Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 10 Sayı: 1.909

 24 Şubat 2012 - Fincanın İçindekiler


  • ÖYKÜLERİN SAĞI SOLU BELLİ OLMAZ-2 ... Seyfullah Çalışkan
  • Coşkun Irmak-8 ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • AŞKINIZI YEMEYİN ... Erhan Tığlı
  • Avusturalya, Tazmanya, Yeni Zellanda ve Pasifik adalar… ... Cem Polatoğlu
  • HACİZ GELMİŞ NEYİME ... Mehmet Önder
  • 14 ŞUBAT ... Banu Özgüç
  • CANIM SERMAYEM AKILLI, TÜKETİCİLER SALAK MI? ... Abuzittin Tırlak
  • ERMİŞ ... Neslihan Minel
  • İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Beni de afyonlayın!..


    Bu kaçıncı? Bu kaçıncı itiraf? Yunanlıların Megalo ya da Megali Idea dediklerine benzer bir ülkünün dışa vurumları teker teker açığa çıkmakta. Yunanın ülküsü, Konstantinopolis (İstanbul) başkent olmak üzere, büyük Helen İmparatorluğu'nu yeniden kurmayı hayal etmekse, bunlarınki de, biat kültürüyle beyinleri yıkanmış kulların hizmet ettiği, dini istismar edip palazlanan bir saltanatın hüküm sürdüğü, yamalı bohça, nalıncı keseri bir devlet yapısı kurup, dilediğince at oynatmaktır. Yunanın hali malum, şimdilerde hayal kurmaktan çok uzaklar. Ama bizimkiler, yağma hasanın böreğinden yedikçe şişmekte, şiştikçe daha da bir cesaretlenmekteler. Artan cesaretleriyle, nihai amaçlarını itiraf etmekten çekinmemekteler. Hasta yatağından henüz doğrulmuş haliyle, tebasını motive etmek için Necip Fazıl'dan şiir okuyan başbakanın alıntı yaptığı "Kininin davacısı olmak" işte bu cesaretin eseridir. Bu öyle masum bir alıntı değildir. Reha Muhtar romantizmiyle geçiştirilemez. Necip Fazıl o satırları yazarken ne hissediyorsa, bir fazlasını şimdiki nesillerin hissetmesini istemiştir başbakan. Atatürk'ten başlayarak Cumhuriyet tarihinin tüm değerlerini yok saymaya çalışmak işte bu kinin davasıdır. Davacıları da, bellidir.

    Yaşadığımız günler, rahmetli Özal'ı mumla aradığımız günlerdir. Bürokrasinin hantal çarklarına çomak sokmak adına gece bulup sabah uyguladığı kararnameler akıllardadır. Ama hiçbiri bugünün dönüşüm formüllerinin eline su bile dökemez. Özal'ın bir kere delmekten birşey olmayacağı savı, bugün kalbur siyasetine dönüşmüştür. Adamına göre koruma ve kollama kanunları, el etek öpene sırt sıvazlamalar, karşı olana her türlü melaneti reva görmeler sıradanlaşmıştır.

    Son Anayasa değişikliğine "Yetmez ama Evet" diyen kaz kafalıların sesleri kaçtığı yerden ne zaman çıkacak merak içindeyim. Cehaleti kendine yeterli eğitim sanmış zavallı yurdum insanı için diyeceğim fazla birşey yok aslında. Onların yerinde ben olsaydım farklı mı davranırdım, onu da bilmiyorum. Ama okumuş yazmış, çalıp çırpmamış, devletin malı deniz dememiş, sadece hakkın, adaletin peşinde koşmuş, gel gelelim reklam olarak gösterilen pembe Dünyaya kanmış insanlarımızla benim sorunum. Onların bir gün akıllanmasını ve ses çıkarmasını hayal ediyorum. İşte bu da benim Megalo Ideam.

    Belli köşebaşlarını tutmuş adamlarını, koruma ve kollama yasalarıyla, "Dokunulmaz, erişilmez" kılmayı becerdiler, gerekirse gene becerirler. Şimdi sırada arka bahçenin tanzimi ve alt yapı tesisleri var. 28 Şubat'ın belki de tek iyi sonucu olan 8 yıllık kesintisiz eğitimi kendi mahalle mektebi ve medrese düzenlerine uyduramamış olmanın derin hazzıyla yeni dümenler peşindeler. Dün komisyonda tartışılmaya başlayan, kesintisiz eğitimi kesip biçip, 3 çarpı 4 formülüyle 12 yıla çıkarma soytarılığı da bunlardan biri. Hangi köyün kavalcısı olduğu belli eğitim bakanının son cevherlerinden biri bu çentikli kesintisiz zorunlu eğitim safsatası. İlköğretim gene 8 yıl olacakmış ama ilk 4 yıl okulda, ikinci 4 yıl açık öğretim olabilecekmiş. 10 yaşındaki çocukları okulda eğitemezken, açıkta nasıl eğiteceksin diye sorsak cevabı varmıdır dersiniz. Dağıttıkları tabletle eğitecekler herhalde. 10 derste namaz, zorunlu kocaya itaat, seçmeli matematik, olmasa da olur fen ve sosyal.

    4 yıl okulda eğitilip sonraki 4 yılı Kuran kurslarıyla geçiştirecek bir yapının kurulmasına çalışılıyor işte. Ardından kız çocukları pedofili hastası kocaya, erkek çocukları imam hatiplere. Bunu görmemek için ya kör ya da "Yetmez ama Evetçi" olmak lazım. 1930'dan beri uygulanan 5 yıllık zorunlu eğitimin bile gerisine gidip, 4 yıla indirmenin, boş beyinli, dindar ve kindar nesiller yetiştirmenin hesabını yapıyor bu düzenbazlar. Cumhuriyet'in başına ekleyecekleri İslam için gün sayıyorlar, var mı ötesi?

    N'olursunuz biriniz çıkıp bana "paranoyaksın sen" desin. Ama demekle kalmasın, beni ikna etsin. Yoksa ben artık yavaştan ben olmaktan çıkıyorum. Haberleri izlerken, vurdumduymaz medyanın boşvermişliğinden, olmayanı varmış, var olanı yokmuş gibi gösteren takiyyeci soysuzlar yüzünden kalbim sıkışıyor benim. Ya versinler bir hap yutayım, afyonlanıp ben de biat edeyim, ya da... Neyse...

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      ÖYKÜLERİN SAĞI SOLU BELLİ OLMAZ-2

    Hikâyeler klişeleri sevmez. Bu nedenle zengin oğlan fakir kız teranelerinin yanına bile yaklaşmayacağım. Peri masalları kılçığı, pulları temizlenmiş balık gibidirler. Ateşte pişse bile is kokmazlar. Öyküler yaşamların içinden geçer. Parmak uçlarına basarak değil, ökçeleriyle kaldırımları sallayarak hem de… Onun balıklarının zehirli dikenleri vardır. Çiçeğe kesen baharları apansız aldanıverir. Ansızın gün ortasında kar başlar. Dallar üşür, filizler söner, çiçekler dökülür pul pul. Öykülerin sağı solu belli olmaz. Tavşan çıkaran şapkaların dibi delinir bazen. Bulutlar toprağa serilir, yağmurlar ağaçları yerinden söker.

    Yeni evlerinde bir seneleri bile dolmamıştı daha. Saten badanalı duvarlara bakmanın hevesini, fayansları okşamanın sevincine bile henüz doyamamışlardı. Lodos kocaman bir yıl bekleyip geri geldiğinde ikisini de kan uykularında alıp götürmüştü. Gerisi boş laf, gözyaşı, hıçkırık ve ah ile vah ile dövülmekten morarmış dizler… Susarak da olmuyordu ki. Bir şeyler söylemeli insan. İçinin zehrini dökmeliydi. “Ağla oğlum,” demişti halası. “Ağla sakın tutma kendini. İçine atarsan dert sahibi olursun. Ağla, ağlamanın utanılacak nesi var? İnsanın anne ve babasını aynı anda yitirmesi, aynı anda toprağa vermesi zordu. İçinde cenazeleri öylece bırakıp kaçma isteği duyuyordu. Bu küçük kentin bütün evlerini geride bırakıp ıssız ovaya, uzak dağlara kadar koşmak istiyordu. Bütün yaşadıkları bir rüya olsun, bütün yaşadıkları geride kalsın. Uçup gitsin. Hiçbir şey değişmese bile doya doya, kana kana bağıra bağıra ağlamayı istiyordu.

    Lodosun aldığı iki yaşamdan geride kalan evin kızı abisinden farklı düşünceler içersindeydi. Acısı abisininki kadar derin ve yoğundu ama onunki aynı zamanda pişmanlıklarla yüklüydü. Annesinin babasının ısrarına rağmen inatla direnmiş Selahattin’le evlenmişti. Aşkın gözü kör, kulakları sağır, çenesi de düşükmüş. Güzel sözlere kanmamak elde mi ki? Daha düğün sırasında sorunlar başlamıştı. Kaynanası olacak kadın devlet nikâhı yapılmasına bile karşı çıkmıştı. Takılan altın ve paralar yangından mal kaçırılır gibi daha misafirler gitmeden gelinin üzerinden alınmıştı. Para pul önemli değildi ama neden böyle davranma gereği duymuşlardı. Bu devirde iki tane kayın birader, kaynana, kayın peder ve bir görümce ile aynı evde yaşamak kolay mıydı? O Selahattin’in sevgilisiyken bir anda evin hizmetçisi oluvermişti. Üstelik ne yaptığı yemekler ne de yıkanın çamaşırlar insanları memnun etmiyordu. Uzun sürmesi zaten mucize olurdu. Evlendikten iki ay sonra sevgilisi Selahattin anne ve eşi arasında sıkışıp kalmış zavallı bir erkek oluverdi. Bütün ışıltısı döküldü, gerçek resim ortaya çıktı. Üstelik doğru düzgün bir işi ve kazancı da yoktu. Bu nedenle “biz artık ayrı bir eve çıkalım Selahattin,” diyemiyordu. Öykülerin sağı solu belli olmaz. Sokaklar sakin bir akşamın kaldırımlarında uyuklarken bombalar patlar. Her şey birdenbire değişir. Otomobiller yanar, ağaçlar bile tutuşur. Ertesi sabah yabancı bir kentte uyanmışsınız hissiyle dolaşıp durursunuz. Bakkal Kazım, Berber Çetin, köşedeki sarı boyalı eski konak olmadan gördüklerinize gözleriniz bile alışamaz. Yine gemiler geçer, siren sesleri yalar duvarları ama hep bir şeyler eksiktir. Ve bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Uzak bir diyarda küçük bir çocuk bütün gözlerden ırak kozadaki ipek böceği herkesten habersizce büyür. Okumayı iki yaşında öğrenir. Üç yaşında kemana başlar. Sekizinde bütün dünyayı kendine hayran bırakır. Her yay çekişinde, her bir telin tınısında milyonlarca gökkuşağı saklıdır. Gözlerinize, kulaklarınıza inanamazsınız.

    Selahattin’in ilk tokadı aradan yıllar geçmesine rağmen ilk günkü tazeliği ile hala belleğinde durur. “Bu böyle olmayacak. Ben de bir işe gireyim. Ne dersin. Sırt sırta verelim. Kendimize ait bir yuva kuralım,” demişti. Gecenin bir yarısı herkes uykudaydı. Zaten sadece geceleri baş başa kalabiliyorlardı. Selahattin’in tokadı hiç beklemediği bir anda suratının ortasında patlamıştı. Sesi kireç badanalı duvarları delip öteki odalara kadar ulaşmıştı. “Sen orospu mu olacaksın, derdin ne senin? Aç değilsin, açık değilsin. Otur oturduğun yerde.”demişti. Sonra da öfke ile yataktan kalkıp balkona çıkmıştı. Bu tokat sadece yüzünü acıtmadı, yüreğindeki bütün güzel resimleri, düşleri ateşe atıp yaktı. Selahattin birkaç saat odaya gelmemişti. Üst üste sigaralar içip öfkesinin geçmesini beklemişti. Selahattin balkondan yatağa döndüğünde o hala gizli gizli ağlıyordu. Gecenin bir vaktinden sabaha kadar gizli saklı ağlamanın ne olduğunu kimse onun kadar iyi bilemezdi. Sel bütün gücüyle yüreğinizin bendine gelip yükleniyor. Siz onu salıvermek yerine göğüs kafesinizi binlerce kez ezmesine razı oluyorsunuz. Ne dayanılmaz bir acı, yamayan bilmez.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Coşkun Irmak-8

    Yatağına yattı yatmasına da, uyumak ne mümkün! Sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı, yüzükoyun ve sırtüstü uyumayı denedi gene olmadı. İki saat sonra kendinden geçti, uyumuştu. Ancak bu uyuma uzun sürmedi. Rahatsızlık veren, kâbus dolu bir uykudan sonra gözlerini açtığında ortalığın zifiri karanlık olduğunu anladı. Gözleri uykusuzluktan nerdeyse kapanacak gibiydi, ama Hayrettin uyumak istemiyordu, direniyordu. Gözlerini açık tutmak için dakikalarca uğraşınca, karanlığa uyum sağladığını hayal meyal de olsa odadaki eşyaları seçebildiğini fark etti.

    Uyumak istemeyişinin nedeni gördüğü rüyaydı. Gözlerini kapattığı anda bu rüyanın devam edeceğini sanıyordu. Rüyasında Münevver’i görmüştü. Çok sevdiği bu kadını tekrar görmekten kaçınmasının nedeni ondan işittiği hakaretlerdi. Münevver gerçek yaşamda bu hakaretlerin bir tek tanesini bile Hayrettin’e söylememişti.

    Münevver ağza alınmayacak sözler kullanmış, o da sadece dinlemek zorunda kalmıştı. Kendini savunabileceği tek bir kelime bile aklına gelmemişti. Münevver konuşuyor, bağırıyor, hakaret ediyor; o ise sadece susuyor ve dinliyordu. Bir türlü bu suçluluk kompleksinden kurtulup, masum olduğunu kanıtlayamamıştı.

    Zihnindeki kişilerden biri “Evet, suçlusun Hayrettin bey! Kendini savunmak için söyleyecek sözünün olmaması bu yüzden çok doğal. Söyleyeceklerinin hepsi zaten yalandan ibaret olacaktı. Hiç olmazsa bu yalanları söylemeyerek biraz dürüst davranmış oldun.” Derken, diğeri:

    “Kendini suçlama. Yaşadığın olay her insanın başına gelebilirdi. Burada bir fizyolojik güdü ile bir sosyal güdü çatışıyor. Bunlardan biri diğerine baskın çıkabilir. Tabii hangisinin baskın çıkacağı da kişiye göre değişebilir. Sende baskın çıkan, yıllardır yoksun kaldığın fizyolojik özellikteki cinsiyet dürtüsüdür. Aç kalmak ile çalmak arasında bocalayan bir insanın durumu ne ise, seninki de odur. Kimi insan ahlâkî değerlere olan kuvvetli bağı nedeniyle çalmayı reddeder; ama kimisi de fizyolojik dürtüsü açlığın etkisiyle karnını doyurmak için çalabilir.”

    Bu iki kişi, daha başka görüşler de ortaya attılar kendi tezlerini kanıtlamak için. Hayrettin bir kez daha ikisinin arasında kalmıştı. Hangisi doğru söylüyordu, hangisine inanmalıydı? Bu soru bile, başka bir kararsızlığa neden oluyordu. Kafasının içi düğüm düğüm olmuştu. Beyni acıyor, yüreği ağrıyor, başı ağrıdan zonkluyordu. Sonunda sinirli bir şekilde:

    -Öf be öff! Bıktım sizden. Çıkın gidin kafamdan. Hanginizin haklı olduğu beni ilgilendirmiyor. Ben kötü hiçbir şey yapmadım. Kendimi savunamayışım masum olmadığımı göstermez. Evet, o kadınla karşılıklı oturup konuştuk. Hepsi bu! Kadın iki gün sonra tekrar geleceğini ve benim anılarımı dinlemek istediğini söyledi; ama bence gelmeyecek. Çünkü konuşmamı kesmek zorunda kalışı nedeniyle söyledi bunları. Ben iki gün sonra bu iddiamı kanıtlamak için oraya gideceğim ve siz de gelmediğini göreceksiniz. Böylece bu tartışma da burada sona erecek. Dedi.

    İki gün sonra Hayrettin, börekçideki aynı yerine oturmuş, sözüm ona elindeki gazeteyi okuyor gibi yapıyordu. Aslında gazeteden bir tek cümle bile okumuş değildi. Çünkü biraz aşağıya indirdiği gazetenin üzerinden etrafı gözlüyordu.

    Kadın öncekinden daha erken bir vakitte girdi börekçinin bahçesine. Hayrettin heyecanlandı. “Geldi, ama beni unutmuştur bile. Zaten buraya değil, başka tarafa bakıyor. İşte birazdan geçip gidecek.” Diye düşünüyordu. Kadının başka tarafa baktığı doğruydu. Çünkü yandaki masada üç yaşlarında yaramaz bir çocuk hem bağırıyor, hem de ağlıyordu. Çıkardığı gürültü o kadar fazlaydı ki bu ufaklığın, dikkat çekmemesi mümkün değildi.

    Hayrettin, kadın başına dikilince gazeteyi masanın üzerine bırakıp ayağa fırladı. Hoş geldin, hoş bulduk ifadelerinden sonra sohbete başlamışlardı bile.

    -Sizi üzmek istemem, ama rahmetli eşiniz Münevver hanımefendinin öyküsünün tamamını dinlemek isterim, dedi.

    Kadının Münevver’in adını bile hatırlaması Hayrettin’i şaşırttı. Oysa Hayrettin, kadının kendisini bile unuttuğunu düşünüyordu.

    -Ben o acıları hergün zaten yaşıyorum. Bir fazla olsa bundan ne çıkar? Kazadan sonra Münevver tam yirmi üç gün hastanede yattı. Ben de yirmi üç gün başında bekledim. Durumu ağırdı, çok az konuşabiliyordu. İyileşeceğine dair umudumu hep içimde yaşattım. Ancak durumu, her geçen gün daha kötüye gidiyordu. Yirminci günde “Evime gitmek istiyorum. N’olur doktorlarla konuşup beni taburcu etmelerini sağla.” Dedi. İsteğini doktorlara söylediğimde bana biraz kızdılar ve böyle bir şeyin cinayet olacağını belirttiler. Bunu Münevver’e anlatamadım, anlatamazdım. Yalan söyledim. İleriki günlerde bunun olabileceğini, durumunun iyiye doğru gittiğini, biraz daha sabretmemiz gerektiğini söylediler, dedim. Bana inandı mı, bilmiyorum. Sanırım inanmadı. Çünkü cevap olarak sadece, boş boş yüzüme bakmakla yetindi.

    -Keşke son günlerini evinde geçirebilseydi. Belki o moralle iyileşebilirdi.

    -Keşke. Ama doktorlar böyle bir şeye izin vermeyince de yapacak bir şey kalmıyordu. Son gününde Münevver’in yüzünün güldüğünü gördüm. Umutlandım. Hastalandığından beri benimle hiç bu kadar uzun konuşmamıştı. İyileşecek diye öyle seviniyordum ki… Nazar değer diye bu sevincimi Münevver dahil herkesten gizlemeye çalışıyordum. Yanılmışım. Hani derler ya ölecek insanın ölmeden kısa bir süre önce son bir iyi hali olurmuş. Demek ki öyle bir şeymiş. Sağ elini o gün, hep ellerimin arasında tuttum. Bir ara bütün gücüyle elimi sıkmaya başladı. Bu kadar kuvveti nereden bulduğuna şaşırdım. Bu davranışı iyileşeceğine dair bir işaret olarak kabul ettim. Yüzüne baktığımda yaramaz bir çocuk gülümsemesi gördüm. Gözlerinin içinden ışık saçıyordu. Derken gözlerindeki ışık yavaş yavaş sönen bir ampul gibi kayboldu. Gözleri kapandı, eli gevşedi. Ölmüştü.

    Hayrettin o anı yaşarken gene gözyaşlarına hakim olamamıştı. Kadın çantasından çıkardığı bir mendili uzattı ve:

    -Benim yüzümden oldu. Sizi anlatmanız için zorlamamalıydım. Dedi.

    -Hayır, hayır! Lütfen kendinizi suçlamayın. Her zaman aynısı oluyor. Duygularıma bir türlü hakim olamıyorum. Çünkü umutlarımın zirve yaptığı bir anda, birdenbire her şey kesin bir umutsuzluğa dönüşmüştü. Münevver’in ölebileceğine kendimi alıştırsaydım, inandırsaydım belki de bu kadar etkilenmezdim. Oysa ben hep aksini düşündüm.
    Garson yanlarına geldiğinde konuşmayı kesip siparişlerini verdiler. Hayrettin:

    -İşte benimle Münevver’in öyküsü bu hanımefendi. Hanımefendi diyorum sadece, çünkü adınızı sormayı ve kendiminkini söylemeyi de bu zamana kadar akıl edemedim. Benim adım…

    -Lütfen adınızı söylemeyin ve benimkini de sormayın. Ama illâki bir ad gerekiyorsa diyelim ki benimki Irmak, sizinki de Coşkun olsun.

    -Coşkun Irmak, diye mırıldandı Hayrettin. Kadın da tam üç kere:

    -Coşkun Irmak, diye tekrarladı.

    Bir saat kadar daha oturup sohbet ettiler. Ayrılmadan önce bir hafta sonra bir lokantada buluşmayı kararlaştırdılar. Giderken kadın,

    -Hoşça kal Coşkun, dedi. Hayrettin de:

    -Güle güle Irmak, diyerek karşılık verdi.

    (Devam edecek)

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      AŞKINIZI YEMEYİN

    Bir şiirimde şöyle demiştim:
    Koyunu seviyorsun
    Kurban ediyorsun
    Horozu seviyorsun
    Kesip yiyorsun
    Kuşu seviyorsun
    Kafeste hapsediyorsun
    Sakın böyle sevme beni
    Aman ne olursun!
    Sevgimiz, aşkımız budur bizim. Sevdiklerimizi nazla, kaprisle, kıskançlıkla canlarından bezdiririz, sevdiklerine seveceklerine pişman ederiz. Kara zindanlara atarız bencil tutkularımızla, ah of çektirmekten, bunaltmaktan adeta zevk alırız. Sevgimizle öldürürüz sevdiklerimizi ya da yaşayan ölü haline getiririz. Gelin bu duygumuzu da şöyle şiirleştirelim:

    Balığın Kaderi
    Seni o kadar severiz ki
    Ya akvaryumda hapsederiz
    Ya da avlar yeriz!
    Kusura bakma
    İnsanız biz
    Yamyamdır sevgimiz!
    Ana baba evladı arasında da görülür bu çeşit bir sevgi(!)...
    Oysa sevgi, aşk özveri, erdem ve güzellik demektir. Birbirimizin başını yemek, kafa ütülemek, sadece kendini düşünmek değildir. Hoşgörü ve emektir, ben değil biz demektir.
    Gönül bahçesine çiçek dikmektir.

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu


    Avusturalya, Tazmanya, Yeni Zellanda ve Pasifik adalar…

    İçinde gemi, otobüs, tekne, pırpır uçak her türlü ulaşım aracını içeren 25 günlük bir seyahat bu. Gezinin en ilginci yönü de 14 gün süren gemi seyahati. Yaş ortalamasının 70 olduğu 2500 kişilik gemide tek Türk olarak klasik "ahiret" sorularına muhatap oldum. Sorular ve içimden geçen cevapları aşağıdaki gibidir.

    - 1,5 Milyon Ermeni’yi neden öldürdünüz?
    - Sen gelsene bi dışarı bakim.

    - Hiç Türk’e benzemiyorsun?
    - Sen gelsene bi içeri bakim.

    - Develer, Çöller... İstanbul egzotik olmalı?
    - Köprüyü de deveyle geçiyoruz. Kıçına da OGS taktım.

    - 4 kadınla mı evlisin?
    - Ahhhhh...

    - Peki, kadınların yüzünü görmeden mi evleniyorsunuz? (peçeye atıf)
    - Yok, ama yüzünü görmek istemediğimiz kadınlar var. (boşandıklarımız)

    - Siz Arapça mı konuşuyorsunuz? (müslümanız ya)
    - Siz Latince mi konuşuyorsunuz?

    - Türkiye’de yüz küsür gazeteci içerideymiş.
    - Tıssss

    Bunun dışında gemi seyahati çok keyifli. Gemide yok-yok. 2000 kişilik gösteri merkezi, Diskolar, Sinema salonları, Kumarhane, Koşu pistleri, Basketbol, Tenis Sahası, Yüzme havuzları, SPA’lar, Özel Restoranlar. Sabah kral sofrası, sonra kuşluk, arada çiz-burger, derken öğlen yemeği, ikindide açık büfe Suşi, akşamüstü sıcak fırın, ardından akşam yemeği, yatsılık... Bana "oralardan ne aldın?" diye soranlara söylüyorum. “kilo aldım !”.



    Gemi etkinlikleri ise hiç bitmiyor. Akşamları iki seans olarak yapılan Lido, Las Vegas, Broadway’i aratmayan showlar, yarışmalar, çekilişler, konserler, partiler. Gündüz ise elbette karaya çıkış ve geziler. Gemiden alınan ekstra turların fiyatları hemen geminin dışında bekleyen “ayaklı acentalara” göre 2 hatta 3 katı pahalı. Ancak zengin Amerikalının üçe, beşe baktığı yok. Asyalısı, Avrupalısı, Yahudisi isekapı acentası ile pazarlıkta. (bendeniz de) Gelelim gezimizin özüne. Nerede ne görülür meraklısına aşağıda yazarız. Ancak ansiklopedik bilgi dışında neler gördüm bakalım?

    Avusturalya’dan başlayalım.

    Avusturalya;
    Yemen halt etmiş. Giden gelmiyor dedikleri yer buralar olsa gerek. 16 Ocakta yola çıktım. 18 Ocakta Sidney’e vardım. Dile kolay 2 gün. Hem de hiç uyumadan, konaklamadan Bangkok aktarmalı. Burada rastladığım Türkler hala başbakanı Ecevit zannediyorlar. Ben unuttum bile ama GS’ın Saraçoğlu’nda FB’yi yendiğini, FB’nin Türkiye kupasını aldığını hatırlayanlar bile var.

    Avusturalya sakin memleket. Ne kavga var dövüş, ne bağıran çağıran, ne de trafik. Zengin de memleket. Toprak altında maden dolu ama hepsini bir anda çıkartmıyorlar. Kotaları var. Hepsini çıkartıp fiyatları düşürmek yerine en az 1000 sene aynı standartlarda yaşayacak bir strateji izliyorlar. Her üç aileden birinin teknesi, yatı var. Hala da göçmen kabul ediyorlar. Dünyada “tarihi olan” Tibet’inden, Meksika’ya, Hindistan’dan Özbekistan’a en fakir ülkeye de gitseniz kendine özgü bir mimarisi vardır. Burada ise mimari ruhsuz. Beş benzemez bir arada. İngiliz geldiğinde 3, 5 bina yapmış. Ama iklim farklı olduğundan o da burada sırıtmış. Sonra da o kültür bu kültür birleşince “ortaya karışık” bir mimari çıkmış. Fakat Sidney’de ki Opera binasının muhteşem mimarisine, akustiğine gerçekten şapka çıkartılır. Evde oğlana laf dinleteceğim diye gırtlağımı yırtan bendeniz, rehber denemek için sahneye aldığında fısıltı ile 100 metre ileride gürültü yapan oğluma “cem, sus bakim!” dedim veeee sustu!. . Binanın mimarı Danimarkalı Jørn Utzon ölmeseydi iyiydi. Kesin bir ev yaptırırdım.

    Avusturalya’ya yerleşmiş bir Türk’ten şu sözleri işittim; Ben herkesin insan olduğunu ve herkese aynı muamelenin yapılması icap ettiğini Avustralya'da öğrendim. Bir tek gün kimse hakkımı yemedi, kuyrukta önüme geçmedi, trafikte açık gözlük yapmadı, avanta istemedi. Polisten, memurdan, politikacıdan korkmadım. Aksine bana yardımcı olacaklarına inandım, güvendim. Ve devam etti. Avustralya'da yaşayan her insan bedava sağlık sigortasına sahiptir. Şehrin merkezi dışında iki katlıdan yüksek bina bulunmaz. Normal evler bir dönüm bahçe içinde müstakil evlerdir. Şehrin belki yarısı golf sahaları (bedava), botanik bahçeleri, göller ve akarsular ile kaplıdır. Okullar bedavadır. Musluktan akan su, hakiki içilen sudur (sözde değil özde). Kilise, Cami, Havra, Budist tapınakları ve daha nice dini yapı yan yana varlıklarını devam ettirir. SBS adlı devlet televizyonunda Avustralya'da yaşayan 100 küsür ayrı millete mensup insanların kendi dilinde yayın yapılır. Çoğu Avustralyalı iki vesile ile kravat takar; düğün ve cenaze. Avustralya'da en büyük suç yalan söylemektir. Yalan söyleyen yalan beyanda bulunan insanın hayatı kayar. Onun dışında her şeyin bir çaresi bulunur.
    Kısaca Avusturalya yaşamak için harika bir memleket. Kimine göre hemen şimdi, bana göre 70’imden sonra…



    Tazmanya;
    Burada da Başkent Hobart’ı gezdik. Tabi Tazmanya’nın meşhur “canavar”ını görmek için “Bonorong” vahşi yaşam merkezini de. Girişte sizi sevimli Kangurular karşılıyor. Tek tehlikeleri, gözünüze ani bir kroşe çıkartmaları veya arkadan kıçınıza çifte atmaları. Bu nedenle parkta dolaşırken gözünüzü ve gözünüzü kollamanız gerekiyor. Koalası, Kiwisi, Wombat’ı derken karşımıza “Tazmanya Canavarı” levhası çıkıyor. Dev bişi beklerken karşımızda 20-25 cm büyüklüğünde fare bozması bi hayvanat çıkıyor. Soruyoruz nedir bu adın sırrı? keseli olan bu hayvan adını, siyah kürkü, irkildiğinde yaydığı kötü kokusu, yüksek sesle çıkardığı ürkütücü çığlığı ve beslenirken sergilediği çok hırçın hareketleri ve birkaç ton basabilen çenesinin kuvvetinden dolayı almıştır diyorlar. Başkent Hobart şehrinde enteresan ne var ne yok bir bakalım dedik; bula bula bir cadde tabelası bulduk!. Üzerinde TOILETS ve TAXI bölgesi yazıyordu. Hayvanat bahçesi dışında Tazmanya’dan aklımızda kalan ve kalacak olan budur.



    Fiyordlar ve adalar;
    Önce fiyord nedir açalım; İki tarafı sarp kayalıklarla çevrili uzun, dar ve derin koylardır. Kuzey veya güney kutbuna yakın bölgelerde buzulların oluşturduğu vadilerin deniz suyu ile dolmasıyla oluşan dik yar ve kayalıkların arasındaki dar deniz koycuklarına verilen isimdir. Bitti...

    Gelelim bizim gezimize; Önce gemimiz yüksek dağların içerilerine kadar giriyor. Daralan fiyordlara ise özel tekneler. Bize ise sarp dağların yamaçlarından akan şelalelerin sesini dinlemek ve doğayı resimlemek kalıyor. Sanki zaman orada durmuş. Ne işi düşündüm, ne aşkı, ne midemi düşündüm, ne maddi güzellikleri. Başkaları ne derse desin ben kendi sloganımı burada buldum “Huzur Fiyorlarda”.

    Daha sonraki günlerde teknelerle Yeni Zellanda’ya ait adalarda dolaştık. Buralarda neden yaşanır bir türlü anlamadım. Tamam, illa dünyanın öte tarafında yaşamak istiyorsan Sidney’de veya Yeni Zellanda’nın herhangi bir şehrinde yaşa ama 30-40 tane evin bulunduğu, ne sinema, ne tiyatro, ne bar, ne de doğru dürüst restoranın bulunduğu adaya gelip ne diye buralarda sürünürsün be adam?

    Yeni Zellanda: Dunedin, Akaroa, Wellington, Napier, Tauranga, Auckland;
    Bazı birbirine komşu ülkeler vardır. Huyunu, suyunu, dilini, dinini, geçmişini, tipini birbirinden ayırt edemezsin. Ne halt yemeye ayrı ülkeler kurmuşlardır anlamazsın. Maksat “Böl ve yönet”. Al sana 30-35 Arap ülkesi, Al bi o kadar Güney Amerika ve Orta Afrika ülkeleri. Bunlarda böyle. Önceden gelmedi isen Yeni Zellanda’da da mısın Avusturalya’da mı? anlamazsın. Tek fark biri Avusturalya Doları diğeri Yeni Zellanda Doları kullanıyor olması. Bu mudur fark yani?

    Ancak Yeni Zellanda’da doğa harika. Daha bir "el değmemişlik" var. Örneğin Akaroa’da tam gün bir tekne tutup kıyıları dolaşmak, doğal yaşamında Mavi Penguenleri, Albatros’ları, Fok Balıklarını ve Yunusları gözlemlemek mümkün.

    Bu arada indiğimiz her limanda bizleri "yaşlı teyze koroları" karşılıyor. Merak edip yunanlı 3. kaptana sordum kim bunlar? diye. Dedi; bunlar dullar topluluğu, kocayı kaybeden kendini koroda buluyor. Şehre in. Bu korolardan onlarcasını bulacaksın sokaklarda. Doğru çıktı dediği. Sokaklar dullardan, halaluya şarkılarından geçilmiyor Yeni Zellanda’da. Bir de her köşe başında ve kasabada Türk Restoranları var. Biz de memleket özlemi, dalıyoruz içeri bir merhaba demeye ama anlayan yok. Çoğu Arap. Peki neden Türk Restoranı açtınız diye soruyoruz. Cevap ilginç. Her sene Anzak Törenleri için onbinlerce Avusturalya ve Yeni Zellanda’lı Türkiye’ye gidiyor ve Türk Mutfağını tanıyor, seviyor diyorlar. Bu nedenle Türk restoranı açmışlar. Ancak kalite yerlerde. Zamanında İtalya, Fransa ve bazı ülkelerin konsoloslukları Yurtdışında açılan kendi ülke adını taşıyan restoranlar için “kalite sertifikası” veriyorlardı. Bazen neden Türk Konsoloslukları da bunu yapmıyor diye düşünüyorum. Arabın, Hintlinin yaptığı zeytinyağlı dolmadan, dönerden hayır mı gelir.

    Sertifika deyince; Turist milleti gezdiğine-tozduğuna dair elinde belge ister. Bu nedenle elde fotoğraflar, videolar dolaşılır. Sertifikalar ise bu işin diplomasıdır. O kadar saçmasapan şeyler için bile diplomalar, sertifikalar verilir ki gülersiniz. Ör. Dunedin’de bir merdivenli sokak için, "dünyanın en uzun merdiveni" sıfatı ile hediyelik eşya satan bir dükkan sertifika veriyor. Ne o? Cem Polatoğlu merdiveni gördü. Hadi canım. Bizim Şişli-Fulya’da ki dükkanın yanındaki merdivenler (Türk Kalp Vakfının Karşısı) bunun tam 2 katı ve daha dik. İşi bırakıp sertifika mı dağıtsam 5 TL’ye ne?. Şaka bir yana adamlar Turizm’de sineğin yağını çıkartacak ne varsa yapmışlar ki bunlar benim de Türkiye’de zihni sinir projelere sıcak bakmamı sağlıyor.

    Mesela
    • Anzak törenleri için Türkiye’ye gelen turistlere Çanakkale Valisi imzalı, şehit olan dedesinin isminin yazdığı bir sertifika verelim. Bakın 7 sülale ve sonraki nesiller her sene burada mı değil mi?
    • Sertifikaları arttırın. Balon turu, Kız, Galata Kulesi ziyareti, alaturka "tam isabet" sertifikası, Asya'dan Avrupa'ya geçti sertifikası,v.s.(Hele bir de turistlere yaya olsa geçişler)
    • Auckland ve Avrupanın Tüm kule ve köprülerinde (kontrollü) bungee jumping yapılır. Neden dünyanın en güzel manzaralı köprüsü boğaz köprüsünden biz de yapmayalım?.
    • Tüm denizi olan şehirlerde Speedboat’lar ile denizden şehir gezisi yapılır. Neden İstanbul’da tek bir speedboat turu yok?
    • Her scuba (dalgıç) anısı, orada daldım burada daldım sertifikasıdır. Nerede tek bir İstanbul dalış broşürü Sultanahmet acentalarında?
    • Uçakla İstanbul semaları zaten yasak, Helikopter sınırlı ama hiç Yelkenli ile adalar, boğaz turu broşürünü gördünüz mü? Yabancıların “kayak” dedikleri boğazda kano turu ilanı gördünüz mü? Şile’de rüzgar sörfü broşürünü? Oysa Şile dünyanın en önemli windskate bölgelerinden biri.
    Nasrettin hocaya fıkrasına benzetmek gibi olmasın ama; Bence İstanbul’a Turist olarak gelip de Avrupa’dan Asya’ya yürüyerek geçip, sertifika almayacak Turist olamaz. Türkleri bırakın İstanbul'a gelen 8 Milyon Turistten 20’şer euro alsak, köprü 160 Milyon euro basar. (derdi bana düştü!)

    Gelelim kısa ülke bilgilerine;

    Avustralya;
    Nüfusu 23 Milyon, Başkenti Canberra olan Australis, yani güneyden, güneye ait anlamına gelen Avusturalya’ ya ilk ayak basan Avrupalılar 1606 da Hollandalılar. Ama Avusturalya'daki ilk insan yerleşimi 48 Bin yıl öncesine dayanıyor. “Aborijinler” 1770'de James Cook bölgeyi Britanya topraklarına kattığını ilan etmiş. 1911’de ise kendi bağımsızlığını ilan etmiş. Avustralya, dünyanın en büyük adası ve en küçük kıtasıdır. Bugün ülke halen sembolik olarak Kraliçe II. Elizabeth'e bağlı, anayasal monarşi altında parlamenter bir sistemle yönetilmektedir.

    Yeni Zelanda;
    Başkenti Wellington ama en büyük ve en kozmopolit şehri Auckland. Nüfus 4,5 Milyon, Yeni Zelanda’ya ilk kez 1000 yıl önce Polinezyalı “Maoriler” yerleşmiş. Adaya ilk ayak basan beyaz adam ise 1642 yılında Hollandalı Abel Tasman. Burası da olarak İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth'e bağlı, anayasal monarşi altında parlamenter bir sistemle yönetilmektedir.

    Cem Polatoğlu
    http://www.baracuda.com.tr


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      HACİZ GELMİŞ NEYİME

    Eskiden on tane icra takibi açardık, yarıdan çoğu kendiliğinden ödenir, birkaçına hacze gidilir, taş çatlasa bir ikisine aciz vesikası alınır ya da semeresiz kalırdı.
    Bu işte de açılım yaşadık, yurttaşın cebine giren parayla borçları arasında oldukça kallavi bir açılım oldu. Yine on tane takip açıyoruz, sekizi evde yok; kalan ikisi gelip borcu niçin ödeyemeyeceğini anlatıp, hayırlı işler dileyip çekip gidiyor; işin ne hayrı kaldıysa.

    ….

    Ne yararı varsa, vekaletini alıp müvekkil listesine aldığımız kişiler de ya bu durumun farkında değiller ya da değilmiş gibi yapmayı uygun buluyorlar.
    Yine müvekkillerden biri “Benim ayağımda pabuç yok, borçlu yine üst baş düzmüş. Sen de biraz ağırdan alıyorsun gibi geliyor bana” deyince, hacze gitmek farz oldu.
    İcra memuru ile her olasılığa karşı bir kamyonet tutup yola koyulduk. Haciz mahallimiz tüm memleket.

    .…
    Kafile halinde bir köye yöneldik. Baktım girişte bir levha “Bu köye eskiciler giremez.” Girmesin canım, biz de eskici değiliz zaten. İcraya geliyoruz.
    Köy konağından bir bekçi alıp, borçlulardan birinin evine yöneldik. Eve vardık, pek öyle para çıkacak bir eve benzemiyor. Taksici korna çalınca evdekiler kapıya çıkıp buyur ettiler. Ana baba, bir oğlan çocuğu, bir kız çocuğu. Çok sevecen insanlar “Buyur buyur” içeri çağırdılar. Haczedilecek eşya içerde olduğundan doğal olarak girdik.
    İçerde eşya çok da, “Ha şunlar da para eder, alacağı kurtarır” denebilecek bir şey yok gibi. Ama, “Aman haczetmeyin borcu şöyle şöyle ödeyelim” dedirtmek için usulen bir şeyler yapmak gerek. Olur ya taahhüt filan. İcra memuru usulen başladı yazmaya. Eskice bir televizyon, bir çamaşır makinası, bir buzdolabı, bir teyp buldu, az çok biliyor, değerlerini de yazdı. Yazılan değerden satılsa bile alacağı karşılamıyor ama, bunları zaten usulen yapıyoruz. Hepimiz biliyoruz ki, bir an gelecek “Aman eşyalarımızı götürmeyin!” deyip yalvaracaklar, biz de “Taahhüt verin, bırakalım” diyecez. İşi orada bitirecez.

    ….

    Tam burada icra memuru “Bakın eşyalarınızı haczettim. Borcu ödeyin ya da şu gün ödeyeceğiz, diye imza atın. Yoksa avukat bey eşyalarınızı yediemine teslim eder, sattırır, parayı ordan alır” demez mi?
    Gerçi borçlu görünen babanın hiç sesi çıkmıyor; o bir sandalye bulmuş sessiz sessiz, bir kıyıda oturuyor da, onun dışındaki ev ahalisinin yüzü gülmeye başladı. Kadınla iki çocuk hep birlikte, “Alın gidin alın gidin, satın, borcumuz ödensin. Biz borçtan çok korkarız” deyip eşyayı kaldırmamız için yardıma başladılar.
    Hay allah! Plan ters tepmeye başladı. Ne yapıp edip vazgeçirmem gerek. Önce kadına yöneldim:
    - Hanımefendi, sizin güzel hatırınız için makinayı götürmüyorum. Gerekli bir alet.
    Değilmiş oysa:
    - Önemli değil avukat bey. Benim anam, suyu ta dereden getirirdi. Toz da yok mu size, küllü sulara yatırırdı. Biz öyle yetiştik. Sen götür, sat borcumuz ödensin.
    Ben “Senin güzel hatırın için” diye diye geri vermeye çalışktıkça, kadın “Götüüür” diye yalım yalım yalvarıyor.
    Baktım, komşu kadınlar da yardıma gelmiş, çamaşır makinasını hoppala yapar gibi kamyonetin kasasına uçurdular.
    Hazır komşu kadınlar yardıma gelmişken, buzdolabı da bir anda kamyonetin kasasındaki mahsus yerini alıverdi.
    Kadın ardından bir de “Oooh!” çekti:
    - Borç düşüneceğime, makinasız, dolapsız kalayım ayol!

    ….

    O yirmi üç kilodan gram fazlası olmayan kız çocuğu, nasıl da kaldırdın o televizyonu. Hem de tek başına, kasaya fıydırdı döndü. “Yavrucum, çizgi film filan seyrederdin” desem de dönüp ardına bile bakmıyor. Yalnız söyleniyor:
    - İstemem çizgi film mizgi film. Borcumuz ödensin, o yeter.

    ….

    Sıra geldi oğlana, o kamyonete kadar götürme gereği bile duymadı. Uzunca müzik setini, köpek ölüsü gibi kucağıma fıydırdı, söylene söylene gitti:
    - Teypsiz kalayım varayım. Maksat borç ödensin.

    ….

    Devir ne kadar değişti değil mi? Nevzat Algan hocamız stajda anlatırdı ya; bazı borçlular kurnaz olurmuş eşyayı kimsenin aklına gelmeyecek yerlere saklarlarmış. Hatta bir evde ikinci bir duvar örmüşler, haciz geleceği zaman para edecek eşyayı duvarın arkasına geçirir icracıları savuşturunca ortaya çıkarır kullanmaya devam ederlermiş.
    Şimdi öyle mi, eşyayı alıp götürmeyene gönül koyuyorlar.
    Koymasına koyuyorlar da, bunları nasıl satacağız. Satsak ne edecek. Oysa o gönül koyanlar, bu eşyanın borcu ödeyeceğini düşünüyor olmalılar.
    Ancak benim bütün korktuğum başıma geldi. Birkaç kez satışa çıkardım, dönüp bakan bile olmadı. Vatandaşın, kullanılmış malı görünce, memurun deneyimine göre yazdığı düşük bedel bir yana, neredeyse üste para isteme arzusu depreşiyor.

    ….

    Bu arada müvekkil baskıları sürekli arttırmıyor mu? Tuttuk, gönlü olsun, bir daha gidelim, dedik. Bu arada hacizlerden vazgeçip, kaldırdığımız para etmeyen ama, borçlu ile ev halkı için çok önemli eşyayı da hediye götürür gibi yanımıza alıp borçlunun kapısına dayandık.
    Yine tüm ev halkı evde. Bu kez önceki gelişimizde olduğu gibi içeri davet etmediler. Kapının önünde sohbet etmeyi yeğlediler. İcra memuru bunu kabul etmedi, “Kapının önünde ele güne karşı işlem yapmamız yakışık almaz, içeri geçelim. Hem avukat beyin size bir müjdesi var.” dedi. Bir şey diyemediler, hep birlikte içeri girdik. Ama ni giriş, gördüklerimize inanamadık. Aldığımız her eşyanın yeri en son teknoloji ile donatılmış.
    Bu kez, geçen gelişte köşede sessiz sessiz oturan borçlu baba ilk kez ağzını açtı:
    - Eşyayı götürdünüz de iyi halt ettiniz. Beni kat be kat borca soktunuz.

    ….

    Artık yenileri alıp eskileri bıraktık; dönüyoruz. Kadınla çocuklar yine hep birlikte söyleniyorlar:
    - Amaç, borcumuz ödensin avukat bey. Biz borçtan çook korkarız.

    Mehmet Önder
    av.mehmetonder@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Banu Özgüç

     Ayrıkotu : Banu Özgüç


      14 ŞUBAT

    Gözlerimizi kapayalım,
    Kafamızı boşaltalım,
    Hiçi düşünelim
    Sessizlik…
    Kafamızda hiçbir şablon olmadığını ,
    Sevgililer günü diye bir şey olmadığını, sevgiliye verilen çiçeğin kırmızı gül olmadığını … Peki tek taş kimin icadı?
    Bunu bir filmde seyretmediğimizi düşünelim, sevdiğine sevmenin ispatının pırlanta vermek olmasını kim öğretti bize?
    Hep kafamızda resimler var, beni seviyorsa alır, yapar, olur ……
    Düşünsenize bundan yıllar hatta asırlar önce bir erkek bir kadını sevdiğini nasıl belli edermiş? Kırmızı bir gül vererek mi? Pırlantaya 36 taksit yapmadıklarına da eminim.
    Ama hep klişelerle seviyoruz sanki birbirimizi. Gördüklerimizin uygulanması bizi güvende hissettiriyor.
    Onaylanıyoruz…
    Annelerimizin dönemi daha masummuş sanki, şanslı olanların tabi. Onlar kardeşlerinin getirdiği el pusulalarının ve muhallebicide buluşulan kalp çırpıntılı aşkların dönemini yaşamışlar. Muhtemelen de ilk not yollayan erkekleriyle evlenip, evlerinin kadını olmuşlar.
    Osmanlı döneminde erkek kadınla iletişimini selamlık kısmında harem penceresinin görebileceği şekilde konan vazolara çiçekler koyarak ilanı aşk eder, mesajlar gönderirmiş. Her çiçeğin ve duruşunun anlamı farklıymış. Kapalı kapılar, örtülü yüzler döneminde aşk ne romantikmiş! Kalpler nasıl gümbürdermiş! Kim bilir?
    Sanırım Roma döneminde kadın erkek ilişkileri öze biraz daha yakınmış. Kleopatra malumunuz çokça erkeği cinselliğiyle dize getirip yönetmeyi becerebilmiş. Kimse de namus cinayeti işlememiş.
    Veee atalarımız döneminde her şey nasıl dolaysız ve içgüdüselmiş.
    Sonuçta neden bir erkeği seviyoruz? Dürüst olalım. İlk insan halimize dönelim. Üremek için. Yumurtamızı kendimizce en sağlam ve sağlıklı spreme dölletmek için, doğumdan sonraki en zayıf anımızda yavrumuzu ve bizi koruyacak en güçlü erkeği seçmek için.
    Yoksaaaaa bir sürü erkek var çevremizde. Biz içlerinden bir tanesini seçiyoruz, ya da kendimizi seçtirtiyoruz o da sevişmek için.
    Biliyorum böyle yazmak kulağa hiç romantik gelmiyor. Ama sonuç bu işte.
    Gerisi süs püs
    İnsan düşünen bir hayvan. Katılıyorum.
    Ama düşünme sistemi gelişmeye başladıkça bence başına gelen işler daha karmaşıklaşmaya başlamış.
    Düşünen kadın her çiçeği döllemek için yanıp tutuşan erkeği kendine bağlı hale getirmek için işini daha zorlaştırmayı keşfetmiş..
    Zorlaştırmış, zorlaştırmış..
    Erkek mecnun olmuş, şiirler yazmış.
    Kadının hoşuna gitmiş, bilerek isteyerek tavlanmış, erkek kadının bu zayıf yönünü keşfedip o da düşünmeye başlamış reklamı keşfetmiş.
    Evet evet kesin böyle olmuş olmalı. Böylece biz bir kadını ve bir erkeği nasıl seveceğimiz öğrenmiş olduk.
    Bilmeseydik ne yapardık?
    Şahsen az dolaşmadım alışveriş merkezlerinde ne hediye alsam diye. Ne alsam diye düşündüğüm saatleri ve dolaşma süresini toplasam bir okul daha bitirirdim.
    Kısmet tüm bunları yaşayıp bu yazıyı yazmakmış..
    Tüketim çılgınlığımız kutlu olsun.
    Sevgiler…

    Banu Özgüç


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    CANIM SERMAYEM AKILLI, TÜKETİCİLER SALAK MI?

    Bugünkü konumuz satıcılar ve dahi biz “aptal” yerine konan alıcılar yani tüketiciler sevgili okurcumlarım. Benim görüşlerimi biliyorsunuz artık, hayatımın hiçbir döneminde milliyetçi olmadım. Önce insanım, önce ve öncelikle Türkiye’liyim, sonra da dünyalı! Buna karşılık “yurtseverlik” konusunda da alabildiğine titizim. Milliyetçilik ile yurtseverlik arasındaki derin farkları hepimizin çok iyi bilmesi gerektiğine inanmışımdır hep.

    Kerameti kendinden menkul bazı sorosyalistlere göre (Nesin Ahmet kulakların çınlasın.) ikisi arasında heç bi fark yoktur ya. O aklı evveller öyle zannetsin bakalım.
    O yüzden bugün enternasyonalist damarım kabarmış durumda ve de “yerli” “yabancı” ayrımı yapmadan bütün “satıcılara” giydirmek istiyorum yüksek müsaadelerinizle. Çünküm bunların yerlisi de kazıkçı, yabancısı da kazıkçı, ikisi de aynı mokun soyu anlayacağınız.

    İlginç maceralar yaşadım son günlerde bu satıcı taifesi ile. Bunlar aynı zamanda da tefeci be ağabeycim. Yani aslında tükkanlarına şöyle yazsalar hiç de yanlış olmayacak. “No way out” Yani çıkış yok. Girerken senden iyisi yok, aslansın, kaplansın, giriş promosyonları 6 ay ücretsiz bilmem ne paketi, yok şu indirim, yok bu indirim. Uygun zamandan sonra tamam bizim dükkana alıştı keriz. –affedersiniz- Şimdi kazıklamaya başlayalım bakalım muhabbetleri. Biz de bu numaraları yiyoruz ha, iyi mi?
    En başta Bankalar geliyor. Önce Allah aşkına bizim bankanın kredi kartını al diye sokaklara stantlar kurarak yakana yapışıyorlar. İlk yıl balayı dönemi, kart aidatı filan yok. Eeee ikinci yıl. Al sana ilk kazığımız 60 tele “kart kullanım ücreti”! Ulan (bu lafı bi daa kullanırsan ağzına biber sürecem oluum Abuzittin, tamam mı kibar ol kibar, icabında düşmanına bilem saygılı olacan tamam mı?) biz bu kartı kullanarak sana zaten mangır kazandırmıyo muyuz icabında abicim yaa? Kâr olmasa senin bu işte ne işin var yaa, değil mi? İllaki bizleri bi daha yolacak kart aidatı maidatı ayaklarına. Ekmek kadayıfı yetmedi, kaymaklısını istiyon yani. Hadi kışş, kışş başka tükkana.

    Daha geçen gün bunlardan biri ile telefonda fena kapıştım. Sonrada sesim yükseldi diye kendi kendime kızdım. Hayır, birşey değil karşımda muhtemelen sendikasız hatta belki de sigortasız –yok artık o kadar da olmaz herhalde, çüşşşş yani- bir emekçi var. Tabii bankayı temsilen, onu banka yerine koyarak çıkışıyorum da, o garip gurebanın ne günahı var allah aşkına. Bi allahın kulu da teşekkür ederek telefonu kapatsın dimi ya.... Yook kardeşim yok. Şinci bu koca çuvaldızı kendime batırdıktan kelli, gelelim hikayeye.

    Yıllar, yıllar önce eskiden aynı bankada çalıştığım mesai arkadaşlarımdan biri, 2001 krizinde çalıştığımız banka tarih olduktan sonra o zamanki adıyla –ulan isim veriim mi, vermeyeyim mi? Verecem ulan verecem...- Dışbank’ta çalışmaya başladı.

    Bana da jest olsun diye – o tarihlerde işsizim ve henüz emekli de değilim. Maaşım falan yok yani. Ve de hiçbir banka bana kredi kartı vermiyor, iyi mi?- bir kredi kartı verdirdi, limiti son derece sınırlı.

    Soonacıma bu banka oldu Fortis, haşırt diye ilk geçirme arkasından. Bu nee yaaa! Efendim bunun adı çok kibar “kredi kartı yıllık kullanım ücreti” imzaladığım karınca duasının bilmem hangi maddesi muvacehesinde yapılıyormuş bu giydirme.

    Öyle söölüyo şubedeki hanım kızım. Eee ben bunu ödemek istemiyorum!?. O zaman şu kadar süre şu kadar harcama garantisi marantisi ver de iptal edelim muhabbeti. Yok kardeşim ben tüketici mahkemesine gidecem falan derken, bir yazı döşenirsin Kredi Kartı birimine, orta noktada buluşup aidatı iptal ederler.
    Ama seneye gene aynı muhabbet. Ben bunlara her sene aynı yazıyı değiştirip değiştirip gönderiyorum. Arkadan çağrı merkezi arıyor. Eee kart ücretini bonus olarak kartınıza yükledik, böylece geri aldık. Ama siz de lütfen şu kadar ay bu kadar harcama yapın artık yani. Nasıl ossa yapıyom lan bu harcamayı deyip, sineye çekiyosun haliyle. Yani önce kuzu kuzu mangırları bayılıyoruz. Onlar da lütfen o kadarlık bedava harcama yapma hakkı tanıyorlar.

    Eeee, üç, beş derken ben bu işten bıktım. En son 6 aylık 250 TL harcamaya işi bağlayıp, bonusumu geri aldım. Ben öyle zannediyorum yani. Soonacıma bu Fortis, TEB’le birleşmez mi, birleşir. Olur külliyen TEB. Öyle olunca benim taahhüde de zam gelir kafadan olur mu sana 12 ay. Artık kartı iptal ettirmeyi kafaya koydum ya, en son ay harcama yapmayınca, ekstrenin altında bir not. Mealen şunu diyo.... Hooop hemşerim bizim tükkana giriş serbest, ama çıkış paraylan. Ceza keserim sana bak haa, ona göre! Olur canım kardeşim, ben de salağım ya bu cezayı öderim sana, sen öyle zannet. Karşılıklı bir bağırış çağırış. Sonunda rest çekiyorum. Ben kartı iptal ettiriyorum. Tek kuruş borcum yok, bundan sonra da kapik ödemiyorum. Hesap özeti yollarsan da soluğu Tüketici Mahkemesinde alıyorum diye bir efeleniyorum önce, sonra kabaca bir hesap yapıyorum ki, inat olsun kabilinden yapacağım harcama ile beni aptal yerine koyan bu pek sayın bankanın istediği tutar arasında çok da bi fark yok. “Lanet olsun, hayrını görmeyin inşallah...” deyip kuzu kuzu ödüyorum istenilen mangırı.

    Bu işin banka tarafı ve de sadece kredi kartı muhabbeti. Bunun bir de hesap işletim ücreti filan dalgaları varda, ona da hiç değinmiyorum ha. Bir de ATM’den yapılan işlemlerden alınan ve de ufak ufak başlayıp, çaktırmadan ufaktan ufaktan artan komisyonlar var ki, ATM kullanma kolaylığına kapılıp, onları hiç çakozlamıyosun. Daha bugün güzide bankalarımızdan biri, ATM’den yapılan işlemlerde fiş istemenin bedelini 40 krş. olarak belirlemiş iyi mi? Ne kardeşim bu yaaa. Avuç içi kadar bir kaat parçasına 40 krş. Çüşşş artık yani! Peki abilerim ablalarım didim bunnara, o zaman işleyiverin benim cüzdanı. Demezler mi 1 TELE’cik de ona bayılacan. Yok devenin papucu yani. Bari oldu olacak kapıları da kumbaralı yapın. Bundan sonra kapıdan girmek 1 TL’den başlasın. Nası fikir ama! (Patenti bana ait, birileri birgün uygulamak isterse patent ücretimi isterim ona göre!) Hayır bişi diil biz kazlarda yolunacak tüy kalmadı, haber vereyim dedim.

    Kazığın enini ve boyunu ayrıcana da çapını anlamak istersen kredi kartı ekstresinin altına bi göz atıver. Yukarıda en son ismi geçen caaanım bankanın ekstresinde şu yazıyor mesela. Nakit avans faiz oranı % 2,12 imiş.

    Yıllık mı zannettin canım kardeşim, tabii ki aylık. Yani basit hesapla 25,44 gibi bir yıllık orana denk geliyor. Eee, peki bu ne şimdi? Enflasyon sözde yıllık % 6, maaşlara kapik zam yok, mevduat faizleri asla yıllık % 10’un üzerini göremiyor, ama amcam çaresiz kalıp kredi kartından nakit avans çekene % 25’i giydiriyor. Tefeciler bile sizin kadar insafsız değil be kardeşim, kar edilir ama böyle değil! Acımasız vahşi kapitalistler!

    Bir de cep operatörleri var. Onlar bizi çok seviyorlar ağabeycim yaa! Bi kıyak, bi kıyak o kadar olur yani! Kanımca bedava kullanıyok biz bu telefonları da, her ay ödediğimiz bu fatura ne faturası onu anlamıyorum bir türlü.... Hani her ayki fatura da ucu sivriltilmiş bir kazık resmi görüyom ben. Hayal mi görüyorum acaba? Yerlisi de aynı, yabancısı da. Hele Arap olanı bi başka türlü çaktırmadan kazıklıyo ki, o kadar olur yani.
    Bir de bu digital platformlar var. Onlardan birisi ile de mahkemelik olmaya kalktım bir aralar. Benim ki de akıl işte. Çok eski bir dostum var, Avukat. Ona açtım bu fikrimi.

    Anaaa, bir de ne göreyim. Canım ülkemde Hukuk öyle bi ileri gitmiş ki, yetişebilene aşk olsun. Altı üstü üç kuruşluk tazminat davası açacaz da, en ittiri boktan bi iş için önce aşağı yukarı 500 TL’ye yakın bir mangırı mahkeme veznelerine bloke etmek gerekli hale gelmiş! Cepten çıkacak mangırlar vekalet, mekalet için değil ha! Masraf ve harç karşılığı olaraktan......Yani anlayacağınız ne ka para, o ka adalet artık! Paran yoksa hukukta yok! Sakın ola ki öyle, “omuz attı, diklendim, gözümü şişirdi şikayetçiyim.... haaaakim Bey” muhabbetlerine kalkmayın artık! Vallah, billah seviyom! ben bu “ileri demokrasi”yi kardeşler yaaaa...
    Neyse, bu digital kazığı da anlatayım, eksik kalmasın. Hani şike şaka muhabbetinde değindim ya. Yangın yerine dönen Ülkemde artık ben futbol denen şeyi silip attım, gündemimden temelli çıkarttım diye. Eeee o zaman şu meşhur yayıncı kuruluştan da ki, aşağı yukarı 6-7 yıllık aboneyim, çıkayım diye düşündüm. Önce kazığın çapını ve boyunu eyicene ölçtükten sonra, Uydunete abone yazılarak yayın açısından kendimi garantiye aldıktan kelli- ben çok nadiren TV seyrediyorum, ama evde benden başka yaşayan ve TV seyretme hakkını kullanmak isteyenlerde var doğal olarak- aradım bu zatı muhteremleri.

    Dedim ki hani ben gelirken hoş gelmiştim ya, kıyaklar çekmiştiniz. Şimdi de gidecem de güle güle olmak istiyorum yani. Abim bana demesin mi “no way out”! Nereye gidiyon ya hemşerim. Bu işin ıccık bir cezası var. Girerken giriş beleşte çıkışı parayla. 150 törkiş kayme bayılacaksın anlayacağın. Eeee o niyeki o? Efendim fi tarihinde falanca gün siz taahhütte bulunmuştunuz da, biz de faturanızı 5 TL’cik indirmiştik ya. Eee şinci çıkarsanız taahhüdü bozduğunuzdan kelli ve de çıkış zamazingoları filan da falan, özetle 150 gayme bayılacan.

    Gerçi bu görüşmeyi iki telin ucunda yapıyok, sen beni görmüyon ama anlımda “keriz” mi yazıyo ya hemşerim. Yok estağfurullah, o ne demek öyle? Eee ne oluyo şimdi bu 150 işi, Çanak benim değil mi? Evet. Kutular benim değil mi? Evet. Eeee o zaman al digital kartlarını ittir ol git başımdan yaaa. Yok arkadaş olmaaaaz! Yok olmaz filan falan derken, iki ay dondurma yaptık önce, Digikazık pardon ya Türk denen bu satıcı kardeşle.

    Çanağı sökeceğiz artık ya, anaaa birde baktım bunlar benim apartman tepesindeki çanağı, merkezi sistem haline getirip Apartman’daki yeni aboneleri de bu çanağa bağlamamışlar mı? Tepen atar mı, atar!

    Bunların satış noktalarını, teknik servislerini çağrı merkezini yazılı ve sözlü olarak topa tutar mısın, tutarsın. Bana parayla sattığınız bu çanağınızı alın o zaman geri diye tutturdum, ana nafile.

    “Sök al çanağını, biz nasıl olsa yenisini takarız.” diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Tepemin tası attı söküp çöpe atacağım çanağı ama apartmanda ki kim olduğunu bilmediğim komşularıma yazık. Lanet olsun deyip bırakıyorsun haliyle. Tabii bu sayın kazık şirketi de sonucun böyle olacağından o kadar emin ki.....

    İşte böööle sayın okurcumlarım. Bi şey almaya niyetleniyosun, herkes bağırıyo bizim tükkan kadar eyisi yoktur, allah aşkına bizim tükkana gel, bizim tükkana giriş bedava.

    Ben artık gidiyim ya abi dediğinde, seni dışarı çıkartmamak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar! Yani giriş serbest, çıkış yasak özetle. Tıpkı AKP’nin ileri demokrasisi gibi..... Oraya da giriş serbest- çıkmak isteyen Liboş olursa yassah hemşerim ayakları-

    Kalınız sağlıcakla, gördüğünüz üzere bugün Uranüs’te değildik. Umarım hiç kimseye sataşmamış, kimseye hakaret etmemişizdir ki, bize “gel gel” yapılmasın yani.

    Yakında görüşmek dileğiyle esen kalınız ve de sakın kazıklanmayasınız efendim.

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    ERMİŞ

    Çünkü aşk hem taç olur başınıza, hem çarmığa gerer sizi.
    Hem besler büyütür, hem de budar sizi.
    Halil Cibran

    Halil Cibran Halil Cibran’ın Ermiş adlı eserini okuyorum, Alkım Yayınları’ndan çıkan kitap 96 sayfa.
    İçerik olarak, ağır olup, hemen bir solukta okunan kitaplardan değil. Üzerinde defalarca düşünülmesi gereken, güzel başlıklara yer vermiş, usta yazar, ressam, felsefeci, filozof, şair.
    Bu kadar çok yönlüğüyle tanınan Cibran’ın resimleri, Rodin tarafından, William Blake’in çalışmalarıyla kıyaslanmıştır. Şu an, dünyanın birçok yerinde sergilen eserlerini, internet ortamında incelemeniz mümkün.
    Gerçekten, felsefi açıdan bakıldığı zaman, naiflikten uzak, içi felsefi bir bütünlük taşıyan, dolu çalışmalar.
    Türkiye’de, bu açıdan baktığım zaman, Bedri Rahmi’yi görüyorum, çalışmaları, resimleri, şair kimliği vb. özellikleriyle, çok yönlü bir insan olarak. Daha önce, Ankara’da ki resim çalışmalarını incelemiştim. Çalışmalarında, kilim motifleri kullanması, Etilerin amblemleri ve bizim kültürümüzün parçalarından esinlenmesi.. Bunlar gerçekten çok güzel şeylerdi.
    Zaten sanatçı, bir milletin çocuğudur. O milletin, kültürü ile yoğrulur, eserlerinde de o milletin zenginliğinden, kültüründen faydalanır, beslenir. Eserleriyle de, o milletin adını besler, yüceltir.
    Aynı şekilde, bir şair olan, eğitimci olan, Bedri Rahmi’nin şiirleri de öyle; “Sitem” tartışılmaz bir şey. Daha sonra, Fatih Kısaparmak tarafından yorumlanan eseri, onun ölümsüzlüğüne, ölümsüzlük katıyor.
    Böyle sanatçıların, çok yönlü insanların, neden bizden çıkmadığına, bir kez daha hayıflanıyorum Cibran’ı okurken. Her satırın altını, tekrar tekrar çiziyorum.
    Sizin ölüm korkunuz, kendisini kutsayacak kralın huzuruna çıkan, çobanın titremesinden başka bir şey değildir.
    Çünkü hayat ve ölüm birdir, tıpkı ırmak ve denizin bir olduğu gibi.
    Günlük yaşamınız, tapınağınız dininizdir. Dün, bugünün anısından ve yarın bugünün düşünden, başka bir şey değildir.
    Sizler yaysınız, çocuklarınız da, bu yaylardan fırlatılan canlı oklar.

    Evlilik ile ilgili yazdığı bölümde ise; “ Birbirinin gölgesinde büyümez meşeyle selvi” diyen yazarın kitapları, gerçekten yirmi dile çevrilecek kadar kaliteli ve okunmaya değer!!

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      İttihatçılar ve Türk Siyasî Târihinde İlk Demokrasi Denemeleri Üzerine I

    Bugün bile tartışmakta olduğumuz “siyasî sorunlar”a şöyle bir baktığımızda göreceğiz ki, bunlardan hemen hepsi, Osmanlı’nın çöküş döneminden mîrastır. Yakın târihimiz, özellikle de siyasî târihimiz, bu dönemle sürekli bir hesaplaşma ve onu yeniden değerlendirme şeklinde açığa çıkmış gibidir. Dönemin sembol isimleri; II. Abdülhamid, Mithat Paşa, Ali Suâvî, İttihatçılar, Prens Sabahattin, vd. hakkında yapılagelen tartışmalar, bundan sonra da devâm edecek gibi görünmektedir. Nitekim, temel sorunlarını çözememiş ve çağdaş demokrasiyi kurumsallaştıramamış bizim gibi toplumlar için bu, belki bir yerde kaçınılmazdır da.

    Sultan Abdülaziz dönemi (1861-76), pek çok târihçi için önemli bir “dönemeç” olarak kabûl edilir ve kaynaklarda, Osmanlı’nın çöküşünün baş sorumlularından biri olarak onun adı geçer. Gösteriş ve zevk düşkünü olduğu; kadınlara karşı “zâfiyeti” ki, onun döneminde Harem’deki kadın sayısının iki bin beş yüzü aştığı konuşulur; gereksiz yere ciddî birtakım harcamalara giriştiği ve ekonomiyi krize sürüklediği söylenir. (Tuğcu, 2005:193) Oysa, Abdülaziz tahta çıktığında, ekonomi zâten çökmüştü; özellikle de 1838 Balta Limanı Anlaşması’yla birlikte kapitülasyonlar genişletilmiş ve yerli üretim, durma noktasına gelmişti. Üstelik, ekonominin neredeyse tamâmı, komprador burjuvanın eline geçmiş; vergi sistemi de çökmüştü. (Pamuk, 1994:17-9)

    Yabancı sermâyenin gümrük engeli olmadığı gibi, yerli üretim de iltizâm sistemi nedeniyle ciddî sorunlar yaşıyordu. Saray ise kökensel birtakım değişiklikler yapmak konusunda ciddî bir zâfiyet gösteriyor, kâğıt para basarak sorunları çözmeye çalışıyor ve bu da enflasyonun artmasına neden oluyordu. Fuat Paşa’nın “Bu devlet, borç almadan yaşayamaz!” sözü, bu dönemde söylenmişti. Sultan Abdülaziz de aslında, bütün bunların farkındaydı; ama, elinden bir şey gelmiyordu. Yakın çevresindeki isimlerin ise neredeyse tamâmı, zâten çoktan masonlaştırılmış ve emperyalistlerin güdümüne girmişti. Sultan da onların telkinleriyle, kökensel değişiklikler yapmak yerine günü kurtarmaya çalışıyordu. (Karal, 1995:345-6)

    Hâliyle sorunlar, giderek büyüyordu ve Saray, Yahudi bankerlerin ağzının içine bakar hâle gelmişti. Bu ekonomik çöküş, sokakta da hissedilir olmuş; halkın yaşam düzeyi düşmüş ve hattâ, yağma ve talan olayları başlamıştı. Cevdet Paşa’nın ifâdesiyle “ihtilâl alâmetleri zuhura gelmişti”. Bir önlem olarak Fuat Paşa tarafından hazırlanan Islahat Fermânı da hiçbir işe yaramayınca, Saray’ın işi iyice zorlaşmıştı. İçte bu gelişmeler yaşanırken Sultan Abdülaziz, en çok İngiliz emperyalizmi karşısında ciddî endişeler duyuyordu; gerek kara, gerekse de donanma gücü itibâriyle İngilizler, en parlak dönemlerini yaşamaktaydı ve Osmanlı ülkesinde azınlıkların hâmîliğine soyunmak gibi birtakım projeleri de bilinmekteydi. (1995:345)

    İngilizler karşısında Sultan Abdülaziz, askerî gücün arttırılmasına yönelik bir siyâset benimsedi ve caydırıcılık etkisi yaratması için, İngiliz donanmasına alternatif bir donanma kurulmasına karar verdi. 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisi sırasında ziyâret ettiği İngiltere’de gördüğü donanma karşısında âdeta büyülenmiş ve bu karârı, ilk defâ burada vermişti. Ayrıca, yaklaşmakta olduğu açık seçik bir biçimde ortaya çıkan iç isyânlar karşısında Osmanlı’nın erken müdahâlesinin sağlanabilmesi için demiryolu ve tünel şirketleri de kurdu/kurdurttu ve diplomatik ilişkilerde Almanlar ile Ruslarla birlikte yakın ilişkiler içinde oldu; İngilizler karşısında bu iki büyük gücü, yanına almaya çalıştı. (Çabuk, 2004:85-7)

    Dahası, bankacılık alanında da belirli birtakım düzenlemelere gitti ve Yahudi bankerleri, denetim altına almaya çalıştı; dolayısıyla, gerek İngiliz emperyalizmi, gerekse de komprador burjuvanın ve tüm bu masonik, siyonist güçlerin hedefi hâline gelmesi kaçınılmazdı. İngiliz emperyalizmi ile komprador burjuvanın bütün hesapları, Sultan Abdülaziz’i tahtan indirmek üzerine kurulmaya başlandı; yerine ise V. Murat geçirilecekti; zîrâ V. Murat, Sultan Abdülaziz’in Avrupa gezisinde ona eşlik etmiş, bu dönemde mason locaları tarafından etki altına alınmış ve sempatizan hâline getirilmişti. Hem İstanbul’a döndüklerinde, Proodos Mason Locası tarafından masonlaştırılmıştı ve Sultan Abdülaziz’in yerine tahta geçmek için ondan iyisini bulamazlardı.

    Artık bütün mesele, “şartların olgunlaşması”na kalmıştı ki, bunu yapmak da zor değildi; çünkü, III. Ahmet döneminden (1703-36) bu yana, başta İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesinde, mason locaları cirit atıyordu ve Osmanlı’nın iyi eğitim görmüş ve yönetim kademelerinde üst sıralarda bulunan isimlerini masonlaştırarak ülke yönetiminde kendilerini etkin hâle getiriyorlardı. Proodos Mason Locası ise Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi için gerekenleri yapmak üzere dönemin seraskeri (genel kurmay başkanı) Hüseyin Avni Paşa’ya emir verdi. Paşa’nın en yakın tâkipçileri arasında ise Mütercim Rüştü Paşa, Kayserili Ahmet Paşa, Rıfat Bey, Köse Râif ve Hasan Fehmi vardı. (Tuğcu, 2005:193-4)

    Olaylar, 10 Mayıs 1876’da, bir grup üniversite öğrencisinin hükümet karşıtı gösterileriyle başladı; öğrenciler, sadrâzam Mahmut Nedim Paşa’nın görevden alınmasını istiyorlardı. Bir gün önce Paşa, Basîret gazetesine ağır bir sansür uygulatmış; gazete, üç sayfa boş kâğıt ve bir tam sayfa ilânla çıkmış ve bu da kamuoyunun tepkisine yol açmıştı. Çok geçmeden, gösteriler büyüdü ve Saray karşıtı bir ayaklanma şekline dönüştü. Başta Ziyâ Paşa olmak üzere ki kendisi, Proodos Mason Locası’nın önde gelenleri arasındaydı ve câmî hocası kılığına girerek Fâtih Medresesi öğrencilerini kışkırttığı bilinmektedir; bu cuntaya destek veren işbirlikçiler, halkı galeyâna getirerek Saray’a baskı yapmaya çalışıyordu. (Bilgegil, 1979:201-4)

    Diğer taraftan, Mithat Paşa da öğrencilere gizlice para dağıtıyor ve ayaklanmayı örgütlüyordu. 30 Mayıs’a gelindiğinde Sultan Abdülaziz, tahtan çekildiğini açıkladı ve böylelikle, bu işbirlikçi masonik cunta, amacına ulaşmış oldu; Sultan Abdülaziz, Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkartıldı ve tahta, V. Murat getirildi. Ancak, gözü dönmüş bu cunta, bununla da yetinmedi ve kalemini kırdılar. Cuntanın başı Hüseyin Avni Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’in kâtili olduğu yönünde güçlü kanaatler vardır. Fakat, bu işbirlikçi masonik cuntayı, kötü bir sürpriz bekliyordu; V. Murat, özellikle de şu masonik saçmalıklar; sözümona “kutsal” törenlerden oldukça etkilenerek ruh sağlığını yitirmişti. (Uçman, 2008:235-7)

    Üstelik, aradan iki hafta geçmeden Hüseyin Avni Paşa, Çerkez Hasan ki kendisi, Sultan Abdülaziz’in dördüncü hanımı olan Neşerek Sultan’ın kardeşidir ve rütbesi de kolağasıdır; tarafından öldürülünce, bu cuntanın işi zorlaştı. Bunun üzerine kontrolü, Mithat Paşa aldı ve V. Murat’ın yerine, kendilerine yakın bir ismi tahta çıkartmaya karar verdiler. Bu isimler arasında, V. Murat’ın küçük kardeşi II. Abdülhamid’in adı, ön plâna çıkıyordu; çünkü, ilk dönemlerinde II. Abdülhamid, tüm mason localarıyla gerçekten de iyi geçiniyordu. Tahta çıkması hâlinde, meşrûtiyet yönetimine geçileceği sözünü de verdi ve bu konuda İngiliz Elçisi Elliot’a birtakım taahhütlerde bulundu.

    Görüşmeler, uzlaşmayla sonuçlandı ve II. Abdülhamid, V. Murat’ın iyileşmesi durumunda tahtı ona devredeceğine dâir Mithat Paşa’ya verdiği imzâlı senet karşılığı tahta çıktı, Meşrûtiyet ilân edildi. Bundan sonrası ise nice romanlara konu olan “saray entrikaları”yla doludur. II. Abdülhamid, Sultan Abdülaziz’den de “sert ceviz” çıkmıştı ve ne İngiliz emperyalizmine, ne komprador burjuvaya, ne de bunların maşası olan işbirlikçi masonik cuntaya aman vermeyeceğini belli etmişti; ancak, bu çevrelerin de boş durmaya niyetleri yoktu. Önce, Ali Suâvî’yi kullanarak ve sonra da Kleantini Skaliyeri ile Aziz Bey ve çetesini görevlendirerek, V. Murat’ı kaçırıp tedâvi ettirerek yeniden tahta çıkartmaya çalıştılar. (2008:235-6)

    Başarısız olduklarında ise II. Abdülhamid’e suikast girişiminde bile bulundular ve yine sonuç alamayınca, ülke içinde çeşitli gösterilerin fitillerini ateşlediler. II. Abdülhamid ise Sultan Abdülaziz’in başına gelenlerin tekrarlanmaması için, bu işbirlikçi masonik cuntayı mâkûl bir biçimde tasfiye etmeye çalıştı. 93 Harbi’nin kendisine sunduğu olanakları da bu amaç doğrultusunda kullandı; Kânun-i Esâsîye’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak 113. maddeyle, meclisi süresiz tâtil etti ve otuz üç yıl sürecek İstibdad dönemini başlattı. Bu dönemde, emperyalistlere ve maşalarına karşı, sıkı bir mücâdele verildi. Hâliyle, demokratik ve meşrû mekanizmaların ülke siyâsetinde etkin olması da önlenmiş oldu. (Özcan, 2002:913)

    Başka deyişle, II. Abdülhamid’in bu karârı ve mücâdelesi, etkileri bugüne dek sürecek ve türlü tartışmalara konu olacak fırtınalı bir süreci başlatmış oldu. Osmanlı’da birtakım cemiyetlerin ortaya çıkması ve ülke içinde “demokrasi mücâdelesi”ne girişmeleri de yine bu döneme isâbet eder. Ülkemizde “siyasî partiler”in “kamusal bir kimlik” kazanarak faaliyet göstermesi ise II. Meşrûtiyet’in ilânıyla başlar. Bu târihten önce “siyasî parti” olarak nitelendirilebilecek birtakım gruplar, İstibdad dönemi yasaklarından dolayı, henüz birer “gizli örgüt” görünümündeydi ve sonradan örgütlenerek, belirli birtakım cemiyetleri kurdular.

    Yine de bu cemiyetler, Batılı anlamda birer “siyasî parti” değildi; sınıfsal temelleri olmadığı gibi, geniş halk kitlelerine ve bu kitlelerin desteğine de sâhip değillerdi. Dolayısıyla, önce kamusallaşıp sonra kitleselleştirler; hâlbuki, Batılı anlamda siyasî partilerde kitleselleşme, kamusallaşmadan önce gelir; kamusallaşma, bu kitleselleşmenin doğal bir sonucu olarak gerçekleşir. Hem, meclisin kapatılmasıyla ortaya çıkan bu yeni süreçte Saray, demokratik kitle hareketleri üzerinde baskı ve tâkipleri arttırmıştı. 1876-78 dönemi, Osmanlı ülkesinde emperyalistler ve işbirlikçiler ile komprador burjuva ve masonik güçlerin rahatlıkla at koşturduğu bir dönemdi ve Saray, tüm bunları endişe içinde izliyordu.

    Şüphe yoktur ki II. Abdülhamid, Sultan Abdülaziz’in öldürülmesi ve V. Murat’ın önce delirmesi, sonra da kaçırılması olaylarının yakın tanığıydı ve Osmanlı ülkesinde, özellikle de Saray içinde ne tür dolaplar çevrildiğinin farkındaydı. Bu nedenle, ülkesini ve insanını seven, korumak ve kollamak isteyen her lîder gibi, gerekli önlemleri almalıydı. Fakat, zaman içinde İstibdad dönemi yasakları, meşrûtî monarşiden mutlak monarşiye; hattâ, bir tür diktatörlüğe gidilmesine yol açtı. II. Abdülhamid, meşrûtî monarşi sistemi içinde karşılaşılan sorunların yine meşrûtî monarşi içinde çözülmesi yerine, mutlak monarşinin daha da mutlaklaştırılmasıyla çözülebileceğine inandı. (Akşin, 2004:165-8)

    II. Abdülhamid, Mithat Paşa’nın Sultan Abdülaziz’in ölümünden sorumlu tutularak sürgüne gönderilmesiyle başlayan süreçte, sâdece Saray çevresinde değil, hemen tüm Osmanlı ülkesinde, demokratik hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına neden olacak bir baskı rejimi kurdu. Yasakların en ağır şekilde hissedildiği yerler, başta İstanbul olmak üzere meşrûtî monarşi yanlısı subayların yoğunlukta olduğu Selânik, Makedonya ve Manastır gibi bölgelerdi. Yasaklar öyle abartılmıştı ki, bir keresinde bir tiyatro karakterinin ağzından dökülen “Gözleriniz, yıldız gibi parlıyor” sözleri bile, Yıldız Sarayı’na yönelik bir hakâret kabûl edilip jurnâllenmişti. (2004:166)

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Seninle paylaşmak istediğim şeyler var..

    Seninle paylaşmak istediğim şeyler var..
    hayatım gibi , canım gibi...
    Nefesim , varlığım gibi..
    Adımı adının yanına koymak gibi..
    Gözlerine sonsuza dek bakmak,
    ... İçinde Kendimi kaybetmek gibi..

    Oysa hep kısa mısralardan yanaydı edebiyatım sana dair
    Birkaç mısrada duygunu anlatabilmek gibi..

    Daha dokunamadan ellerine gideceğini bilmek,
    sevgilim diyemeden varlığına UYANMAK
    Avuçlarımı terleten varlığını bir daha hissedememek ,
    Hayatımın içine sıçılmış hissetmek gibi..

    Bunca Duyguyu nasıl taşıyor bu yürek anlayamamak;
    Yaradana şükretmek ,
    kaderime küfretmek gibi!

    Adına kaç şiir yazıldı bilinmez ama,
    Bu şiir;
    sen kollarımda uyurken, sabaha dek seni izlemek
    Uyandığında uykulu gözlerine bakarak GÜNAYDIN diyebilmek gibi..

    Hayatımdaki KEŞKE'lerden birini adına adamak
    Bunun son olmasını dilemek
    Ve Çıkıp gittiğinde hayatımdan
    Ardında Sahipsiz Kalmak gibi...

    Şairi
    Seni ÇOOOOK SEVEN, SENİN İÇİN HERHANGİ BİRİ

    Kemal BEŞGÜL

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
      Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Dünya dönüyor
    Nilüfer









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120224.asp
    ISSN: 1303-8923
    24 Şubat 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com