Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.906

 3 Şubat 2012 - Fincanın İçindekiler


  • KEŞKELER LİSTESİNİ YAPARSAM -1 ... Seyfullah Çalışkan
  • ANKARA'NIN FİLLERİ ... Hamdi Topçuoğlu
  • DERİNLİK = KIRGINLIK ... Hilal Bayram
  • Coşkun Irmak-5 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • Can Dostu -1 ... Nevriye Hamitoğlu
  • YAZMAK NEYE YARAR? ... Erhan Tığlı
  • KÖR KUYU ... Esin Ulutaş
  • ALLAH'TAN TANRI'YA, TANRI'DAN RABBE! ... Hasan Tülüceoğlu
  • YOKİ, MOKİ, KOKİ ... Abuzittin Tırlak
  • Kant ve Levinas Etiğinde Özgürlük Kavramı Üzerine IV ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Durumlara fena halde Fransızım!..


    Hem ziyaret hem ticaret durumundan seferiyim. Karakışı ardımda bırakıp kaçabildiğimce kaçıp Avrupa'nın en ucuna kadar geldim. Ticaret yanı sizleri pek ilgilendirmese de ziyaret yanlarını sizlerle paylaşmak isterim doğrusu. Vakit bulur bulmaz yapacağım, söz. Şimdilik burada kesip haftaya görüşmek üzere diyorum. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KEŞKELER LİSTESİNİ YAPARSAM -1

    Farkında olmadan yaşam akıp gidiyor. Sabah oluyor işe gidiyoruz. Akşam olunca eve dönüyoruz. Yemek yiyoruz, biraz televizyon izleyip uyuyoruz. Ertesi gün yeni aynı… Haftaları, ayları hatta seneleri fotokopi ile çoğaltılmışçasına bir örnek yaşayıp gidiyoruz. En son ne zaman keyifli, güzel bir gün geçirdiğimi anımsamıyorum. Yaşamayı istediğim her şeyi, bütün heveslerimi geleceğe öteledim. Yaz gelsin şöyle yaparım, hafta sonu şuraya giderim, hele bir tatil gelsin hepsinin acısını çıkarmazsam. Tatiller çoktan gelip geçti. Ertelediklerimi, özlemlerimi gerçekleştirecek zamanım var mı? Kim bilebilir ki. Geçenlerde gazetenin birinde görmüştüm. Avustralyalı yazar Bronnie Ware "Ölmek Üzere Olanların En Yaygın 5 Pişmanlığı" adında bir kitap yayınlamış. İnsanların ömrüne sığdıramayıp yeterince yaşayamadıkları pişmanlıkları da şunlarmış,

    "Keşke bu kadar çok çalışmasaydım." (Seçme şansımız varmış gibi. Karnımızı zar zor doyurabiliyoruz) Başkalarının benden bekledikleri yerine keşke kendi istediğim hayatı yaşayacak cesaretim olsaydı. (Daha doğduğum gün sorumluluklarım vardı. Hastalanmamam, emdikten sonra gazımı çıkarmam ve sürekli olarak uyumam isteniyordu.) Keşke duygularımı açıklayacak cesaretim olsaydı. (Bizim kültürümüzde duygulardan söz etmek delikanlıyı bozar. Sadece sarhoşken duygularımızı açık açık söyleyebiliriz. Zaten sarhoştu, ne yapsa yeridir deyip gülüp geçerler.) Keşke arkadaşlarımla ilişkimi kesmeseydim. (Ekmek büyüdüğünüz ve yaşadığınız sokakların binlerce kilometre ötesindeyse gel de kesme. Amacım mazeret yaratmak değil. Biz hala göçebe bir toplumuz. Yazar belki bunu bilmiyordur.) Keşke daha mutlu olmama izin verseydim. (Keşke ama nasıl? Mutluluk geldi bacadan içeri girdi de kolundan tutup kapı dışarı mı ettik? Kısmetimizde ne varsa kaşığımızda o çıktı. Biz de bulduğumuzla yetindik.)

    Gelecekte bir gün ben de pişmanlıklarımı yazmayı düşünüyorum. Beş başlık altında toplamakta zorlanırım belki ama yine de kararlıyım. Attığım başlıklar Avustralyalı yazarınkilerden doğal olarak farklı olacak. Birkaç ipucu vermem gerekirse Rüzgârın yönünü değiştiremediğim için pişmanım yazacağım. Devran döndü ama yüzüme hiç gülmedi. Sabırla bekledim ama benim sıram hiç gelmedi. Hem yenilen hep kaybeden ben oldum. Asıl tuhaf olan yalnız değildim. Benim gibi olan on binler, yüz binler, milyonlar hatta milyarlarca insan vardı. Şairin dediği gibi karıncalar kadar çoktuk. Sabırla, inatla, sessizce bekledik. Ne mabetlerin kapısına adımız yazıldı. Ne de ekmek derdimiz son buldu. Keşke benzerliğimizin farkına varabilseydik ve rüzgârın yönünü değiştirebilseydik.

    Keşke bir sabah uyanır uyanmaz bütün alışkanlıklarımı, tekdüzeliği ve sorumluluklarımı geride bırakıp uzaklara gidebilecek cesareti kendimde bulabilseydim. Neresi olduğu hiç önemli değil. Gücümün yettiği kadarına, bilet param beni ne kadar uzağa götürebilirse oraya gidebilseydim. İçimde hep gitmediğim ve hiç bilmediğim uzak insanları tanıma özlemim kalacak. Ve yeniden başlayabilmenin gizemli çekiciliği… Yenilirdim ihtimal, süklüm püklüm geri dönerdim belki. Veya bilmediğim o uzak ülkenin sokaklarında kaybolup giderdim.

    Keşke daha çok sarhoş olsaydım örneğin. Çünkü ayık kafayla çekilir gibi değil bu hayat. Ama öyle gecenin köründe in cin top oynarken değil. Arkadaş sohbetlerinin en lezzetli meze olduğu masalarda dönmeliydi başım. Üstelik şarabımız damağımızda kadife gibi yumuşak olmalıydı. Üzümlerini kendim yetiştirmeli, kendim sıkmalıydım tanelerini. Kokusu ve harmanı kendi kıvamımızda olmalıydı.

    Keşke daha çok balığa gidebilseydim. Farklı denizlere, göllere ve ırmaklara… Her balığı kendi mevsiminde ve olta ile avlasaydım. Izgara ya da tava kimin umurunda? Balık oltaya vurduğunda kolunuzu da çekip götürmeli örneğin. Sonra boşlamalı. Eyvah yine kaçtı diye üzülürken bir kez daha çekip götürmeli oltayı. Soluksuz bırakmalı adamı, nabız birkaç saniye içinde en tepeye fırlamalı. Ayna çakar gibi bir gümüş parıltısı yansımalı derinden. Son çırpınışların birinde suyun yüzünden havaya sıçramalı üstelik. Aldığımız keyif ve pençesine düştüğümüz avcılık tutkusu bütün bedenimizi esir almalı. Dünyanın bütün göllerinde, bütün denizlerinde ve ırmaklarında bütün mevsimlerde balığa çıkabilseydim keşke…

    Daha çok aşık olabilseydim ve daha çok ağlasaydım keşke. Çok saçma olduğunun farkındayım. Çünkü bana göre aşk mutlu son biten bir öykü değildir. Aşk özlemek, beklemek, umut etmek, çabalamak, direnmek ama kaybetmektir. Aşk çatışmak, aşk kıskançlık, aşk sabırsızlık, aşk sürekli yükselen bir kaygı halidir. Ömrünüzün hangi evresinde, yolun neresinde olursanız olun aşk için ağladığınız o günü her zaman taptaze anımsarsınız. O hüznün yüreğinize çaktığı çiviyi çıkarmak bir yana yerinden bile oynatamazsınız. Şaka maka değil zehirden beter bir acıdan söz ediyorum. Ama Antep biberi kadar da lezzetli… Çaresizlik içinde, nefesimiz kesilerek aşk için ağladığımız gibi başka hiçbir yitirdiğimizin ardından ağlayamayız. Ne içine düşmek, ne de düştüğümüz çukurdan çıkmayı isteriz. Şairin dediği gibi Mutlu Aşk Yoktur. Aşk her zaman bizi ağlatmanın bir yolunu bulur. Ağlamanın bu kadar güzeli, insana bu kadar yakışanı da yoktur. Her bahar değilse bile keşke daha çok…

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      ANKARA'NIN FİLLERİ

    "Doldur be meyhaneci!
    Doldur doldur da ver, doldur doldur da ver!"

    Adnan Abimiz (Şenses), bu şarkısını Güvercinlik'teki evinde Çomça Koyu'na baka baka kim bilir kaç kez söylemiştir. Şimdi denizin bu doldurulmuş halini görünce:

    "Tuh be! Biz kadehin doldurulmasından söz ettik, adamlar deniz doldurmak anladı" mı diyecek; yoksa devlet, yarımadadaki bu katliama ses çıkarmadığına göre bu yakadakilere de ses çıkaramaz deyip el ovuşturanlara "Geçmiş olsun, komşu! Yakında tapularınız için de şarkı besteleyeceğim" mi diyecektir?

    Birkaç yıl önce bir paragözün Pina Yarımadasındaki denizi doldurma çalışması karşısında yazdığım yazıya böyle başlamıştım.

    Çevrecilerin tepkisi ve Bakan Ertuğrul Günay'ın duyarlılığı karşısında adamlar geri adım attılar. Ama hırslarının gereğini yapmaktan asla vazgeçmediler.

    Şimdi Güvercinlik koyuna girenler başlarını sağa çevirince yükselen oteli görüyorlar. Koya doldurdukları molozları sözüm ona çıkardılar; ama tepeye o binayı dikiyorlar.

    Geçen hafta Bodrum Grand Yazıcı'da 2011 yılı turizm değerlendirme toplantısı vardı. Turizm Toplantıda, Tanıtma Genel Müdürü Sayın Cumhur Güven Taşbaşı Bakan Günay'ın olayın takipçisi olduğunu, Vali Bey de gerekenin yapıldığını söyledi.

    Ben bu konularda Bakan Ertuğrul Günay'ın da ve valimiz Sayın Fatih Şahin'in de duyarsız olduğunu sanmıyorum. Bazı şeyleri düzeltmek için vali olmak da bakan olmak da yetmiyor bu ülkede. Kanunlar ne denli iyi yapılırsa yapılsın, gözlerini para hırsı bürümüşler, öyle ya da böyle bir yolunu bulup yollarına devam ediyorlar. Çünkü onların da bu sistem içinde akıl hocaları çok.

    Bodrum'da mavi yolculuğun en güzel duraklarından biri de Kisebüküdür. Burası 1'inci derece doğal ve arkeolojik SİT alanı olarak tescillidir. Hal böyleyken Kisebükü Koyu'ndaki 230 dönümlük ormanlık arazi, birkaç gözü doymaza tahsis edilir. Onlar da yıllardır 2 bin 550 yataklı üç otel yapmak için yırtınır dururlar. Bodrumlu bu işe karşıdır. Yıllardan beri de onlar da yasal yollardan burayı "paragözlere gaptırmecez." mücadelesi verirler. Mahkemeler mahkemeleri kovalar; Danıştay, Anayasa Mahkemesi bir sürü karar verir; ama adamları durdurmak olanaksızdır.

    Öğrendiğimize göre, bu beyler kanunun bir boşluğundan yararlanmak için şimdi orada sıcak su sondajları yaptırıyorlarmış. Hatta biraz uzakça bir yerde de 38 derece sıcak su bulmuşlar, bunu kılıf olarak kullanıp otellerini yapacaklarmış.

    Geçenlerde bu firmanın ağızlarından biri, nasıl da uyumlu otel yapacaklarını ballandıra ballandıra anlatıyordu. (Yüksel Aksu Kardeşimiz, o adamı Entel Köy Efe Köye karşı filminde neden oynatmamış ki! Adam konuşurken ben See Garden'ın kapısından kovuluşumu anımsıyorum. "Yassah kardaşım!" demişti bekçi. "Burası özel mülkiyet, giremezsiniz!"

    Aynı şeyi, geçen yıl Cennet Koy'da da yaşamıştım. Bizim Herodot 3. Yaş derneğinin pazar yürüyüşünde denizin içine dek uzanan dikenli tellerden geçememiş üstelik araziye izinsiz girdik diye bekçiden bir sürü de azar işitmiştik.
    Yaşadıklarımız "dağdakinin gelip bağdakini kovma"sından başka bir şey değil.
    Bodrum turizminin şahdamarı "Mavi Yolculuk"tur. Bodrum'u turizmde dünya markası yapan Bodrum'un çilekeş denizcileridir. Halen 4000 dolayındaki yat, 30.000 dolayındaki yatakla Bodrum ve Türkiye turizmine hizmet vermektedir. Her biri aile işletmesi olan bu yatlar sayesinde binlerce Bodrumlu geçimini sağlar. Mavi Yolculuk güzergâhlarında yapılacak oteller doğayı katletmenin yanında Bodrum turizmini hançerleyeceğinden hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

    Doğup büyüdüğüm bu topraklardan ulusal medyaya yansıyan her güzel haberle coşan, kötü haberle derinden sarsılan biriyim. Bu tutumum, kendi çevremi, ülkemin diğer bölgelerine üstün tutmamdan değil, bu yurdun, herkesin kendi yöresine sahip çıkmasıyla; korunup kollanabileceğine inanmamdandır. Ne var ki, yöremizin Vandallara bile rahmet okutur biçimde talan edilmesi karşısında sessiz kaldığımız da bir gerçek. İşimiz gücümüz, günü kurtarmak ve cebimizi doldurmak. Parolamız açık: Yak, yık; kes, biç; doldur. Dün Eskihisar, bugün Gibye, dün See Garden, bugün Çomça koyu, Cennet koyu, Kisebükü… Son günlerde nedense aklıma hep "Timur'un filleri" geliyor.

    Timur, Nasrettin Hoca'nın köyüne, beslemeleri için iki fil yollamış. Filler, zaten karınlarını zor doyuran yoksul köy halkını iyice canından bezdirmiş. Ama kimse, Timur'a "al bu filleri" diyecek cesareti de gösteremiyormuş.

    Canlarından bezen köylüler sonunda, Timur'un yanında itibarı olduğunu bildikleri Nasrettin Hoca'ya gitmişler

    "Aman hocam, senin Timur'la aran iyidir, kurtar bizi bu fillerden" diye yalvar yakar olmuşlar.

    Hoca, düşünüp taşınmış:

    "Tamam, ama ben yalnız gitmem. Timur'a tüm köylü beraber gideceğiz." demiş.

    Köylüler, Nasrettin Hoca'nın isteğini kabul etmişler. Hazırlıklar yapıldıktan sonra Hoca önde, köylüler arkada yola çıkmışlar. Saraya vardıklarında Hoca dönüp bakmış ki arkasında hiçbir köylü kalmamış. Hoca çaresiz Timur'un karşısına tek başına çıkmış:
    Timur:
    - Söyle bakalım Hoca Efendi, derdiniz nedir, diye sormuş.

    Hoca:
    - Hükümdarım, bizim köye iki fil yollamıştınız ya; köylü fillerden pek memnun, hükümdarımız bize iki fil daha göndermenizi isterler, deyivermiş.

    Başkalarını bilmem; ama ben tek başıma da olsam Nasrettin Hoca'nın sözünü asla söylemeyeceğim. Ömrüm oldukça Timurlara söyleyeceğim söz bellidir: "Ankara, Ankara, fillerini buralardan çek!"

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hilal Bayram


    DERİNLİK = KIRGINLIK

    "Hava baharı müjdeliyordu. Güneş tam üzerlerinde, sevgilisinin başı dizlerinde, elleri kenetlenmiş, kim bilir kaç efsaneye konu olmuş Kız Kulesi karşılarında… Hayat bu, dedi kız. İstanbul'un kalbi, kendi kalbi…"

    Esen sert rüzgâra rağmen atkısına iyice gömülerek ilerledi boş banka. Deniz, yüreğindeki acıyı almak için kabarıp kabarıp kendini taşlara çarpıyor, Kız Kulesi lal olmuş. Daha birkaç ay önceydi Rabbim, diye içinden geçirdi kız, sanki yüzyıl olmuş. Sert bir rüzgâr daha çarptı yüzüne, gözleri doldu, ama rüzgârdan mı yüreğindeki acıdan mı bilemedi. Nefes alamadığını hissediyor, bir el yüreğini sıktıkça sıkıyordu. Aşk, dedi, aşk!

    "Serin bir nisan günü gözleri birbirine değer değmez başlamıştı çekim. O ilk anda sıkıca sarılmışlardı birbirlerine, o anda almışlardı birbirlerinin kokusunu. Derin derin solumuştu kız, derin derin sarılmıştı. Gözlerini ayıramamıştı o altın gibi ela gözlerden. Aşk, dedi, aşk!"

    Kadıköy'e geçti. Sert rüzgâr yüzünü dövmeye devam ediyordu. Gözyaşlarını alıp denize savuruyor, herkesten gizlemesine yardım ediyordu. Haldun Taner Sahnesi'nin önüne gelince daha fazla yürüyemeyeceğini anladı. Tam da o noktada gözleri o ela gözleri aramaya başladı, o sıcak sarılmayı tekrar yaşamak istercesine kollarını kendine doladı. Elinde değildi, durduramıyordu titremesini. Bu nasıl bir özlemdi?

    "Derin sevgilerin acıları dipsiz kuyu oluyor, hala öğrenemedin mi?" dedi kendi kendine. İnsanlar gelip geçiyordu yanından ama o bir türlü hareket edemiyordu. Sağına soluna bakınıyor, gözleri deli gibi etrafı tarıyordu. Sarıl bana, diyordu, lütfen sarıl…

    Başı önünde yürümeye başladı, elleri hala kendi bedenine dolanmış, kendi kendini korumaya çalışırcasına. Sorgulamalara hakkı, vakti var mıydı? Bilmiyordu. Beyninde çapı belli olmayan, başıboş uçuşan düşüncelerine hakim olamıyor, hepsine yetişmeye çalışıyordu.

    "En umutsuz olduğum anda sen hediye edildin bana, dedi kıza. Aşk, dedi kız da kendi kendine, aşk! Usulca uzandı sevgilisinin dudaklarına… Rıhtım, deniz, tatlı, serin rüzgâr, martıların aşk çığlıkları… Mutlulukla gülümsedi ufka bakarken..."

    Yol uzundu, çetrefilliydi, dikenliydi. Yol çok acıydı. Kolları kendi bedenine sarılı halde izlemeye devam etti denizi: köpürüyor, köpük köpük bağırıyor… Gidemedi Kadıköy'den; o, buradaydı, bırakamadı, dönemedi arkasını. Yürüdükçe o yolda katmer katmer artıyordu acısı, daha derinden daha da kanatarak… Köpüklerden alamayarak gözlerini diz çöktü olduğu yerde. Dağ olsa yıkılır, dedi kendi kendine, bu ne acı Rabbim! Aşk, dedi, aşk! Acı = Aşk "Hayat sensin sevgilim, dedi kıza. Ela gözleriyle hapsetti kızın gözlerini. Kızın midesinde uçuşan aşk melekleri… Hayat = Aşk, dedi kız. Aşk iki kişilikse, Hayat = Biz, dedi ve usul usul, kana kana öptü çocuğu, aşk meleklerini çocuğa akıttı. Tam da o anda bir korku doldurdu içini…"

    Hala diz çökmüş vaziyette köpüklere bakarken sildi gözyaşını. "Hayatımı aldı, gitti." diye geçirdi içinden. Artık bitti, aşka inanmıyorum, aşk yok, dedi.

    "Aşka inanmıyorum; insan bencil, aşksa iki kişilik." dedi ve "Hayat = Ben" formülüne doğru yol aldı…

    Hilal Bayram


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Coşkun Irmak-5

    Kapı zilinin sesi Hayrettin'i anılarından uzaklaştırdı. Onu evde ziyarete gelen pek olmazdı. Bu, sabah servisine çıkmış olan kapıcı olmalıydı. Saatine baktı,10'u biraz geçiyordu. Kapıcı genellikle bu saatlerde gelirdi. Kapıyı açtı, bir tane ekmek aldı.

    Giyinip dışarıya çıkmaya karar verdi. Çıkarken şemsiye almayı unuttuğu için tekrar geri döndü.

    Yağmur yağıyordu. Biraz yürüdükten sonra dindi. Şemsiyeyi kapatıp etrafına bakarak yoluna devam etti. Havanın yağışlı olması, çalışanların işe, öğrencilerin de okullarına gitmiş olmaları nedeniyle ortalıkta fazla insan yoktu. Yürüdüğü kaldırımda karşısından önde bir dişi köpek, arkasında da bir erkek köpek geliyordu. Ona yaklaşınca arkadakini tanıdı. Arada sırada yiyecek verdiği köpekti… Yanından geçerlerken:
    -N'aber Çomar? Dedi. Fakat Çomar'ın tepkisi dostça olmadı. Dişlerini göstererek hırladı ve sırtını biraz dikleştirerek dişi köpeği takibe devam etti.

    Yanından geçen bir arabaya söylendi; üzerine su sıçrattığı için. Kaldırımın yol tarafından iyice uzaklaşarak yürümeliydi. Böylece sıçrayan sulardan daha az etkilenirdi. Öyle yaptı.

    Ana caddeye çıkan sokağın tam köşesinde sık sık gittiği bir çay ocağı vardı. Oraya gelince dışarıdaki taburelerden birine oturdu. Yağmur yağma ihtimaline karşılık oturacak yeri bir şemsiye altından seçmişti. Çaycı gelince bir orta kahve söyledi.

    Biraz sonra bir bardak su ile birlikte kahvesini getiren çaycıya laf olsun diye sordu:
    -İşler nasıl?
    -Nasıl olacak Hayrettin abi? Gördüğün gibi. İşler kesat, anlayacağın sinek avlıyoruz.
    -Vatandaşın çay, kahve içmeye de mi parası yok?
    -Yok ki gelmiyor. Olsa gelecek.
    -Kafe mafe gibi lüks yerler ağzına kadar dolu ama.
    -Onların müşterileri zengin, bizimkiler gibi gariban değil. Onların müşterilerinde her zaman para vardır. Sermaye bulup da açamadım öyle bir yer. Valla karnımızı doyuramıyoruz buradan kazandığımızla…
    -Buna da şükretmeli. Daha da beteri olabilirdi.
    -Daha da beteri mi kaldı be Hayrettin abi? Bir adım ötesi perdeyi indirip sinemayı kapatmak…

    Çaycı oldukça dertliydi bu konuda. Konuşmasını uzattıkça uzattı. Hayrettin sorduğuna da, soracağına da pişman olmuştu. Çünkü bu dertlenmelerin çoğunu daha önce de ondan dinlemişti.

    Yan masaya bir müşteri gelmişti, ama çaycının arkasında kaldığı için görmemişti. Müşteri elindeki simidi yemeye çalışıyordu. Neden sonra adam daha fazla beklemeye dayanamadı. Çaycıya seslendi:
    -Metin simit boğazımda kaldı. Kuru kuruya gitmiyor bu mübarek. Konuşmanı da kestim, ama bir çay versen diyecektim.
    -Kusura bakma. Hayrettin abi ile sohbete dalmışım. Dedi ve çayı getirmek için koşarak ocağa gitti.
    Gidişine Hayrettin de memnun olmuştu. Küçük ve alçak masanın üzerindeki kahve fincanını eline aldı. Önce, kahvenin o nefis kokusunu, ciğerlerine doldurdu. Sonra da fincandan küçük bir yudum aldı. Başkaları önce suyu içer, sonra kahveyi; Hayrettin ise tam tersini yapardı.

    Gökyüzündeki yağmur bulutları dağılmış, güneş yüzünü göstermişti. Tatlı bir sıcaklık yayılmıştı ortalığa. Yoldan gelen geçen sayısı da artmıştı. Bu arada çaycının hissesine de üç müşteri daha düşmüştü.

    Fincanda kalan son yudum kahveyi bitirdikten sonra suyunu da içti ve bir sigara yaktı. Sabahın köründe onu uyandıran sigaraya karşı duyduğu öfkeyi unutmuş gibi görünüyordu.

    Boşları almaya gelince çaycıya kahve ücretini de ödedi. Kahveci:
    -Bir de çay vereyim mi Hayretti abi? Dedi.
    -Yok, sağol.
    -İkramımız olsun.
    -Hayır, teşekkür ederim. Evde fazlasıyla içtim.

    Deyince çaycı yanından uzaklaştı. Biraz daha oturup, marketten alışveriş ettikten sonra eve dönecekti. Marketten almayı düşündüğü şeyleri cebinden çıkardığı bir kağıda yazmak aklına geldi. Çünkü markete girdiğinde ne alacağını bazen unutuyordu. Böyle yaparsa, ihtiyacı olan şeylerin dışındakileri alıp da boşu boşuna para ödemek zorunda kalmayacaktı. Tabii bu Hayrettin'in bir buluşu değildi. Münevver'den öğrenmişti. Münevver market market, pazar pazar dolaşır en ucuzunu almaya çalışırdı. Bir maaş ile geçinmek zorunda kalışları onu bazı çareler üretmek zorunda bırakmıştı.

    Camları dahil, her tarafı siyah, oldukça lüks bir arabanın yolun kenarına park ettiğini gördü. İçinden koca göbekli, iyi giyimli bir adamın çıkacağını düşündü. Bir-iki dakika geçmesine rağmen arabadan inen olmayınca birisini beklediği sonucuna vardı. Derken arabanın kapısı açıldı. Üzerindeki blüzü ve ayağındaki pantolunu siyah renkli genç bir kadın indi.

    Hayrettin bu bayana bakmadan edemedi. Uzun boylu, balık etinde, beyaz tenli, siyah saçlı ve yeşil gözlü bir kadın. Gözlerinin rengi bile fark ediliyordu. Vücudu ve organları arasında mükemmel bir orantı vardı. Bir şey ne eksikti, ne de fazla… Bu kadına çok güzel" demek bile yetmezdi, çok çok güzeldi…

    Hayrettin beş senedir ilk defa içinde bir şeyleri kıpırdandığını hissetti. Ilık ılık bir şeyler akıyordu . Bu hissettikleri karşısında utandı ve kendi duyabileceği bir sesle "Allah sahibine bağışlasın." Dedi, ancak bunda pek samimi değildi. Durumu geçiştirmeye çalışıyordu.

    Kadın yandaki tekel bayiine girdi. Biraz sonra elinde bir poşetle çıktı ve arabasına doğru yürüdü. Hayrettin arkasından bakmamak için öteki tarafa dönmek istedi, başaramadı. Kadını arabasına bininceye kadar seyretti. Araba, hareket etti. Hayrettin de markete gitmek için yerinden kalktı.

    Alışverişi de yapıp eve geldikten sonra, Münevver'in fotoğrafına bakmaktan bir müddet kaçındı. Kendisini suçlu hissediyordu. Utanıyordu da.

    Neden sonra Münevver'in fotoğrafına baktığında suratının asık olduğunu, ona pek de iyi bakmadığını gördü. Kendisini savunmaya geçti:
    -Münevver, vallahi kötü bir şey yapmadım. Sadece baktım. Gözlerimi mi kapasaydım? Kadın tam önümden geçti.

    (Devam edecek)

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Can Dostu -1

    Savaş alanı karanlıktı. Kanla bulanan toprağın keskin kokusu ortalığı sarmıştı. Birbiri ardınca patlayan silah sesleri, yaralı askerlerin boğuk iniltilerini ve ölümün boşluğuna düşenlerin bağırışlarını bastırıyordu. Barut tozundan kararmış asker parmaklarının tuttuğu silahlar, anlamsız savaşımın düşüncelerinde, umutsuzluk ve çaresizlikle kavrulan yaşamın gelgitinde, düşmana doğrultulmuştu. Soğuk rüzgarın uğultusunda "Vuruldum!" sesi yankılandı. Ali, sesin geldiği yere baktığında, silahların karanlıkta yanıp sönen ışıklarında, yaralı askeri gördü. Sürünerek yanına gitti. Asker, sırtüstü yatıyordu. Düşman kurşunu, karnında büyük bir yara açmıştı, her yeri kan içindeydi.
    -Can dostum, sakın ölme! Diye bağırdı Ali.
    Mehmet, gözlerini araladı, kesik kesik nefes alabiliyordu:
    -Benden hayır yok artık! Dedi, boynundaki anahtarı tuttu, arkadaşına gösterdi:
    -Evin avlusunda çeşşşme… altında san…dık…

    Boğuk çıkan sözlerinden sonra, ağzı kana bulanarak öksürdü ve gözlerini kapattı. Ali ağlıyordu, birlikte büyüdüğü can dostu, onu savaşın ortasında yalnız bırakmıştı. Kanlı anahtarı, cebinden çıkarttığı kirli mendili ile temizledi ve boynuna astı. Bu acımasız gece, onu kendisi gibi yapmıştı. Silahını aldı, intikam duygusu ile kurşunlarını durmaksızın düşmana yağdırdı.

    ***

    Bahçeyi kazıyan Gülizar, kapıdaki adamı görünce elindeki çapayı toprağa fırlattı, eve koştu:
    -Emine abla, Emine ablaaaa! Mehmet agamın asker arkadaşı kapıda!

    Emine, kollarında uyuttuğu İbrahim'i beşiğine koydu ve hızlı adımlarla evden çıktı. Kapının önünde duran adamın genç bedeninde, savaşın hastalıklı izleri vardı. Yamalı entarisinden çıkan elleri, kızarıklıklar içindeydi. Emine, kulak arkasından boynuna yayılan yanık derisini fark etti, gözleri doldu. Ona bakarak "Mehmet'im?" diye fısıldadı. Ama Ali'nin çukurlaşmış gözlerinde, yüksek bir uçurumun kenarında hissedilen ürküntülü bakışlar vardı:
    -Mehmet, şehit oldu Emine, dedi ve eskimiş pabuçlarına doğru başını eğdi.

    Emine'nin dizleri çözüldü, kendisini yere bıraktı:
    -Mehmet'iiim! Ahhh! Mehmet'im!

    Bağırırken tırnaklarını toprağa geçirdi, oyalı çemberini yere fırlattı ve siyah saçlarını topraklı elleriyle kavrayarak yerde dövünüp durdu. Hıçkırıklarla ağlarken birden bire sustu, alevlenen gözlerini Ali'ye dikti. Sendeleyerek ayağa kalktı ve onu kollarından tutarak var gücüyle sarsmaya başladı:
    -Getirmedin mi Mehmet'imi? Omzuna koysaydın da getirseydin ya?

    Gülizar, ellerini tuttuğu yengesini, taş kesilen adamdan uzaklaştırdı. Ali, kolundaki topraklı tırnak izlerinin acısını hissetmiyordu ama vücuduna yayılan ateşten başı dönüyordu. Kadının ağıtları ile gökyüzü ona sanki daha çok kararmıştı. Biran önce oradan kurtulmak istedi, teselli sözleriyle dolan gürültülü kalabalıktan yavaşça uzaklaştı.

    Evinde üç çocuğu ile yalnız kalan Emine, her gün Mehmet'in entarisini koklayıp ağladı. Günler geçti, hastalandı, yataktan kalkamadı. Yemek yemedi, su içmedi, bebeği İbrahim'e süt veremedi, sütü kesildi. On yaşındaki kızı Hayriye ve yedi yaşındaki Safiye, savaşa giden babalarının artık geri dönmeyeceğini anlamışlardı, annelerine üzülüyorlar ve iyileşmesi için başında yalvarıyorlardı. Şehit Mehmet'in abisi Süleyman aga ve karısı Hatice, çocuklara bakmak ve annelerini iyileştirmek için onları evlerine götürdüler. Emine, zaman geçtikçe acısını bağrına bastı; çocuklarına baktı, yemek yaptı, tarlaya gitti.

    Devam edecek…

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,718,718,718,718,718,718,718,718,71
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      YAZMAK NEYE YARAR?

    Okuryazar geçiniriz ama çoğumuz okumaz, yazmaz, sadece seyreder, bakar. Eskiden eş dost birbirine mektup yazar, bayramını, evliliğini, doğum gününü kutlardı. Cep telefonu yaygınlaşalı bu külfet ortadan kalktı. Yazarsak mesaj yazıyoruz mektup yerine. Buna da üşenip hazır mesajları kullananlar var! Atalarımız, "Al eline kalemi, yaz başına geleni" demişler oysa biz dilekçe bile yazmaz, başımıza iş getirenlere "Allah cezaları versin!" diye beddua etmekle, küfredip homurdanmakla yetiniriz. Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep, yazılmaz benim derdim, deriz ah of çekerek. Bakkala, marketçiye "Yaz tahtaya, al haftaya" diyoruz ya da Barış Manço'nun, "Yaz defteri kitabı/Sarı çizmeli Mehmet ağa/Bir gün öder hesabı" diye şarkı söyleyiveriyoruz alacaklılarımıza. Lefter, futbolu bıraktığı için, "Ver Leftere, yaz deftere" esprimiz de unutuldu...

    Başımıza gelenler alın yazımız sayılıyor, kader kara yazdı, diye dert yanılıyor...
    Bu karamsar sözleri silelim de sizleri yazmakla ilgili fıkralarla baş başa bırakalım.

    KUDURAN ADAM
    Adamın birisini köpek ısırmış. Zamanında aşı yaptırmadığı için ölecekmiş. Ölüm döşeğine düşünce dostlarından kalem, kâğıt istemiş. "Vasiyetini mi yazacaksın?" diye sormuşlar. "Hayır" diye başını sallamış, "Isıracağım kişilerin adlarını yazacağım."

    AHMAKLAR DEFTERİ
    Şair Haşmet, yanında "Ahmaklar Defteri" adını verdiği bir defter taşır ve oraya ahmaklık yapanların adlarını yazarmış. Koca Ragıp Paşa merak etmiş, "Bu defterde benim de adım var mı?" diye sormuş. "Evet, paşam, var" demiş Haşmet. Paşa şaşırmış, "Peki neden?" demiş. Şair, "Dün, pek güvenilmeyen birine borç verdiniz de ondan" diye cevap vermiş.
    "Ya adam borcunu öderse ne yapacaksın?"
    "O zaman sizin adınızı siler, onunkini yazarım."

    YAZMAK NE ZAMAN İŞE YARAR?
    Yazanlar, hele gazete ve dergilerde gerçekleri yazanlar beladan kurtulamazlar. Ya hapse düşer ya da ağır para cezalarına çarptırılırlar. Çıkarı bozulanlar tarafından dövülür, sövülür, hatta öldürülürler. Bu konuda şöyle bir taşlama yazmıştım:
    Kara kara kazanlar
    Ah şu oyunbozanlar
    Kimvurduya giderler
    Gerçekleri yazanlar...
    Yazmanın işe yaradığı yerler ve zamanlar da vardır. Nasıl mı? Bakın anlatıvereyim.

    Geçenlerde bir lokantaya gittim. Ismarladığım yemeğin gelmesini beklerken ilham geldi. Cebimden not defterimi, kalemimi çıkarıp bir şeyler yazdım. Garson koşarak geldi:

    "Beyefendi, bir kusurumuzu mu gördünüz?" diye sordu.

    "Hayır, aklıma bir şey geldi de onu yazdım" dedim ama garson inanmadı, lokantanın sahibine bir şey söyledi. Adam yanıma geldi, özür diledi ve öyle çok itibar etti ki beni böyle yerleri teftiş eden biri sandığını anladım. Bozuntuya vermedim. İkram edilen güzel yemekleri yedim. Benden para almadıkları gibi her gidişimde başköşeye oturttular...

    Gördünüz ya yerinde ve zamanında yazılan yazı ne kadar işe yarıyor!

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Esin Ulutaş


    KÖR KUYU

    Gece yarısını çoktan geçmişti. Genç kadın yalınayak sokağa fırladı. Önce ne yapacağını bilemeden iki yanına bakındı. Sonra parke taşlı yokuştan aşağıya doğru hızla koşmaya başladı. Kurtuluşu oradaydı, ışıklarda. Nefes nefese, arkasına hiç bakmadan, sanki baksa peşinden koşan babası, analığı onu hemen yakalayıvereceklermiş sanısıyla, yüreğindeki korkuyu an be an çoğaltarak koşuyordu. Taşların çizdiği, kestiği, kırmızıya boyadığı beyaz küçük ayaklarındaki acıyı duyamayacak kadar korkuya bulanmıştı. Kalbi sanki ağzında atıyordu. Işıklar onun kurtarıcısıydı. Yokuşun kestiği ana caddeye ulaşabilmek için can havliyle koşuyordu.

    Yakalanmamalıydı. Yakalanırsa onu yeniden o kör kuyuya atarlardı.

    Her şey babasının o kadınla evlenmesiyle başlamıştı. Baba kız önceleri nasıl da mutlu yaşıyorlardı. Babası usta başıydı. Sabah işine gider, o da küçücük evlerini pırıl pırıl temizler, yemekler yapar, akşamları sohbetlerle zamanın nasıl geçtiğini anlamazlardı. Bazen baş ağrıları tutar, zihni bulanır, üç gün kalkamadığı olurdu ama komşuları imdada yetişir; çorbalar, yemekler taşırlardı onlara.

    Sonra o kadınla tanıştırdı komşuları babasını. Köyden yeni gelmiş kimsesiz bir kadındı. Onlara iyi bakardı. Sevmemişti kadını hiç. Bakışları bir başkaydı. Gözlerinde yalnızca onun gördüğü, başka kimselerin göremediği şeytani bir ışık vardı. Girdi o şeytan önce evlerine, sonra babasının kanına. Evi o temizledi, yemekleri o yaptı, babasıyla o sohbet etti. Kalakaldı bir köşede. Baş ağrıları, zihin bulanıklıkları arttı. Hırçınlaştı. O hırçınlaştıkça analığı bastı dayağı. Dayağı yedikçe hırçınlaştı.

    Bir odaya kapadılar onu, en arka odaya; penceresiz, ışıksız, kuyu gibi bir odaya. Günlerce gün yüzü görmedi, yemedi, içmedi. İsyan etti, bağırdı, bağırdıkça dayak yedi.

    ''Evlendirelim bunu'' dedi analığı babasına. ''Onunla uğraşmaktan yoruldum ben. Eziyeti çekilir gibi değil. Belki evlenirse düzelir.''

    Yaka paça bir adama verdiler. Bir cehennemden başka bir cehenneme. Ertesi gün başladı dayak. Seni bana boşuna mı göstermeden vermişler deli karı, deyip bastı dayağı adam. Günlerce sokağa çıkardı dövdü, yatağa yatırdı dövdü. İki yıl o dayandı, komşular dayanamadı. ''Ustabaşı, al kızını geri, bu adam öldürecek'' dediler. Analık istemedi, babası hık mık etti. Üçüncü yılın sonunda kocası tuttu kolundan mor çürükler içinde bıraktı baba evine… Analığı başladı söylenmeye. Babasının başı yerde, bakamadı kızının yüzüne, bir şey diyemedi. Sanki kör, dilsiz olmuş babası. Atıldı yine karanlık arka odaya, dipsiz kör kuyuya. Günlerce kimse uğramadı yanına. Bir ışık olsa, küçücük; biri elini uzatsa, hadi dese, çekse çıkartsa onu; aralık kalan kapıdan… Aralık kapı… Gitti kapıya, baktı uzun uzun. Sonra uzattı elini, açtı ardına kadar. Herkes uyuyordu. Parmaklarının ucuna basa basa sokak kapısına yürüdü. Saat gece yarısını çoktan geçmişti; o, yalınayak sokağa fırladı. Parke taşlı yokuştan aşağı hızla koşmaya başladı.

    Duvar diplerine kıvrılmış ayyaşlar, önlerinden fırtına gibi geçen genç kadına baktılar. Nereye koşuyordu? Kaçamazsın, dediler; istediğin kadar koş, buradan çıkış yok. Dönüp dönüp aynı noktaya varırsın. Doğarken yazılır insanın kaderi. Sen ne yaparsan yap, kendi döngünün içinde dönenirsin.

    Karşıda parlayan ışıkları yakalamalıydı. Işıklar, ışıklar, diyordu sayıklarcasına. Yaklaştıkça uzaklaşan ışıklar…

    Sokağın ana caddeyle kesiştiği köşeye dek korku ve umudu yüreğinde büyüterek koştu. Tam caddenin ortasına ulaşmıştı ki, iki parlak ışığın ona doğru hızla gelmekte olduğunu gördü. Yüzünde mutlu bir tebessümle kollarını iki yana açarak ışıkları kucakladı…

    Esin Ulutaş


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    ALLAH'TAN TANRI'YA, TANRI'DAN RABBE!

    Cumhuriyet döneminin bu millete en büyük kültür hizmeti, Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde onun gayretleriyle Doğu ve Batı klasiklerinin Türkçeye çevrilmesidir. Muhafazakar kesimde çok eleştirilse de Hasan Ali Yücel, eğitim ve kültür çalışmalarıyla bu ülkeye büyük hizmetler yapmıştır. Köy Enstitüleri de bu güzel hizmetlerden biridir.

    Aynı zamanda dilde sadeleşme adına Türk diline farkında olunmadan zarar verilmiştir. Sadeleşme furyasının hakim olduğu ortamda çevirisi yapılan Dünya Klasikleri, bu sadeleşmeden yeterince nasibini almıştır. Ancak her şeye rağmen klasiklerin çevirisi tarihimizde en büyük kültürel devrimdir.

    Muhafazakar tabandan biri olarak bu klasikleri okuduğumda ilk dikkatimi çeken Allah yerine kesinlikle Tanrı ifadesinin kullanılmasıydı. İlahiyat sonrası öğretmenliğimin ilk yıllarında az bulunan taşra okul kütüphanelerinde bulabildiğim Doğu Klasiklerini okumaya başladığımda buradaki Tanrı ifadeleri zihnimi çok tırmalamıştı. Batı klasikleri haydi neyse Doğu klasiklerinden İslami bir eserde Müslüman olarak Allah diye isimlendirdiğimiz Yaratıcının ısrarla Tanrı diye yazılması gerçekte biraz tezattı.

    Cemaat ve cemaatler ortamında elbette ki Tanrı ismine tepki gösterilirdi. Tanrı'nın adı Allah'tı ve O'na adıyla hitap edilmeliydi. Ama aynı zamanda Esma'ül-Hüsna adıyla Yaratıcı'nın 99 ismi ezberlenmeye teşvik ediliyordu.

    Hocaefendi'ye Tanrı isminin kullanılması sorulmuştu. Video kasetteki cevapta Tanrı'nın her dinden insanın inandığı Allah adı olarak kullanıldığı, bizim inandığımız Yaratıcı'nın adının Allah olduğu ve bunu kullanmamız gerektiği babında açıklama yapılıyordu. Buradan Allah anlamında Tanrı dememin fazla bir sakıncası olmadığı yorumunu çıkarmamış değildim.

    Öğrenciliğimin bir yaz tatilinde, annemin teyzesi konumunda benim nine dediğim komşumuz akrabamız yaşadığı dönemin sözlü kültür mirasını canlı olarak hafızasında tutun nadir yaşlılardan Hürü Nine'nin genç kızlardan birine kızgınlığında "Tangırı canını almaya" ifadesi aniden dikkatimi çekmişti. Çocukluk günlerimi hatırladığımda aynı ifadeyi bu kadından ve kendi baba annemden defalarca duyduğumu hatırladım. Elbetteki İslam öncesi Türkler, Allah'a 'tengri' adını veriyorlardı. Tengri yüzyıllar sonra Çukurova yöre halkının ifadesiyle 'tangırı' halini almıştı. Hürü Ninem, "tangırı canını almaya"nın anlamını bilmiyordu ama birinin densizlik yapması durumunda söylene gelen bir kalıplaşmış ifade olarak kullanıyordu.

    Sonra konuşmalarımda ve yazılarımda pek azda olsa Allah yerine Tanrı ifadesini kullandım. Zira kitaplarda Allah'ı hep Tanrı diye okuyordum. Bu kadar okuma sonrası o ifadeyi kullanmak elbette doğaldı. Ama tutucu dindar yönüm buna kesinlikle cevaz vermedi.

    Biraz araştırınca, Orta Asya Öztürkçe mirasımız Tanrı'nın, gerek yazılı gerekse sözlü edebiyatımız ile Anadolu halk dilinde yerine göre kullanıldığını fark edersiniz. Mesela Süleyman Çelebi Peygamber Efendimizi anlatan mevlidinde 27 kez Tanrı ifadesini kullanır. Keza Osmanlı dönemi birçok eserde Tanrı kelimesinin kullanımına rastlarız. Halkın ve özellikle muhafazakar kesimin Tanrı kelimesine karşıtlıkları, Türkçe ezan sonrası ortaya çıkmıştır. Bu halk on beş yıl okutulsa da kesinlikle Türkçe ezanı kabullenmemiştir. Bu kabullenmeme, burada Allah yerine kullanılan Tanrı kelimesine tepkiyi de beraberinde getirmiştir.

    İmdi buradan Elif Şafak'ın son romanı 'İskender'e sözü getiriyorum. Elif Şafak, cumhuriyet döneminden bu yana Türk elitlerin Allah yerine Tanrı ifadelerini kullanma fenomenini aşmış; daha da ötesine giderek Hıristiyan vari Tanrı'ya isim vermeye başlamış. Biz Tanrı'ya artık alıştık. Allah demezse Tanrı desin bu kabul. Ama sayın Şafak, dindar kesimden de olsa hiçbir elitimizin yapmadığı yeni bir kullanım getiriyor son romanında: Rab!.

    Rab, Tanrı'dan farklı olarak Kuran-ı Kerim ve Hadislerde kullanılır. Ancak, Allah ismi yerine tekil olarak kesinlikle kullanılmaz. Kişiselleştirilerek kullanılır. Yani, Rabbim, Rabbin, Rabbimiz, Rabbiniz, Ey Rabbim, Ey Rabbimiz gibi. Ne Kuran'da ne Hadislerde salt Rab ifadesini göremezsiniz. Bu İncil'e has bir ifadedir. İncilin Türkçe çevirilerinde Tanrı yerine Rab ifadesi kullanılmıştır. Hatta İncil çevirilerinin en karakteristik özelliğidir Rab ifadesi.

    İncil'deki bu kullanımın benzeri olarak İskender romanında şöyle kullanıyor Elif Şakaf Rab ifadesini: "sen konuşacaksın, Rab dinleyecek.", "…ona bir oğul ve muhakkak bir oğul vermesi gerektiğini kendince anlatmış Rabbe.", "Yaşamın tek kaynağı ve koruyucusu olan Rabbe, O'nunla rekabete kalkışmadığını anlatmak zorundaydı.", "Böyle konuşarak günaha girdiğini bile bile Rabden bir alacağı olduğunu söylüyordu.", "Rab bizi farklı yollara gönderdiyse mutlaka bir sebebi vardır.", "Rab ateşi suya, yanan korları solungaçlara dönüştürmüş.".

    Türk-İslam geleneğinin gerek yazılı gerekse sözlü geleneğinde kesinlikle kullanılmayan Hıristiyanlık meyli ve İncil'e özentiyi çağrıştıracak şekilde Rab ifadesini kullanıyor Elif Şafak. Bu kullanım laik modern Cumhuriyet tarihinde de bir ilk.

    Şayet inanıyorsak inandığımız Yaratıcıyı, Allah, Tanrı, Rab veya herhangi bir isimle ifade edebiliriz. Ne var ki bunda? diye düşünenlere kültürleri hatta dinleri birbirinden ayıran çok küçük nüanslar olduğunu hatırlatırız. Surlarda açılan küçük çatlaklar ve delikler nice aşılmaz kalelerin fethedilmesini sonuç vermiştir.

    Dini, manevi ve bunlarla şekillenen kültürel değerlerimizin nüans farkıyla korunması gerektiğini hiç hatırdan çıkarmayalım.

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    6,006,006,006,006,006,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    YOKİ, MOKİ, KOKİ

    - Evet sayın seyirciler, Uranüs'ümüzün medarı iftiharı en bi tarafsız kanalı "Boş Bakış"a hoş geldiniz hoşlar getirdiniz. Gördüğünüz gibi KOKİ'nin yaptığı (Uranüs'teki TOKİ) yeni lüks ve güzel konut alanındayız. Bir kısım terörist eğilimli münafık muhaliflerin garipsenecek iddialarını sormak üzere, ülkemizin yeni yetişmekte olan nadir müteahhitlerinden Nadir Çaktırmadangötür ile konuşmak istiyoruz.

    - Sayın Nadir bey, bir kısım art niyetli kişiler tarafından tamamladığınız bu güzeller güzeli konutlarla ilgili olarak başka şeyleri de tamamladığınız öne sürülmekte efendim. Ne diyorsunuz bu hususta.

    - Öncelikle en beğendiğim, Gezegenimizin en tarafsız kanalında bana bu imkanı tanıdığınız için teşekkür ederim. Efendim bu münafıklar kalkmış vaka-i adiyeden işlerle beni uğraştırmaya çalışıyorlar. Ama ben arkamı dönüp bakmıyorum bile. Ne olmuş? Her zaman, her müteahhidin yaptığı işler olmuş, yani ıccık demirden, biraz çimentodan filan gısmışız da üç guruş fazladan sebeplenmişiz de ne olmuş demi ama efendim? Bunu yapmayan müteahhide, müteahhit demem ben şu koskoca gezegende.

    - Aman Nadir bey herkesi zan altında bırakacak tarzda konuşmayınız reca ederim. Yani bu arada diktiğiniz bu güzel konutlardan bir kısmını kendi hesabınıza diktiğinizi de iddia ediyorlar.

    - Efendim olacak haliyle, bir takım şeyleri şişirerekten, yani bu işin de raconu % 10 dur. Yani ben 1.000 gonut dikmişem, haliyle 100 tanesini de kendi cebime dikmişem. Fazladan bir şey mi yapmışem? Iccık yeşil alandan çalmışem, biraz da imar durumu ilen oynamışem, yeni oradan da işte 100 daire çıkarmışem. Her müteahhit kardeşimin yapması gereken şeyi yapmışem. Yani herkezleri de itham etmeyem tamam da, yapmayan kanımca salaktır demek isteyem. Yok ben öyle yolsuzluk, molsuzluk yapmam yani. Öööle ne yıkılacak kadar çok demirden memirden çalıpta, deprem de binaları yan yatıracaksın olmaz öyle işler bizim tükkanda abicim yaa! Ya sonra bunlar neden benle uğraşıyorlar ki, benim edim ne budum ne! Gidip koca koca hastaneler, hapishaneler, gamu binaları yapan dev şirketlere baksınlar ya, kim bilir orada ne dümenler dönüyor.

    El altından komisyonlar momisyonlar, para çantaları filan. İcabında rüşvet filan vermeler. böyyük gamu ihalelerine baksınlar ya.
    Altı üstü 1.000 tane mütevazi sosyal konut yapıp, ıccık malı götürmüş benim gibi gariban müteahhitlerle uğraşmak yakışır mı hiç bu gomonislere.

    - Sizin malum partinin İl Başkanı ve Belediye Başkanı ile görülmüşlüğünüzde varmış öyle diyorlar.

    - Ya dostlarla bir araya gelip iki kadeh bi şey içmek suç mu yaa!

    - Aman efendim öyle kadeh madeh demeyiniz yani, maazallah birilerinin kulağına giderse hem ilgili kişiler fena halde fırça yer hem de sizin yeni alacağınız ihalelere, tekerinize çomak sokarlar vallahülazim. Yani öyle alkol malkol nedir yani değil mi efendim.

    - Haaa tabii. Ben alkol mü didim. Dimedim ki kardeşim ya. Yani Kevser şurubu kadehinden söz ediyoruz şurada değil mi? Hemi de garışık Urfa kebabıylan eyi gider yani. Bizim KOKİ başkanı da bilir bunu icabında. Keh keh keh.

    - Anladım efendim, yani bu mesajda bence gereken yere ulaşmıştır sanırım. Sayın anlamayıcı izleyicilerim gördüğünüz gibi ülkemizin yeni medarı iftiharlarından, yeni KOKİ müteahhitlerinden Nadir Çaktırmadangötür bütün münafık iddiaları çürüttü efendim. Kendisi, kendi, ifadesiyle sadece her müteahhidin yaptığı ve yapması gerektiği kadarını yapmış olup, daha fazlasını asla ve kata yapmamıştır.

    Kendileri pirüpaktır ve alınları tertemizdir. Böylece Uranüs'ümüzün en tarafsız ve adil kanalı olan "Boş Bakış" bir kere daha terörist eğilimli münafık muhaliflerin iddialarını çürütmüş bulunmaktadır. Bunlara sakın kulak asmayınız değerli anlamayıcı izleyiciler. Şimdi sırada ekranlarımızın medarı iftiharı "Baltagülün suçu ne?" dizisinin 10569.bölümü var efendim.

    Dehşet bir bölüm yani, gözünüzü sakın ekranlardan ayırmayınız, ayırmayınız ki, bu arada çaktırmadan sizleri öpenleri fark etmeyiniz, İyi seyirler azizim.

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Kant ve Levinas Etiğinde Özgürlük Kavramı Üzerine IV

    Kant etiğinde "iyi isteme", "koşulsuz olarak iyi" olandır; Levinas etiğinde ise koşulsuzluk, Ben'in hiçbir koşul gözetmeksizin Öteki'yi buyur etmesinde aranır ve koşulsuz olarak değerli olan, Ben'in Öteki'ye karşı sorumluluklarını koşulsuz olarak karşılamasıdır. Levinas etiğinde "iyi isteme", Öteki'nin Ben'den taleplerine sorumluluk ilişkileri içinde karşılık vermedir ve bu talepler Kendi'den değil, Öteki'den geleceği için bu da Ben'in Kendi'si karşısındaki özgürlüğünü/özerkliğini olanaklı kılar. Kant'ın "iyi isteme" ve "özgürlük" arasında kurduğu ilişkiyi Levinas, bambaşka bir içerikle kurar ve etik ilişkide Ben için istenilmeye lâyık en değerli şeyin bu olduğunu düşünür.

    Diğer taraftan, Kant etiğinde "ödev", Ben-sevgisi ve doğa nedenselliğinden gelen sonlu arzu ve istekleri bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelmez. Kant etiğinde "ödev", ahlâkî/özgür eylem söz konusu olduğunda bu arzu ve isteklerden bağımsız olarak eyleme olanağının sorumluluk ilişkileri içinde gerçekleşmesidir ki, bu da bu arzu ve istekleri bütünüyle olumsuzlamayı gerektirmez. Kant'a göre, kişi yaşamında, yaşamın sürmesinde, yaşamın değerinin korunmasında bu arzu ve isteklere de gereksinim vardır. Böyle olmasaydı insan, salt akıl sâhibi bir varlık olur; tüm arzu ve isteklerinden mutlak olarak arınmış bir varlık olmak bakımından yalnızca düşünülür dünyânın parçası olurdu.

    Ne var ki, insanın ikili bir varlık yapısı vardır ve Kant etiğinde "ödev", Ben-sevgisi ve doğa nedenselliğini bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelmez; ahlâkî/özgür eylem söz konusu olduğunda istemenin bunlar tarafından belirlenmemesi gerekliliğini bir yasa olarak konumlandırır. Levinas etiğinde ise Ben-sevgisi, Öteki'yle karşılaşmanın ardından bütünüyle olumsuzlanır; bu sevgi, kişinin Kendi'sine yönelik sevgisidir ve kişiyi, yalnızca Kendi'sinden sorumlu olmaya ve böyle kalmaya sürükler. Ben'in Ben-olmaklığını belirleyen etik ilişkide ise yalnızca Öteki'ye yönelik sevgi vardır. Ben-sevgisinin devâmı ise bu ilişkiyi olanaksızlaştırır.

    Levinas'a göre Ben-sevgisi, kişiyi yalnızca Kendi'siyle meşgûl olmaya iterek Ben'in önünde yeni bir gelecek perspektifi açılmasına izin vermez. Kant etiğindeki "ödev duygusu", son çözümlemede Ben'in Kendi'si için bir ödev duygusuna dönüşür ve özgürlük, bu ödevin gerçekleşmesine bağlanır. Levinas etiğinde ise Ben-sevgisinin koşulsuz olarak terki, zor özgürlüğü gerçekleştirir. Fakat, Kant etiğinde Öteki'nin ötekiliği olumsuzlanmakla birlikte, Levinas etiğinde de Öteki'yi "Öteki" yapan şeyin, kaynağını herhangi bir maddî-toplumsal ilişkiden alan herhangi bir farklılığa indirgenemeyeceği yollu bir kabûl vardır ve Levinas, "Öteki"den tam olarak neyi anladığını da açıklamaz ki bu durum, "Öteki'nin mistifikasyonu" olarak tanımlanmalıdır.

    Kant etiğinde Ben'in Öteki'ye karşı sorumluluğu, Öteki'nin "ötekiliği" olumsuzlanarak Ben'in Kendi'sine karşı sorumluluğuna dönüştürüldüğü gibi, Levinas etiğinde de Öteki, Ben'in "etik özneliliğine geçişi" için âdeta bir "araç"; Marc-Alain Ouaknin'in belirttiği üzere bir tür "strateji" hâline getirilir. (Ouaknin, 1992:128-30) Ancak bizce, Öteki'yi tam da "Öteki" yapan şey aslında, içinde bulunduğu maddî-toplumsal ilişkileridir ve Ben, Öteki'yle karşılaşmadan önce Öteki, Öteki-olmaklığını bu ilişkilerden alır; "etik ilişki" karşısında bu maddî-toplumsal ilişkilerin ontolojik bir önceliği vardır. Öteki'yle karşılaşmada Ben, Var'ın daha önce görmediği, görse bile yüksek bir bilinç düzeyiyle incelemediği veçheleriyle karşılaşır.

    Bu karşılaşmayla kişi, kendisini sınırlandıran maddî-toplumsal ilişkilere mahkûm olmadığını; Var'da başka yapıp etmelerin de -olanaklı- olduğunu görür. "Öteki'nin sonsuzluğu", Var'ın sonsuzluğudur da ve bu sonsuzluk, bu ilişkileri değiştirme yükümlülüğünün nesnel olgusallığını da temellendirir. Sonsuzda, bu yükümlülük ve bunun gerçekleşmesi de olanaklıdır; bu olanağı eylem alanında gerçekleştirecek olan ise Ben ve Öteki'nin özgürlük konusundaki ortak etkinliğidir. Levinas etiğinde ise Öteki'nin mistifikasyonu, Öteki'ye karşı sorumlulukların da mistifikasyonuyla sonuçlanmış ve bu etkinlik araştırılmamıştır.

    İmdi, Kant etiğinde aklın ve Levinas etiğinde Tanrı'nın konumlandırılış biçimi, etik sorumlulukların Ben ve Öteki arasındaki etik ilişkide belirlenmesinin önünde bir engel teşkil etmiş; Kant etiği totalitarizme, Levinas etiği ise metafiziğe dönüşmüş; Kant etiği "total sorumluluklar"la, Levinas etiği ise "Tanrı karşısında sorumlu olma"yla temellendirilmek istenmiştir. Her iki etikte de özgürlük ve sorumluluk ilişkisi, etik ilişki içinde Ben ve Öteki'nin barışçıl ilişkiler kurmasına dönük bir yönelimi öncelememiş; bu nedenle de etik ilişkinin etik olma niteliği, tartışmalı hâle düşmüş ve sonuç olarak, etik ilişkinin kopmasına dönük birtakım yönelimlerin etik ilişki içinde açığa çıkmasını engelleyememişlerdir.

    Gerek Kant etiğinde, gerekse de Levinas etiğinde özgürlük kavramına ilişkin olarak aşkınlık, önemli bir başka kavramdır. Kant'a göre akıl, bilgi oluşum sürecinde kendi etkinliğinden farklı olarak, aynı zamanda da bir ideler alanıdır ve özgürlük de her şeyden önce, belirli türden bir idedir. Aşkınlık ise aklın doğal yapısı nedeniyle fenomenler alanında kalamayıp noumenler alanına uzanmasıyla açıklanır. Kant'a göre özgürlük, aklın doğal yapısı gereği belirli türden bir sınır aşımı sonucu aşkın olarak ürettiği bir idedir ve bu idenin fenomenler alanında karşılığı yoktur. Bu ideye bir karşılık aranmak istendiğinde ise antinomiyle karşılaşılır.

    Levinas etiğinde de özgürlük, başka türden bir aşkınlık kavramıyla birlikte düşünülür ve Levinas bu aşkınlığı, Kendi'nin kendi bencil dünyâsından kurtulması; Kendi'sini aşarak etik özneliliğini kazanmasıyla açıklar. (Davies, 2002:180) Her iki etikte de özgürlük ve aşkınlık arasında kurulan bu farklı ilişkiler, Kant ve Levinas'ı, özgürlük ve Tanrı ilişkisi hakkında da oldukça farklı yönelimlere sürüklemiştir. Kant etiğinde Tanrı, etik özneliliğin/özgürlüğün açığa çıkmasında kayıtsızdır ve özgürlük, içkin bir Tanrı'nın vâroluşuyla temellendirilmeye çalışılmaz; "ahlâk yasası", akıl sâhibi varlık idesinin dolayımında koruma altına alınır.

    Aklın yasa koyucu özelliği ve akıl sâhibi varlıkların (ve Tanrı'nın) "özgür eylemler"i içinde kendi koydukları yasalara bizzat kendilerinin uymaları özelliği, Kant etiğinde ahlâkî/özgür eylemi, son çözümlemede Tanrı'nın koruyuculuğu altına almış olur. "Ahlâk yasası", Tanrı'yı da kapsayan mutlak bir yasadır; Tanrı (bile), bu yasanın dışına çıkamaz ki bunun anlamı, kişi Tanrı'nın varlığına inansın ya da inanmasın, Tanrı diye bir varlığın kabûlü hâlinde bile, Tanrı'nın da bu yasayı istemiş olduğu/istemek zorunda olduğudur. Levinas etiğindeki (zor) özgürlük kavramı ise dolayımsız olarak Tanrı'nın buyruğuyla hem temellendirilmek istenir, hem de etik öznenin özneliliği/özgürlüğü bu yolla koruma altına alınmaya çalışılır.

    Levinas etiğinde Tanrı, "aşkınlığın doğası" gereği etik öznenin kendi (zor) özgürlüğü içinde "kaybolması"nı engelleme amacıyla özel bir konumda yer alır. Levinas etiğinde Öteki aşkındır ve Tanrı da aşkın bir varlıksa, aşkın bir varlığın (Tanrı), aşkın başka bir varlıkta (Öteki) kendi izini nasıl bırakabildiği, ciddî bir sorundur. Üstelik, Kendi'nin Ben-olmak bakımından bu aşkınlık içindeki aşkınlığı nasıl anlayabileceği de bir başka sorundur. Davies'ın da dikkat çektiği gibi, Kant etiğinde Tanrı, insan özgürlüğüne engel olmadığı gibi, bu etikten Tanrı'nın çıkartılması da bir şeyi değiştirmez.

    Kant, etiğini ve özgürlük kavramını bütünüyle akıl, aklın genel yasa koyucu özelliği ve akıl sâhibi varlık idesi üzerine kurduğu için Tanrı, bu etikte ikincil konumdadır. Ahlâkî/özgür eylemin nesnel olgusallığı gündeme geldiğinde Tanrı, Kant etiğinde önemli hâle gelmektedir. Bu etikte özgürlük kavramı, Tanrı'yla ilişkilendirilen bir "aşkınlık olanağı" içinde ele alınmaz ve Ben'e, duyusal dünyâsından bağımsız eyleme olanağı, Tanrı tarafından değil, Kendi'si tarafından sürekli olarak tanınır ki, bu da transendental özgürlük kavramsallaştırmasında içerilmiştir. Levinas etiğinde ise Tanrı'yla ilişkilendirilen bir aşkınlık olanağı olmaksızın (zor) özgürlük, aşkınlığın doğası içinde bütünüyle anlamsız hâle gelmektedir.

    Levinas etiğinde (zor) özgürlüğü temellendiren "Öldürmeyeceksin!" buyruğu, Tanrı'nın buyruğudur ve (zor) özgürlüğü olanaklı kılan da onu mutlak hâle getiren de ve "aşkınlığın doğası" içinde Ben'in etik/özgür bir özne olarak kaybolmasını engelleyen de bu buyruk ve Tanrı'nın varlığıdır. (2002:172-3) Derrida'nın da eleştirdiği gibi, aşkın olanın (Öteki) yüzünde aşkın olanın (Tanrı) izini gören Ben'in bu gördüğü şeyi anlamlandırabilmesi ve (zor) özgürlüğünü gerçekleştirebilmesi için, Ben ve Öteki'nin "asgarî bir müşterek"te -örneğin, "Tanrı tarafından yaratılmış olma"da- anlaşma zeminine önceden sâhip olmaları da gerekir ki, bu da Levinas etiğindeki akıl ve bilinç çözümlemelerine bütünüyle aykırıdır. (Derrida, 2004:136-7)

    Kant etiğinde Kendi, Kendi'si için kurduğu ve Kendi'si tarafından yönetilen "amaçlar krallığı"nın âdeta "tanrısal" bir üyesi, yasa koyucusu ve uygulayıcısıdır. Ben-sevgisi ve doğa nedenselliğine dayalı eylemleri Kendi'yi, doğadaki diğer canlılardan biri hâline getirip bu krallıktan çıkartacaktır; ama, akla dayalı ve ahlâkî/özgür eylemleri, onu bu krallıkta tutacaktır. Levinas etiğinde ise Ben, "geri dönüşü olmayan hareket" içinde tanımlanır ve Levinas, Batı metafiziğinde, İthaka'ya dönen Ulysses mitinin karşısına, henüz bilinmeyen bir toprak için vatanını terk eden ve hizmetkârına oğlunu bile, bu topraklara geri götürmesini yasaklayan İbrâhim'in öyküsünü koymak ister. (Levinas, 2003:134)

    Levinas'ın Kendi ile Ben arasında kurduğu bu ilişkiler; (zor) özgürlüğe yönelik bu çözümlemesi, Yahudi-Hıristiyan geleneği içindeki reenkarnasyon inancını hatırlatmaktadır. Kendi'nin ölümünden sonra daha yüksek bir varlık; Ben ("özgür bir vârolan" ya da "vârolmanın bir kipi" olmak bakımından kipler arasında "özgürce" geçiş olanağına sâhip bir "kip") olarak doğacağını düşündüğü bu geri dönüşü olmayan hareketi; Tanrı tarafından aklandığına ve günâhlarının bağışlandığına inanılan Kendi'nin Ben olarak yeni bir boyutta yaşamını (özgür bir biçimde) sürdürmesi kabûlü, bu inancın izlerini barındırmaktadır.

    Ne var ki, Yahudi-Hıristiyan geleneği, Tanrı'ya inancı öncelemekten çok, "kurtuluş"u ve bu "kurtuluş" düşüncesi bağlamında "kutsal özgürlük"ü önceleyen inançlardır; Levinas'ın "kaçış" görüşü de bu düşünceye referansla anlamlıdır. Kişinin, Kendi'sinden daha yüksek bir varlık tarafından (Tanrı ya da Öteki) "kurtarılması"/"özgürleştirilmesi"; "günâhlarının kefâretinin ödenmesi" inancı, Öteki'yle karşılaşma hakkında savunduğu görüşlere yansımaktadır ve Levinas'ın, Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki bu reenkarnasyon inancını felsefe terimleriyle ve "vâroluşçu söylemler"le etiğine taşıdığı söylenebilir.

    "Kendi'nin ölümü", "Ben olarak yeniden doğuşu", "Tanrı tarafından aklanma", vb. inanışlar Levinas'ı, Ben'in sürekli olarak ileriye dönük hareketler gerçekleştirdiğini savunmasına yol açmış ve bu da geçmişte kurduğu ilişkileri sürdürmesine, bu ilişkiler içinde değerlilik yaşantılarını devâm ettirmesine olanak tanımamasına neden olmuştur. Levinas etiği ve bu etikteki "zor özgürlük" görüşü, Yahudi-Hıristiyan geleneğinin felsefe terimleriyle yeni bir okunuşu olarak görülebilir. Bu geri dönüşü olmayan harekete ve aynı zamanda da etik/özgür özneliliğe örnek olarak gösterdiği İbrâhim (2003:134), "Tanrı'nın sevdiği bir kulu"dur ve bu yolculuğu sırasında sürekli olarak, Tanrı'nın koruması altındadır.

    İbrâhim, başından sonuna kadar, tanrısal irâdeye uygun bir biçimde hareket eder ve eylemlerinin sonuçları hakkında Tanrı'ya güvenir. Tanrısal irâde, özü gereği iyi olmak zorundadır. Ben ve Öteki arasındaki etik ilişki hakkında Levinas'ın tartıştığı geri dönüşü olmayan hareket de aslında, Kant'takinden bütünüyle farklı bir anlamda, bu tür bir "Tanrı'nın koruyuculuğu" içinde değerlendirildiğinde anlam kazanır. Etik ilişkide Ben'in belirleyeceği hiçbir hedef ve amaç yokken; Ben, Öteki karşısında mutlak çâresizken, Öteki'nin Ben'e zarar vermemesinin güvencesi ve Ben'in zor özgürlüğünün koşulu Tanrı olur.

    Öteki'nin yüzünde karşılığını bulan talebin karşı konulamazlığı konusunda Tanrı, etik ilişkiyi koruma altına alır ve (zor) özgürlüğü temellendirir ki, Derrida'nın da eleştirdiği gibi, "teolojik içerik"inden arındırıldığında Levinas'ın "zor özgürlük" görüşü, çökme noktasına gelmektedir. (Derrida, 2004:102-4) Hâl böyleyken, Levinas'ın etik öznesi ya da özgür kişisi olarak İbrâhim, bir ayağı etikte, bir ayağı varlıkta gezinen bir "pergel" gibidir ve Tanrı, bu pergelin tepe noktasında durur; pergelin yere düşmesini engelleyen bir denge noktası olarak konumlandırılır ve pergelin açık ayağına rotasını belirler, sapmaları engeller.

    Bahsettiği mitte ise Ulysses, tanrıların koruması ve güvencesi olmaksızın bir yolculuğa çıkmış ve geri dönüşünü de görüp geçirdiklerini halkıyla paylaşmak için gerçekleştirmiştir. Levinas'ın etik öznesi ya da özgür kişisindeki hareket, hiçbir zaman geriye dönmez ki, bu da Levinas'ın, insan dünyâsında aslî bir duygu olarak karşılaşılan vefâ duygusuna kayıtsız kalmasını anlatır. Etik özne ya da özgür kişi, akıl ve bilincin devre dışı kalması nedeniyle sürekli olarak geri dönüşü olmayan hareket içinde bulunacaksa ve "etik düzlem"de kurduğu ilişkilerle sürekli olarak geleceğe taşınacaksa özne, geçmişte kurduğu ilişkilere yönelik olarak sürekli bir vefâsızlık örneği gösteren bir özne olacaktır. (Levinas, 2005a:215-6)

    Levinas'ın bilince yönelik bu tutumu da Yahudi-Hıristiyan geleneğinin bilince yönelik tutumuyla örtüşmektedir. Bu gelenekte bilinç, "ilk günâh"tan sonra açığa çıktığı ve kaynağında "kötülük" olduğu için, kökensel bakımdan kötü olarak değerlendirilir. Bu türden dinsel eğilimlerin üzerinde belirgin olduğu Batı metafiziği filozofları da bilinç kaynaklı değerlendirme ve çözümlemeleri kendilerine konu edinmeyip bilincin nasıl aşılabileceğini araştırmışlardır. Levinas'ın bilince yönelik bu tutumu da bu tür bir kavrayışın ürünü olduğunu düşündürmektedir.

    Levinas etiğinde, "etik ilişki" içinde bütünüyle devre dışı kalan bilinç -ya da "kötülük"- bu ilişkinin "kötü" olarak tanımlanmasını gerektirecek yönelimlerinden de arınmasını sağlar ve geriye, kendi dolayımsızlığı içinde "En Yüksek İyi" kalır. "Etik ilişki" ise bu dolayımsızlık içinde "En Yüksek İyi"ye katılma ve kendi gerçek (zor) özgürlüğünü gerçekleştirme şekline girer. Hâlbuki, bilinç de bir bilme yetisidir ve hiçbir bilme yetisi, kökensel bakımdan iyi ya da kötü olarak konumlandırılamaz. Böyle yapılacak olursa, iyi ile kötünün sübjektif değerlendirilmelerine bağlı olarak başka tüm yetiler de bu şekilde konumlandırılır ve bu yetilerin insanda niçin ve nasıl ortaya çıktığı, çözümsüz bir bilmece hâline gelir.

    Öbür taraftan, Levinas etiğine, Batı metafiziğinde Katolisizmin bir yansıması olan "A ile A-olmayan arasındaki aşılmaz uçurum" da Yahudi-Hıristiyan geleneği üzerinden sinmiş durumdadır ve bunun sonucu olarak Levinas, etiğindeki boşlukları doldurmak için, "Öldürmeyeceksin!" buyruğunun dolayımında Üçüncü'ye başvurmak zorunda kalmıştır. Levinas'ın Ben-Öteki-Üçüncü arasında kurduğu ilişkiler ise Katolisizmdeki "Kutsal Üçleme" ilişkisini akıllara getirmektedir. Baba-Oğul-Kutsal Ruh ilişkisi, Katolisizme göre vâroluşun çoğulluğunda varlığın metafizik anlamıdır.

    Baba ile Oğul, birbirleriyle dolayımsız ilişki kuramaz; aralarında sonsuz bir uçurum vardır ve yalnızca Kutsal Ruh, bu ilişkinin kurulmasını ve varlığa metafizik anlamının verilmesini sağlar. Levinas etiğindeki Ben ve Öteki ilişkisi de bu üçlemeden büyük oranda etkilenmiş gibidir. Levinas, Baba ile Oğul "aynı töz"den olsa bile, kalıcı bir töz düşüncesini "Aynı'nın mantığı" olarak gördüğü için, Ben ve Öteki arasındaki uçurumun da kapanmadan sürekli genişlemesine yol açmıştır. Bu boşluğun aşkın birtakım sonuçlarının önüne geçmek için de Üçüncü'yü, "Kutsal Ruh" olarak konumlandırmaya yönelmiştir.

    Etiğin ya da belirli türden bir özgürlük görüşünün bu türlü referans noktaları içinde ya da bunların izinde ele alınması ise Felsefe ile teoloji arasındaki ilişkileri de bulanıklaştırır ve etik, giderek bir tür "kelâm"a, bir tür "fıkıh"a, vb. dönüşür. Bu da Felsefe ile teolojiyi Aynı'nın mantığında eritmekle sonuçlanır ve Levinas, tam da eleştirdiği şeyi bizzat kendisi yapmış olur. Bu durumda Levinas, (zor) özgürlüğün etik temellerini değil, teolojik temellerini ortaya koyma çabası içine girmiş olur ki, Levinas'ın şu açıklamaları, bu bulanıklığı çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır:

    "Benim biricikliğim, Başkası için sergilediğim sorumlulukta yatmaktadır. Bir Başkası'nın benim yerime ölmesini beklemem, ne denli tartışma dışı ise bir insana karşı sorumluluğumu ihmâl etmem de o denli tartışma dışıdır. (...) Bu nedenle insan, Tanrı'nın plânları açısından vazgeçilmezdir. Daha kesin bir dille ifâde etmek gerekirse insan, varlıktaki tanrısal plânlardan başka bir şey değildir. Bu, seçilmiş olma fikrine götürmektedir; her ne kadar, seçilmiş olma fikri, bozulup kibre dönüşme ihtimâlini barındırsa da esas itibâriyle, tartışılmaz buluşmaya dâir bir farkındalığı ifâde etmektedir.

    Söz konusu farkındalıktan, bir etik vücûda gelir ve bu farkındalık içinde peşine düşülen amacın evrenselliği, sorumlu bireyin yalnızlığını içerir. (...) İnsan, yapması gereken şeyi yapabilir; peygamberlerin önceden haber verdiği, adâletin bir hükümranlığı olan şu mesiyanik hükümranlığın kurulmasına yardımcı olmak sûretiyle târihin düşman güçlerine gâlip gelebilir." (2005c:138) "Sonuçsuz temâyüldür o, çakışmanın olmadığı bir hedefleyiştir; aralıksız bir erteleyişin müphemliğini veya zaptın ve sâhip olmanın ilerleyişini ve sonsuz bir Tanrı'nın yaklaşmasını ifâde eder: Sonsuz bir Tanrı'nın yaklaşmasını; onun yakınlığını." (2005a:220)

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    BU DA ŞEREFİN OLSUN

    İstemem yüreğine ulaşamasın hüzün,
    Sürci lisân ettimse, ne söylesen yeri var.
    Yaş akmasın gözünden ne olur gülsün yüzün,
    Sende ki gönül bağım doğduğumdan beri var…

    Dudaklar mühürlendi şimdi sükûtu seçtik,
    En zoru kolay aşıp zehri bal diye içtik,
    Geri dönmek yakışmaz çok dar yollardan geçtik,
    Sus! der gibi heceler onun da haberi var…

    İçimde ki boranı döndürüyorsun yele,
    Görebilecek kadar mesafe olsun hele,
    Dokunmayı unutsak, tutuşmasak el ele,
    Ömür boyu gönlümün, gönlüne seferi var...

    Sen dört mevsim esensin, baharımda yazımda,
    İsmin kaçtı sesime, çıkmayan avazımda,
    Temizlemez yeryüzü leken var beyazımda,
    Bu da şerefin olsun seni seven biri var…

    Ayser ÖZBAKIR

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
      Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Bir at nasıl şarkı söyler? Ya peki dört at nasıl şarkı söyler? http://www.horse-games.org/Singing_Horses.htm Hem kısa yolunu verdiğim türden animasyonlar hem de birbirinden eğlenceli oyunlar için bu web sayfasını tavsiye ediyorum.

    Uzun zamandı reklam olmasın diye vermek istemediğim ama keyif aldığım bir web sayfasını sizinle paylaşacağım. http://www.acunn.com/ Haber, Tv, Spor ve Eğlence konu başlıklarıyla web sayfası dört kategoriye ayrılmış. İlk bakışta her yerde rastlayabileceğiniz bilgileri içeren bir web sayfası gibi görünse de. Aslında bazı detaylar ile kendini farklı kılan ve takipçilerini zamanla farkını gösteren bir web sayfası. Özellikle tavsiye ediyorum.

    Bir Kadın Fenomeni adıyla hazırlanmış olan web sayfası http://birkadinfenomeni.com/ Aslında bu web sayfasını birkaç kelimede anlatmak isterdim ama sanırım birkaç kelime yetersiz kalacak. Siz en iyisi bir tıkla yolculuğa başlayın. Bazen keyif bazen de şaşkınlıkla gezindiğin bu site, aynı anda birçok farklı duyguyu yaşamama neden oldu. Editör arkadaşa teşekkür ediyorum.

    Yıldızlı geceleri anlatan en güzel tablo ve en güzel şarkı http://www.vangoghgallery.com/painting/starrynightlyrics.html Starry, starry night. Paint your palette blue and grey, Look out on a summer's day, With eyes that know the darkness in my soul. Shadows on the hills, Sketch the trees and the daffodils, Catch the breeze and the winter chills, In colors on the snowy linen land.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Epitaph - King Crimson









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120203.asp
    ISSN: 1303-8923
    3 Şubat 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com