Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.924

 8 Haziran 2012 - Fincanın İçindekiler


  • KEMİK -4 ... Seyfullah Çalışkan
  • İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 6 ... Nevriye Hamitoğlu
  • Sana KIRMIZI çok yakışıyooor... ... Ahmet Şeşen
  • Yara ve kabuk ... Müşerref Özdaş
  • Sığ Suda Bile Yüzemeyen Ben… ... Selin Çağan
  • SİGARA İÇME, GÖK EKİNİNİ BİÇME! ... Erhan Tığlı
  • ORTAKÇININ OĞLU TALİP APAYDIN ... Bertan Onaran
  • Süreyya Operası’nda bir “SES” ... Neslihan Minel
  • UÇKUR KOMPLEKSİ VE BATILILAŞMA ... Hasan Tülüceoğlu
  • Nietzsche ve Hıristiyanlık III ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Vallahi kürtaj olasım geldi!..


    Geçtiğimiz hafta, Atatürk Havalimanı'nda haklı direnişin yarattığı kaostan tesadüfen kurtularak, şehri öbür yakasındaki pistten havalandım. Ancak indiğimde işin vehametini anladım. 10-12 saat gecikmeyle konferansa yetişenlerin serzenişlerine şahit olunca, sebep olanlara kızdım herkes gibi. Kaosa sebep oldukları gerekçesiyle THY ile ilişkileri sanal ortamda kesilen 305 çalışanın haklı direnişine şapka çıkardığımda da kendime sinirlendim. En haklı oldukları zamanda, en yakışıksız şekilde ekmeklerinden olan kalifiye çalışanlara küfreden yolcuları gördükçe de insanlığımdan utandım. 1991 den beri grev nedir görmemiş THY çalışanlarının, "korsan taksi yasası"nın içine sokuşturulan bir madde ile en doğal hakları olan grevden yoksun bırakılmalarına tepkisini bile çok gördük onlara. En naif halleriyle, haklarını alacaklarından emin direniş gösterenleri, birer mesajla ekmeklerinden edenlere küfredeceğimize, sebep olduklarını sandığımız garip çalışanları tukaka ilan ettik, onlara sövdük.

    Yavaş yavaş yattıkları gaflet uykusundan uyanan tatlı su samuru aydınlarımıza bir hatırlatma da ben yapayım. Son yasaklanan sektörle, grev yapılamayacak sökterler yapılabilenleri geride bırakmış durumda. Alın size ileri demokrasi örneği Türkiye. Pratik olarak 80 sonrası zaten unuttuğumuz grev artık yasalarla da hepten ortadan kaldırılmıştır, vatana millete hayırlı olsun. "İçeri düşsen adaletin tecelli edeceğine inanıyor musun?" sorusuna %68'le "HAYIR" diye cevap veren bir ülkenin vatandaşları olarak, Hak'kı yer yerine gökte aramaktan başka çare bırakmadılar bize.

    Elbet birgün Hak'ka kavuşacağız, kaçış yok. Peki kavuşana kadar hiç olmazsa kendi mahremiyetimize helal gelmesini önlememiz mümkün mü? Haşa ne mümkün.. Herşey padişah efendinin iki dudağının arasında. 3 yetmez 5 olsun dedi, o gün bugündür yandaşlar harıl harıl çalışıyor kadınların üstünde. Baktılar beceremiyorlar, bu sefer de dövüyorlar, olmadı kesiyorlar. Maksat erkekliğimize helal gelmesin. Kazara denk getirip hedefi tutturdun, ya bu sefer de kadın celallenir kürtaj falan deyip, adamın aklını çalerse mazallah. O vakit tez elden "Kürtaj yasaklansın." Hey Allahım sen benim aklımı koru. Nereden çıktı bu uçkur bekçiliği? Nedir bu adamın bizden istediği? Bakma diyor bakmıyor kör oluyoruz. Konuşma diyor, dilimiz tutuluyor. Okuma diyor, okuyan yanıyor. Oturma diyor, kıçımız yer görmüyor. Kalkma diyor, maymun g.tü bizimkinin yanında pilates topu kalıyor. İçme diyor, içmiyoruz. Yeme diyor, yamiyoruz. Daha ne istiyor bu adam bizden yahu?

    Hele bir de çok bilmişler çıkıp eteğini yaladıkları padişahın değirmenine su taşıma sevdasıyla, fetva üzerine fetva vermezler mi? Kürtaj harammış. Fetüs anaya emanetmiş. Bre gafil, bak o zaman o emanete. Rahle önünde başına sopa vurmakla yetişmiyor o bebeler. Yemek istiyor, eğitim istiyor, hak hukuk adalet istiyor. Verebilecek misin? Yok, o zaman sus ta adamı mundar etme. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, tartışılan kürtaj değil, tartışılan kadının en kutsal hazinesine, rahmine müdahaledir. Saçımızın telinden k.çımıza kadar her yerimize hakim olup, kul eylediğinizde göreviniz bitecek anlaşılan. Bi gidin ya, hadi artık gidin ya.

    Tayyip Bey, 10 yıldır ettiklerimiz yeter artık mola verelim der gibi bu aralar. Özel yetkili mahkeme ve savcıların kendisine ve etrafındaki rant çetesine uzanma ihtimali aklını başından aldı zahir. Şimdi zevahiri kurtarma telaşıyla, yetkileri kısıtlama, CMUK'a el atma gibi projelerin peşinde koşuyor. Çankaya sevdası ayyuka çıkan Tayyip Bey, oradan sonra gidecek yeri olmadığından, eşeği şimdiden sağlam kazığa bağlamanın hesabını yapıyor galiba. Ama tavır aynı tavır. Kasımpaşa'nın bağrından kopup gelmiş bıçkın delikanlı. "Onu alacaksınız önce beni alın" diyecek kadar da vefalı. Takdire şayan doğrusu. Aslında durum sanki biraz farklı. Galiba bu sefer Pensilvanya dolaylarına mesaj çekiyor. Bu "Özel Mahkemeler" aralarında sorun yaratacağa benziyor. Bekleyip göreceğiz. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KEMİK -4

    Kiracı Hacer
    Komşular her gün öğlenden sonraki ziyaret saatlerinde ellerinde tencereler, tepsiler, torbalarla meyveler, börekler ve temiz giysiler getirip bizi ziyaret ettiler. Yaşlı kadın hiçbir şey yemeden, su bile içmeden durmaya çalışıyordu. Altına sürgü sürülmesinden, poposunun temizlenmesinden çok utanıyordu. Gündüz bazen komşu kadınlardan birisi akşama kadar hastane kalıp beni evime gönderiyordu. Ortalığı süpürüp, çamaşırları sudan geçirip geri dönüyordum. Eşim çocuklarla birlikte akşama doğru gelip bizi hastanede ziyaret ediyordu. İlk başlarda izin verdiler ama ortopedi servisine çocukların çıkması meğer yasakmış. Onları ancak üç kat yukarıdan hastane bahçesine bakarak görebiliyordum. El sallayarak, gülüşerek durumu idare ederken kızların küçüğü bir akşam birden ağlamaya başladı. Üç katı nasıl inip bahçeye ulaştığımı kendim bile anlayamadım. Neyse sarılıp, öpüşüp, koklaşınca geçip gitti. Beni özlemiş, ben gelmeyince gücüne gitmiş. İşte can alıcı sorun buymuş.

    Eşim iki kere Almanya’yı arayıp yaşlı kadının kızıyla görüşmüş. Birkaç içinde burada olacakmış. Kız gelip doktoru görmedi ya doktor da bizi görmüyor. Ne muayeneye geliyor ne de ameliyat diyor. Komşular kendi aralarında görüşüp doktor için para toplayalım demişler. Herkes tamam demiş ama elini cebine atan kimse çıkmamış. Kocam gidip Mecidiye’de doktoru görmüş. Ama çıkarıp para verememiş.

    Hacer’in Kocası
    Bir iki kişiye sorunca elimle koymuş gibi doktorun muayenehanesini buldum. Çok kolay bir yerdeymiş. Asansörle birkaç kat çıktım. Ben oraya gittiğimde Hilmi Bey henüz gelmemişti. Odacı kız hemşire gibi beyaz kıyafetler içindeydi. Bana yeni demlenmiş ateş kırmızısı bir çay ikram etti. Orada benden önce gelip doktoru bekleyen çoğu Samsun’un köylerinden gelmiş yoksul görünümlü insanlar vardı. Sehpanın üzerinde kocaman bir gazete yığını vardı. Kimse elini bile sürmüyordu. Sadece fısır fısır kendi aralarında konuşuyorlardı. Çok geçmeden ben gazeteleri karıştırmaya henüz başlamışken çıkıp geldi. Doktor küçücük esmer ve kambur bir adamdı. Ama hızlı adımlarla telaşlı telaşlı yürüyordu. Hemen odasına geçti. Görevli kız gelenleri sırayla içeri çağırıyordu. Kimisi yalnız başına, kimisi birkaç kişilik gruplar halinde doktoru ziyaret edip çıkıyorlardı. İçeride on dakika bile kalan olmamıştı. Benden sonra gelenler bile doktorun odasına girdi ama kız benim adımı hiç söylemedi. Ortalık durulunca beni unuttuklarını düşünerek doktorun odasına kapıyı çalarak girdim. Doktor masasının köşesine konmuş cam bir kase içindeki zeytinleri ekmekle yiyordu. Açık kalmış çekmecesinde dağınık olarak ve bazıları cepte saklanmaktan kırışmış epey banknot vardı. Adama çok acıdım. Koskoca doktor zeytin ekmeğe talim ediyordu. Üstelik herkes onun için paracı diyordu. Öyleyse bu adam bu paraları ne yapıyordu?

    Ekmeği ve zeytinleri eliyle itip önüne boş bir kağıt koydu. Buyurun sizi dinliyorum dedi. Geliş nedenimi anlattım, yaşlı kadından ve Almanya’daki kızından söz ettim. Kadını ameliyat edeceğini ama kızının gelmesi gerektiğini, imza atıp kızından izin alması gerektiğini söyledi. Sorun paraysa ben hallederim dedim. Benimle hiç para meselesine girmedi. Adamın günahına giriyorlardı. Ben hayatım boyunca kimseye el altından verir gibi para saymadım. Bunu al idare ediver demedim. Bu yüzden birine çıkarılıp nasıl para verileceğini de bilmem. Sonuçta bu adam devlet hastanesinin doktoru… Hastalarını nasıl tedavi edeceğine karar vermek, gerekli uygulamaları yapmak onun görevi. Al şu parayı da hemen yaşlı kadını ameliyat et mi diyecektim?

    Yaşlı Kadın
    Dört gün geçti ama doktor yanıma bir kez bile uğramadı. Sabah muayenelerine geldiğinde beni görmeden geçip gidiyor. Sadece bana öyle davranmıyor. Ünye’nin dağlarından gelmiş küçük bir kız ve annesine de öyle davranıyor. Üstelik kadın öğretmenmiş, kocası da öyle. Öğretmen koca çocuklar başı baş kalmasınlar diye aceleyle köye dönünce doktoru görmeyi akıl edememiş. Karısı akşam hemşire odasının yanındaki telefonda durumu ona anlattı. Şikâyet ederim falan demiş ama buralarda kimsenin böyle şeylere aldırdığı yok. Cürümü kadar yer yakar. Hem kimi kime şikâyet edecek. Çocuğu hastanede yatarken eli mahkûm… Kuyruğu kısacak oturacak. Doktor Hilmi Elmacıoğlu acayip bir adam. Kendisi yamuk, başkalarını düzelterek para kazanıyor. Mademki siz düzgünsünüz ve şimdi benim elime düştünüz o zaman boşaltın ceplerinizi der gibi, intikam alırcasına yapıyor bunu. Şanslısınız dediler bize. Çok iyi doktordur ama biraz paracıdır. İki gün sonra o dağ köyünde çalışan genç öğretmen geldi. Sapsarı, mızır püskülü gibi düz ve upuzun saçlı küçük kızına sarıldı. Ağladı, üzüldü, ofladı, pufladı. Mecidiye’deki muayenehaneye çaresizliğinin bedelini ödemeye gitti. Parayı alan doktor ertesi sabah geldi. Küçük sarı kızı öptü, okşadı. “Sen ne tatlı kızsın,” dedi. Kız annesine döndü ve “anne bu amca çok yalancı değil mi? Kaç gündür beni hiç sevmedi. Babam para verince sevmeye başladı ,”dedi. Doktor bozuldu ama belli etmedi. Para kalın, kocaman ışık ve ses geçirmeyen bir branda gibiydi. Bütün kusurları, bütün günahları örtebiliyordu.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 6

    Saat gece yarısı. Yatma vaktinin geldiğini gözlerimin üzerine düşen göz kapaklarımın ağırlığından anlıyorum. Hafif baş dönmesi tüm yorgunluğumu gösteriyor. Başımı yastığıma koyduğumda düşünceler daha yanıma gelmeden tatlı rüyalara dalıyorum. Tüm gece öyle derin uykudayım ki sabah uyandığımda rüyalardan tek bir kare hatırlamıyorum.

    Yağmurlu bir sabah. Gri bulutlar çöreklenmiş İstanbul’un üzerine. Çatılarda her sabah pinekleyen martılar yok bu sabah. Önce gök gürültüsü duyuluyor, sonra yağmur yağıyor. Hazırlanmam gerek çünkü bugün farklı bir gün olacak. Yirmi yıl önce gittiğim Topkapı Sarayına gideceğim. Ama yalnız değil, sınıf arkadaşlarıyla. Yağmurdan dolayı iptal edilir mi diye düşünürken bir telefon, birkaç mesaj ve yoldayım. Evden çıktığım vakit yağmur kesilmiş. Havaya yayılan toprak kokusunu derin derin içime çekiyorum. Kabataş’a giden tramvaya biniyorum, kalabalık. Kısa bir süre sonra oturuyorum. Gözlerim usulca kapanıyor. Tam beynimin karanlıklarına gitmişken gök gürültüsü uyandırıyor beni. Evden çıktığıma pişman ettiren yağmura bakmak için gözlerim kapanmıyor bir daha. Yağmur birkaç durak sonra aniden kesiliyor. İneceğim durağa yaklaşırken ise yine bir gök gürültüsü, ardından bardaktan boşalırcasına yağmur. İnmekten vazgeçiyorum. Sanki tramvay bana İstanbul gezisi yaptırıyor. Zeytinburnu’ndan başlayıp, Topkapı, Çapa, Laleli, Beyazıt, Sultanahmet, Eminönü, Karaköy’e kadar gidiyorum. Uzun ve zevkli yolculuğumu beni saran yağmur uykusunda yaşıyorum. İçimdeki sessizlik yağmurun sesi ile bütünleşiyor. Derdim olan geçmiş günlerimin uykusuzluğu vücuduma artık hastalık gibi yapışıyor. Uyumak istiyorum, öyle ki uzun bir süre uyanmamak üzere uyumak… Masallardaki uyuyan güzel gibi zamansız ve derin uyumak… Tatlı rüyaların içinde, günlük hayatın bütün keşmekeşliğinden uzak olmak, insan ve şehir gürültüsünden kurtulmak… hatta duygulardan bile zamansız kurtulmak…

    Tramvaydaki anons ile gözlerimi açıyorum. “Kabataş” diye çınlıyor bir ses. İniyorum, yağmur tüm şiddetiyle yağıyor. Durağın altına siperleniyorum, telefonum çalıyor, açıyorum. Hava şartlarından dolayı müze gezimiz, alışveriş merkezine yönlendiriliyor. Öğretmenime “Peki” diyorum. Bugünlerde en fazla yaptığım şey bu: “Peki” ya da “tamam” demek. Çünkü bunu söylediğimde görüyorum ki her şey daha güzel oluyor. Daha iyi anlaşıyorum, anlaşılıyorum. Tartışmasız, uzlaşmalı bir hayat yaşamamı sağlıyor. Hem de her yerde. Bu pozitif tutum beni mutlu ediyor. Sadece ben değil, karşımdaki insanlar da mutlu oluyor. Bir arkadaşıma önemsenmekten bahsediyorum. “Peki” demek de karşındakini önemsediğinizi gösteriyor. Karşımdaki insan mutlu olunca ben de mutlu oluyorum. Daha ne isteyebilirim ki?

    Kadıköy’e geçmem gerek. Durağın önündeki iskeleyi gördüğümde seviniyorum. Su dolu çukurların üzerinden atlayıp iskeleye gidiyorum ama nafile, Kadıköy vapuru Eminönü’nden kalkıyormuş. Bu yağmurlu günün uğursuzluğuna isyan etmeden yine “peki” diyorum. Çünkü öğretmenime de az önce söylemiştim, şimdi vazgeçip gitmezsem ayıp olacak. Çantamda yenmeyi bekleyen pudingli kurabiyelerim de perişan olacak, onları eve geri götürmek istemiyorum. Tekrar tramvaya atlayıp Eminönü’nde iniyorum. Kadıköy iskelesi biraz boş, denize yakın olan kapısının yanına gidiyorum. Karşımda yağmurda ıslanan deniz, üzerinde geçip giden beyaz vapurlar… Denizin rengi yeşil olmuş, bulutlar gri beyaz. İstanbul’un suskunluğunu hissediyorum. Birdenbire bu suskunluğu yanıma gelen bir çocuk bozuyor. Ne dediğini anlamak güç olsa da ben onun vapura binmek istediğini anlıyorum. Zihinsel engelli olan bu çocuğun vapura binme merakı, beni duygulandırıyor. Çocuk kalbi ne kadar basit şeylerden mutlu oluyor. Engelli olsun olmasın o bir çocuk ve vapura bineceği için mutluluk duyuyor. Heyecandan bağırıyor. Vapur gelmediği için de ara sıra sinirleniyor annesine. Anne ise çocuğunu teselli etmekle kan ter içinde. Kısa bir zaman sonra vapur iskeleye yanaşıyor, peşinde martılar. Çocuk, sevinç çığlıkları atıyor. Benim ise bu çocuktan bir farkım yok; kalbim gümlüyor. Ben de heyecanlanıyorum vapura bineceğim için. Deniz yolculuklarını severim. Ne kadar ürkütücü olursa olsun denize yakın olmak bana huzur verir. Hep derim erkek olsaydım deniz subayı olurdum diye. Giydikleri beyaz üniformaları görünce hala kıskanırım. Kaptan olup bütün ülkeleri deniz yoluyla gezmek… Şu kısacık ömürde başka yaşamları, başka kültürleri görebilmek… Sadece bunlar değil, yiyecekleri, hayvanları, çiçekleri, ağaçları ve bambaşka şeyleri görmek… Bu düşüncelerimi gerçekleştirenleri de çok kıskanıyorum.

    Vapura adım attığımda kendime hemen cam kenarı bir yer buluyorum. Gözlerim pencerenin ardındakilerde, ellerim defterimle kalemimde. İçimdeki ses “Yaz, İstanbul’u!” diyor. Ben de yazıyorum. İstanbul, eski İstanbul, taş taş üstüne düşmüş İstanbul. Kız kulesi sessizce duruyor karşımda. Bu şehrin inci tanesi… Bir türlü gidemedim ya içimde bir cız oluyor. Söz veriyorum kendime, en kısa zamanda onu ziyaret edeceğime.

    Vapur, denizin dalgalarını yarıyor giderken. Beyaz köpükleri görüyorum. Kıyılara yakın küçük balıkçı tekneleri, vapurun yaydığı dalgalarla iyice sallanacak, bir sağa bir sola. Umarım ağalarındaki balıklar kaçmaz.

    Son olarak Haydarpaşa selamlıyor beni. O da suskun kaderine boyun eğmiş, bekliyor değişebilecek geleceğini. Klasik müziğin büyüsü varken her taşında, denizin kıyısında sanki ağlıyor geçmişine. Yangından yaralı ya belki de canı acıyor zavallının? Ama ben biliyorum ki bir gün o da mutlu olacak. Vapur yanaşınca Kadıköy iskelesine adımımı atıyorum karaya. Yağmur yine yağıyor ama daha yumuşak. Islanıyorum ama umurumda değil. Alışveriş merkezine gideceğim otobüsü buluyorum. Biraz gürültü, biraz yol, sıkıntı veriyor ama sonunda ulaşıyorum arkadaşlarıma.

    Bir başka hissediyorum bugün İstanbul’u. Biraz toprak, biraz tarih, biraz deniz kokuyor yağmurlu olduğunda. İyi ki de evden çıkmışım diyorum.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Sana KIRMIZI çok yakışıyooor...

    Bildiğiniz gibi; Hande Yener’in birkaç yıl önce piyasaya çıkarttığı ve pek tutulan şarkısının nakaratına ait başlıkta belirtilen bu sözcükler. Anlı-şanlı medyamızın janjanlı kalemşörleri bugünlerde “KIRMIZI” diye tutturunca “Benim başım kel mi ?” demekle kalmadım, bu haftaya ait yazı için kırmızıya daldım. Sözleri şöyle başlıyor şarkının :

    Hatayı ben en başında yaptım,
         aynı evi senle paylaşarak..

    Kendimi çok takdir edeceğim,
         ayrılığı kutlayarak..

    Vedalaşırken üzülmüş gibi tutma,
         ellerimi acıyarak..

    Kendine dev aynasında değil,
         boy aynasında bir bak..

    Acım taze kurtulamazsın,
         gözlerini kaçırarak...

    Efendim, dikkati çeken en önemli husus kravat renkleri imiş. “KIRMIZI” gücün simgesi olduğu için kırmızı kravat tercih edilmiş. Bu tür görüşmelerde daha otoriter ve daha güçlü görünmek önemliymiş. İnsanlar; otoritesi yüksek olan insanların yanında rahat olamaz, heyecanlanır, kan basıncı artar, kalp atışı hızlanırmış. Aynı etki kırmızıya bakınca da olurmuş. Durum böyle olunca insanlar kırmızıyı kullanarak “otorite” ortamı yaratmaya çalışırmış. Pekala, boğaların “KIRMIZI” görünce saldırmaları acaba ne anlama geliyor ? Hatta; “Başlarım senin otoritene, takarım boynuzlarımı kaba etine...” gibi kışkırtıcı bir durum söz konusu ise ? Nitekim; henüz boğalar olayın farkına varmamış iken; içinde pireler uçuşup, kurtlar kemiren;
    “Bu sinsi tertip ve önerilerin, tarafımızın katılımıyla müzakere edilmesi asla söz konusu olmayacaktır” açıklamasını yapmıştır bile.. Kartlardan “Sarı” olanı atlanıp doğrudan “KIRMIZI Kart” diyebiliriz. Ve/veya Türkçe mealini;
    “Ey kırmızı kafile, bu girişim nafile, eee ben size girişmez miyim haliyle...” şeklinde açıklayabiliriz.

    Diğer yandan; beyaz puantiyeli “KIRMIZI” papyonlu muhterem de; merak edecek başka konu yokmuş gibi bir büyük merak içinde takmış Madonna’nın “KIRMIZI” donuna. Yok efendim, Arena’da kürtaj hakkında laf çakacak mıymış, yok tribünler tıka basa dolacak mıymış, eğer kadın haklarından söz ederse birileri saçını başını yolacak mıymış ? vs.vs...
    Eften püften elemiş, suya sabunu doğramış.. Kısacası; “Açık KIRMIZI” takılmış..

    Yanar-Döner bir diğeri; Diyanet’i Din-Ayet’e çeviren kişinin sözlerine
    “Merak etmeyin, bu olup bitenlerden en fazla dini tonu yüksek otoriterlik çıkar” buyurmuş. Türkçe mealine; “Yeşil” değil, “Koyu KIRMIZI” diyebiliriz yani. Fazla koyu olması da pek makbul değil, zira 1940’larda hızını alamayıp fazlaca koyulaşan “Kahverengi eSeS” neler çektirmişti şu koca dünyaya..

    Velhasılı kimi Demirel’in vakti zamanında söylediği gibi;
    “Siyasette küslük olmaz, köprüler atılmaz”
    sözlerine bir “Bahar Havası”, kimi;
    “Henüz ortada fol yok, kuluçkaya yatılmaz”
    gibi “Bakalım nasıl gelecek dahası ?” şeklinde ifade etmiş bu hem dosyasıyla hem de kravatıyla “KIRMIZI” olan buluşmayı. Elbette; şüpheciler de olacak, durumdan yarar çıkartmak isteyenler de. Hiç kuşkusuz; “30 yıllık” ve “40.000 evlatlık” uzun bir yol.
    Yok “akil adamları”, yok ota-bota maydanoz “sakil adamları”, yok AÇIK oturumu,
    yok KAPALI müzakeresi. Elbet anlaşılacak neymiş bakalım; “Vehbi’nin Kerrakesi ?”

    “KIRMIZI” kravatlılar, “KIRMIZI” dosyalarla gösterecek maharetlerini,
    bakalım nasıl kaldıracaklar henüz havada uçuşan Soru İşaretleri’ni...



    Madem birşeyler söylendi, ben de mırıldanayım bari dedim bu hafta.

    Belki birazcık bozuldun,
         Ruhun belki can çekişiyooor..
    Belki biraz da kızardın ama
         Sana KIRMIZI çok yakışıyooor...


    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
    10 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Müşerref Özdaş


    Yara ve kabuk

    Kasım ayına benzer bir Mayıs gününde güller, leylaklar, akasyalar, ıhlamurlar, sümbüller, erguvanlar çoktan açmışken, bahar bayramı kutlanmışken, hıdırellezde dolmalar sarılmış, gül ağacına dilekler asılmış, ateş üzerinden atlanmışken, sıcak kumsallarda güneşlenmek ve gidilebilecek tatil yerleri düşünülürken,geri dönen gök gürültülü, sonbaharı anımsatan günlerden birindeyiz yine.

    Ihlamurun rahatlatan yumuşacık içimi saran kokusu eşliğinde yürüyorum. İlerledikçe sesini daha rahat duyduğum bir şarkının nereden geldiğini anlıyor ve iyice yaklaştığımda bu kadar ses ancak bir düğün salonundan gelmeliydi diye düşünüyorum ama bilin bakalım o yüksek sesle çevreye de zoraki dinletilen o şarkı nereden geliyor? :

    Kızılay'a ait bir Kan alma aracının yerleştiği açık bir alandan, eski belediye önünden. Aracın içinde birkaç kişi uzanmış, kanları torbalara dolarken, bir yandan da şarkıyı dinliyorlar.

    Rafet El Roman'ın bir şarkısı bu. Sözleri şarkının yayına verildiği bu yere de o kadar uygundu ki: Senden sonra adlı şarkısı idi duyduğum. sözlerinin bir kısmı şöyle: Yaram ne kanar ne kabuk bağlar...

    Kan veren kişiye bu şarkı ile nasıl bir mesaj veriliyor acaba? :)

    "Korkma, alt tarafı minicik bir delik kalacak geriye" mi demek istiyorlar?
    Kanamaz fazla, kabuk da bağlamaz...

    Bu ilginç tesadüf günüme hoşluk kattı. Bakmayı görmeyi bilirsek kendi hayatlarımıza ufak hoşluklar, espriler katabiliriz. Kabuğumuza büzülüp yaşamı dışarıdan izlemektense gülerek kahkahalar atarak, şarkılar dinleyerek devam ettirmek iyi olmaz mıydı?

    Müşerref Özdaş


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    7,007,007,007,007,007,007,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Selin Çağan

     Kahveci : Selin Çağan


      Sığ Suda Bile Yüzemeyen Ben…

    Uykusuzluğumdan bir tutam aldım, yüzünü getirdim gözlerimin önüne.

    Kalemle çizilmiş gibi dudakların, parmağımla yokladığım kadar da gerçek.

    Üst dudağının üstündeki kıvrımı düşünüyorum.

    Gülümsediğinde yok olan,hüzünlü ve durgun ifadenle geri gelen...

    Dudakların bir resim; güç bela uykumdan uyanıp çizdiğim bir resim,

    Yaralı parmaklarımdan fışkırıkan kanlara rağmen çizdiğim bir resim.

    Sığ bir su görüyorum orada; dudağının üzerindeki çukurda.

    Orada öldüm ben, orada boğuldum.

    Ve dudaklarım dudaklarına kavuşunca anladım yitik olduğumu.

    Sığ suda bile yüzemeyen ben... Kıyıya vurmuş bir balığım artık.

    Uykusuzluğumdan geriye sadece dudakların kaldı ve içindeki suda boğdun beni.

    Avcı sen isen ben neydim? Sularının içinden çıkamadım sadece,avlanmak değildi bu.

    Ama bir bak! Dudağının üzerindeki çukurda hiç su kalmadı.

    Sığ suda bile yüzemeyen ben...

    Kaç kez boğulacağım daha?

    Sen ise benim yarattığım resimde gördün kendini. Avcı sen isen avın da karşında duruyordu . Dudakların, senin avının ta kendisiydi..Ben teslim olmadım onlara. Suların bittiği yerde buldum kendimi,o kadar. Hadi uyu şimdi. Gülümse ve o dudaklarındaki çukuru yok et. Gülümsemen ile beni dirilt. Aynalar parçalansın bir anda ve ne kadar gerçek olduğunu göster bir gülüşün ile...

    Selin Çağan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      SİGARA İÇME, GÖK EKİNİNİ BİÇME!

    Sigara ile ilgili şarkı ve türküler vardır epeyce. Bir türküde, “Bir ateş ver, cıgaramı yakayım” diye sesleniliyor. Halk arasında sigaraya cıgara denilmiş, çoğu kişinin sigara demeye dili dönmemiştir. Tütün deyip geçenler de vardır. Kimi kişiler tütün tabakası taşırlar, kendi sigaralarını kendileri sararlar. “Sigaramın dumanı/ Yoktur yârin imanı/ Altından köşk yaptırdım/ Gümüşten merdiveni” diyor bir başka türkümüz. Altından köşk yaptırsan ne fayda? İçtiğin sigara ömrünü kısaltır, o kökün sefasını süremezsin. Yâri değil, sigaranın yoktur imanı.

    Filtreli sigara içenler ya da sigarayı ağızlık takarak içenler onun zararından kurtulduklarını ya da zararını azalttığını sanıyorlar, kendilerini kandırıyorlar. Sigara kaçakçılığı yüzünden ne canlar gitmiştir. Eskiden reji kolcuları kaçakçılara göz açtırmamaya çalışmışlar, bu yüzden çatışmalar çıkmıştır. Ünlü “Halilim” türküsündeki Halil de namlı bir sigara kaçakçısıdır. Yabancı sigara içme merakı vardır bir de. Cebinde yabancı markalı bir sigara paketi taşımak sınıf atlama göstergesi gibidir kimilerine göre. Şarkısı bile çıkmıştır: “Mastika mastika! Sigarası Malboro!”... Sigara patronları sigara paketlerini öyle düzenlerler ki, içmeyenin içesi gelir. Hele o renk renk, çeşitli resim ve desenlerle süslü çakmaklar... Fiyakalı bir biçimde çakıverirler çakar çakmaz çakan çakmaklarını tiryakiler. Fiyakalı sigara içişleriyle kimi film artistleri izleyicilere sigaranın nasıl içileceğini öğretirler! Gençliğimde Neriman Köksal’ın sigara içişine bayılırdım. Hele bir film sahnesi vardır ki, hiç gözümün önünden gitmez. Sevgilisi, sigara içer misin diye sorar, şuh bir edayla, “Yak da ver!” der.

    Çakmak deyince aklıma geldi. Ömer Seyfettin yazmıştı galiba. İki arkadaş yolda giderlerken biri sigara içmek için arkadaşından çakmak ister. O da ona el fenerini verir. Adamcağız ne yaparsa yapsın, fenerle sigarasını yakamaz. Fenerin sahibi, “Kandırdım enayiyi” diye kıs kıs gülerken diğeri de, “Fenerinin pilini bitiriyorum da haberi bile olmuyor aptalın” diye düşünür...

    Beleş sigara içicilerine otlakçı denir. Bu tür kişiler sigara içenlerin yanlarına yaklaşırlar, hemen “Bir sigara versene. Benim paket evde kalmış” derler. Biz Türkler tanımadığımız kişilerle tanışmak, sohbet etmek için bir sigara veririz ya da sigara paketini masaya atar, “yak bir sigara” deriz. Almanlar ise tek bir sigarayı bile parayla verirlermiş, beleş sigaralarını içtikleri Türk işçilerine. Bir de izmaritçiler vardır. Yere atılan izmaritleri toplayıp içerler. Yere söndürülmeden atılan sigara izmaritleri yangınlara neden olurlar. Orman yangınlarının çoğu sigara izmaritlerinden çıkar.

    Atatürk, Ecevit, Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli, Fuat Köprülü, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi devlet adamları, şair ve yazarlar çok sigara içmeleriyle ünlüdürler. Hatta Atatürk’le ilgili şu espri yapılmıştır: “Atatürk Samsun’a niye çıktı? Samsun sigarası için!” Bir de şöyle bir anı var sigaralı: Bir köylüyü devlete sövüyor diye makamına getirmişler. Atatürk ona niye sövdüğünü sormuş. Köylü, sigaranın içinden odun çıktığı için kızdığını söylemiş. Atatürk, “Köylü haklı, demiş. Cihan harbinde kötü sigaralar için bende az sövmedim. Ona kızacağınıza, sigaranın kalitesini yükseltin.”

    Bektaşi’ye, sigara haram mı diye sormuşlar. O da, “Helalse içiyorum, haramsa yakıyorum” diye politik bir yanıt vermiş...

    Abdulhamit devrinde jurnalcilik almış yürümüş, bir adamı, “Efendim, ucunda tuğranız bulunan sigarayı ters tarafından yani tuğranızın olduğu yerden içiyor, böylece tuğranızı yakmış oluyor. Bunda kötü bir niyet var” diye şikayet etmişler. Adam öyle güzel bir cevap vermiş ki, hem kurtulmuş hem de padişahtan aferin almış. İşte dediği:

    “Efendim, ben sigarayı mahsus öyle içiyorum ki, mübarek tuğranız yerlerde çiğnenmesin, ayak altında kalmasın, göklere yükselsin.”

    “Yine yakmış yâr mektubun ucunu/ Hasretinden sigara tiryakisi olacağım, çabuk gel” diyor. Onun için ben gidiyorum. Hepinize dumansız günler diliyorum.

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      ORTAKÇININ OĞLU TALİP APAYDIN

    Bu, Fevziye Özberk’in Kaynak yayınlarındaki kitabının adı. Okur yazarsanız, Talip Apaydın’ı tanımamanız olanaksızdır elbet.

    Kitaba geçmeden, bir iki temel olguyu anımsatayım: insan eliyle çarpıtılmamış doğada asalaklık, sömürü yoktur; kimi büyük balıkların altında küçük balıklar dolaşır hep, onun artıklarıyla, yanında yöresindekilerle beslenir, kuşkusuz onların da ona birtakım yararları dokunur; kimi hayvanların kulaklarına, burunlarına kuşlar konar, belli ki onu birtakım rahatsız edici canlılardan kurtarırlar; sözün kısası, kesintisiz bir evrensel imece sürüp gider.

    Bu doğal denge, ataerkil düzensizlik başlayalı beri alt üst olmuştur; kötüleşerek sürmektedir. Bu toplumsal vebayı, kanseri yok etmek,dünyamızdaki biricik fırsatı, yaşamı cennete çevirmek isteyenler bunun temel yolunu bir bakışta görmüşler elbet: ilkel diye nitelendirdiğimiz evrede bile, toplulukları oluşturan bireylere ayakta kalabilmeleri, türlerini sürdürebilmeleri için gerekli bütün temel bilgi ve hünerleri daha ana karnından başlayarak öğretmek.

    Köy Enstitüleri, özellikle 1. Dünya Savaşı yıkımından, hele 30’larda dünyamızı kasıp kavuran parasal diye nitelendirme kolaylığına kaçılan, aslında dizgesel bunalımdan sonra düşünülüp uygulamaya konmuş en temel çözüm yollarından biriydi; Atatürk’ümüzün o ünlü Yurtta Barış, Dünyada Barış ilkesinin uygulanmasını sağlayacak biricik yöntem de oydu; nitekim bugün insanlığın Deniz Feneri Küba’da işte bu sihirli değnek, öğretimle atbaşı giden üretim uygulanıyor: gerektiğinde, ellerinde maşat, Fidel Castro ile Che Guevera da şeker kamışı tarlasına dalıp ürün biçiyor; bir duvarı, elinde mala, örüyor.

    Mustafa Kemâl’le bir avuç gerçek yoldaşının, tam altı yüzyıl kendi haline bile bırakılmamış; bitip tükenmeyen, ve Topkapı Sarayı’ndaki sülüklerin hastalıkları keyifleri uğruna anlamsız, acımasız savaşlarda harcanmış Anadolu halkını esenliğe çıkarabilmek için bulup uygulamaya koydukları bu güzelim uygarlık yuvaları, tarih kitaplarının Ata’nın savaş arkadaşları diye nitelendirdiği bilisizler, gözü ve beyni kör insanlar eliyle baltalanıp yıkılmıştır. İki gün önce “benim en değerli adımım” diyen Lozan Kahramanı tarafından çekilmiştir ipleri.

    Çok kısa bir süre Anadolu köylerinden devşirilen seçme tohumların ekilip şaşırtıcı ürünlerin alınması önce Türk toplumuna, sonra bütün insanlığa bildiğiniz pırlantaları kazandırmıştı; bunlardan biri, babası çeşitli cephelerde, bütün dünyanın sülükleri rahatça kan emmeyi sürdürebilsin diye, tam 16 yıl savaşmış bir ortakçı’nın, toprak kölesinin oğlu Talip Apaydın. Köy okullarında, dünyamızın bütün gerçek bilgileri yanında, müzik adını verdiğimiz evrensel uyumu da öğrenmiş talihli ( sonradan alabildiğine talihsiz ) yavrulardan biri.

    En doğrusu, Fevziye Özberk’in özenle hazırladığı kitabı almanız elbet; sizi buna özendirmek üzere, Enstitülü iki inciden kısa alıntılar yapayım. İlki Mehmet Başaran’dan:

    “İnsan en iyi iş içinde tanınır; çünkü iş insanın hem miyarı, hem mimarıdır.” Köy Enstitüsü’nden yetişen bir aydın olarak yolunu çizmiş Apaydın: Yaban’daki üvey evlat bakışıyla değil, öz oğul olarak Anadolu’yu, Anadolu halkının gerçeklerini sanat gerçeğine dönüştürmek.

    İlk yapıtı Bozkırda Günler’de (1952) İç Anadolu’nun bozkırlarını, o topraklarda yoğrulmuşluğun gücüyle dile getirir. ‘Bütün değerleri derinliklerinde saklayan’ bomboş, ıpıssız toprakları sevgiyle, coşkuyla kucaklar, bozkırların şiirini yazar. Anıların, gözlemlerin, yaşantıların sıcaklığında, Yaban’da Ahmet Celal’e ‘ıstırap manzarası’ gibi görünen yerlere tutkundur; bozkırları derinlemesine yaşayan etinde kemiğinde duyan bir ozandır Apaydın.

    Ozanın şiir kitabı Susuzluk’ta da ( 1956 ) o güne değin şiirlerimizde olmayan benzersiz bir içtenlikle buram buram yurt sevgisi, insan sevgisi tüter, bozkırla özdeşleşir ozan:

    Susadım
    Bozkırlar ortasında
    Kurudu dudaklarım
    Çağırmayın gelemem
    Bir tas su uzatın
    Beni kurtarın
    Anadolu’nun bir yıllık özlemidir bu…

    Yirmi yıl sonra bile doğduğu yerlerin, Bozkırın Çağrısı’nı duyacaktır. Tüm yapıtları, öyküleri, romanları şu dizelerde dile getirilen duyguyla, sıcaklıkla. İçtenlikle yoğrulmuştur Apaydın’ın:

    Kıraç topraklarda yanıp kavrulan
    Benim çırılçıplak sevgimdir
    O bildiğiniz geniş düzlükler
    Beni içine alır öyle geçer
    Rengi hasretliğimden gelir…

    Cumhuriyet Türkiye’sinin, Köy Enstitüleriyle, Mısak-ı Milli sınırları içindeki topraklara dört elle sarılışının. Anadolu’yu yurttaşlaştırmanın, Anadolu halkını çzağdaş yaşama kavuşturma yanıklığının, özleminin dile getirilişidir bu…

    İlk romanı Sarı Traktör’de ( 1957 ) gerçek köy yaşamı, köy insanı, yöre köylerinden Özeler’de başlayan değişme. Yalın, temiz bir dille canlandırılır. Özellikle Yoz Davar, bozkır çobanlarının yaşamını anlatmak üzere, ‘dilimizde yazılmış tek çoban romanı’dır. Ve toplumcu gerçekçi yazınımızın unutulmaz yapıtlarından biridir.”


    İkinci tanığımız Fakir Baykurt:
    “Gönen’de öğrenciyim. Ben de şiir yazıyor, kitap okuyorum. Talip Apaydın’ın adını ilk Köy Enstitüleri Dergisi’nde gördüm. Sözcükleri bana çok yakındı:

    Dünyamı susuzluk diye özetliyorum
    Her güzel şeye karşı susuzluk.

    Dergide öyküleri de çıkıyordu. Yürek vuruşlarını.can çırpınışlarını duyabilen bir yazar olacağını o an sezdim. (…) Yaşamın şiirini bulmuş, hüznü yakalamış. Daha önce hiçbir yazıda rastlamadığım bozkır betimlemeleri görüyordum. (…) Etkilerdi yazdıkları beni; yüce gelirdi. Ne isterdim kendisiyle görüşmeyi… Biz üçteyken Yüksek Bölüm öğrencileri Gönen’e uğradı. Sırtlarında dolu dolu çantalar.Bakanlığın çıkardığı Tercüme Dergisi’ni ilk onlarda gördüm. Kiminin elinde Hendrik van Loon’un İnsanlığın Kurtuluşu adlı kitabı! Bir gece kalıp geçtiler. Ne yazık ki Talip de, Başaran da yoktu aralarında. Dergilerde özellikle ikisinin yazılarını, şiirlerini okudukça özlemim büyür, büyürdü. Yüksek Bölümü bitirenlerden altısı Gönen’e öğretmen geldi. Şans mı var bende? Başaran Aksu’ya, Talip Cılavuz’a gitmiş,
    Burada her ayrıntıyı yazacak değilim. Emin Ağa Meclis’te. Hem de onlar Parti içinde büyük bir grup. Köy çocukları parladıkça karşıtlıkları hırçınlığa dönüşüyor. Ağız açtılar mı Köy Enstitülerini kötülüyorlar. Yücel’i, Tonguç’u karalamaya başladılar. İnönü’yü temelli baskı altına aldılar; o da tuttu CHP içinde sağcılara ön verdi. Güçlenen sağ, demokrasi adına Köy Enstitülerini vurdu önce. Yüksek Köy Enstitülerini kapattılar. İlk ürünler toptan askere alındı. Yetenek dolu, sezme köy delikanlılarının hepsi. Askerlik derslerini iyi kavradıkları halde çavuş çıkarıldılar. Verildikleri kıtalarda nal ile mıh arasında yaşadılar. Ölen oldu aralarında. Üç yıl izleri bulunamadı, sesleri duyulmadı. Gene de Başaran’ın tek tük şiiri çıkıyor. Talip Varlık’ta, Fikirler’de görünüyor. Ağır baskılar altında acı çektiklerini seziyordum. Elimizde bir yetki, etki yoktu.

    Zor koşullara düştüklerini, ama pes etmediklerini, eğilmediklerini anlıyordum. Doğru dürüst haber sızmıyor. Türk şiirinin çok ağır baskı altında olduğu yıllar, Nâzım Hikmet cezaevinde. A. Kadir, Dinamo sürgünde. Sabahattin Ali izleniyor, Orhan Veli ile arkadaşlarının şakacı şiirlerine izin var yalnız. Enver Gökçe,

    Ahmed Arif çiçekken solduruldu; cezaevindiler. Ortam temelli eleştirisiz… Bir Makro Paşa var, batıp çıkıyor. Ad değiştirip gene çıkıyor, hükümet gene kapatıyor.


    Bir mektubunda, ‘yazıyoruz yazıyoruz etkisi olmuyor! En iyisi bırakmak yazmayı’ diye yakınıyordu. Öyle sanıyor. Nefsimden biliyorum ne kadar etkili olduğunu. Dağlar enginli yüksekli, birkaç gün sonra karamsarlığı geçiyor. Gene yazıyor.”

    Ee, hepimize düşen, toprağı işleyen çiftçi sabrı edinmek; yelden selden sonra işe sıfırdan başlayabilmek!

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Süreyya Operası’nda bir “SES”

    Bundan birkaç yıl önce televizyonda, Fazıl Say’ı, Ulvi Cemal Erkin’in Zeybeği’ni çalarken görmüştüm. “Oh!” Demiş, “nihayet izlenecek kaliteli birini buldum!” diye sevinmiştim. Bu parçadan sonra, Nazım Hikmet’ten, Bach’tan, Nasrettin Hocanın Dansları’ndan, İpek yolundan, Einstein’dan bahsetmişti, Say.

    Onun yaptığı çalışmalarının tümünü bilirim. Fakat Einstein için yaptığı çalışmayı duyunca, epey şaşırmıştım, çünkü Zürih’de seslendirdiği bu çalışmayı daha önce hiç dinlememiştim.

    Onun en beğendiğim eserlerinden biri; Âşık Veysel için yaptığı çalışmasıdır. Elleriyle piyanonun tellerini tutuyor, bağlama sesi çıkarıyor. Ruhu, bedeninden çıkıp, onun bedenine gitmiş gibi oluyor. Kendisini öyle bir kaptırıyordu ki, bizi alıp, Sivas’ın eski günlerine geri götürüyor…

    Say’ın “Yalnızlık Kederi” adlı kitabı olduğunu da, ilk defa bu programda duymuştum. Daha önceden “uçak notları” adlı kitabını okumuş ve hayran kalmıştım. Hayatla alakalı, birçok şeye değinen sanatçının, bir de yazar tarafı olduğunu gördüm, bu kitapla…

    Say, ilhamın açıklanamaz olduğunu, evrende ki bütün her şeyden etkilendiğini söylüyor. Yani evrende ki her şeyden, ilham alabileceğini açıklıyor. Anın önemini vurguluyor. Beethoven’in çalışmalarının, anlık olduğunu, doğaçlama olduğunu açıklayarak, doğaçlamanın, ne kadar önemli bir şey olduğuna dikkat çekiyor...

    Genço Erkal’la, Nazım için yaptığı çalışma çok güzeldi. Çocukları da kattığı Nazım’ın; “Kız Çocuğu” çalışması da. Ana tema, çocukların şiiriyle pekiştirilmiş, Nazım’ın o dalgalı, hareketli ruhu, bize olduğu gibi yansıtılmıştı. Çıkan her notada, Nazım’ın o mavi gözleri, çakmak çakmak çakıyor, etrafa alev saçıyordu...

    Ölüm ve çocuk temalarını çok iyi işleyen sanatçı, piyano ile öyle bir bütünleşmişti ki, sanki piyano onun vücudunun bir parçasıydı…

    Televizyonda, yıllar önce böyle, hayran hayran bakıp: “Acaba bir gün, Fazıl Say’ı canlı olarak izleyebilir miyim? diye düşünürdüm.

    Ve işte şimdi, dileğim gerçek olmuştu. Kitabını okuduğum, sanatına hayran kaldığım, televizyonda izlediğim, bu büyük sanatçının “Ses” konserindeydim. Birazdan onu, İstanbul’da Süreyya Operası’nda canlı canlı izleyecektim.

    Saatlerin yedi otuzu göstermesiyle beraber, salonda ışıklar birer birer söndü, uzun beyaz elbiseli Tülay Günal; “Birer Kibrit Çakımı, Ben Gül ve Zakkum” adlı Metin Altıok şiirlerini, Fazıl Say’la beraber seslendirdi.

    Fazıl Say’ın yeni projesi “SES” bu özel ve anlamlı gecede, ilk kez İstanbul izleyicisi ile buluştu.

    “SES” te, genç sopranolar; Dilruba Bilgi, Nihan İnan ve Senem Demircioğlu. Enstrümanlarda, piyanonun yanı sıra, daha önce hiç görmediğim, baykuş sesi çıkaran, Ufo, Hapi ve Waterphone gibi enstrümanlar da yer alıyordu.

    Piyanonun tuşlarına basmasıyla beraber, öne ve arkaya doğru öyle bir sallandı ki Say, onu görünce aklıma, Nazım’ın o dalgalı saçları geldi ve de Âşık Veysel’in “Kara Toprağı”

    Sopranolarıyla, enstrümanlarıyla ve kurulan ses düzeniyle, her şey tek kelimeyle kusursuzdu.

    Aynı gecede, Metin Altıok ve Behçet Aysan anısına bestelediği “SES - Opus 40” eserini de, Süreyya Operası’nda ilk defa seslendirdi, Fazıl Say. Ayrıca, Behçet Aysan’ın; “Bir Bahar Dalıyla”, Metin Altıok’un “Odasında Bir Evin” ve Aziz Nesin’in “Sivas Acısı” adlı şiirlerinin de, yer aldı programda; “Metin Altıok Şiir Ödülü” şair Tozan Alkan’a takdim edildi. “Metin Altıok Şiir Ödülü” jürisi başkanı Doğan Hızlan: “Anmalar güzeldir, ama bu anmalar iç burkar ve can yakar. Altıok ve Aysan Türk şiirinin iyi şairlerindendi. İyi şair, iyi insan, iyi aydın oldukları için anıyoruz. Sivas davasının zaman aşımına uğramasına biz de üzülüyoruz” dedi.

    Genco Erkal, Hilmi Yavuz, gazeteci Nedim Şener’in katıldığı konser, dakikalarca ayakta alkışlandı. Sanatçılar tekrar tekrar sahneye geri döndü. Dışarıya çıktığım zaman, akşamın karanlığı, çoktan Kadıköy’e çökmüştü bile. İstanbul, yeni bir geceyi ağırlamaya hazırlıyordu kendini. Bense, yazacak yeni bir şeyler bulmanın sevinciyle; “Sanatçı budur işte!” diyerek, evimin yolunu tuttum...

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    UÇKUR KOMPLEKSİ VE BATILILAŞMA

    Her şey, gündemimizde hala bir sorun olarak yer alan kahrolası Ergenekon’dan çıkışla başlamıştı. Batı tarafından çıktık ve hep güneşin battığı yöne yöneldik durduk. Güneşin doğduğu yön bizim acziyetimizdi. Onun için doğuyu hiç düşünmedik. Oysa doğu yönünden de batıya pek doğal olarak ulaşırdık. Bunu yapsaydık beklide yeni dünya Amerika kıtasını ilk keşfedenler biz olacaktık.

    Ergenekon’dan çıkıp orta asya bozkırlarında Batıyı düşleyerek gezindik. İslam, Batı hedefimize güç verdi. Din dopingiyle Anadolu kapılarını açıp ezeli hedefimiz Batıya yaklaşmaya başladık.

    Batı yönünde başarıyla ilerledikçe gösteriş büyüsüne kapıldığımız batı tarafının kadını birden bizim kompleksimiz oldu. Osmanlılar tekfurun topraklarını din dopingiyle ele geçirirken büyüsüne kapıldıkları kızlarını da en büyük ganimet olarak sahiplendiler. Bunun için Nilüfer, Bursa topraklarının önüne çıktı.

    İspanyaya ulaşan Müslüman ordunun komutanı, muhterem Fethullah Hocaefendi’nin vaazlarında din önderi olarak anlattığı Tarık bin Ziyad, müslüman askerlere bizim fenomenimiz olan tekfurun güzel kadınlarını vaat ediyordu.

    Çok güçlüydük. Bir nara atışı iki kılıç çalışımızla ezeli hedefimiz batı yönündeki kafirler korkudan titreyip etrafta kaçışıp kalıyorlardı. Belli bir noktadan öte ileri gidemedikse de batı topraklarının fenomen kadınlarını bu topraklara sahip olmanın verdiği üstünlükten daha ileri bir duyguyla sahiplenmeye çalıştık.

    Gün oldu, devran döndü, zaman geçti.. Biz üstünlük duygusunda fenomen batılı kadınları sahiplenmenin oyalayıcılıyla oyalanırken Batı, bizden farklı ve yeni bir yol bulup ilerlemiş ve aniden bizi uykumuzdan uyandırmıştı. Artık bir nara, iki kılıç sallayışla iş bitmiyordu. Küçük gördüğümüz keferenin karşısında aciz düşüyorduk. Onlar güçlendikçe fenomen haline getirdiğimiz Batılı kadınlarda adeta bizden uzaklaşıyor; uzaklaştıkça ona sahip olma arzumuz daha da kamçılanıyordu.

    Zorda olsa ezeli hedefimiz Batının artık bizden güçlü ve üstün olduğu gerçeğini kabullenmeyi kabullenmiştik. Aradaki mesafeyi kapatmak için öncelikle askeri alanda Batılılaşma babında tedbirler aldık. Ama olmuyordu. Batılı hocalar getirtip askeri okullar kurmak tek başına yetmiyordu. Batıyı tam olarak inceleyip tüm boyutlarıyla yenileşme hareketi elzemdi. Girişimler yapıldı, yenileşme dahası Batılılaşma hareketi başlatıldı. Batıdan hocalar getirmekle kalınmayıp II. Mahmut’tan itibaren yetişmeleri için Batıya öğrenciler göndermeye başladık ve hala da gönderiyoruz. Nedense bilinmez bir türlü Batılıların kuyruğunu bile yakalayamıyorduk.

    Oysa Japonlar bizden çok sonra yola çıkmalarına rağmen kısa sürede Batıyı yakalamışlardı. Aradaki farkı Batıya gönderilen öğrencilerin hal, durum ve hareketlerinden çıkarsamak bize bir ön bilgi verebilmekte. Japon öğrenciler şimdi bile Batıya gönderiliş amaçlarını hiçbir zaman unutmamış ve Batıda hedef sapmalarına uğramamışlardır. Bizim gönderdiğimiz öğrenciler maalesef tekfur kızına düşkünlük geninden kurtulamamışlardır.

    Avrupa’yı ziyaret eden ilk ve tek padişahımız Sultan Abdülaziz, Kraliçe Victorya’ya tevarüs ettiği genlerden olsa gerek adeta vurulmuştu. Bilindiği gibi Baltacı Mehmet Paşa, Rus Kraliçesi Katerina'nın cazibesiyle kazanılmış bir savaşı kaybetmişti.

    Batılılaşma yolunda başarısız olmamızın elbette bir çok sebepleri vardır. Uçkur kompleksimizin bunlar arasında en etkin sebeplerden olduğunu düşünüyorum. Uçkurumuzu yerli yerinde çözebilme iradesine hakim olmadan üç yüz yıldır pek mesafe kat edemediğimiz bu yolda daha çok oyalanacağızdır. Lale devrinden, çok iddialı üç dönemdir devam eden Ak parti iktidarına aslında onca süredir pek fazla bir mesafe almış değiliz.

    Bugün en büyük sorunlarımızdan başörtüsünün uçkur kompleksinden kaynaklandığı iddiasındayım. Sultan II. Abdülhamit, şehzadeliğinde amcasıyla ziyaret ettiği Avrupa’da Avrupalı kadın giyim ve gösterilerinden yakınlarına hayranlıkla bahsetmişti. Kara çarşafın kaldırılmasını da tedbir olarak O istemişti. Cumhuriyet döneminde yapılan yeniliklerin bazıları da görsellik önceliklidir.

    Yaklaşık üç yüzyıllık süregelen Batılılaşma sorunumuzu çözmediğimiz sürece hep bu minval üzere savrulup gideceğizdir. Laiklik temelinde toplumu birleştirmeyi, batıyı, çözümlenememiş demokrasiyi referans aldığımız sürece sorun daha karmaşıklaşacaktır. Geçmişte bizi birleştiren, bize en büyük doping olanın İslam referansı olduğunu unutmayalım.

    Çukurova yöresinin bir sözüyle son noktayı koyalım: “küçükçe ineğin küçücük buzağısı olur”.

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Nietzsche ve Hıristiyanlık III

    Nietzsche’ye göre Hıristiyanlık, ilk yetiştiği toprakları terk edip mağaralara sığındıktan sonra, bu “oksijen yetersizliği” nedeniyle, gittikçe daha fazla “mürit” toplamayı başardı ve “barbar halklar” üzerinde egemenlik kurmaya başladı. Bu “egemenlik kurma arzusu”nun temelinde ise iç gerilimi, saldırgan eylemler ve tasarımlarla boşaltma arzusu vardır. Pavlus’un elinde şekillenen ve gittikçe barbarlaştırılan Dysangelium, barbar kavimler üzerinde egemenlik kurmak için barbarca kavramlar ve değerlere duyulan ihtiyâcı ve bu gerilimi boşaltma arzusunu yansıtmaya başlamıştır.

    Örneğin, “ilklerin kurban edilmesi”, “akşam yemeğinde kan içilmesi”, vb. bu barbarlığın birer yansımasıdır. Bu ritüellerle Hıristiyanlık, “yaşamın her türlü bozuk kalıtımlıları”na hitap etmeyi başarmış ve yakın müttefikler kazanmıştır. (Deccal, 22. Aforizma) Bu barbar müttefikleri aracılığıyla da başka türlü düşünenlere karşı hunharca bir barbarlık duygusu ile nefret ve “peşine düşüp kovalama isteği” yaşama geçirilmiştir. (A.g.e. 21. Aforizma) Üstelik, İncil’de “Yargılamayın!” dense de bu barbarlar, önlerinde duran her şeyi Cehennem’e gönderirler; “Tanrı’nın yargılaması” adına kendileri yargılar, “Tanrı’yı yücelterek” aslında “üstte kalmak” için neye gereksinim duyuyorlarsa onu yüceltirler. (Ahlâkın Soy kütüğü Üzerine; Hayır ve Şer, İyi ve Kötü Üzerine)

    Dolayısıyla, Nietzsche’ye göre “İncil’i okumak için, eldiven kullanmak lâzım”dır; İncil, kötü içgüdülerle doludur. Başka her kitap, ondan daha temizdir. (Deccal, 46. Aforizma) Hıristiyanca olan, “yeryüzünün efendilerine” karşı ölümüne bir düşmanlıktır. (A.g.e. 21. Aforizma) Hıristiyanlık, onlara uygun bir erdemlilik sunmadığı gibi, onların erdemlerini de değersizleştirir. (Güç İstenci, 249. Aforizma) Bu yönüyle Hıristiyanlık ile Budizm, yakın iki akrabadır; her ikisi de “décadence dinleri”dir. Yine de Budizm, Hıristiyanlıktan daha gerçekçi bir “soru sorma mîrâsı” taşır ve spekülatif kavramlara, akılyürütmelere, vb. itibâr etmez.

    Nietzsche’ye göre Budizm, “yüzlerce yıllık bir felsefe geleneği”nden geçerek gelmiş; Veda’nın sorgulanmasıyla birlikte “kadercilik” düşüncesinden arındırılmış, “eski halk inanışları”nı ve “ibâdet ritüelleri”ni bir tarafa bırakmış ve en önemlisi, tanrı düşüncesine yer vermemiştir. Budizm, günâha veya acıya karşı savaş açmamış, ahlâk kavramının aldatıcılığına kapılmamış ve “ahlâktan arındırılmış”tır. Hâliyle Budizm, “iyinin ve kötünün ötesinde” durur. Buda, “ahlâkın sürekli acı doğurduğunu” görüp anlamış ve “insanın kurtuluşu” için bu “arınma”yı zorunlu görmüştür. Ayrıca, Tanrı’yı reddetmiş ve “insan özgürlüğü”nü savunmuştur; Tanrı olduğu sürece insan, yalnızca bir “kukla” olabilir çünkü. (A.g.e. 155 ve 160. Aforizmalar)

    Nietzsche’ye göre Budizmin temelinde, iki fizyolojik olgu vardır; duyusallığın aşırı uyarılabilirliği ve aşırı bir tinselleşme sonucu kişilik güdüsünün zarar görmesi. Bu iki fizyolojik olgu, Buda’da depresyon yaratmış ve açık havada yaşamayı, gezgin yaşamı sürdürmeyi, ölçülülüğü ve alkolden sakınmayı zorunlu kılmıştır. Bu yolla Buda, dingin kalmayı ve “ruhu neşelendiren tasarımlar” oluşturmayı başarmış ve “zararlı” tasarımlardan kurtulmak için araçlar geliştirmiştir. Fakat, sıkı perhizi önermesi “sağlıksız”dır; bu perhiz, kişide tinsel bitkinlik yaratır ve bedeni zayıflatır.

    Bununla birlikte Buda, duâ etmeyi ve münzevî bir yaşam sürdürmeyi buyurmamış, hiçbir “kesin buyruk” koymamış ve duyusallığın uyarılabilirliğini güçlendirmiştir. Budizmde, “başka türlü düşünenlere karşı savaş” da öğütlenmemiş; kin, nefret, çekemezlik, vb. duygulara yer tanınmamış, acıyı saygıdeğer kılmaya ve ona katlanmaya çalışılmamış, hiçbir şey gizlenmemiş, hiçbir vaad sunulmamış, kişiler hiçbir “öte umut”la aldatılmamıştır. Bu nedenlerle Budizm, Hıristiyanlığa oranla çok daha değerlidir. Ancak, Budizmde “benlik” yoktur ve insan dünyâsı da “sonsuz bir işleyiş” olarak düşünüldüğü için Kendi’ye olanak tanınmaz ki, bunlar da Budizmi nihilistik bir değer hâline getirir. (Deccal, 20-23. Aforizmalar)

    İmdi, tüm bu eleştirileri Nietzsche’yi, “Hıristiyanlığı lânetleyen ve mahkûm eden bir iddiânâme” hazırlamaya sürükler ve Luther’e öykünerek bunu, “bütün duvarlara asmak” ister. Nietzsche’nin “iddiâ”sı şudur ki Hıristiyanlık, insanlığın en büyük utanç lekesidir ve “ortadan kaldırılması” gerekir. Nietzsche’ye göre bir kişi hem “filolog”, hem de “hekim” olup “Deccal” olmadan edemez. Kendisi de bir “filolog” olarak Kutsal Kitap’ın ardına bakar ve buradaki metinlerin arkasını kurcalar; “hekim” olarak da “tipik Hıristiyan fizyolojisinin çarpıklığı”nı inceler ve şu sonuca ulaşır: Hıristiyanlık, iflah olmaz bir düzenbazlıktır. (A.g.e. 47. Aforizma) Böylelikle Nietzsche, bu noktadan sonra yapılması gerekenleri şu şekilde sıralar.

    Madde 1: Doğaya her türden aykırılık günâhtır. En günâhkâr insan ise râhiptir. O, doğaya aykırılığı öğretir. Râhibe gösterilecek olan nedenler değil, tımarhânedir.

    Madde 2: Herhangi bir tanrıya tapınma âyinine katılmak, kamu ahlâkına tecâvüzdür. Protestanlara, Katoliklere davranıldığından daha katı; Liberal Protestanlara da dîni-bütünlerinden daha katı davranılmalıdır. Hıristiyan olmaktaki suçluluk derecesi, bilime yakınlık derecesine göre artar. Dolayısıyla, suçlunun suçlusu filozoftur.

    Madde 3: Hıristiyanlığın yılan yumurtalarını kuluçkaya yatırdığı lânetlenesi yerler, yerle bir edilmeli ve yeryüzünün rezâletli yerleri olarak geleceğin korkulu ibret vesîleleri olsunlar diye korunmalıdır. Buralarda, zehirli yılanlar yetiştirilmelidir.

    Madde 4: Saffet vaaz etmek, doğaya aykırı olmaya kamusal bir kışkırtmadır. Cinsel yaşamın her horlanması; kirlilik kavramıyla her kirletilmesi, yaşamın kutsal ruhuna karşı işlenmiş sâhici günâhtır.

    Madde 5: Bir râhiple birlikte aynı masada yemek yemek çıkarttırır. Bununla kişi, kendisini doğru dürüst insanlar topluluğundan aforoz etmiş olur. Râhip, bizim çöpümüzdür. Onu, kânun kaçağı ilân etmeli, açlığa mahkûm etmeli ve bir tür çöle sürmeliyiz.

    Madde 6: “Kutsal târih”, “lânetli târih” olarak görülmeli ve tanrı, mesih, kurtarıcı, aziz kelimeleri, küfür olarak; cânîlere takılan adlar olarak kullanılmalıdır.

    Madde 7: Gerisi kendiliğinden gelir. (Deccal, İddiânâme)

    Burada dikkat çeken bir konu, Nietzsche’nin râhiplere yönelik bu “öfke”sidir. Peki, Nietzsche’yi bu kadar “sert” bir söylem geliştirmeye iten neden gerçekte nedir? Nietzsche acabâ, tüm râhiplerin “kılıçtan geçirilmeleri”ni, “kurşuna dizilmeleri”ni mi istemektedir, yoksa burada ironik olarak “insan sevgisi”nden bahsetmek ve “kendini alt etme” konusunda başka bir şey mi söylemek; Kendi’nin açığa çıkması/çıkartılması için “radikal” bir söylem mi dile getirmek istemektedir? Bizce, bu soruların cevâbını aramak için, Nietzsche’nin râhipler hakkındaki değerlendirmelerine bakmak gerekir.

    Nietzsche’ye göre râhipler, “en asalak insan türü”dür; kendileri çok güçsüzdür ve bu güçsüzlükleri onlarda, dehşetli ve korkutucu bir nefret uyandırır. Dünyâ târihinin görüp görebileceği en güçsüz insanlar oldukları için, en kindar ve en korkunç varlıklar da onlardır. Büyük bir intikam güdüsü ve hınç duygusuyla insanları “uyuşuk”, “aşırı arınmış”, “hipnotize olmuş”, “hiçliğe arzu duyan” hâle sokarlar ve insan varlığını “şeytanlaştırırlar”. (Ahlâkın Soy kütüğü Üzerine; Hayır ve Şer, İyi ve Kötü Üzerine) Râhibin bütün çabası, insanı mutsuz etmektir; insan, mutsuz olmalıdır ki, hep daha büyük acılar çeksin ve râhibe daha fazla bağlansın. (Deccal, 49. Aforizma)

    Nietzsche’ye göre râhipler, “insanüstü olanın tiyatro oyuncuları”dır. Bu oyunculukla “vicdan rahatlığı”nı ele geçirmek isterler. Aslında, “egemen olmak” isterler ve olurlar da. Ellerinde iktidârı bulunduranlar üzerinde bile “dokunulmazlık”ları vardır. Kimse onlara saldıramaz ve kimse onları küçümseyemez. (Güç İstenci, 138 ve 139. Aforizmalar) Bu nedenle Nietzsche, “bizi döndürmek istedikleri ‘acıma dîni’; bugün bir peçe olarak, tam da bu dîne gerek duyan histerik erkekçikleri, kadıncıkları iyi tanıyoruz. Biz, yardımsever değiliz, ‘insanlık sevgisi’nden söz etmeye hiçbir zaman dilimiz varmıyor. Bizim türümüz, hiçbir zaman bu kadar oyuncu değildir.” der. (Şen Bilim, 377. Aforizma)

    İmdi, Nietzsche’ye göre râhipler, söyledikleri sözlerde yalnızca yanılıyor değil, aynı zamanda yalan da söylüyorlardır; “ruhun ölümsüzlüğü”, “ruhun kurtuluşu”, “ötedünyâ”, vb. râhiplerin egemen olmasını sağlayan “işkence âletleri”dir. (Deccal, 38. Aforizma) Râhiplerin merhametinden, hoşgörüsünden ve alçakgönüllülüğünden daha kötü bir şey yoktur. Râhipler esirdirler, damgalıdırlar; “kurtarıcı”ları onları, sahte değerler ve aldatıcı sözler zincirine vurmuştur. “Kurtarıcı”ları, en kötü canavara dönüşmüştür ve aslında, râhipleri bu “kurtarıcı”ların elinden kurtarmak gerekir; onlar için asıl kurtuluş da budur. (Böyle Buyurdu Zerdüşt, Râhipler Üzerine)

    Dahası Nietzsche, yalnızca râhipleri “kurtarmak istemek”le kalmaz; ironik olarak şöyle de söyler: “‘Tanrı’ kavramı, buraya değin nesnel vâroluşa karşı en büyük bir karşıtlıktır. Biz, Tanrı’ya karşı sorumluluğu da inkâr ediyoruz. Bununla ilk kez, dünyâyı kurtarıyoruz.” (Putların Alacakaranlığı; Dört Büyük Yanılgı, VIII.) Hâliyle Nietzsche, aslında râhiplerin “kılıçtan geçirilmeleri”ni, “kurşuna dizilmeleri”ni istemiyor; onların da “kurtuluş”unu istiyordur ve genel bir “insan sevgisi”nden onlara da pay veriyordur. Ama bu “sevgi”, alışılagelmişin dışında bir sevgidir; Zerdüşt’un “insan sevgisi”dir bu. Kezâ, Zerdüşt’un “insan sevgisi”nin anlamı, “insan”a karşı sonsuz bir “merhametsizlik” ve onda, “batma irâdesi”ni açığa çıkartmaktır.

    Ne var ki, bu irâdenin ortaya konması, oldukça uzun bir zaman alacaktır; “yüce duygular”dan arınmak, tüm “arınma”ların içinde en zor olanıdır. (Tan Kızıllığı, 33. Aforizma) Nietzsche, râhipleri (de) “seviyordur” aslında ve ironik olarak bakıldığında, “râhiplerin çöle sürülmesi”nin anlamı şudur. İsa, öğretisini, çölde kırk gün kırk gece aç susuz geçirdiği uzun ve yorucu sınavla oluşturmuştur. Aynı şekilde, “ruhun üç değişimi”nde deve de ıssız çölde aslanlaşarak kendi özgürlüğüne kavuşacaktır ve Nietzsche, burada da aynı çöl imgesini kullanmıştır. “Râhipleri ‘kurtarıcı’ların elinden kurtarmak gerekir.” sözüyle birlikte düşündüğümüzde, buradan “şiddet çağrısı” çıkmamaktadır.

    Üstelik Nietzsche, henüz sağlığı yerindeyken, bu konuyu kendisi de bu şekilde açıklama gereği duymuş ve kendisine yöneltilen birtakım suçlamalar karşısında şunları söylemiştir: “Adımı bir şeye veya bir kişiye bağlamakla, onu saydığımı ve seçip üstün tuttuğumu göstermiş olurum. Yanında ya da karşısında, bu bakımdan benim için fark etmez. Hıristiyanlıkla savaşıyorsam bu, tam benim işimdir; çünkü, o yönden hiçbir yıkımla ve hiçbir engelle karşılaşmadım. En koyu Hıristiyanlar, benden hiç esirgememişlerdir sevgilerini. Hıristiyanlığın amansız düşmanı olan ben, binlerce yıllık alın yazısı yüzünden tek tek kişilere hınç beslemekten uzağım.” (Ecce Homo; Neden Böyle Bilgeyim, VII.)

    Diğer taraftan, Nietzsche’nin bu “eylem programı”nda dikkat çeken bir diğer nokta da cinsellikle ilgili olanıdır. Nitekim, 4. Madde’de geçen “saffet vaazı” ve “cinsel yaşamın horlanması” söylemi, Nietzsche’nin “libertinaj”ına daha yakından bakmayı gerektirmektedir. Kelime anlamı itibâriyle ele alındığında libertinaj, bedenin özgürleşmesi ve cinsel serbestliğin kazanılmasıdır. Hıristiyanlık ise libertinajı yasaklamış ve beden üzerinde, özellikle de kadın bedeni üzerinde, büyük bir tahakküm kurmuştur. Hıristiyanlık, cinselliği baskı altına alarak; “cinsel perhiz”le bastırdığı doğal içgüdüleri, inanç alanına yansıtmayı başarmıştır.

    Nietzsche’ye göre bu yolla Hıristiyanlık, “dinsel içgüdü”nün şiddetini ve içtenliğini arttırmış; ibâdeti, dînî ritüelleri daha “sıcak”, daha kendinden geçici ve daha uhrevî hâle getirmiştir. Bu amaç doğrultusunda, “kadının tutkuları” için “yakışıklı azizler”i; “erkeğin tutkuları” için de “bâkire Meryem”i ön plâna çıkartmıştır. Hıristiyanlıktaki “sevgi” düşüncesinin temelinde de bu yansıtmalar vardır ve bu yolla acı, “tatlılaştırılmış” ve “ferahlatıcı bir hâle” getirilir. “Sevgi hâli”ndeyken kişi, başka zamanlarda yapabileceğinden daha fazlasını yapar ve “sevgiye dayalı bir din” olan Hıristiyanlığın tüm barbarlıklarına karşın inananlarının eksilmemesinin nedeni, aynı zamanda da bu tür yansıtmalarla ilgilidir. (Deccal, 23. Aforizma)

    Böylelikle, Nietzsche’ye göre Hıristiyanlıkta, “inanç perdesi”yle birlikte her türlü barbarlık gizlenmiştir; “Hıristiyan kurnazlığı”dır bu ve bu perdeyi libertinajla aralamak mümkündür. Dahası bu, yalnızca Hıristiyanlıkta da yoktur; Nietzsche’ye göre “şimdiye dek nerede dinsel nevroz görülse orada, birbirine bağlı üç tehlikeli perhiz düzenlemesi buluruz; inzivâ, oruç ve cinsel perhiz.” (İyinin ve Kötünün Ötesinde, 47. Aforizma) Bu nedenle konu, aslında Hıristiyanlıkla ilgili olmanın da ötesinde, din olgusunun kendisiyle ilgili bir konudur ve bu olgunun eleştirisinde önemli bir izlek oluşturmaktadır. Nietzsche, bu konuda bir başka açıklamayı ise şu şekilde yapmaktadır.

    “Tutkular, kötü ve tehlikeli olarak görülürse, kötü ve tehlikeli olurlar. Bu yüzden Hıristiyanlık, her türlü cinsel duygunun inananların vicdanlarında neden olduğu azâbı kullanarak, Eros ve Afrodit’ten şeytanî yaratıklar ve hayâletler yaratmayı başarmıştır. Gerekli ve olağan duyguları insan özünün âdîliğine bağlayıp bu yolla iç sefâleti her insanda gerekli ve olağan yapmayı istemek, ürkütücü bir şeydir. (...) Eros, düşman olarak görülebilir mi ki! Merhamet ve tapma duyguları gibi cinsel duyguların ortak noktası, insanın zevk alırken bir başka insana iyilik yapıyor olmasıdır. (...) Sonunda, Eros’un şeytanlaştırılması, bir komedi hâlini almıştır.” (Tan Kızıllığı, 76. Aforizma)

    KAYNAKÇA

    DELEUZE, Gilles, (2002). Nietzsche and Philosophy, London / New York: Continuum.
    DELEUZE, Gilles, (2005). Nietzsche, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
    KAUFMANN, Walter, (1974). Nietzsche, Philosopher, Psychologist, and Antichrist, New Jersey: Princeton University Press.
    KLOSSOWSKI, Pierre, (1999). Nietzsche ve Kısırdöngü, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
    MENGILL, Allan F., (1998). Aşırılığın Peygamberleri, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (1990). Ahlâkın Soy kütüğü Üzerine, Ankara: Nil Yayıncılık.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (1992). Târih Üzerine, İstanbul: Kibele Yayınevi.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (1993). Ecce Homo, Ankara: Seren Yayıncılık.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (1998). Zerdüşt Böyle Diyordu, İstanbul: Varlık Yayınları.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (1999). Gelecekteki Felsefe, Ankara: Yönelim Yayıncılık.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (2001). Deccal, İstanbul: Hil Yayınları.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (2002). Gezgin ile Gölgesi, İstanbul: Broy Yayınevi.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (2002). Güç İstenci, İstanbul: Birey Yayıncılık.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (2003). Şen Bilim, Bursa: Âsâ Kitapevi.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (2005). Tan Kızıllığı, İstanbul: Say Yayınları.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (2005). Tragedyanın Doğuşu, İstanbul: Gün Yayıncılık.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (2007). İyinin ve Kötünün Ötesinde, İstanbul: Say Yayınları.
    NIETZSCHE, Friedrich W., (2009). Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, İstanbul: Say Yayınları.


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Aşk Hukukunda Ağır Bir Sabıkaydı Adın

    iki kişiyiz seninle.
    biz olamayacak kadar iki ayrı kişi
    ne acı.
    ben cihangir yokuşunda boynu bükük kaldırım taşı
    sen, falanca ülkede bir erguvan ağacı.
    bir tarafta 'gideceksen büyük gideceksin'diyen şair
    bir tarafta ellerin.
    ah,içimin kalabalığında bakışlarını aradığım adam,
    yokluğunun kaçıncı mevsimi bu bilmiyorum.
    bir baharın son sabahında vakitli bir günaydın olamayacaksam sana,
    uyuyup uyanmanın bir anlamı var mı onu da bilmiyorum.
    beklemeyi öğrenirken saymayı unutuyorum,
    sensizliğim öyle büyük ki ne bir cümle taşır artık onu ne de yüreğim.
    ah, benim üçüncü şahsım;
    muhakkak ki seni sevmek yasa dışı bir eylem yoksa niye bu mahçupluk
    niye içimde azarlanmaktan korkan bu çocuk.
    yine de ellerin diyorum işte.
    ellerin, apansız bir gece vakti benim olsa,
    dudaklarıma ıssız bir merhaba konsa.
    bedenim göz yaşı kaybediyor ben ellerin diyorum inatla.
    yere düşüyor, kırılıyor ağlamaklı sesim.
    biz,aynı geceye böylesi uzakken;
    eğreti bir yama gibi duruyor göğün koynunda dolunay.
    yokluğunda,akrep yelkovanı boğazlıyor
    hangi yalnızlığı örtsem üzerime,yüreğimin en aşk yeri açıkta kalıyor.
    ah şubatta soğuğum ağustosta soluksuzluğum,
    bir şiir yaz bana bu gece,
    sevgilim diye başla ve bitir.
    gidişin gibi aniden bitsin bu şiir.

    Arzu MEMİŞ

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    http://www.yemezler.org Esas tehlike şimdi geliyor. GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunabilmekte. Tehlike çok büyük, bu tehlikeye dur diyecek zaman ise çok az! Eğer GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok ama çok geç kalmış olacağız. Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için sen de şimdi imza kampanyamıza katıl, GDO’lara dur de! Bilgi sahibi olun.

    Bir fikri, öğüdü daha çok mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri söylenegelmiş özlü sözlere atasözü denir. Peki nedir bu sözlerin anlamları? http://www.atasozlerianlamlari.com/ web sayfası bu amaçla hazırlanmış ve kaynak niteliğinde kullanılabilecek bir site.

    5n1k ne anlama geliyor? Ne, neden, niçin, nerede, ne zaman, nasıl ve kim? Biz şimdilik http://www.nedir.net/ kısmıyla ilgilenen ve konuya kenarından giriş yapan bir web sayfası tavsiye ediyoruz. Geriye kalanlar daha sonra artık. Cüneyt Özdemir’e saygılarımızla http://tv.cnnturk.com/5n1k

    http://www.tema.org.tr/ “TEMA Vakfı, ülkemizin en değerli hazinelerinden birinin toprak olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, orman, çayır, mera ve tarım alanlarının, su ve bitki gen kaynaklarının, doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi konusunda, belli bir devlet politikasının gerekli ve zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak ancak teknik yönden yeterli bir kadro, teşkilat ve mali imkanlarla mümkündür.” Tema’lı olmak farkında olmaktır,toprağımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Hold Me Now - Johnny Logan









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120608.asp
    ISSN: 1303-8923
    8 Haziran 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com