim olarak görür; bir şeye atfettiğimiz değerin, duygularımızı harekete geçiren hazlarımızla belirlendiğini savunur ve tüm etiği, değer duygusuna bağlar. Anahatlarıyla Pratik Felsefenin Doğal Sistemi (1837-40) isimli kitabında, subjektif ve objektif değerleme (Wertgebung) arasında bir ayrım yaparak, dış dünyâ tarafından akılda üretilen uyarılara ve baskılara bağlı tepkilere açıklık getirir; değere ve arzuya yönelik eğilimin gelişiminin izini sürer.

    R. H. Lotze (1817), hangi durumda ne yapmak gerektiğini göstermek için, iyinin varlığın üzerinde olduğu şeklindeki Platonik düşünceyi canlandırdı (Metafizik, 1841); "Doğa, İyi'nin dolayımsız başarısıdır!" görüşünü savundu ve değerin varlıktan bütünüyle ayrılamayacağı anlamına gelmek üzere bunu, Tanrı'nın varlığının "ontolojik" kanıtı olarak yorumladı. Değeri haklı kılma çabasında o, Göttingen'den meslektaşı olan ve Platon'un dâimâ savunduğu gibi, somut deneyimlerimizin düşüncelerin soluk izi olarak genel kavramların kaynağı olduğu konusunda kendisiyle hemfikir olan Albrecht Ritschl (1822-89)'in teolojisine ilgi duydu. Bu nedenle kişisel deneyim, metafizikten çıkartılabilir değildir; tersi ise mümkündür.

    Ancak Ritschl, daha ziyâde Kant'ın inanç ve bilgi dualizminden başladı ve onları birbirinden daha güçlü bir biçimde ayırmaya çalıştı. Ritschl, farklı nesnelerle donattığı dînî inancı, etik ve estetiğin de paylaştığı bağımsız bir metotla, metafizik ve bilimden ayırdı ve değer yargılarını, doğruluk ve kesinliği eşit kapasitede olsa da teorik yargılardan ayırarak formüle etti. Bu nedenle onları, teorik içgörülerden ziyâde ahlâkî güven ifâdelerinin dinsel doğrulamasının zorunlu anlamı olarak görmekle yanlış anladı. Ritschl bunu, olgu yargıları ile değer yargıları arasındaki mevcut çelişki nedeniyle öne sürdü ve bilimleri, birini ya da ötekini kullanarak farklı bir doğrulama türü olarak ele almaya girişti.

    Yine de Ritschl, bu ayrılığın gerçekte kapatılamayacağını kabûl etti. Şunları berlitti: "Duyumları harekete geçiren nesnelerin kesintisiz tüm kavranışı, yalnızca eşlik etmez, aynı zamanda da duygular tarafından klavuz edinilir (haz-acı, genişleme veya engelleme yoluyla kişi için değerin göstergesidir) ve bilginin tamamlanması için dikkat kadar gerekli olan kesin bilgi amacının aracı hâline gelecektir; fakat duygu, bir şey veya bir eylemi arzulamanın değerinin ifâdesidir. ... Bunun için değer yargıları, en objektif biçimde gerçekleştirilirken bile, dünyânın bilgisini birleştiren nedendir. Bilimsel gözlem sırasında dikkat dâimâ ifâde eder ki, bu tür bilgi, onu kullanan için bir değere sâhiptir."

    Bu, tüm teorik yargıların bağlı ve değer yargılarına göre ikincil kılındığını gösterir; fakat Ritcshl, eşzamanlı ve bağımsız değer yargıları arasında ayrım yaptı. Bağımsız değer yargıları, tüm ahlâkî amaçlar veya engellerle ahlâkî zevk veya hoşnutsuzlukları harekete geçirdiği kadarıyla kavranırken, bilimlerde teoriye eşlik eder. Diğer taraftan, iyileri ayırma veya kötüleri geri püskürtmede irâdeyi de harekete geçirir. Dinler, insanın dünyâya karşı tutumunu dile getiren böyle bağımsız değer yargıları oluşturur ve Ritschl'in bu konumundan W. Windelband (1848-1915)'a geçmek kolay olmuştur; kendisi, yargı ve değerlendirme veya yargılar hakkındaki yargılar (Beurteilungen) arasında kesin bir ayrım yaparak ikincilerin, doğrulama veya red, onay veya inkâr olarak her yargının içinde yer aldığını vurgulamıştır.

    Böylelikle mantık, etik ve estetiğin yanında üçüncü bir normatif bilim olarak, bir değer bilimi hâline gelir ve onlar gibi evrensel olarak geçerli "normlar" keşfetmeyi amaçlar. Felsefe, evrensel olarak geçerli değerleri eleştiri çalışması hâline gelir; onları tanıma, görevi ve amacı olur. H. Rickert ve H. Müsterberg (1863-1916), Wildelband'ı tâkip ettiler. Avusturya okulundan C. Von Ehrenfels (1850- ) ve A. Meinong (1853-1920), değerlerin türleri ve amaçlarını tartışmak için kendilerini adadılar ve değerlendirme süreçlerinin yasalarını, buna eşlik eden duyguları ve tüm değerlerin marjinâl birliğinin ekonomik yasasını bulmayı istediler. Kötümserliğin yükselişi ve Schopenhauer (1788-1860)'in etkisiyle, bir bütün olarak yaşamın değerinin sorgulanmaya başlanması da değerlerin önemini vurguladı.

    F. W. Nietzsche (1844-1900) ise değerlerin dönüşümüne etkin bir biçimde dikkat çekti ve akıl sağlığını yitirmeden önce, kabûl edilen tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesini (Umwertung) savundu. Josiah Royce (1848-1917) da Modern Felsefenin Ruhu (1892) isimli kitabında, İngilizce konuşan dünyâyı, değerlendirme ve betimleme arasındaki ayrıma alıştırdı ve o zamandan beri değer sorunu tartışması, daha ziyâde sistematik olmayan bir biçimde tartışılmıştır; özellikle Amerika'da ise "idealizm"e ilişkin baskın birtakım önyargılar nedeniyle, bu konuya pek önem verilmemiştir.

    Nitekim pragmatistler, değerlerin varlığını "saf" düşünce ve "mutlak" doğrunun doğasının kurmaca olduğuna kanıt olarak bilinç süreçleri içinde kabûl etmekten memnun olmuşlardır. Onlar, değerin özelliğinin insana özgü, amaçsal ve kişisel olduğunu, tüm değerlerin göreli olduğunu, değerli şeylerin öncelikle özel durumlarla ilgili olduğunu ve değerlerin etki ve varlığının empirik olgularla kolay anlaşılır olduğunu ilân etme eğilimindedirler.

    Çeviren : Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    KALPAKLI SÜVARİ

    Gecenin arkasında bir yerde,
    Ufaldıkça gaz lambaları,
    Nehrin omuzlarına yaslanıp
    yaşlı ve dindar
    Yalnızlıktan soğumuş dağlar,
    Kalpaklı bir süvari dolaşırmış gizlilerde,
    Köylüler böyle diyorlar,
    Yatsıları..

    Nal sesleri duyulur mu yağmur olursa
    Ne mümkün
    En usul havalarda duyulacak
    Erzurum'a doğru şah damarın oynar gibi,
    Gören eden yok, her nasılsa
    Kalpaklı olduğunu biliyorlar.

    Bir elinde kılıç, bir elinde sancak,
    Kemah köylüğünde,
    Fakir fukaraya azık dağıtasıymış,
    Üçer arşın kefenlik,
    İçlik ve mintan,
    Birer kese sarı lira cep harçlığı,
    Olur mu olmaz mı
    Orası bilinmiyor..

    Tılhas’ta bir kağnıya dokunmasıyla
    bir ne halsa,
    Araba traktöre tebdil olmuş
    Allah tarafından.
    Tercan toprağındaki kerametini
    Anlata anlata bitiremiyorlar.
    Köylüler böyle diyorlar..

    Gecenin arkasında bir yerde,
    Ufaldıkça gaz lambaları,
    Nehrin omuzlarına yaslanıp
    yaşlı ve dindar,
    Yalnızlıktan soğumuş dağlar,
    Kalpaklı bir süvari dolaşırmış
    gizlilerde,
    Köylüler böyle diyorlar
    yatsıları..

    Kemal Paşa'dır diyorlar...

    Attila İLHAN

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
      Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
     


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.

    Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.

    Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.

    Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Nereye Böyle - Nazan Öncel









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20111111.asp
    ISSN: 1303-8923
    11 Kasım 2011 - ©2002/23-kmarsiv.com