Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.900

 23 Aralık 2011 - Fincanın İçindekiler


  • MEVSİM TÜRLÜSÜ ... Seyfullah Çalışkan
  • GÖÇ, GÖÇMEN ve ''DEDEMİN İNSANLARI'' ... Hamdi Topçuoğlu
  • DİKTİM..BİTTİ.. ... Selmin Aratmak
  • Çekilebilir bir hayat için ne gerekiyor? ... Müşerref Özdaş
  • Adına ... Sarahatun Demir
  • Özgün İnsanlar ... Neslihan Minel
  • Oruç Baba'dan Aforizmalar-42 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • ABUZİTTİN TIRLAK MASALCILIĞA SOYUNDU! ... Abuzittin Tırlak
  • Hilmi Z. Ülken'in Değer Felsefesi Üzerine III ... Alkım Saygın
  • ''GÜNEŞLİ BAYIR'' VE SERKAN TÜRK ... Nihat Malkoç


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Kubilay'ı unutmayın!..


    Merhabalar,

    Hayır ne bekliyorduk ki? Beklenen oldu, şaşırmaya gerek yok. Hem bunlar iyi günlerimiz. Biz kafamızı kuma gömdükçe birileri de azdıkça azacak. Ermeni meselesi başımıza sarılalı otuz seneyi geçti ama biz bir arpa boyu yol gidemedik, gerçek bu. İş, açılım maksatlı maç yapmakla çözülseydi, kolaydı. Ama kazın ayağı öyle değil. "Konu siyasetçilerin değil tarihçilerin meselesidir." demenin gereğini yerine getirdik mi, biz ona bakmalıyız. Kapalı tek bir resmi belge kalmamacasına bu işi gözler önüne sermenin vakti geldi de geçiyor. Sonucu kabul etme olgunluğuna erişmeliyiz artık. 1915'te olanları hepten yok saymakla, soykırım var demek hep aynı kapıya çıkıyor. Çözümsüzlük. Olanları üstümüze alınmadan ortaya çıkarmanın bir yolu olmalı ve bu yolu açan da biz olmalıyız. Zira, bu konunun gündemde olmasından nemalanan Ermeniler ise, en büyük zararı gören de biziz. Pişirilip pişirilip önümüze gelmesini istemiyorsak, tencereyi tamamen boşaltıp temizlemek zorundayız.

    Yukarıdaki paragraf Fransa'nın ettiği eşekliği törpülemez elbette. 100-150 bin Ermeni oyuna karşılık koca Türkiye'yi hedef alabiliyorsa eğer, buna eşeğin babasını da katsak yeridir. Tabi bu, Fransa'nın bize ilk yaptığı değil, sonuncusu da olmayacak. Biz takkeyi önümüze koyup düşünmek zorundayız.
    Tayyip Bey beni epeyce şaşırttı. Birinci etap tedbirleri açıklarken kullandığı uslup oldukça iyiydi. Beklenileni değil de gereğini yapması takdire şayan. Tabi devamını getirmek kaydıyla. Birey olarak o kadar dikkatli ve otokontrollü davranmak zorunda değiliz ama eşeğin kulağına da su kaçırmamalıyız. Başlayan boykot çağrılarının beyhude çabalar olduğunu artık öğrenmiş olmamız gerekiyor. Fransız marka listelerinin internet trafiğinde dijital mayın olarak dolaşmasına meydan vermemek gerekiyor. Söylenmesi gereken söylendi, lobi çalışmalarına, duraksamadan, her fırsatta devam etmek ve senatonun aklı başında bir karar almasını sağlamaktan başka çaremiz yok. Hoş tasarı yasalaşsa ne olacak ki? Ne fiili durumu değiştirecek ne de Türkiye'nin Ermeni problemini farklı bir noktaya taşıyacak. Soykırımı kabul etmiş ve inkar edene ceza öngören devletlerin sayısı bir artacak, hepsi o. Bomba bizim kucağımızda, fünyesi de elimizde. Tarihi gerçekleri örtbas etmeden ortaya koymalı ve ortada bir suç varsa da bundan dolayı kendimizi asla sorumlu tutmamalıyız.

    ...

    Bugün 23 Aralık. 81 yıl önce Menemen'de katledilen Kubilay'ın katlinin yıldönümü. Bugün okyanus ötesinden verdiği fetvalarla ülkeyi yönlendiren, din rantiyecilerin ağababaları, bundan tam 81 yıl önce “Ey ahali din elden gidiyor. Biz şeriat ordusuyuz. Yakında yine şeriata dönülecektir. Bize kurşun işlemez. Hiç korkmadan arkamızdan gelin.” diyerek yürüyüşe geçiyorlar. Yobazlar önce 2 bekçiyi ardından önlerine dikilen Yedeksubay Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ı katlediyorlar. Yetmiyor, kestikleri başını sopaya geçirip dolaştırıyorlar. Yıllar sonra, aynı zihniyet, Çorum'da Kahramanmaraş'ta Alevi yurttaşlarımızı katlediyor, Sivas'ta yakıyor. Bugün de, Atatürk'ün değerlerini bir bir ayaklar altına alıyor, Atatürk'e nefret duyanları, Atatürk adını taşıyan devlet kurumlarına atayarak gövde gösterisi yapıyorlar. Biz Cumhuriyet tarihimize bu vefasızlığı ve hoyratlığı gösterirken, gösterenlere sessiz kalırken, Fransa'nın çıkarı uğruna bizi karalamasına, kalkmış kızıyoruz. Esas trajikomik olan da bu.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      MEVSİM TÜRLÜSÜ

    Bin dokuz yüz seksen beş senesinde Elbistan’ın Demircilik Köyündeydim. Mevsim sessizce deli bir kışa hazırlanıyordu. Kimin umurunda? Genç adam böyle şeylerle mi uğraşır? Aşığız işte toz duman. Beni boş verin de Adem’e bakın siz asıl. Deli gibi aşıktı yine... Sabaha kadar, gözlerine kan oturana kadar mektuplarla uğraşıyor, şiirlerle boğuşuyordu. Şair biri şiirinde “aşk iki kişiliktir,” diyordu. Görüşüne saygım var ama düşüncesine katılmıyorum. Kendi kendine abayı yakmışlığımız vardır biraz. “En iyisi açılalım artık,” diye düşündüğümüzde bir şeyler ters gitmiştir. Kız denk gelmemiştir, ortam ısınmamıştır. Söylemeye fırsatımız olmamıştır belki, ya da kendimizde o cesareti bulamamışızdır henüz.

    Deli bir kış kapıdaydı. Evde ne odun vardı, ne de tezek. Biz sadece öteki mevsimlerdeki gibi aşıktık. Sıkıyönetim cezaevlerinde binlerce genç mahpustu. Köyün yarısı tutuklu, öteki yarısı görüş günlerini bekliyordu. Şeker işletmeleri sürekli olarak ilan ettiği pancar bedeli ödeme tarihlerini erteliyordu. Biz deli gibi Yedi Karanfil’e tutunmuştuk. Kerpiç odanın duvarları tanıktır yangınlarımıza. Gelip gören olsa aşkın bizi neylediği anlaşılacaktı. Uzaktaki sevgililer gelemediler, duyamadılar, göremediler, sevemediler…

    Adem sabaha kadar kıvranıp yeni bir mektup döşendi Elbistan’dan taa İzmir’e… Satırlarını bitirirken “kestane kebap, acele cevap,” yazamazdı elbet. Sevgili dediğin ürkek bir kuştu çünkü. Uçup gitmesinden korkuyordu. “Sen canımsın… İki gözümdeki ışık, kanımı tutuşturan ateşsin. İşte bu nedenle derdim, tasam, işim, gücümsün. Yetişir bu kadar yalan deme. Sana söylediğim her kelime günlerce yüreğimde demlenir benim. Aklımın kör kuyularında senin düşlerinle harmanlanır. Biriken hasretimin korunda pişmeyen hiçbir kelime benim dudaklarımı terk edip sana gidemez. Yollarına yalın ayak başıkabak, yollarında elli kanlı harami olurum…”

    Mor diken başları kuruyup rüzgârlarda sallanmaya başladığında Nurhak beyaz külahını giyer. Sen benden iyi bilirsin buraların güzünü. Şıhho Emmi “Şu gördüğün duman, dağı saran bu duman var ya… Nurhak’a kar yapar,” demişti. Kemal’in kahvesinde oturuyorduk. Cıgara kâğıdına sardığı Maraş Otu’nu dudağının içine henüz yerleştirmişti. Çaylarımız biraz kaçak, biraz Rize… Uzun geceler ve ayaz mevsimi gelip çatmıştır. Bundan kellisini söylemeye ne hacet.

    Adem yazdığı mektupların yanıtını beklemekten çoktan sıkıldı. Artık karşılığı gelmeyen mektuplarına en az haftada bir hayali cevaplar yazıp duruyor. Akşamları teneke sobada komşuların verdiği tezekler tüterken o romantizmin ve özlemin dibine vurmuş, çırpınıp duruyor. Öleceği gelen it cami duvarına siyer derler. Bizimki de o hesap… “Sen bu ıssız ve kocaman bozkırları bilmezsin. Ay düşen anızların soğuğunu, söğütlerin hüzünlü bakışlarını görmemişsindir. Gece upuzundur buralarda. Kerpiç damlar üstüne çullanır garibanın. Yalnızlık iliğine işler gecenin.”

    Sen buna yazmak mı diyorsun yani? Adem resmen yaralı bir hayvan gibi inliyordu. Sabaha kadar şiirler yazıyordu uzaktaki sevgiliye… Sevgili dediysem öyle bildiğiniz gibisinden değil. Bizimkinin kıza aşık olduğu tamam da kız buna aşık mı işte orası meçhul. Sabah uyanıp etrafa saçılmış kağıtları topluyordu. Gece yazdıklarını yeniden okuyordu. Ve Hiç birini, bir tekini bile beğenmiyordu. Hepsini sobaya atıp yakıyordu. Birkaç kez alıp saklamak istedim ama olmadı. “Olmuyor be hacı,” diyordu. Yeniden okuduğumda kelimelerin anlamı değişiyor sanki. Renkleri birbirine karışıp kırmızıları akıyormuş gibi geliyor işte…

    Bin dokuz yüz seksen beş kışında kar ve tipi hiç durmadı. Elbistan ovası eksi otuzları gördü. Ben kendi gözlerimle görmedim. Arktaki kazlar, ördekler donmuş dediler. İyi de o karda ahırdan çıkıp hayvanlar oraya nasıl gitmişler? Kış ortasında koyun kemresi sobayı delip yamulttu. Yanarken alevler dışarıdan görünüyordu. Gecenin karanlığında duvarda oynaşan alevleri izlemek eğlenceli olsa da yeni bir soba almak lazımdı. Kış sert olunca yaşlılar birer birer öldüler. Cenaze ağlayıcısı Zeynep Bacıya bolca iş çıktı. Ölümlerin acıttığı canlar bir yana karlarla kaplı bozkırda mezar kazmak, cenaze kaldırmak çok zor oluyordu. Acaba içlerinde hiç “be adam dişini azıcık daha sıkıp Nisanda ölseydin ne güzel olurdu diyen olmuş mudur?

    Adem ve ben deli kışa rağmen aşıktık. Kış ortasında Hasan’ın kahvesinde tombala başladı. Bir ay kadar sürdü. Köyde hayat biraz canlanır gibi oldu. Gecenin sonunda ortaya büyük ikramiye olarak bir hindi konuyordu. Oysa neredeyse herkesin evinde hindi vardı. Nasıl olduysa birisi de bizim elimize düştü. Komşulara kestirdik. Komşudan emanet aldığımız emanet fırının içine attık. Nar gibi kızarınca çıkardık . Ama yenmeyecek kadar sertti. Önce haşlanması gerekiyormuş bilmiyorduk. Büyük ikramiye yine komşuların köpeklerine kahvaltı oldu.

    Adem hiç üşenmeden, usanmadan, bıkmadan ve yorulmadan uzaklardaki sevgilisine mektup yazıyordu. Mektuplar doğruyu söylemeye mecbur değildi. “Kardan yakında gözlerim kör olacak. Hoş görülecek bir şey yok zaten. Sen söyleme diyorsun ama kendimi tutamıyorum. Seni baldan, bahardan, ekmekten, sudan, yıldızlı gökyüzünden bile daha çok seviyorum. Seni sevdiğimi neden gizleyeyim. Allah’ın bildiği kuldan saklanır mı? İyi ki varsın. Sen olmasan bu ıssızlıkla aklımı kaçırırım...”

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    12 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      GÖÇ, GÖÇMEN ve “DEDEMİN İNSANLARI”

    Yıl 1924. Bir gemideyim: Gülcemal… Öte yakadan bu yakaya savrulan binlerden biri de benim. Belki bir duvar ustasıyım, belki kunduracı, belki de bir balıkçı. Geldiğim yere de gittiğim yere de yurdum diyorum; ama ben her ikisinde de “öteki”yim.
    Göçmenim ben.
    - Nerelisin? - Buralıyım.
    - Yok yok aslen?
    - Aslen!?
    Adım yazsa da nüfus kütüğünde… İlk adımlarımı bu sokakta atmamış, ilk körebe oyunumu bu sokakta oynamamışım ya…
    Cinemarine’nin koltuklarından birine gömülmüş “Dedemin İnsanları” nı izliyorum. Girit Göçmeni Mehmet Bey denize içi nağmeli şişeyi bırakırken, ben perdede Limburg’un ( Belçika)Türk kahvelerinden birinde tanıdığım Anastas’ı görüyorum:
    “ Bir elinde mala, ötekinde makas
    Çatı vardır akan,
    Ağaçlar vardır budanacak
    Babamdan öğrendim, der,
    Rum ağzı Türkçesiyle
    Nur içinde yatırsın Allah!
    Ayasulug’da otururlarmış
    Gözün gördüğü yer bağ bahçe
    Şehirler dolusu han hamam Hepsi kalmış oralarda
    Yurt dediğin nedir?
    Ben nereliyim, bilmem...” diyor.

    Bir an Hisarbaşı’nda Mehmet Beyin dükkânında çırak oluyorum. Anam babam Anadolu’nun derinlerinden gelip Sodra Dağı’nın eteklerinde bir gecekonduya yerleşmiş. Arkadaşım Ozan, yani Mehmet Beyin torunu, benden daha buralı olduğundan mıdır ne pek sevmiyor beni. Dudaklarımdan başka bir Limburg güncesi dökülüyor:

    “Palabıyıklıdır en büyük amcam
    Köyümüzün ilk kömür işçisi...
    Yol yordam öğretmiş bizlere
    Bundandır saygıda kusur etmez kimse
    Yerindeyken keyifler:
    " Uyacaksın gavurun kuralına" der
    Canı sıkılmışsa, vardiya yorgunuysa hele
    Yemin ettirir
    Ölüsünü bu topraklarda bırakmayalım diye. “

    Bildiğim tüm geçmişim Karialı; ama filmin her anında nedense hep göçmen oluyorum. Orta Asya steplerinden kopup gelen de Balkanlardan gelen de benim. Bir Sefaret oluyorum, “Hişşt!” diyorum bana yabancı gözüyle bakanlara. “Sen buralara geleli kaç yıl oldu ki daha? Ben 600 yıldır bu topraklardayım. Marifet bu toprakların insanı olmaksa, ben senden çok daha yerliyim.”

    Bir Boşnak oluyorum, bir Arnavut, bir Levanten … hatta Habeş bile oluyorum. Dedemin “Türkiye’de 72 millet var.” sözünü anımsıyorum. Filmin bir sahnesinde, onun “Benim en yakın dostum Yanni’ydi. Değirmeni vardı çay kıyında. Savaşa giderken çocuklarıma göz kulak ol demiştim. O da mübadelede giderken değirmeni bize emanet etti…” epilogu belleğimden alt yazı gibi geçiveriyor. Gelecekte de gerçek olsun dileğiyle: Onlar, bin yıllardır göç almış, göç vermiş bir yurdun bireyi oldukları için kapılarını çalan herkese, Tanrı misafiri, derlerdi. Şu koskoca dünyada camiden, havradan, kiliseden çıkıp bir çınar altında birlikte tavla oynamayı en çok onlar becermişlerdi, diyorum.

    Göç savrulmadır. Yeniden kök salmaya, bir ömür yetmez. Yeni yurdunuzda kökeninizle çağrılırsınız: Giritli Mehmet, Adalı Ali, Bulgar Hasan , Arnavut Bekir.

    Göç, gurbetin ebesidir. Sıla, göçmenin sevgilisi. Yıllar geçerken, her göçmen, Giritli Mehmet Bey gibi o sevgiliyi “bizim ora” yemekleriyle donatılmış sofralarda arar. Ama gelecek gençtir, bir anda geçer zaman. İster asimilasyon desinler adına, ister entegrasyon, çocuklar büyüdükçe sıla, seraba döner.

    Sıla, torunlar içinse, rivayetlerle süslenmiş bir öyküdür. Necati Cumalıların, “Viran Dağlar” “ Makedonya 1900”, Yahya Kemallerin “Balkan Şehirlerinde Geçerken Çocukluğum” diye dillendirdiği öyküleri, Çağan Irmakların, “Dedemin insanları” olarak anlatması da bundandır.

    Göç, umudun terkisinde yolculuktur. Bu umut gerçekleşse de yüreklerdeki dönüş kapıları hep aralıktır. İsteyen bir gün, yolunu bulup sılasıyla hasret giderebilir. Oysa bir de ırkı, dini, milliyeti, siyasi düşüncesi veya belirli bir sosyal gruba aidiyeti dolayısıyla zulmedilerek yerinden yurdundan koparılanlar vardır. Onların kapıları, ardına dek açıktır. Her yarının, her şeyi değiştiren bir gün olacağını hayal ederler. Günün birinde kuşların özgürce uçtuğu, suların izinsiz akıp geçtiği sınıra dayanıp;
    Karşı yaka memleket,
    sesleniyorum Varna'dan,
    işitiyor musun?
    Memet! Memet!

    Karadeniz akıyor durmadan,
    deli hasret, deli hasret,
    oğlum, sana sesleniyorum,
    işitiyor musun?
    Memet! Memet!

    diye bağırırlar “Eloğlu duyar seslerini; ama kardeşleri duymaz.” Bizler onlara da göçmen, der geçeriz. Oysa onlar, sürgün veya sığınmacıdırlar. Onların ceplerinde bir pasaport bile yoktur.

    Göç, acılardan beslenir. Göç, kalmak için çare tükendiğinde, gitmedir. Bu yüzden Ahmet Telli’nin:

    Göç oldu bir acıdan öbür acıya
    oysa sağrısı kurumamıştı atımızın
    daha dün sürüp gelmiştik buralara
    bugün göründü yine yolların ucu

    dizelerinde şiirlediği gibi, insan var oldukça sürüp gidecektir.

    Film bittiğinde ben de bir süre yerimden kalkmadım. O an ne filme emeği geçenler listesine bakıyordum ne filmin teknik eleştirisini yapıyordum. Peruzat’ın aşk üçgeninin filme ne kattığını, bu kadar çok metaforun gerekli olup olmadığını da düşünmüyordum. Biz, bin yıllardır göç alıp veren bir toprağın insanlarıydık. Herkes filmin birçok karesinde kendisinden izler bulabilmişti. Onca insanın koltuklarına çivili kalmasının nedeni de buydu.

    Özellikle toplumsal ayrışmaların alabildiğine körüklendiği bu günlerde, bizi bizle buluşturan, bizi bize sorgulatan “Dedemin İnsanları” için Çağan Irmak’ı ve ekibini ne kadar kutlasak azdır.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Selmin Aratmak

     Kahveci : Selmin Aratmak


      DİKTİM..BİTTİ..

    Yaramı kendi ellerimle diktim , diktim ki açılmasın birdaha , her düğümde canım acıdan parça parça olsa da dayanarak bir kere daha dayanarak diktim..kanayan yarama merhemler , ağrı kesiciler iyi gelmedi , sonunda canımı son kez acıtarak kapattım onu..

    O akşam içimdeki huzursuzluğun bir sona dönüşeceğini bile bile yaşamak istedim herşeyi..korkularıma yenilmekten yorulan bedenimi duvarlara yaslayıp ayakta tutmaya çalışarak yürüdüm son kez yanında..
    Uyumalıydım , beynim hüzünlerimi uyutmayı seviyordu çocukluğumdan bu yana , uyumalıydım ve bittimi diye açmalıydım gözümü..bitti mi??

    Ama uyumadım , yürüdüm , iğne ve ipliği kendim aldım elime ve son düğümü çekene kadar durmadım..

    Canım acımıyor şimdi , acımasını isterdin eminim çünkü seni bana hatırlatan tek şeyimdi bu acı , hatırlamıyorum artık , canım yanmıyor ki..

    ***

    Gecenin karanlığında buğulanmış otobüs camını kırıp geçerek göz bebeğime giren bir sokak lambası ışığının yanlızlığımı bozduğu o anda bulduğum kendime sarıldım şimdi..

    Yanlızlığıma sarıldım..
    Yüreğimdeki yara izine sarıldım…

    Uyumadım , yürüdüm , diktim , bitti , kendimleyim..

    Selmin Aratmak


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Müşerref Özdaş


    Çekilebilir bir hayat için ne gerekiyor?

    Geçtiğimiz haftalara ait bir haberde oldukça dikkat çekici bir belirleme ile karşılaştım. Haber şöyle idi:Hollanda'da Alkol Kullanma Yaşı 10'a Düştü... Peki, bu haberden sonra ne oldu? Büyük ihtimalle birçok kişi okuyup çoktan unuttu bile.

    Zehirlenme sebebiyle hastaneye kaldırılan bu yaş çocuklarının araştırmalara göre yaklaşık dörtte üçünün içki kullanmayı anne ya da babalarından öğrendikleri belirtilmiş.

    "Çocuklarımız ve alkol" adlı kitabının tanıtım toplantısında yapılan bir konuşmayı konu alan bu haberde ailelerin sorumluluğu olduğu belirtilse de, kütüphaneler dolusu kitap yazılsa da, birileri suçlansa da asıl çözüm nasıl bulunabilir konusunda köklü bir çalışmanın yapılmadığı da açıkça görülmektedir. Hollanda hükümetinin alkol satın alma yaşını 16’dan 18’e çıkarması sorunu çözecek midir? Bu ülkede umuma açık yerlerde içki kullanmak yasak olup küçük yaştaki çocuklara alkol satan yerlerde ruhsat iptaline varan cezalar da verilebilmektedir.

    ABD'de daha önceleri alkol kullanım yaşı eyaletten eyalete değişirken şimdi ülke genelinde 21 yaş uygulaması geçerli.

    Ya diğer ülkelerde sınır nedir? Birlikte görelim:

    Fransa: Gençlere dair organizasyonlarda sponsorluk yasağı var. Televizyon ve billboardlarda alkol reklamı yasak.İçki satışı yaşı hafif içkiler için 16, diğerleri için 18.

    İsveç: Burada da alkol reklamı yasak ancak light bira yada sınıf 1 kategorisindeki içkilerin reklamı yapılabiliyor.İçki satma yaşı işte 18.

    Danimarka: 2003 yılından itibaren televizyon ve radyoda içki reklamı yapılabiliyor.Spor müsabakalarında reklamları yasak.Dükkanlarda 16 yaşa kadar satılabiliyor.

    İrlanda: Yasak konusunda Türkiye ile benzer bir durumda. Ancak büyük gözetimi dâhilinde içki içmek için bir alt sınır aranmıyor.

    Belçika : Çocuklara yönelik etkinliklerde sponsorluk yasak. Gençleri hedef alan reklamlara da dikkat ediliyor. Bar vb.yerlerde 16 yaş sınırı bulunuyor. Bira ve şarap gibi içkilerdeyse herhangi bir sınırlama yok.

    Yunanistan: Spor organizasyonları haricinde birçok yerde sponsor olarak kullanılabiliyor. Benzin istasyonlarında, büfelerde, bakkallarda hatta hastane kantinlerinde bile içki satışına rastlamak mümkün.

    ABD: Spor organizasyonlarının büyük bir çoğunluğunda alkol sponsorluğu yasak ancak araba yarışı organizasyonlarında bir hayli yaygın. Spor organizasyonlarının büyük bir çoğunluğunda alkol sponsorluğu yasak ancak araba yarışı organizasyonlarında bir hayli yaygın. Daha önceleri alkol kullanım yaşı eyaletten eyalete değişirken şimdi ülke genelinde 21 yaş uygulaması geçerli.

    Malezya: Televizyon ve radyolarda alkol reklamları yasak. Malayca olmayan gazete ve dergilerde içki reklamı yapılabiliyor. Alt sınır ise 18.

    Dubai: İçki kullanımı için alkol lisansı gerekiyor ve bu lisans müslümanlara verilmiyor. İçki satışı ancak büyük oteller ve gece klüplerinin bünyesinde yapılabiliyor. Ramazan'da özel uygulamalar devreye giriyor.21 yaşından küçüklere ise içki satılmıyor.
    Sorun sadece alkol müdür? Ya fuhuş, ya uyuşturucu, ya daha fazlası... şiddet, terör?
    Peki, bizde durum nedir? Türkiye’de 2011 yılı başlangıcında, içki satış ve tüketimine getirilen kısıtlamalar o günlerde çok ses getirmişti. TAPDK (Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu) ( 07/01/2011 tarihli ve 27808 sayılı Tesmi Gazete’ye göre) Tütün mamulleri ve alkollü içkilerin satılına ve sunumuna ilişkin usul ve esaslar hakkında yönetmeliğe göre 2. bölüm madde 24’de alkollü içki reklamları ile ilgili kısımlarda Çocukları ve gençleri hedef alan yerlerde bazı kısıtlama ve yasaklara yer verilmiştir.

    Başlangıçtaki tanımlar kısmında madde 4’de Genç: Onbeş ile yirmidört yaş arası dönem içinde bulunan kişi olarak açıkça tanımlanmış.
    Yine 2. bölümde madde 6 aynen şu ifadelere yer vermektedir: İşyerinde; onsekiz yaşını doldurmamış kişilere tütün mamulleri ve alkollü içkiler satılamaz veya sunum suretiyle tüketimlerine arz edilemez. Yaş konusunda tereddüde düşülmesi halinde satıcı, talepte bulunan tüketiciden kimlik belgesi istemek suretiyle, onsekiz yaşından büyük olduğu bilgisine ulaşarak satışı veya sunumu gerçekleştirir.

    Bu düzenleme sonrası, yukarıdaki açık ifadeye rağmen, değişik kesimlerde seslerin yükselmesine ve çoğu zamanki gibi tam olarak bilgi sahibi olmadan, kulaktan dolma bilgilerle konuşup eleştirmeyi kendine hak gören toplumun farklı kesimlerinden kişiler 24 yaşa takılı kalmıştı.
    Sınırlamaları siyasi olarak yorumlayanlar da çoğunlukta idi.

    Birçok evde ortaöğretim hatta ilköğretim düzeyinde çocukların mahalle bakkalına gönderilerek bira ile başlayan içki veya sigara satın almaya gönderdiğini hepiniz görmüşsünüzdür. Diyelim ki gönderilmedi, evde içki sofrasının kurulduğunu, mezeler hazırlandığını, dağınık bir masa başında sigara dumanının ağırlaştırdığı atmosferde çakırkeyif sohbetler yapıldığına tanık olmuştur evin çocukları, gençleri. Büyük olmanın böyle bir şey olduğu fikri uyanmıştır belki de...

    Peki, ne yapılabilir? Kişisel özgürlükler kısıtlanmalı mı? Anne, baba ve yakınlar içki sigara kullanmamalı mı? Ya da her şeyin dozunda yapılabileceği fikri mi verilmeli yetiştirilen evlatlara? Aile içi ve okul eğitimi sorunları çözer mi? Satış yasağı önleyici olur mu yoksa yasaklar daha mı çekici kılar? Belki de akademik düzeydeki araştırmalar, tartışmalar ve çıkan kararlar topluma olumlu olarak dönebilir. Bunun arayışında olunmalı.

    10 yaşında alkol alan, komaya giren, 12 sinde cinselliği yaşamaya başlayan, 13-14 ünde doğuran bir dejenere yeni nesil çıkıyor ortaya... Türk toplumu da büyük bir hızla takipte bu dejenerasyonu. Japonya'da çocuk birası üretilip yok sattığını, 400.000 şişe sipariş aldığı bilgisine ulaştım.

    Neler bekliyor bu yuvarlak dünyayı daha? Bu biranın sloganı ise şu : “Hayat çocuklar için bile içki olmazsa çekilmezdir.” Ne denir ki? Bu dünyayı içkisiz çekilir kılmaya çalışmak bu kadar zor mu?

    Karar sizlerin sevgili okuyucular.

    Hayatınızın çekilebilir olması ve onu birileri için çekilebilir, hatta harikalar diyarı haline getirebilmeniz dileğiyle…

    Müşerref Özdaş


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Sarahatun Demir

     Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir


      Adına

    Sol omzumdaki nazarlığı ne zaman çıkardı annem, hatırlamıyorum.
    Bu rütbe aforozu hangi iklim sızdı ömrüme kim bilir…
    Geçen sadece kılıksız yıllar olabilseydi aynı kalırdı bazıları
    Kalmadı
    Çünkü tek geçmeyi beceren yıllar olmadı
    Ağzım doluyken konuşmayı yeniden öğrettiler
    Anne terbiyesine ihanet etmem için beni çok düşürmek isteyenler oldu; çoğu da sırtımdan iteliyordu…
    Oysa annem “ağzın doluyken konuşma kızım” diyordu
    Senin adın bazı ağzıma düşüyor şimdi başka kimliklerin kılıklarında
    Annemin verdiği terbiyenin imanlı hatırı var
    Ağzıma adın mecbur bırakıldığında
    Öldürseler konuşmam

    Öldürüyorlar

    Sarahatun Demir
    sarahatun@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Özgün İnsanlar

    Geçen Cuma akşamı, Aya İrini’de “Sema” konseri vardı. Ben de bardaktan boşalırcasına yağan yağmura aldırmadan Topkapı Sarayı’nın yolunu tutum. Konserin, ücretsiz olmasından dolayı, bilet bulamama ihtimalini göze alarak, bir güzel ıslandım.
    Saat yedi sularında, hava çoktan kararmıştı bile…
    Topkapı Sarayı’nın kapısında ki, iri yarı askerlerden, izin aldıktan sonra, bahçede dolaşmaya başladım. (Geçenlerde ki saldırı olayından sonra, denetimler daha da sıkıydı.)
    Bu bahçede dolaşmak, benim için, her zaman gizemli olmuştur; Ağaçların sesleri, yerde ki, sararmış yapraklar, boğaza bakan bahçe, kapı aralığından izlediğim SultanAhmet, Gülhane’ye inen Arnavut Kaldırım..
    Burası saatlerce yürünmesi gereken, mistik bir yer.
    Her yerde olduğu gibi buranın da çirkinlikleri var tabii ki. Mesela bahçede, Aya İrini’nin yanına kurulmuş olan restoran, çok gereksiz. Buranın mimarisine de hiç uygun değil.
    Aynı şeyi Budapeşte’de görmüştüm ve çok kızmıştım.
    Zigatvar Kalesi, Topkapı Sarayı’nı andıran bir yerdi. Sağ tarafı, Tuna Nehri’ne bakıyordu.
    İçerisi, tamamen tarihi eserle doluyken, sol tarafa, kocaman bir Hilton Oteli yapılmıştı.
    Bu Ayasofya ile Sultanahmet arasına otel dikmek gibi bir şeydi...
    Aya İrini’nin yanan kırmızı taşları, tarihe, gizemli bir yolculuğa çağırıyordu beni...

    Saatin, sekize yaklaşması, konsere çok az kaldığını gösteriyordu. Ben de dışarının soğumasıyla, iyice üşümeye başlamıştım. Açık olan kapıdan, usulca süzülerek, dar koridorun loş ışıkları arasında, ön sıralardan, kendime bir yer buldum.
    Beyaz, plastik sandalyelerin, hiç de sıcak olmayacağı belliydi.
    Birazdan kalabalık arttı. Protokol kısmi her zaman ki gibi boş kaldı. Sona kalanlar ise kendilerine yer bulamadı….
    Saat, sekizi on geçe, Natalia Mann’in mistik arp müziği eşliğinde; “Sema” sahneye çıktı. Ses, tek kelimeyle muhteşemdi. Sanki plaktan çıkıyormuş gibicesine, Aya İrini’nin taş duvarlarını inletti.
    Zaten, Sema Moritz’in geçmişine bakılınca, ne kadar da başarılı bir sanatçı olduğu ortaya çıkıyor.

    Klasik Türk Müziği’nden yola çıkarak caz, Brecht Liedler, Yiddish Getto sarkilari, deneysel müzikle kendine özgü yorumunu yaratan sanatçı; 1984-86 ‘Ensemble Kreuzberger Freunde’ grubunun solistliğini yaptı. Bu grupla Yunus Emre, Mevlana, Dede Efendi ve Nazım Hikmet’i seslendirdi.

    1987 Alman müzisyenlerden oluşan “Sema &Taksim” adli kendi grubunu kurdu. Piyano, saksafon, kontrbas, bateri yanında bandeneon ve tabla enstrümanlarını da kullandı. Grup birçok uluslararası festivale katildi.
    Tuncel Kurtiz ile “Seyh Bedreddin Destani”ni Yerebatan Sarnıcı’nda seslendirdi, bu oyunla Türkiye ve Avrupa turneleri yaptı.
    Almanya Erfurt Thomaskirche’de “Kudüs 3000 Için Hoşgörünün Anısına” adli konsere Giora Feidman, Rus Ortodoks Korosu Arte Chorale gibi dünyaca ünlü gruplarla katildi…
    Bir saat süren, etkinlik boyunca, insanlar soluksuz bir şekilde konseri dinledi.
    En son kısmı ise; hepsinden daha güzeldi. Sahneden inip, seyircinin arasına karışarak, onların gözlerinin içine bakıp, söylediği kısım.
    Sanatçının, renkli gözlerinde ki ışıltı, seyirciği büyülemişti sanki…
    Gecenin bir saatinde, Topkapı Sarayı’ndan çıkarken şunu düşündüm; Birileri, hiç hak etmediği halde, birilerinin ya da bir grubun şişirmesiyle bir yerlere geliyordu. Bir kısım insanlarsa, kaliteli müzik yapmalarına, özgünlüğü yakalamalarına rağmen, hak ettiği yeri alamıyordu. Bu ne kadar adaletsiz bir şeydi!!
    Şu an düşünüyorum da; Televizyonda, internette, nerede üçüncü sınıf muhabbet, laubalilik varsa, reytingde bir numara. Nerede kaliteli program varsa da, üçüncü bölümden sonra hemen kaldırılıyor.

    Sanatçı çok, reklam çok, bakıyorum icraat yok. Reklamı yapılan kişi mi, yoksa eseri mi belli değil!!

    Ve bu da yetmiyormuş gibi ısrarla da, gözümüze sokuyorlar birilerini her daim.

    Müzik, resim, edebiyat her alanda bu böyle, zoraki bir kahraman yaratma, şişirme heyecanı var.
    Bu koas içindeyse, gerçek sanatçılar, özgün insanlar, kaybolup gidiyor, gerçek değerini bulamadan.

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Oruç Baba'dan Aforizmalar-42

    * Hayata sitem, çaresizliğin bir başka ifade şeklidir.
    * İhanete uğrayan toplum ya da bireyin küskünlüğü, kolayca intikam alma isteğine dönüşebilir.
    * Kendini ödüllendirken veya cezalandırırken bunda aşırıya kaçma.
    * Hayat ne kısadır ne de uzundur; yaşadığının farkına vardığın kadardır.
    * Yalanı yastık yapanın, yorganı da kabustur.
    * Saygı sınırları çiğnenmiş olan her ilişki bitmeye mahkûmdur. Böyle bir ilişki içinde bulunduğunuz ister akrabanız, ister dostunuz, ister anne-babanız, isterse çocuğunuz olsun. Sonuç değişmez!
    * Doğanın cömertliğine, alicenaplığına hayran olmamak mümkün mü? Çünkü bize her şeyi hiç kısıtlamadan veriyor ve son nefesini veren insanları da iyi-kötü ayırımı yapmadan bağrına alıyor.
    * Öldükten sonra beni toprağın altında arama.Evet ben toprağım; ama toprağın üstündeyim. Karnını doyuran bir ineğin ağzındaki yeşil çimenim. Elma toplamak için bir afacan çocuğun üzerime çıktığı meyve ağacıyım. Oltadan balığın kaptığı bir solucanım.
    * Söylemediğin düşüncelerinden dolayı duyduğun pişmanlık, söylediklerinden dolayı duyduğun pişmanlıktan daha az olacaktır.
    * Evreni anlamada zorlanıyor musun? Bir de sevgi ve hayranlıkla denesen!
    * Mum; yanıyor, eriyor ve bitiyor. Ama buna rağmen ışığını etrafına cömertce yayıyor. Bir mum kadar bile olamayanlar bundan utansın. Sakladıkları bilgiler bu dünyadan göçtükten sonra ne işlerine yarayacak acaba?
    * Gitmene bir şey demiyorum; sitemim gittiğin yeri söylemediğin içindir!
    * Ne güzeldir unutmak! İyi ki unutuyoruz. Ya unutamasaydık; tüm ömrümüz geçmişe ah vah etmekle geçmeyecek miydi?
    * Gece olmaktan vazgeçti isen, güneş ol. Sonra istersen gene fikrini değiştirip, aydınlık olmaktan vazgecip karanlık olabilirsin.
    * Ceplerindeki paraya bakıp da adam olduklarını sananların, bankalardaki kiralık kasalardan farkı ne?
    * ”Bırak beni!” diyorsa bırak; “Tut beni!” diyorsa tut. Ama sonra, bıraktığını tutma; tuttuğunu da sakın ola ki bırakma.
    * Derdini atamıyor musun? Öyleyse biraz bekle, o nasıl olsa seni atacak.
    * Sevinci avuçla dağıtabilirsin; kederi ise dirhemle. Buna rağmen bir dirhem keder, onca sevinci yok eder. Tıpkı kazanlar dolusu balın içine damlatılan bir damla zehir gibi…
    * Denizi büyük yapan küçücük küçücük su damlacıklarının aynı yerde toplanmasıdır. Toplumları da büyük ve güçlü yapacak olan yetenekli, çalışkan ve dürüst tek tek bireylerin bir araya gelmesidir.
    * Tövbeni bozduysan bile gene tövbe etmekten çekinme. Hatta bozdukların için de tövbe et.
    * Güzel, güzel olmasaydı hiç düşmanı olur muydu?
    * Güzel sözle, doğru söz aynı şey değildir. Nice güzel söz vardır; ama doğru değildir. Nice doğru söz de vardır, güzel değildir.
    * Kafesteki bülbülün sesini dinleyerek zevkten kendinden geçen, bence psikolojik bakımdan hastadır.
    * Dilin söylediği her şeyin cezasını ödemeye kalksaydık, tüm ömrümüz hapishanede geçerdi.
    * Aşıkları yargılamayacak kaç kişi var şu dünyada?
    * Kuru bir ağaç ne işe yarar diye düşünme. O beğenmediğin ağaç, bir kuşa dinlenme ya da yuva yapma yeri olabilir.
    * Neden durmadan nefsimizi sınamamız gerektiği bize telkin ediliyor; her sınav kaygısının olumsuzlukları daha da artırdığı bilindiği halde.
    * Bana “gamlanma” diyen gamlı gönül; sen önce kendine bak!
    * Uzaklaştıkça yaklaştıklarım, ama yaklaştıkça da uzaklaştıklarım var.
    * Bazen karşımızdakinin anlayışına sığınmaktan başka bir çaremiz kalmaz.Eğer o kişide bu yoksa, vay ki halimize vay!
    * Çiği pişmiş, hamı da olgun gibi göstermek karaktersiz insanların en büyük becerilerinden biridir.
    * Sevginin çıkarsızı, sevginin safı, sevginin yalansızı diyoruz. Yanlış. Çünkü sevginin çıkarlısı, saf olmayanı, yalanlısı diye bir şey söz konusu değildir.

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,339,339,339,339,339,339,339,339,33
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    ABUZİTTİN TIRLAK MASALCILIĞA SOYUNDU!

    Başlangıç Notu: Aşağıdaki yazı bir mizah yazısıdır. Ben mizahtan anlamam diyenlerin okumasında bir yarar bulunmamaktadır efendim.

    Efendim malümaliniz olduğu üzere arada sırada kendi başımdan geçen kimi vahşi bazı olayları da dilime dolamaktayım. Yani son günlerde sinir katsayımın neden böyle yüksek seyrettiğini ve asık suratımla çevremdekilere kabir azabı çektirdiğimi merak eden okurlarım varsa diye bu işin esbabı mucizesini sizlere masal formunda dillendiriyorum efendim.
    Eee, hep böyle karşılıklı atışacak değiliz ya. Biraz da masal formunda, şu meşhur Bloklarımızın başına gelen ve getirilenleri bir bir anlatayım dedim.
    Tabii masal bu, ne kadarı doğru, ne kadarı değil ben bilemem yani, onu da siz okurlar bileceksiniz!
    “Hah, tamam yakalandı, bu işte de bunun parmağı vardı, mutlaka.” diyen canım kardeşlerim. Acele etmeyin yahu çatladınız mı? Yolda ayağınıza taş takılsa ve düşseniz kafamı Abuzittin Tırlak yardı diyeceksiniz. E bu kadar da olmaz ama kardeşim!
    Bir varmııııış, bir yokmuuuuuş. Uranüs’ümüzde Alanya diye bir küçücük sahil kasabası varmış. (Ne hikmetse bizden çok uzaaak bir başka gezegende de aynı isimde bir sahil kasabası olduğu keşfedilmiş, tesadüf işte)
    Çok çok, eski yıllar önce deniz korsanlarına barınma görevi gören bu kasaba, 70’li yılların başında kale sırtlarındaki evler ile bir caddeden ibaretken, sonraki yıllarda bir moda olmuş bir moda olmuş o kadar olur yani. Sanırsınız ki Bordum mübarek yer! Önce Yalman’ların, son yıllarda da Pus’ların gözde mekanı oluvermiş.
    Eeee, sonra nol’muş malüm efendim! Turizm diye diye ne yaptıysak, burada da onu yapıp taş yığınına çevirmişiz denizin etrafını. (Sayın Sözal kulakların çınlamasın emi!) Eskiden bataklıktı, mataklıktı dinlemeyip, projede ne oluyo lan ayaklarında laz usulü deniz kumuyla bir güzel dayanmışız inşaatları. Uyduruk muyduruk kooperatifler, filan falan derken (Bu arada ülkemizin yegane “katil müteahhidi” de tahliye oldu bu yazının kaleme alındığı tarihte, kulakları çınlasın!) Bordum, Simarmar’dan geri kalmak olur mu, bu devre mülk işlerine de girmişiz. Bir makyaj çekmişiz, bir makyaj çekmişiz olmuş sana 70’lik Rojda’dan 20’lik pop star.
    Sonnacıma profesyonel bir organizasyon şirketine insanları kandırma temel görevini belli bir komisyon karşılığı yükleyip, istim arkadan nasıl olsa gelir deyip satmışız bu devreleri satmasına da hizmet mizmet derken o işler biraz şööle, böööle giderken araya borçlar, ipotekler, mipotekler başka türlü satışlar filan derken bir de bakmışız ki, ııııh bu iş yürümüyor, ufaktan ufaktan tüymek lazım yani.
    Eee na’palım bizde tüyelim o zaman!
    Tüyülmüş tüyülmesine de geride kalanlara birazcık tüyü bitmemiş yetim hakkı bırakılmış gibi olmuş.
    Soonacıma günlerden bir gün Belediye bakmış elektrik var, harcanıyor fatura var gidiyor, eee ödeme yok. Su var harcanıyor, fatura var gidiyor. Eee para gelmiyor.
    Eee nolcek bu işin sonu, hadi kesmiş mi sana elektrikle suyu, Abuzittin kardeşinizin kiracısı da doğal olarak haydi bana eyvallah, bak ben bütün elektrik ve su paralarını son kuruşuna kadar ödedim makbuzumu da aldım deyip terki mekan eylemiş doğal olarak.
    Eveeet devam edelim hikayemize. Sonra binada inler cinler top oynaya oynaya hafiften yıkıntılar ve döküntüler başlayınca günlerden bir gün, Alanya’da ılık ve yağmurlu bir bahar akşamı A Blok’ta kat maliki olan bir komşumuz var ya, hani aynı zamanda da Avukat. Israrla ve inatla bu evde ben oturmaya devam ederim abi diyen birileri.
    Sanırım ben yaşlarda, aman beyefendi alınganlık yapmayın rica ederim. Hani benden gençsinizde sizi birden yaşlandırmışım gibi oldu da kusura bakmayın yani! Efendim bu beyefendi A Bloktaki dairelerden birinin sahibidir. Kat malikidir kendisi, tıpkı benim gibi. İşte birden bire o ılık ve yağmurlu bahar akşamı Bu Bey’in aklına oturduğu binanın fakru zarureti düşer. Eee bu iş böyle olmayacak, çoğunlukta İşletmeci şirkette ya her neyse, bu bey Belediyeye bir şikayet döşenmiş, “Ulan bu binaya kim sahip çıkacaksa çıksın, tamir mamir ettirsin icabında, Ben Belediye’ye bir şikayet edeyim de şunların kulaklarını çeke çeke uzatsınlar.” diye düşünmüş ve ertesi günü yola koyularak Belediye’ye gereken şikayeti yapmış.
    Sahi sayın Beyefendi hiç sesiniz soluğunuz çıkmıyor ya. Bu aralar sizler neredesiniz? Umarım sıhhat ve afiyettesinizdir.
    Ancak Sayın Avukatımızın bu girişimi yaparken unuttuğu ya da kulaklarını çevreye fazla kabartmadığı için duymadığı küçük bazı noktalar varmış. Bırakın Belediye tarafından kulak çekilerek bina tamir ettirmeyi, sonradan anlaşılacağı üzere İşletmeci firma elektrik ve su paralarını bile Belediye’ye yatırmayıp kim bilir hangi işlere harcamaktaymış o sırada.
    Soonacıma bir gün birde bakılmış ki belediyeden müvendizler filan doluşmuş binaya bi bakmışlar iş yaş, e olmuş haliyle verdikleri raporda yaş. Bu binalar yıkılır ağabeyler demişler, hadi herkes dışarı.
    Yaa işte böyle, ama ne var ki şikayette bulunarak belediyenin ilk adımları atmasını sağlayan bu sayın Beyefendi unutulup gitmiş, adeta tarih olmuş kendileri. Ondan hiç kimse bahsetmez olmuş. Mail grubu kurulmuş, grupta yüzlerce mail uçuşmuş, ama bu beyden bahseden hiç olmamış. Adam melaike canım, o kadar da iyi yani!
    Bu belediye işi kimin başının altından çıktı diye bir soran yok, ama tuvaletten çıkan fareden bile neredeyse ben sorumluyum. Eee. Ne yapalım hayat denilen tiyatronun bu bölümünde Şamar Oğlanı rolü oynamak varmış kaderde! Varsa Yoksa Abuzittin denen hergele. Bütün işler onun başının altından çıkıyor yaaa! Vimas’da ki deprem de benim yüzümden oldu, Aykütah’daki suları da ben siyanürledim zaten. Hani o kadar da zalimim canım.
    Sahi sayın Beyefendiciğim kusura bakmayın ama siz de sakın ismi lazım olmayan birileri gibi “işbirlikçi” filan olmayın? (Aman beyim sakın ola ki alınganlık göstermeyin, efendim bu bir mizah yazısıdır, lafın gelişi yani) Hani birilerinin çok bir fena menfaati var ya binanın yıkılmasından (Kimlerin ve ne tür bir menfaati olduğu en bilimsel şekilde açıklanmıştır efendim.) o iyi saatte olsunlar ve Belediye ile el ele vererek (Belediyenin de bu işte çok acayip bir menfaati var ha, icabında Alanya kurtulacak, o kadar olur yani!) bu işe kalkışmış olmayın? Yok canım, olur mu hiç öyle şey! Sapasağlam kale gibi bloklarımız maşallah! Alanya kalesi yıkılır yani bizim bloklar yıkılmaz. Bu kadar sağlam binalar için böyle haince planlar olur mu hiç, değil mi ama? Bu arada Alanya’daki (o tarihlerde ben Alanya’da yoktum, çorbacı Şefin Yeri’ne sorabilirsiniz!) bazı münafık muhalifler, o binada ikamet eden bir başkasının inşaatçı olduğu ve binanın tamirat işine el atmak istediği dedikodusunu yayarlar. Vallahi dedikodu bu doğru mu değil mi ben bilemem? Hangi firmadır, nedir, alındığı söylenen son tekliflerde o firmada var mıdır, yoksa yok mudur? En doğrusunu A Bloktaki devre mülkçüler bilir.
    Sonacıma bekçilerin, mekçilerin maaş alamadıklarından olsa gerek ortadan tüymelerinin de üzerinden yeterince zaman geçince, olmuş olanlar, ufak tefek yürütmeler filan derken, eski işletmeci bakmış “Ulan bina kendi kendine yürüyo, bari kalanları da ben yürütüyüm satıp biraz borç öderim.” deyip dayamış kamyonu. Ne varsa almış götürmüş iken, tam o anda suçüstü yakalanmamış mı, ama o ana kadar giden gitmiş yani.
    Bu arada bir En kahraman Rıdvan çıkıp, Belediyeye bir kafa atmış, yok sana yıkım diye. Sen de varsa kazma kürek var bende de hukukla yürek diyip bir girişmiş ortalığa, soonacıma zaten arap saçına dönen işler iyicene bir arap saçına dönmemiş mi. Yani olur ki o kadar olur.
    Bu arada binanın eski müdavimlerinin çoğunluğu “Bu işten bir kurtulsak kurban kesicez.” moduna girmemişler mi?
    Girmişler de, bu arada da işler de giderek çatallaşmış yani, “Pamuk eller cebe” sezonu açılmak üzereymiş bu arada. Bilenler bu sezon bir açılırsa hiç kapanmayacağını bildiklerinden diken üstünde imişler.
    Bu arada birileri de fena halde el oğuşturmakta; “Ulan üflesen yıkılacak ittiri boktan bir binaya daire başına bi daire parası daha harcayacak akıllı vatandaşları nereden bulur da yolarız.” hesapları peşindeymişler icabında.
    Bu işten bizim çuval ne kadar dolar ağabeyler diye sormaktaymışlar bunlar. Bu arada olan iyi niyetli gariplere olmak üzereyken Abuzittin denen deli “benden kapik çalışmaz ağabeyler” diye dalmamış mı işin içine.
    Ya hikaye bu işte bir kapışma, bir kapışma, birinci round “Yıkmam, yıktırmam veremem devre mülklerimi Belediye’ye ben!” şarkısını söyleyenlerin yenilgisiyle hitama ermiş efendim! Bakalım bu maçın nihai sonucu nolcek?
    Nihayette bu bir hikaye, içinde ne kadarı doğru, ne kadarı tevatür artık onu da siz bileceksiniz. Değerli okurlarım.

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Hilmi Z. Ülken'in Değer Felsefesi Üzerine III

    Platon’a göre ideaların, duyu nesneleri karşısında bir önceliği ve üstünlüğü vardır ve bu görüş, modern zamanlarda da M. Scheler’in değer kuramında yeniden gündeme getirilmiştir. Scheler’e göre de değerler, öznenin değerlendirmelerinden bağımsız olarak var olan ve onlara üstün olan bir varlıksal özü ihtiva ederler. Değerin ikinci unsuru olarak aşkın nesne unsuru ise gerçek verinin dışında bir değer tarifidir ve değere kendi yetkinliği, bilincin dışında olmasıyla verilir. Görelilik ise bu değerin bir başka değere göre belirlenmesinden gelir ki, bu şekilde düşünen filozoflardan önde geleni de Descartes’tır.

    Descartes’e göre Tanrı, tüm yetkinlikleri kendisinde toplar ve bilgi, kendi yetkinliğini ondan alır. Ancak Descartes, değer teorisine âit bir konuyu bilgi teorisine taşımış ve bunu da Tanrı’yla ilişkilendirmiştir ki, bu görüşü sınamanın bir olanağı kalmamıştır; aşkınlık ve yetkinlik, bilgi teorisine konu edilemez. Ayrıca, aşkın olanın göreli olduğunu kabûl edenler de vardır ki, Durkheim’ın düşüncesi de böyledir. Değerin üçüncü unsuru olan özneyle ilgili olarak da özne ve nesne birliği içinde değeri ruhsal gerçekten çıkartmaya çalışan görüşler vardır. (2001:213)

    Bu görüşler de özneye üstün bir rol verirler ve aşkın nesne ile gerçek veriyi özneye göre tanımlarlar. Örneğin, Spinoza metafizik alanında ve Ribot da psikoloji alanında bu görüşleri savunmuşlardır. Ne var ki, tüm bu görüşler, değere ilişkin temel bir unsurun aşırı genelleştirilmesi nedeniyle nesnel geçerliliklerini yitirmiştir. Çünkü değer, daima değerlendirme içinde açığa çıkar ve bu üç unsuru içinde barındırır. Değer, bilgiden farklı bir alan teşkil eder ve bu iki alanın, kendilerine özgü aksiyomları vardır. Değerin aksiyomlarını ilk olarak Polin sistematize ettiği için, konuya ilişkin olarak onun görüşleri önemlidir. (2001:214)

    Polin’e göre 1) her nesnel değerin, bağlı olduğu bir gerçeklik düzeni vardır; her değer, bir nitelik ihtiva eder ve bu nitelik, duyu organlarıyla tespit edilebilir. Ancak, bu aksiyomda bilgi ve değer alanı birlikte içerilir. 2) Her nesnel değer, aşkın bir varlıktır veya aşkın bir varlığı ifâde eder, ya da aşkın varlıklar arasında bir ilişkiye dayanır. 3) Her nesnel değer, başkası tarafından kanıtlanmaya ve bildirilmeye elverişli olarak bilinebilir ki, bu da onun, subjektif ve inter-subjektif özelliğini oluşturur. Dolayısıyla, bu üç aksiyomun ortak özelliği, değerin bir özne yönünü (duyu verileri) ve bir de aşkın nesne yönünü tespit etmeleridir.

    Başka deyişle değer, 1) muhtevâlıdır, 2) aşkın bir varlıktır ve 3) bir değer öznesi olma özelliğine karşılıktır. Bilgi türleri söz konusu olduğunda öznenin kurduğu farklı ilişkiler, değerler söz konusu olduğunda da değer türlerinin tespîtini sağlar ve bu yönüyle değer felsefesi, bir tür “değer metafiziği” içerir. Ancak, varlık seviyelerinin farklı oluşuna bağlı olarak farklı sınıflandırmalar yapmak mümkündür ve bu sınıflandırmalar esas olarak, değerlerin kendilerine özgü karakterleri tarafından belirlenir. Zîrâ her değer, bir ideal tiptir ve bu bağlamda, teknik değerler ile ahlâkî değerler önemlidir. (2001:214-5)

    Örneğin, araba tekerleğinden bir kaşığa kadar bu değerler, kendi ideal tiplerini kendilerinde barındırırlar ve ideal tipin en yüksek seviyesi, onları aşkın varlığa yaklaştırır; alt seviyelerinde kalmaları durumunda ise yalnızca veri olarak vardırlar. Kendi yetkinliklerini de bu yaklaşmanın derecesinden alırlar. Bu yaklaşmanın tespîtinde ise öznenin değişik bilişsel süreçlerinin dahli yoktur; idealler söz konusu olduğunda bu ideallerin varlık yapısı, onları özneye ve öznenin bilişsel süreçlerine bağlı olmaktan kurtarır. Bu yönüyle idealler, Platon’un idealarıyla aynı özelliklere sâhiptir.

    Diğer taraftan her değer, bir düzen veya sürekli bir organlaşmadır. Bu yönüyle değerler, hem bir norm olurlar, hem de bir baskı. Değerler, bütünüyle insan irâdesiyle kurulmaz, insan ruhunun değişmez doğasında temelini bulurlar. Yâni insan, ahlâkî bir varlık olması nedeniyle bu normlara sâhiptir, bunları yarattığı için ahlâkî bir varlık değildir. Bu bakımdan, her toplumda değişmez birtakım iyi-kötü ölçütleri vardır. Bu ölçütlerin, türlü geleneklerle içerimleri ve uygulamaları değişebilir; ama, ölçüt olmak bakımından insan eylemlerinde taşıdığı roller değişmez. (2001:216)

    Değerlerin çift-kutuplu olması ve eylemlere yön vermesi, onların varlık özelliğidir ve hem bir norm, hem de bir baskı olma özellikleri, bu çift-kutuplulukta açığa çıkar. İnsanlar arasında farklı ihtiyaçlar olsa da aşkın bir varlık olmak bakımından değerler söz konusu olduğunda bu ilişki, her toplumda geçerlidir. Örneğin açlık, açlığın doğuracağı şey olmak bakımından aşkın bir nesnedir ve toplumların lezzet duyguları ve bu duyguların tatmini farklı olsa da norm koyma ve baskı özellikleri bakımından değerleri ortaktır. Bu yönüyle normlar ve baskılar, ayrıştırıcı değil, birleştirici bir özelliğe sâhiptir.

    İmdi her değer, aşkındır ve değerin varlığı, öznenin varlığına bağımlı değildir. Değerler, öznede eksik olan ve bilinmeyen bir şeye bilinen nitelikler aracılığıyla nüfuz etmeyle doğar. Bilgide özne, kendisine verilmiş nesneleri tekrar eder ve zaman dışı özellikleri elde eder. Değerde aşkın olanın özne tarafından bilinmesi ise hangi ihtiyâcın karşılandığına bağlıdır ve özne, değerleri, hangi ihtiyâcına karşılık geldiğine bakarak anlamlandırır. Dolayısıyla, değerlerin özne tarafından ne şekilde değerlendirileceği, öznenin ihtiyaçlarına bağlı olarak değerlerin derecelendirilmesini içerir. (2001:217)

    Bu derecelendirmelerin en tepesinde, hiçbir ihtiyâca indirgenemeyen aşkın değerler vardır; onların taşıdığı yüksek değer, tüm özneler tarafından kabûl edilir. Öznenin ihtiyaçları, değerlerin derecelendirilmesinde birtakım ölçütlerden yararlanmasını gerektirir ve özne, belirli birtakım kavram çiftleriyle bu derecelendirmeyi yapar; güzel-çirkin, iyi-kötü, vb. Dahası, bu derecelendirmenin gerçekleşmesi, öznenin kendisine koyduğu amaçların gerçekleşmesinde de vazgeçilemez bir önemdedir; özne, aynı anda kendisine birçok amaç edinebilir ve hangi amaçların hangilerinden değerli olduğuna karar vererek bunlar arasında bir derecelendirme yapar ve hangisini öne alacağını seçer.

    İnsanın ahlâkî bir varlık olması, aynı zamanda da yüksek değerlere doğru yapacağı bir tercihle eylemlerine yön vermesini ifâde eder. Bu yönüyle insan, doğadaki diğer canlılardan ayrılır. Değerler, insanlardan bağımsız olduğu gibi, onları insan yapan özellikleri açığa çıkartan ve insansal yönlerini keşfetmelerini sağlayan temel unsurlardır. Gelenek, kültür, hukuk vb. alanlarda insan hep, bu tür derecelendirmelerle eylemlerine yön verir ve toplumsal yaşam, bu derecelendirmelerle şekillenir; aksi taktirde, değerler çatışması ortaya çıkar ve insanların toplumsal yaşamı sürdürebilmeleri olanaksızlaşır. (2001:217-8)

    Ülken’e göre her değer, evrenselleşme yetkinliğindedir. Değerlerin bildirilebilme ve yayılabilme özellikleri, bu yetkinliği kazandırır. Bilen özne, bu değeri bilir ve başkalarının da bilmesini sağlar; çember genişledikçe, değerler de evrensel hâle gelir. Değerler arasındaki inter-subjektif bağ, özneleri ortak birtakım değerler etrafında birleşmeye sürükler ve değerin hakîkatine ilişkin sorular da yine bu bağ dikkate alınarak incelenmelidir. Değerin bir bilgi süreci içinde ortaya konuluşu ise öznenin varlığını gerektirir ve özne ile değer, sürekli olarak birbirlerini belirler.

    Özne, kendisinin dışında bir hareket noktası olarak aşkın nesneye yönelir ve değeri görür. Değerin görülmesi, rüya görmek gibi değildir; özne, kendisinin dışında bir dünyânın da farkındalığına sâhiptir. Değerlendirme, bu farkındalık içinde değerin görülmesine dayanır ve eylemleriyle özne, hem benlik alanını, hem de değerler alanını genişletir. Kişiliğindeki gelişim, değerler konusundaki farkındalığını da yükseltir. Değerin ne olduğunu anlayabilmek ve bilgiden farklarını ortaya koyabilmek için de kaçınılmaz olarak eylemin incelenmesi gerekir. (2001:218)

    Ülken’e göre eylem, diğer varlıkların hareketlerinde değil, yalnızca insan doğasında vardır ve insana özgüdür. Eylem söz konusu olduğunda özne ile nesne arasında bir ikilik vardır ve bu ikilik, bir yönüyle de tamamlayıcıdır; bu ikilik kapatılamayacağı gibi, özne olmadan nesne, nesne olmadan da özneyi tanımlamak olanaksızdır. Her eylemde hem arzu, hem arzu edilen; hem ihtiyaç, hem ihtiyaç duyulan vb. birlikte içerilmiştir. Eylemin nesne edinilmesi, şimdi vârolanlar ile daha sonra vârolacak olanların bir birliğini gerektirir. Hâliyle arzu, “virtüel” hâle getirilmiş olur ve bu nesneleşme, kendine özgü bir zaman dışılık kazanır.

    Eylemin kendisinin zamansal olması, nesneleşmeyi de zamansal kılmaz ve bu bakımdan özne, kendi eylemlerini zaman üstü bir değerlendirmeye tâbî tutma olanağı kazanır. İnsan ruhunun eylem üzerindeki yaratıcı etkisi de buradan gelir. Üzerinden uzun zaman geçmiş olsa da târihsel fenomenler hakkında değerlendirme yapmamız, nesneleşmenin bu zaman dışı özelliğiyle sağlanır. Oysa, bu fenomenlerin gerçekleşmesini sağlayan özneleri incelemek istediğimizde, zaman unsuru da değerlendirme sürecine katılır. Bu katılımı sağlayan temel unsur ise eylemlerin öznel koşullarının psiko-biyolojik olarak potansiyel biçiminde süreksiz olgulardaki varlığıdır. (2001:218-9)

    Ülken’e göre bunlar, aynı zamanda da duyu verilerine bağlı klişe-hayâller ve klişe-hatıralardır. Öznenin mânevî hayâtındaki en temel eylemi ise mevcut andaki etkinliğidir. Benlik de bu anda yaşanılan aktüel bilinçtir. Aktüel bilincin canlılığı oranında özne, tüm bu hayâl ve hatıraları birbirine bağlar ve anlamlandırır. Eylemin nesneleşmesi de yine, bu anlamlandırma çabası içinde bilincin yeniden kurulması ve ‘ben’ hâlini almasıdır. Dolayısıyla ‘ben’, bu nesneleşme için inşâ edilir ve kendine özgü bir varlık yapısı kazanır, sürekli olarak yeniden inşâ edilir; ‘ben’in inşâsında özne, mevcut anda kendi gücünü sınırlandıracak hiçbir dış etkiye tâbî değildir.

    Özne, sürekli olarak kendisini yenileme gücüne sâhip bir mimar gibidir ve kişiliğin kurulması, belirli bir zaman ve mekan engeliyle sınırlanmış değildir. ‘Ben’ ile ‘kişilik’, birbirlerinden bu noktada kesin olarak ayrılır. Aktüel olarak bakıldığında ‘ben’, eylemi belirli bir zamansallık içinde gerçekleştirendir; ‘kişilik’ ise öznenin kendi ‘ben’i üzerindeki bir değerlendirmesidir ve bu değerlendirmenin zamansal bir sınırlandırması yoktur. Başka deyişle her nesneleşme, başka bir özneleşmeyle sonuçlanır ve kişilik genişledikçe, öznenin özneleşmesi de daha yüksek formlara taşınmış olur. (2001:219-20)

    Bu ise “gelişim” olarak tanımlanan olgudur ve gelişimin, sabit bir hızı veya nesnel birtakım koşulları yoktur. Gelişimin incelenmesinde de özne, kendisiyle olan ilişkisinde sürekli olarak farklı birtakım değerlendirmeler içinde olabilir. Bununla birlikte eylem, bilginin nesneleşmesini kolaylaştırdığı gibi, bilgi de eyleme tesir ederek eylemin nesneleşmesini kolaylaştırır. Söz gelişi, teknik bir değer ihtiva eden ve bir hakîkat olmadan önce kullandığımız zîrâat âletleri, öncelikle birer değerdir. Fakat bunlar, gerçeğin meydana gelmesine de yardımcı olurlar ve dış dünyâdaki nesnelerin bilgisine ulaşmayı sağlarlar.

    Bu âletlerle özne, deney alanında istediği deneyime ulaşır ve gerçekliğin şekillenmesine katkıda bulunur. Aynı şekilde, bu âletlerdeki değişim de öznenin kendisini geliştirmesini sağlar. Bilgi alanındaki nesneleşme, değer alanındaki nesneleşmeye de yardım eder. Bilimsel bilginin birikimli olarak ilerlemesi ve gelişmesine koşut olarak, özne de kendi kişiliğini birikimli olarak ilerletir ve geliştirir. Yine de değer alanı, özne için daima aşkın olarak kalır ve duyu verileri gibi içkin olamaz. Bilgiyi eyleme, eylemi de bilgiye indirgemek ise mümkün değildir; hakîkati değerden, değeri de hakîkatten çıkartmak söz konusu olamaz. (2001:220-1)

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    M.Nihat Malkoç

     Kahveci : M.Nihat Malkoç


      ''GÜNEŞLİ BAYIR'' VE SERKAN TÜRK

    Yeşilin koynunda güzellik uykusunu uyuyan Trabzon, ülkemizin en şirin şehirlerinden biridir. Yeşille mavinin koyun koyuna olduğu bu mümbit topraklar maddî ve manevî binlerce zenginliği içinde saklamaktadır. Dünden bugüne, bugünden yarına taşınan bu zengin birikim hepimizin ortak değeridir. Bunu geleceğe taşımakta şair ve yazarlara önemli görevler düşmektedir. Onlar ne kadar yazarsa yazsın, bu emsalsiz güzellikler kâğıda dökmekle bitmez. Fakat ne kadarını yarınlara taşıyabilirsek kârdır. Heyamola Yayınları bunu gerçekleştirmek için kolları sıvadı bile. 22 yazarın kaleminden 22 Trabzon kitabı vitrinlerdeki yerini aldı.

    Bilindiği gibi Heyamola Yayınları “Trabzon’dur Yolumuz” adı altında bu şehrin mahallelerini, semtlerini ve belli başlı yerlerini anlatan 22 yazarın kaleminden, 22 kitabı okurlarına sundu. Şairler ve yazarlar duygusal bağlarının olduğu mahalleleri kaleme aldılar. Durup dururken Trabzon’la ilgili özgün bir okur kitaplığı oluştu. Trabzon’u 22 güzel kalemden şiir tadında okuma imkânı doğdu. Bu anlamlı projeye katkısı olanlara teşekkürler…

    Heyamola Yayınları “Trabzon’dur Yolumuz” yazma projesinde Trabzonlu usta öykücü, şair ve radyo programcısı Serkan Türk’e de yer verdi. “Güneşli Bayır”, Serkan Türk’ün Erdoğdu’yu anlattığı eserinin adı… Usta kalem Serkan Bey daha önce “Rüzgârlı Camlar”, “Uzak Yaz”, “Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri” adlı kitaplara imza atmıştı.

    Şair Serkan Türk’ün kaleme aldığı Güneşli Bayır’ı büyük bir zevkle, bir oturuşta okudum. 110 sayfadan meydana gelen “Güneşli Bayır” adlı eser Erdoğdu’dan daha çok, Serkan Türk’ü ve onun Erdoğdu izlenimlerini uzun uzadıya anlatıyor. Türk, Erdoğdu’nun özellikle son on yıl içerisindeki değişimine ve dönüşümüne bir yazar gözüyle tanıklık ediyor. Söz konusu kitap “Sunuş, Güneşli Bayır, Yaşama Telaşı, Bir Semtten İlk Kez Bakmak, Babamın Sesi, Gülibrişim Ağacı, Gece Yürüyüşü, Eski Zamanda Merdivenli Bir Ev, Bugün Yeni Bir Anı Edindik Kendimize, Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri, Benim Odam ve Kalabalık Düğünler, Güvercinler ve Atmacalar, Pazar Yerlerinin Bereketi, Kahvehaneler, Erdoğduspor Kulübü, Kokulu Silgim Gazoz Kapakları ve Diğerleri, Çocukluğumun Oyunları, Erdoğdu Sözlüğü, Bir Alfabe Yaratmak, Son Söz” bölümlerinden oluşuyor.

    Bu şehri konu alan ve 22 kitaptan oluşan “Trabzon’dur Yolumuz” serisinin her kitabının başında, kitapların basımına maddî ve manevî katkıları olan eski Devlet Bakanı Faruk Özak’ın dört sayfalık “Sunuş” yazısına yer veriliyor. Bu yazının bütün kitaplarda tekrarlanmasını gereksiz buluyorum. Serinin ilk kitabında yer alması bence yeterliydi.

    Serkan Türk bundan evvel yazmış olduğu şiir ve öykü kitaplarıyla yazarlıkta ve şairlikte rüştünü ispatlamış bir isim olarak tanınıyor. Buna ilave olarak uzun zamandan beri zor şartlarda da olsa “Ada” adlı kültür, sanat ve edebiyat dergisini çıkarmaya çalışıyor.

    Türk’ün “Güneşli Bayır” adlı kitabını belli bir kategoriye koymak gerekirse, anı ağırlıklı bir eser olduğu söylenebilir. Fakat öykü türüne uyan kısımları da az değil. Lakin buna kuru bir tanıtım kitabı diyemezsiniz. Zira bu kitapta Erdoğdu’yla ilgili ansiklopedik bilgiler birkaç sayfadan öteye gitmiyor. Zaten malumat ağırlıklı bir kitap olsaydı bu kadar beğenilmezdi. Serkan Bey, kitabını acı tatlı anılarla yoğurarak, eserine şiirsel bir hava katıyor.

    Kitabın yazarı olan Serkan Türk, ömrünün ancak üçte birini geçirmiş Erdoğdu’da... Bu durum, aslında yazarın Erdoğdu’nun dününü, bugününü ve yarınını kuşatıcı bir bakış açısıyla anlatmasına kısmen de olsa engel teşkil ediyor. Serkan Türk, ömrünün çoğunu bu mahallede geçiren bir kalem olsaydı geçmişe dair ayrıntıların yansıtılmasında daha başarılı olabilirdi.

    Öykü, şiir ve yazılarıyla tanıdığımız Serkan Türk, Türkçeyi başarıyla kullanan bir yazar olarak biliniyor. Bu özelliğini “Güneşli Bayır” da da görmekteyiz. Zira bu kitapta kusurlu cümleye pek rastlayamıyorsunuz. Çok temiz bir dil ve şiirsel bir üslup dikkatleri çekiyor. “Güneşli Bayır” birçok yönüyle uzun bir otobiyografik hikâyeyi andırıyor. Hikâye tadında bir metin olarak okuyucuyu sürüklüyor; Erdoğdu’ya gizemli bir ayna tutuyor.

    M.Nihat Malkoç
    mnm61mnm@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Güvercin

    O meşhur meydanındayım kentin...

    Heykelin altında güvercin yağması
    Arada kargalar, serçeler
    ve çirkin yüzlerinde dudakları
    Çifte kumruların.

    Karanfil satan yaşlı adam
    Somun ekmek ve çayla
    Karın doyuran
    Boyacı çocuğa
    Issızca bakarken...

    ve hep bir yere geç kalmış insanlar
    sesinin yankısında koşuşturan
    Hanımellerinin mor buğusunda
    Güneş görmeden üstelik.
    İs kokarken...

    Sabırsız kornalar sarı lambada
    Arada lacivert adamlar
    Yaşlı hanımlar
    Bitmeyen insan sesi
    Ne konuşup dururlar...

    ve tanıklar koro halinde
    Uykuda bir nefes gibi
    Kabusun ötesinde
    'BİZ' e kanmak;

    O meşhur meydanında kentin...;

    Güvercin kovalayan çocuk
    Hiç yakalamak istememiştir.
    Farkındadır,hayattır adı;
    Dokun(a)madan.
    Gidişini izlemiştir.

    Fatih Ünver

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
      Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.

    Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.

    Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.

    Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Mother of Mine
    Neil Reid









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20111223.asp
    ISSN: 1303-8923
    23 Aralık 2011 - ©2002/23-kmarsiv.com