Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.929

 20 Temmuz 2012 - Fincanın İçindekiler


  • GİDE GİDE DEMİRCİ-CİDE-1 ... Seyfullah Çalışkan
  • Yüreğin Kanatları – 3 ... Nevriye Hamitoğlu
  • CEVAP’Lara Ters Düşen SORU’Lar ... Ahmet Şeşen
  • İrlanda’nın "Bizim Che"si!... ... Cüneyt Göksu
  • ANAAAA MUHALEFET BÖYLEYSE, BABO MUHALEFET KİMBİLÜR NASILDIR? ... Abuzittin Tırlak
  • Cemal Süreya ... Neslihan Minel
  • Ruhun Kelepçesi ... Betül Bulunmaz
  • Kant Etiğine Giriş I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Hastaydık, olduk müşteri!..


    Anketlerde AKP oyu 4 puan düşmüş diye sevineyim mi üzüleyim mi karar veremedim. Zira o dört puanın karşısında ne yazıyor bilemiyorum. Hakikaten işin çığrından çıktığını sonunda gören aklıselimler mi, bunlar da haram yiyiciymiş diyen gerçek dindarlar mı, Ramazan öncesi gelecek paketin büyümesini isteyen açıkgözler mi yoksa yattığı gaflet uykusundan uyanan "yetmez ama evetçiler" mi? Hakikaten bilemedim. Aslında ben nabzı sanal alemde yoklamayı seviyorum. Gazete haberlerine yapılan yorumları okuyorum örneğin. Sinmişlerle şımarmışların hesap gördüğü, cahillikle, kulluğun kesiştiği yerler oraları. Orada olan bitenin hiç önemi yok. Edilen biat yeminine sadık kalmanın ispat edildiği kaçak güreş yerleri oralar. Çak bi beşlik, ses gelsin yeter. Aynı adamlar, hem CHP Kurultay haberinin altında hem de Tayyip Bey-Putin görüşmesinde. İlkinde "CHP'den bi b.k olmaz" küfürleri, ikincisinde methiyeler. Ha diyeceksiniz ki, bunlar kaç kişi? Bilemem, ama oraları mesken tutanlar gençler. Yani geleceğin sahipleri. Ciddiye almak gerek. Bunca kepazeliğe rağmen hala alkış tutanların sesi daha fazla çıkıyorsa, takkeyi öne koyup düşünme vaktidir vatandaşlar.

    Kurultayda Kılıçdaroğlu aydınların suskunluğuna değinerek, "Göğsünde yürek taşımıyorsa ben ona aydın demem. Hapse girmekten korkuyorsan önce kalemini bırakacaksın." dedi. Doğru ve yerinde bir saptama ama eksik. Benim zaman zaman tatlısu aydını dediğim "yetmez ama evet" diye padişahın eteğine tutunanlar, hiç te öyle yüreksizlik etmediler. Aksine tüm uzuvlarıyla iktidarın rüzgarına kapıldılar. Kendilerini uyaranları suçladılar yıllarca. Aydınlığı muhalefette değil, iktidarda buldular. Özetle, yüreksizlik değil, hainlik ettiler bu memlekete. Hala da ediyorlar. Ama içlerinden bazıları yavaş yavaş uyanıyor. Üsküdar'da sabah olmadan yetişebilecekler mi bekleyip gereceğiz Allah'ın izniyle. Bir de vicdanı sızlayan dönekler var, onlara hiç girmeyelim çıkamayız içlerinden.

    Ramazan geldi hoş geldi. Hayırlara vesile olur inşallah. Ama koluna sömürüyü de takıp öyle geldi. Diyanet, gösterişi yasaklayan fetva verdi, ilk günaha AKP girdi. Belediye çadırlarından öte, hazırladıkları TIR'lar gösterişin ağababası. İşte kaybedilen 4 puanın geri dönme umudu. Bugün gazetelerde resimlerini görürsünüz. Hepsi birer Migros 5M sanki. (Reklam yaptım, bedeli bilahare tahsil ederim abilerden. )

    Bir rivayete göre "Tam Gün Yasası" diye söylenen sağlık reformu yasasının bazı maddeleri 6 ay içinde yeniden düzenlenmek üzere iptal edilmiş. Aramızda romantizme kapılıp "Oh herşey yoluna girecek" diyenler çıkabilir, aman dikkatli olun, yok öyle birşey. Bir virgülü sağa kaydıracaklar iş bitecek, boşuna umutlanmayın. Bu yasayla getirilmek istenen IMF kaynaklı projenin, sağlıkta dönüşümü nasıl becerdiğini pek güzel anlatan bir link aldım dün. Sağlıkta nasıl dönüştürüldüğümüzün, aklı erenlere, beyni henüz yıkanmamışlara en yalın anlatımı. Uzun diye homurdanmadan, sonuna kadar izleyin lütfen...
    http://www.urolojikcerrahidernegi.org/ContentVideo.aspx?p=2037

    Ramazanınız hayırlı olsun, kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      GİDE GİDE DEMİRCİ-CİDE-1

    Ercem bürcem cavır asarın yolları diye bir türkü vardır. Şimdilerde “pek yokuşmuş cavır asarın yolları” diye söylenir. Bu denizli türküsü yakıldığı zaman Karadeniz’e uzanan sahil yolarından kimsenin haberi olmadığına kalıbımı basarım. Eğer Bolu’dan Mengen, Devrek, Kurucaşile yolunu izleyerek Cide’ye gideniniz varsa ne dediğimi daha da iyi bilir. Devrek’ten sonra araba değirmen çarkı gibi döner ha döner. Kırk yıllık usta şoförlerin bile iflahı kesilir. Cide’ye indiklerinde yolculuktan kör kütük sarhoşturlar.

    Orman sözcüğünün gerçek anlamını hissetmek için insanlar Karadeniz’i görmeliler. Ormanlar ve ağaçlar bütün coğrafyayı teslim alır. Sadece arada sırada küçük dereler görürsünüz. Eğer geceye kaldıysanız bütün yıldızları ağaçların dallarına asılmış gibi göreceksiniz. Tırmanabilseniz yüksek köknarların dallarından ayın tepesine geçiveririm sanırsınız. Onlarca köy tabelasını geçip gidersiniz. Gözleriniz görmeye alıştığınız sokaklar, mahalleler görmeyi umar. Ama böyle bir manzara bulamazsınız. Orman bütün evleri yutmuştur. “Zaten burada köyün ne işi var. İnsanlar burada neden yaşasınlar,” diye düşünmeden edemezsiniz. Cide, Bartın, Kurucaşile yolunun tek bir gerçekliği vardır. Denizi görmeden gideceğiniz yere varmış sayılmazsınız.

    Bizi oraya silah zoruyla götürmediler. Kendimiz gittik, kendimiz ettik, kendimiz bulduk. Birkaç yıldan beri Demirci Eğitim (Dokuz Eylül Üniversitesi, Demirci Eğitim Yüksek Okulu) 1982 mezunları arkadaşlarımızın gönüllü organizasyonlarında buluşuyoruz. Okuldan çil yavrusu gibi dağıldıktan herkes birbirini kaybetmişti. İnternet denilen icat sayesinde yıllar sonra birbirimize ulaşmaya başladık. İlk toplaşma İstanbul’da yirmi yedi yıllık bir ayrılığın sonrasında gerçekleşebildi. Gülderen arkadaşımızı daha ellisine bile ulaşmadan beyin tümöründen kaybettik. Her ölüm erkendir ama onunki gerçekten çok erken oldu. Cıvıl cıvıl yaşam sevinciyle dolup taşan, bitmez tükenmez enerjisiyle onun belki de hepimizden uzun yaşayacağını sanırdık. Gidişinden habersiz olmak, onu yaşamının son günlerinde bir başına bırakmış olmak hepimize çok ağır geldi. Şimdi belki de bu olayın hüznü ve suçluluğuyla her yıl birbirimizle buluşuyoruz. Ve sürekli iletişim halinde kalmaya özen gösteriyoruz.

    Demirci Eğitim’in 1982 yılı mezunları dediğimize bakmayın. İçimizde o tarihte okulu bitiren neredeyse yok gibi. Hepimiz 1983 veya daha sonraki tarihlerde mezun olduk. Bir araya gelince ne yaptığımızı hala anlamış değilim. Buluşma kısmı tamam da kutlama kısmı biraz eksik kalıyor. Tam otuz yıl önceki yaralarımızı yalıyoruz. Artık savsınlar, iyi olsunlar. Otuz yıl geride kaldığı hala içimizde kocaman çukurlar var. Kocaman duygusal ve psikolojik travmalar. Her buluşmamızda konuşuyoruz ama hala bitiremedik. İşte bu yüzden bizimki bir toplaşma değil, yıllık grup terapisi. Şimdi ellili yaşlardaki o gençler 1980 yılının yaz sonunda merkezi yerleştirmeyle Sinop Eğitim Enstitüsünü kazanmışlardı. Ötekileri bilmem. Ege’den kalkıp Sinop’a gittiğimde okulun demir kapısı kapalı, elinde tüfekle nöbet bekleyen bir askerle karşılaştım. Okul kapalıymış, gidip valiliğe soracakmışım. Gittim sordum Demirci Eğitime kayıt yaptıracaksınız dediler. Ben Manisalı olduğum için Demircinin Manisa ile hiç alakası olmayan Kütahya ve Balıkesir sınırlarında orta Anadolu’da bir yerde olduğunu biliyordum. Arkadaşlarımın hepsi okulu Manisa merkezinde sanıp gelmişler. Onların ilk sorunları gidilen yerlerde bir türlü bulamadıkları okulları oldu. Otobüsler o tarihte toz toprak içindeki yolu tam beş saatte alabiliyorlardı. Akşamın alaca karınlığımda bütün tepeleri, dağları tırmanan yorgun otobüsler sizi bambaşka bir gezegene, bambaşka bir dünyaya bırakıveriyorlardı.

    Demirci bu uzak illerden gelen gençleri daha baştan istemedi. Sağlık kurulu raporlarında “öğretmen olabilir” ibaresi bulunmadığı için bütün öğrenciler kayıtları yapılmadan geri gönderildi. Doktorlar bu gerekçeyi hiç anlamadılar. Çok saçma buldular ama emir demiri keserdi. Mantıklı olması değil, okul yönetiminin keyfine uygun olması gerekiyordu. Ben söyleyenlerin yalancısıyım. Okula kayıt hakkı kazananlar çekip gitsinler Demirci’li gençler okula ön kayıtla alınsın hesapları varmış dediler. Ama o yıl Kenan Paşa ön kayıt ile öğrenci alımına izin vermedi. Kenan Paşa iki şeyi istemiyordu. Solcu olmayacaksınız ve her söylenene itaat edeceksiniz. Ama ülkücü ve İslamcı olmak sorun değildi. Bütün ülke generallerin çizmesi altında inlerken Demirci eski hamam eski tas yaşayıp gidiyordu. Sinop’u kazanıp gelen çocuklara önceleri ev vermediler. Bütün öğrencilikleri boyunca da onlara sanki uzaydan gelmişler gibi bakmaya devam ettiler.

    ******

    Cide uzun ve dolambaçlı bir yolculuğun sonunda kalın kabuğu içinde gizlenmiş bir inci tanesi ışıltısıyla sizi bekliyor. Her iki tarafı yeşil tepelerle çevrilmiş ilçe aşağıda deniz seviyesinden birkaç metre yükseklikte düz bir arazi üzerinden denize doğru uzanıyor. Cide’nin iki ünlü etiketi var. Ünlü Yazar Rıfat Ilgaz ve Sarı Yazma… Sarı yazma bildiğimiz tokat yazmalarına benziyor. Eskiden ağaç baskı olarak yapılırmış, Şimdi artık o da film baskı olmuş. Küre Milli Parkı içinde yer alan kanyonları, şaleleri görelim diye ilçeden otuz kilometre uzakta, orman içersinde bir mahalleye ulaştığımızda “ben burada yetmiş yıllık gelinim,” diyen yaşı doksan civarında bir teyzemin başında sarı yazması vardı. Şişe dibi gözlükleriyle son derece dinç ve şıktı. Yazmanın sarısının farklı bir tonu, sarısının kendine ve ilçeye has bir gülümsemesi var. İki ırmak arasında uzanan ilçenin kilometrelerce uzunluğunda sahili var. Seç, beğen istediğin yerde denize gir. Yazın tatilcilerle hayli hareketli ve kalabalık hale gelen ilçenin sürekli nüfusu yedi binin biraz üzerinde. Sonbaharda sokaklar tenhalaşınca ve ormanlar yeşilden sarıya, sarıdan turuncuya dönmeye başladığında buralar tadından yenmez. Türkülerinin ritmi, oyunlarının hareketliliği Doğu Karadeniz’den hiç geri kalmaz. Yöreye özgü kıyafetler tam bir renk cümbüşüdür. Oyunlarında kırık bir ayak atma şekli vardır. Onları görünce Denizli yöresinin aksak sıçramalı oyunlarını hatırladım.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Yüreğin Kanatları – 3

    Gökyüzü bulutluydu o gün. Havadaki yağmur kokusu, rüzgarın getirdiği deniz kokusuyla birleşiyordu. Serin bir esintiye karşı Can’ın yüreğindeki ateş daha da alevlenmişti, çünkü duygularını nihayet söyleyebilmişti. Ders sonunda dershane önündeki kavak ağacının altında durdu. Aşkının kapıdan çıkmasını bekledi. Ona söylemeliydi sıraya yazdığı iki kelimenin nedenini, küçük bir açıklama yapmalıydı. Ama söze nasıl başlayacaktı? Sevgisini anlatma fikri, heyecanlanmasına neden olduğu anda ay yüzlü, arkadaşları ile kapıdan çıktı. Can, tam karşısındaydı ama onu görmemişti işte, etrafına bile bakmamıştı, tatlı gülümseyişi ile sohbet ediyordu. Can, sessizce onların uzaklaşmasını bekledi, sonra da yavaş adımlarla arkalarından yürüdü. Ay yüzlünün yalnız kalması için dua ederken ay yüzlü arkadaşları ile vedalaşıp farklı bir yola yöneldi. Can adımlarını hızlandırdı ve ay yüzlüye yetişerek arkasında yürüdü. Ona çok yakındı, öyle ki saçlarının ve teninin kokusunu hissedebiliyordu. Konuşmak için beklediği an gelmişti. Cesaretini topladı: “Merhaba” dedi.
    Ay yüzlü, yakınındaki selama şaşırdı ama Can’ı görünce gülümsedi: “Merhaba” dedi. Sesinin yumuşak tonu Can’ın cesaretine güç katmıştı:
    “Ben bugün için özür dilerim” dedi Can. “Sıraya yazdıklarımı sana daha önce söylemek istemiştim ama cesaret edemedim.” Ay yüzlü iki elini yana açarak:
    “Aslında sana kızdım, çünkü yaptığın sınıfın öğrenmesine neden oldu. Ayrıca buraya üniversite için geldik. Başka şeyler düşünmemeliyiz” dedi.
    “Aşka engel olamazsın ki? dedi Can, söylediklerine kendisi de inanamıyordu.
    “Ama vazgeçmelisin, bu imkansız!” dedi ay yüzlü. “Neden olmasın? Benim için hiç engel yok, ama senin kalbinde başka biri varsa bana söyle.” Can bunu söylerken alacağı cevaptan korkarak bekledi.
    Terlemişti. Ay yüzlü, etrafa baktı: “Olabilir! dedi. “Ama benim şu an tek düşündüğüm üniversite. Bunun için lütfen konuyu kapatalım ve bir daha sırama asla bir şey yazma. Şimdi gitmem gerek, hoşça kal!” dedi ve arkasını dönerek yürüdü.
    Can fısıltılı bir “güle güle” dedikten sonra terleyen avuçlarına baktı, işte yine olmuştu. Küçüklüğünden beri ne zaman heyecanlansa avuçları terlerdi. Kalbi ise hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Yüreğindeki çırpınışlarla uçabilirdi. Aşkı ile konuşabilmeyi başardığı için mutluydu ve bir o kadar şaşkındı. Bir şey fark etti ki aşkından bedenini saran ateşten eser yoktu. İçinde tatlı bir serinlik, gizli duygularının açığa çıkmasından duyduğu ferahlık, sıkıntıdan kurtulmuşluk vardı. Birden yağmur damlaları düşmeye başladı. İşte sabahtan beri hissetmek istediği yağmur yağmaya başlamıştı. Can yağmuru kendisine yakın hissetti çünkü yağmur gibi yüreğindeki duygular yeryüzüne çıkmıştı. Otobüs durağına giderken ıslandı. Aldırış etmedi. Yüzünde gülümseme vardı. Bundan sonra ne olacağını düşündü? Ay yüzlü ne kadar “olmaz” dese de aşkıyla biraz zaman geçirmek için savaşacaktı. Belki beş dakika, belki sahilde geçirilecek yarım saat, belki bir çay içmek, yemek ısmarlamak veya sinemaya bile gidebilirlerdi. Bunları düşünmek ise mutluluk vericiydi.

    Eve gittiğinde kapıyı açan annesine sarıldı. Uzun zamandır annesiyle sohbet etmediğini biliyordu. Birlikte yemek yediler ve annesi ona mutluluğunun sebebini sorduğunda hiç düşünmeden cevap verdi: “Anne ben aşığım!” Bunları söylerken gözleri parlıyordu. Annesi biraz kaygıyla:
    “Biliyorsun ki sınava iyi çalışman lazım, derslerine engel olmaması gerek.”
    “Hayır, engel olmaz anne! Söz veriyorum çok çalışacağım, sizin ve onun için.
    “Oğlum, ilk başta kendin için çalışmalısın. Şimdi söyle bakalım neymiş bu şanslı kızın adı?” annesi oğlunun neşeli hareketlerinden mutlu olmuştu.
    “Ay yüzlü” dedi Can ve annesini öperek mutfaktan çıktı. Annesinin ona daha fazla soru sormasından korkmuştu belki de; çünkü aşkı belirsizliklerin içindeydi ve karşılıksızdı. Odasına gittiğinde ay yüzlüye söylemek istediklerini ajandasına yazdı. Sayfaları karıştırdı, ne çok yazdığını bir defa daha fark etti: “Belki de bana inanması ve bana şans vermesi için bu defteri ona vermeliyim? “diye düşündü.

    Can uzun zaman sonra ilk defa derslerine odaklanabiliyordu. Masasında beklettiği testlerini çözdü, yakalayamadığı derslerini okuyarak çalıştı. Aşkıyla yaşadığı ilk adımlar ona ilham vermişti, cesaretini toplamasına neden olmuş ve umutsuzluklarının içinden kurtarmıştı. Hava almak için balkona çıktı. Yağmur kesilmişti, ay yoktu, yıldız yoktu, sadece gri bulutlar vardı gökyüzünde. Ellerini uzattı ve rüzgarı bekledi yine. Ama rüzgar da yoktu o gece. Derin bir nefes aldı. Havada sabah hissettiği toprak ve deniz kokusu vardı. Bir de ay yüzlünün ipek saçlarının kokusu… Can, başını döndüren aşkı ile delicesine mutluydu. Kısacık bir aşk şarkısı fısıldadı, karanlık gökyüzüne bakarak. Yarın daha da güzel bir gün olacaktı.

    Sabah yağmur hafif çiseliyordu. Can dershaneye doğru yürüdüğü kaldırımda ilk defa başka insanların yüzüne bakıyordu. Mutlu, mutsuz, somurtan, uyanamamış ve gülümseyen yüzler… Bu sabah kendisi de gülümsüyordu. Bugün diğerleri gibi ay yüzlüyle sohbet edecekti. Aşkına daha yakın olacaktı. Can’ın gözleri etrafını süzerken birden bire gördüğü karşısında şaşkına döndü. Olduğu yerde çivilenmiş gibi durunca arkasından yürüyen bir adam Can’a çarpmamak için yan döndü ve söylenerek uzaklaştı. Ama Can, kendisine söylenen sözlerin hiçbirini duymadı. Onun için gökyüzü sanki biranda kararmıştı. Yağmur damlaları ise yüzüne vurdukça canını acıtıyordu. Vücuduna yeniden sıcaklık yayılmıştı. Görüyordu işte, ay yüzlü başka birisiyle şemsiyenin altında kol kola girmiş kahkahalar atıyordu. Aşkını güldüren bu kişi kimdi merak etti? Ayaklarında kilolarca ağırlık varmış gibi adımlarını ilerletti ve ay yüzlünün yanındaki kişiyi tanıdı. Orta sıralarda oturan ve sınıfın konuşkan öğrencilerinden biriydi. Can, yüreğinde hissettiği tüm duyguların karmaşasını yaşadı. O saf bildiği, üniversite amaçlarından bahseden kız, sınıfın en boş boğazlı öğrencisiyle mi çıkıyordu? Hayır! Bunu yapamazdı! Masumiyeti taşıdığına inandığı aşkını, böyle bir şekilde düşünmek istemiyordu. İçinde büyüttüğü çelişkili düşünceler, aklını dondurdu. Kırmızı şemsiyenin altında ay yüzlü çok mutlu görünüyordu. Bunu görmek ise vücudunun her zerresine kıskançlık duygularını doldurdu. Öyle ki çok yakın olduğu sahile gidip, boğazın buz gibi sularına atmak istedi kendini. Umutlarını yeniden umutsuzluk sarmıştı.

    Sınıfa gittiğinde sessizce yerine oturdu. Şaşkındı, öfkeliydi, kıskançtı. Ay yüzlünün etrafında dolanan o çocuğu boğmak istiyordu. Dersin bitmesini sabırsızlıkla bekledi. Teneffüs zili çaldığında ay yüzlüye yakınlaştı. Dudaklarından ansızın dökülen kelimeleri, ipek saçların arasından görünen aşkının kulağına fısıldadı: “Çıkıyor musunuz?” Ay yüzlü, Can’ın kendisine bu kadar yakın olmasından irkilerek ayağa kalktı ve yoğun duygularla nemlenmiş Can’ın gözlerine baktı.

    Devam edecek

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      CEVAP’Lara Ters Düşen SORU’Lar

    Biliyorsunuz “demeç” seven bir memleketin evlatlarıyız. “Nasıl oturttu lafı gediğine” şeklinde konuşuruz birbirimizle. Hemen hemen her olayda çabuk öfkelenir, çabuk sakinleşiriz. Gaza geliriz, saza geliriz, söze geliriz. Sonra da bir güzel “unuturuz”. Bizden jet motoru kesinlikle olmaz, çünkü “tepkisiz” insanlarız. Ve fakat sapına kadar “erkek” milletiz, kısaca; “koduk mu oturturuz..!”. İşte böylesi çarpıcı demeçlerden yola çıkarak;
    “CEVAP’lara Ters Düşen SORU’Lar”
    şeklinde bir derleme yapıp,
    “Acaba, biraz gülümseyebilir miyiz ?” dedim.

    “19 Mayıs” kutlamalarına ilişkin yayınlanan kararnamenin iptaline ilişkin itirazın ardından Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı almasıyla ilgili olarak;
    “Bu karar, hukuki bir garabettir...”

    şeklinde CEVAP vermiş kişiye ters düşen SORU :

    Deniz Feneri soruşturmasında görevden alınan eski savcıların iddia ettiğinin aksine, yeni atanan savcıların hazırladığı iddianamede; “Örgüt ve nitelikli dolandırıcılık” suçlaması yer almamış ve takipsizlik kararı verilmişti. Bu karara itiraz edilmiş ancak bu itiraz da reddedildi, bu konuda siz ne dersiniz ?

    olabilir mi ..?

    Daha önce “kabzımallık” yapan ve “fahri aşçılık” gibi ünvanı da bulunan, üstüne üstlük canlı yayında “cacık” yaparak Futbol Federasyonu’nun “şike” ile ilgili kararını protesto etmiş, Türk futbolu ve onu yönetenler için;
    “Bunlardan bir cacık olmaz..!”

    şeklinde cevap vermiş kişiye ters düşen SORU :

    “8 yıllık Kesintisiz Eğitim” sona erecek, “4+4+4” şeklinde kademeli uygulanacak ve eğitimde teknoloji kullanımının arttırılması projesiyle “2015 yılına kadar yapılacak mal ve hizmet alımları” KİK hükümlerine tabi olmayacakmış, siz ne dersiniz ?

    olabilir mi ..?

    “Din” ve “Ayet” konularında konuşan ve “kürtaj” tartışmalarıyla ilgili olarak;
    “Dinen meşru olmadıkça bu husus hem haram hem de cinayet hükmündedir...”

    şeklinde cevap vermiş kişiye ters düşen SORU :

    Deniz Feneri davasında toplandığı ve fakat amacı dışında kullanıldığı iddia edilen paralar “haram” ve Madımak Oteli’nin yakılıp insanların ölmesinin “cinayet” hükmünde sayılıp sayılmayacağı ve hatta 3.paketle birlikte “tahliye” edileceği hususunda siz ne dersiniz ?

    olabilir mi ..?

    Şemdinli'nin Dağlıca kesimindeki birliklere saldıran teröristler tarafından 8 askerimizin şehit, 19 askerimizin yaralandığı hain saldırıyla ile ilgili olarak;
    “Hem sayıca fazlaydılar hem de silahları vardı. Bu ve buna benzer olaylar maalesef yaşandı. Ne ilk oldu, ne son oldu...”

    şeklinde cevap vermiş kişiye ters düşen SORU :

    One Love Festivali'nde kendilerine "Eyüplüler" diyen bir grubun semtlerinde "üç aylar" içinde alkol satılan bir etkinliğin yapılmasına hem de Osmanlı'dan kalma ilk santral binasında ve Eyüp Sultan ilçesi sınırları içinde yapılmasına karşı çıkmış ve festivalin “bira” olmaksızın yapılmasını sağlamışlardır, siz ne dersiniz ?

    olabilir mi ..?

    Ke-Pa-Ze-Se’de sorulan sorular ile bir dershanenin daha önce dağıttığı deneme sınavındaki soruların 3’ü hariç aynı çıkması üzerine;
    “Hafızası kuvvetli kişiler, bunları dışarıya çıkınca not etmiştir...”

    şeklinde cevap vermiş kişiye ters düşen SORU :

    Siz kimsiniz ? Siz; her konuda söz söyleme, her konuda otorite olduğunuzu iddia etme ehliyetini nereden alıyorsunuz ? Hem maaşını alacaksın hem de verip veriştireceksin, böyle saçmalık olur mu ...?

    olabilir mi ..?

    Kamuoyuna yansıdığında ülkeyi ayağa kaldıran, ordunun kozmik odalarının aranmasıyla sonuçlanan “suikast” girişimi, üstelik evin krokisini yutmaya çalışan suikastçılar bile yakalanmış ama bir gelişme olmamış ve bir dava açılmamıştı. Yine kamuoyuna “suikast” olarak yansıyan bu kez haklarında dava açılan, aralarında muvazzaf askerler ve emniyet müdürlerinin de bulunduğu toplam 9 sanık, “T.C. Hükümeti’nin görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs suçundan” yargılanmış ve 6 yıl sonra mahkemenin kararıyla beraat etmiş. Sizce bu kişilerin; SORU sorulmadan verecekleri CEVAP :

    Süreçte emeği geçenlere ve referandumda “evet” oyu verenlere teşekkürlerimi iletiyorum...

    olabilir mi ..?

    Hayırlı Ramazan’lara...

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Cüneyt Göksu

     Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


       İrlanda’nın "Bizim Che"si!...

    Çok kısa süreliğine Dublin'e gelmiştim; yalnızca iki gün. Uçakta, İrlanda'nın yerel bir gazetesine, ne olup bitiyor diye göz gezdirirken, Che hakkında gördüğüm kısa haber çok ilgimi çekti.

    Irlanda'nın batısındaki şehirlerinden biri olan Galway'de, Billy Cameron Şehir Meclisi’ne güzel bir teklif getirmiş; ama, yerel bir teklifin uluslararası boyutlarını çok da hesap edememiş. Galway Şehir Meclisi üyesi, işçi partisi temsilcisi Billy, Che'yi, Arjantinli Marksist Devrim Liderini, İrlandalıların ağzıyla söylersek "Bizim Che"yi, onurlandırmak üzere Galwey'e bir heykelinin yapılmasını önermiş. Öneriyle birlikte ortalık karışmış.

    Konu benim de ilgimi çekti ve araştırdım. Şimdi, biraz geçmişe bakalım.

    Che, 1960'da Moskova'dan Küba'ya dönerken, yakıt ikmali için Shannon Havalimanı'nda mola veriyor. Sis yüzünden uçak kalkamıyor ve burada konaklamak zorunda kalıyor. Kilkee'nin, Batı Clare tarafındaki bir pub'da geceliyor.

    Camaron'a göre Che, İrlandalı destekçilerinin çağırdığı ismiyle, "Dr. Che Guevara Lynch", aslında bir "Galwegian". Lynch ve Blake topluluklarından geliyor, yani kökleri bu şehirden ve İrlanda kanı taşıyor!.. İrlanda'nın bu bölümünde tarih boyunca yaşamış ondört farklı topluluktan yalnızca "Lynch"ler ve "Blake"ler, Galwey'i yönetmişler uzun yıllar boyunca. Patrick Lynch, 1700'lerin ortasında Arjantin'e göç ediyor ve Buenos Aires'e yerleşiyor. Billy'ye göre Che, İrlanda diasporasının, Arjantin’e göçen bu kanından gelmekte.

    Che'nin büyük annesi Ana Isabel Lynch ve babası Ernesto Guevara Lynch, 1969'da verdikleri bir röportajda, "Oğlumun damarlarında İrlanda Gerilla'larının kanı dolaşıyor." demişti. Camaron'a göre Che, tıpkı Kenya'da Mau Mau'nun yaptığı gibi, IRA Gerillalarının taktiklerini çalışmış olabilir.
    2011'de Galwey Şehir Meclisi’nde yapılan oylamada, Che için yapılacak anıt onaylandı. İrlanda'daki Küba ve Arjantin büyükelçileri de projeye yardımcı olacaklarını açıkladılar. Projeyi yapacak iki sanatçıdan biri, Jim FitzPatrick 1960'da, Che'nin yukarıda anlattığım kısa İrlanda konaklamasında, kaldığı pub-otelde, Che'ye İrlanda viskisi servisi yapan, o dönemin genç barmeni, FitzPatrick.

    FitzPatrick, o gece Che ile arasında geçen konuşmayı şöyle aktarıyor. Che sohbet sırasında, atalarının Galwey'deki Lynch'lerden geldiğini ve İngiliz İmparatorluğunu yerinden oynatan İrlandalı Devrimci Gerillaları her zaman hayranlıkla takip ettiğini söylemiş.

    Geçen kış, anıt projesinin planları hazırlanıp, gazetelerde detaylar gözükmeye başladığında, Florida'nın Cumhuriyetçi Senatörlerinden ve ABD senatosunun Dış İlişkiler Komisyonu üyesi Ileana Roslehtinen projeyi eleştiren mektuplar göndermeye başlamış; taa İrlanda'ya: Ve, Che'nin seri katil ve insan hakları ihlalcisi olduğunu ileri sürmüş.

    Hatırlayalım, Che 1967'de, Bolivya'da, 39 yaşında, CIA destekli Bolivya güçleri tarafından öldürüldü.

    Projeye gelen eleştiriler bununla da kalmamış. Yale Üniversitesi profesörlerinden, Küba-İrlanda kökenli Carlos Eire de bir mektup yazmış ve bu "canavarca" projenin doğru olmadığını, eğer Che heykelinin yanında Oliver Cromwell anıtı da yapılırsa projenin adil olacağını söylemiş. Cromwell, İrlanda'da soykırımlar yapan bir İngiliz politik ve askeri figür. İrlandalılar tarafından pek iyi duygularla hatırlandığı söylenemez. Yale Profesörü, Che ile bir soykırımcıyı bir tutuyor.

    Heykeli yapacak sanatçı FitzPatrick, "Irish Times" gazetesine, İrlandalıların Che gibi bir figürleri olmamasından üzüntü duymaları gerektiğini, soyguncu bankacılar ve politikacılara karşı adaleti ancak Che gibi davranırlarsa saglayabileceklerini söyleyen sıkı bir röportaj vermiş.
    Bu röportaja karşı yanıt yine okyanusun ötesinden, Cumhuriyetçi senatörden gelmiş. Ileana bu defa Che'nin "kana susamış, sadist bir katil olduğunu" anlatan bir sürü demeç göndermiş İrlanda'ya doğru.

    Galwey meclisinin kararına karşılık ülke içi ve okyanusun öbur kıyısı ile oluşan bu demeç trafiği, Meclis üyelerinin bazılarının geri adım atmasına sebep olmuş. Meclis üyelerine bir konuşma yapan Billy, "Ilena ve çılgın Cumhuriyetçi arkadaşlarının, Miami-Küba çetelerinin eşliğinde, Galwey politikalarına yön veremeyeceklerini" anlatmaya çalışmış. Bugünlerde, Billy ve arkadaşları Şehir Meclisi’nin konuyu yeniden ele almasını bekliyor.

    Bütün bu olanlara rağmen, Che'nin İrlandalı kökleri ve Galwey ile olan bağlantısının daha çok duyulmasının bile başlı başına bir başarı oldugunu söylemekten geri kalmıyor Billy.

    Che ve temsil ettiği enternasyonalist, dayanışmacı, devrimci değerler günümüzde hala o kadar geçerli ki, dünyanın bu küçücük şehrinde bir Che anıtının dikilme teşebbüsü dahi, taa Florida'dan dikkatleri çekip saldırıya maruz kalabiliyor. Bir Che anıtının Galway'de olması kapitalizmi yok etmeyecek; ama Kapitalistlerin bu niyete bile bu kadar tahammülsüz olmaları Che’den ve Che’ye inananlardan ne kadar çekindiklerinin önemli göstergesi.

    Cüneyt Göksu
    Cuneyt.Goksu@Gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    ANAAAA MUHALEFET BÖYLEYSE, BABO MUHALEFET KİMBİLÜR NASILDIR?

    Evveeet sayın okurcumlarım. İyi ki mümtaz bir şahsiyet ortaya çıkarak, konuya açıklık getirdi de, dürüst olmanın en önemli koşullarından birisinin doğrudan kapıdan girmek olduğu vuzuha kavuştu.
    Rabbime hamdolsun ki, denizde fener satın alanlar da dahil artık hiçbir zat-ı şahane dürüst ve masum olduğunu iddia edemeyecek, tabii kapıdan girenler hariç!!!
    Değilmi ki, gavurların hain noel babası hep bacadan bacadan giriyo, o zaman kapı dışındaki bilumum deliklerden içeri giren her bişi ya da kişi, zararlıdır onun işi......demek isterdim, amma velakin görünce bizim partideki işleri, bozuldu bende zaten olmayan akıl dikişleri....
    Nasıl bozulmasın ki, görünce Dersim’li Kılıç Efendi’nin partisine kapıdan sokuşturduğu “dürüst” kişilerin yaptığı işleri, o dakika sökülüverdi kulübemin kirişleri.....
    Moruk yazarınız şu yaşında; bugüne kadar öncelikle ve de önemle kendi partisinin tarihine muhalefet eden bir muhalefet partisini ilk kez görüyor.
    Dolayısıyla da böyle bir muhalefet “ana muhalefet” olamaz!!!! Olsa olsa “Babooo muhalefet” olur!
    Bizim dürüstlükten yana pir-ü pak liderimizde bi o kadar da yeni, yepyeni akıllar yok mu?
    Yani işte ben bu akıllara bitiyom abi yaaa....
    Önce ve de öncelikle “kamuculuk”, “kalkınmacılık” ve dahi “anti-emperyalistlik” gibi akıllara zarar solculuklardan bi güzel arındırıverdi parti programını.
    Yahu satılmadık neredeyse bir cm2 hazine toprağı bile bırakmayacaklar, kimselerin pek bir sesi çıkmazken, CHP’nin hiç sesi çıkmıyor iyi mi? Bu konuda ne yapıyoruz ki, “muhalefet” adına abilerim ve de ablalarım?
    Aaaaa öyle demeyelim ama biz çok meşgul bir sosyal demokrat partiyiz caaanım, değil mi? Komisyonculukla iştigal etmekteyiz şu aralar! Lafımız hiç dinlenmese de eğitim komisyonundayız!!! Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda da varız, hiç çekilmek aklımıza gelir mi? Çekilip de ortalığı malum güçlere mi bırakalım yani? Haaa bir de “Darbe Soruşturma Komisyonları” kuralım abilerim ve de ablalarım da demekteyiz. Oooh, oh! Hadi bakalım hayırlı işler, bol komisyonlu gülüşler. Durmak yok, yola devam!
    Son icadımız da artıkın “akil adamlar”mı desek, “beyaz saçlılar”mı desek yeni bir milleti uyutma komisyonu kurarak “açmam, açamam, söylemem derdimi ben” şarkısı eşliğinde bir türlü açılamayan “Kürt Açılımı”nı sosyal bir şekilde açarak demokrat bir şekilde ortalığa saçmak. Önyargılarımız yokmuş, bu yüzden de düşüncemiz varmış ama söylemiyormuşuz....Stepne misin nesin? Bu arada bir naz, bir naz teyzemiz Binnaz; “Atatürk ilkeleri de tartışıla” buyurmuşlar iyi mi? Teyzeciğim sen tartışmayı buralara taşımadan önce Stratfor’un TR 705 nam kodlu Sezgin’ini partinden atmayı tartışsan daha iyi olmaz mı?
    “Aaaa, bu işte Amerikan parmağı arayan paranoyaklardan olmayınız reca ederim....” diyen, parti meclisi üyelerinden maruf malum takıma şu mesajı vermek istiyorum:
    Sayıyla kendinize gelin kardeşim! Yani şimdi tepemin tası atmasın da, daha ne olsun be! Hani yani hakkaten niyetin Kürt sorununu çözmekse, Stratfor 705’in 10 maddelik planını elinin tersi ile itip, kendi partinin tarihinde kapı gibi duran Kürt Raporlarını okumakla işe başlaman gerekmiyor mu? Her şey seninle başlamadı, bu Partinin bir tarihi var efendi!
    Senin partinin milletvekilleri, nedir? Ne işe yarar? Onlarda akıl yok mu? Onlar “akil” değil mi yani? Bunu mu demek istiyorsun? Akil adamların kapı önünü temizleyen hizmetliler mi onlar?
    Bizimkisi bu işe baş koymuş, öyle diyo....Gerekirse bu uğurda Genel Başkanlığı da feda edebilirmiş yani.....Parti tabanının bir garip delisi olarak çok da umurumdaydı sanki......Hani bir halk türkümüz var ya “yar saçların lüle lüle” diye başlayan içimden onu söylemek geliyor. Anladınız siz onu!!!?
    Bir de Uludere’ye davet faslı çıkarmış bizim büyük başkan, yani önce efendi efendi elele bir Silivri’ye gitseniz daha uygun olmaz mı gözellerim benim! Bu arada Teyzoş Binnaz tabandaki yurtseverleri kastederek; “Hangi taban? Bana bu taban hiç denk gelmedi!” demiş.

    A benim canım teyzoşum, sen “restaurant”larda birlikte karnını doyurduğun il ve ilçe başkan ve yöneticilerini taban zannediyosun da ondan böyle düşünüyorsun. O zat-ı şahaneler pek de bir “demokratik” kongrelerde seçildiler, o yüzden de tabanı temsil ediyorlar da....., mı acaba? Herhalde, sanırsam.........
    Her ne kadar biz İzmir’de bir tek demokratik kongre görmedi isek de........
    Yani isimleri müsemma Merkez’in ve mahşerin üç atlısı canım İzmir’ime kamp kurup, “her kim ki merkeze biat ede, tabii ki onlar seçile, pek de bir demokratik !!!?? biçimde” buyurarak, sergiden karpuz seçer gibi elleyip elleyip elemek suretiyle aday saptama yöntemini kullandıklarından, bütün kongreler emsali görülmemiş bir demokrasinin muhteşem örnekleri olarak partimiz tarihine geçti ve de o biçimde hitama erdi.
    Hadi haksızlık yapmayalım. Bir tek Konak İlçe kongresi......O da ilaç için ve de sadece diğer kongrelere kıyasen yani..
    Taban demek, örgüt üyeleri demek benim güzel teyzem. Sıradan, yanında yöresinde hiçbir ünvanı olmayan üyeler....” Yar bana da bir koltuk medet” diyen çorbacı takımı değil yani...
    Taban dersi almak istiyorsan Uşak İl Örgütüne bir uğrayıver derim. Sana anlatsınlar milletvekili ön seçimi nasıl yapılırmış ve de örgüt kendi insanını nasıl Meclis’e taşırmış. Uşak iline gitmek zor olacaksa, Dilek Akagün Yılmaz’a sor. O anlatsın. Kendisi Uşak ilinin haklı gururudur. Tabandan gelen gerçek bir Örgüt temsilcisi, sapına kadar Cumhuriyet kadınıdır. Aman dikkat et, çok yakınına yaklaşma, belki sana da “anti amerikancılık” bulaşıverir sonra. Sahi güzel teyzem sen nasıl milletvekili oldun yaaa? Şimdi böyle car car ötüp duruyorsun da, kaç yıllık CHP üyesisin diye sorarlar adama. Hangi Örgütte, kaç tane seçim geçirdin? Taban “oylum oylum fidan boylum “ diyerek kaç kez seçti, paye verdi sana? Önce bunları bir sırayla cevaplasan da sonra, “haddimdir” diyerek başka konularda fikir beyan eylesen nasıl olur acaba?
    Ya, şu yazıyı kısa kesip bir an önce bitireyim diye uğraşıyorum. Ama yakamı bırakmıyorlar ki kardeşim!!! Yani o kadar çok herze yiyorlar ki!!!! Bunların yedikleri hurmalar benim midemi tırmalar. Ne yapsam acaba? Bu yazıyı da ikiye mi bölsem? O da çok anlamlı olmayacak be birader!
    Neyse, şu numaralı cumhuriyetçilerin yakasından düşeyim de, tekrar asıl muhteremle uğraşayım diye niyetlenmiştim ki......
    Anaaa!? o da ne be!!!???? Bizim genel şaşkın partidekiler yetmemiş gibi, yurt dışından yeni bir numaralı cumhuriyetçi ithal etmiş iyi mi? Vay anasını, artık adam da ithal ediyoruz yani! Bunlar birde utanmadan seçim, örgüt, mörgüt muhabbeti de yaparlar ha! Hakketen çüşşşş yani!
    Ne demekse bu zat “Gençlikten sorumlu yönetici” imiş. Hani yani CHP gençliği çok da sorumsuz ya, illa başına bir tane Çoban koymak gerekiyor diye mi düşünüyorlar nedir? Ne yumurtlamış bu akıldane biliyor musunuz? “Kemalizm’i zihinlerden ve partiden silecek” miş.
    Yok ya........Kimsin kardeşim sen? Tahtadaki yanlış çözülmüş matematik problemini mi sileceğini zannediyorsun? Al eline silgiyi de hele bir gel yanıma! Neyin nasıl silinebileceğini ben sana öğreteyim......
    Kaç yıllık CHP’lisin, hangi örgüttensin, kaç tane seçim kazandın da geldin? diye soracağım da bu soruların senin silinmiş ve yeniden programlanmış beyninde hiçbir karşılıkları olmadığını da biliyorum yani.
    Kimsin, ve de neyi siliyosun yaaa.... Sayıyla kendine gel efendi. Henüz hala Atatürk’ün partisi burası....Sanırsam yanlış adrese postalanmışsın sen...... Bak Cumhuriyet düşmanı yobazlar iki sokak ötedeler koçum!!! Hadi naş! Anca gidersin!
    Neyse, bu akıldanelerin yediği ve de yiyeceği herzelerin sonu yok dostlar. Dilerseniz ben bu zirzopları bırakayım da, Kılıç Efendi ile kaldığımız yerden devam edeyim.
    Ne demişti vakitlerden bir vakit.....dersimli Kılıç Efendi; ”Bizim Partimiz anti-Amerikan değildir.” Libya önü cam cam, öpsün seni Obama Amcam.....Anti olmak anlamlı degelmiş, heç bi şeyin antisi olunmamalıymış.

    Halkımız Kürecikteki misafirlerimize her daim misafirperver davranmalı, aklı kıt akıl danelerin protesto gösterilerine asla yüz vermemeliymiş.
    Küreselleşme çağında ne o öyle “bağımsızlık” felan gibi tarihi ve de modası geçmiş içi boş sloganlar.....Tabiatıyla AB’dan yanayız ve dahi NATO üyesi olmakta da hiç bir beis görmüyoruz.
    Tam da yeri gelmişken, sen ve senin partinden kimler, kaç kere, hangi Amerikalılarla neleri görüştünüz, niye görüştünüz, ne konuştunuz diye sorsam ayıp olur mu acaba?
    Bu arada sana göre “önemsiz” bir ayrıntıya değineyim. Binnaz Teyze’nin bir türlü göremediği, o tabandaki yurtseverler her gece “Kahrolsun Amerika” diye uyuyor, “Defol Amerika” diye uyanıyorlar biliyor musun?
    Efendi, efendi...Böyle bir Partinin Genel Başkanısın sen! Sayıyla kendine gel!
    Soonacıma adalette ve dahi emniyette cemaatleşme var diyemezmiş bizimkisi...... Tabii..... yaaa, mümtaz şahsiyetlerden oluşan mümtaz bir topluluk hakkında pis gomonisler gibi suçlayıcı beyanlarda bulunmak......fosyal.....- ayyyy çok pardon!? sosyal diyecektim- demokrat bir partiye yakışır mı caaanım....Hem sonra siyasete karışmadıkça her bir cemaat üyesinin çalışma hak ve özgürlüklerini de savunmalıyız, yani degel mi ama efendim? “Cemaat üyeleri de her yere gelebilir, görevine inancını karıştırmadıkça...”
    Bu bağlamda 23 Nisan’da Türbanın meclis kürsüsüne çıkmasında da herhangi bir beis yoktur. Velev ki Atatürk siyasi simge sayılarak dış kapıdan bile içeriye sokulmuyor olsun!!! Top 10 listelerinde bir numaraya aday son şarkımız bu....
    Vatandaşın ezici çoğunluğunun adalete heç bi güveni kalmamış......Ossun bu heç möhem deel.....Dersimli Kılıç Bey sonuna kadar güvenmeye devam ediyor adalete ..... Cemaatime güven gerisini merak etme sen!
    Soonacıma “laiklik tehdit altında değil”miş.......Vay be! Şu işe bak meğersem Anayasa Mahkemesi Kılıç efendiye sormadan karar almış! Yahu yakında neredeyse benim gibi 60’ını devirmiş moruklara bile zorla Arapça öğretecekler, senin ki hala laikliği tehlikede görmüyor. Kılıç efendi; anlaşılan sen de kültürümün sosyal ak ileri demokrat kültürlü bakanı gibi çocukları ezberledikleri surelerden sınava çekersin yakında artık.....
    Hayır “Laikliğin tehlikede sayılabileceği haller”i bilimsel olarak bir açıklasan da biz de öğrensek, cahil kalmayalım şu garip dünyada. Malum bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.......
    Sonunda bu da olacaktı ha! Gördünüz mü a dostlar! Bir de “türbanlı” ilçe başkanımız olacak bugünlerde......Aklım dumura uğradı, artık söyleyecek söz bulamıyorum. Bu AkCHP benim partim mi, bilemiyorum yani!
    Kılıç efendi, Kılıç efendi.....Diyorum ki, sen de “türban” taksan nasıl olur? Yakışır yaaa.
    Hakkaten yakışır yani!
    Neredeyse Kuleli Askeri Lisesi (yahu sahi hala Askeri Lise orası değil mi, askeri İmam Hatip Lisesi olmadı yani daha sanırsam......) önünden tesadüfen geçen siviller için bile malum yere davetiye çıkacak, bizim başganımızın tarihi vecizesine bakındı hele!
    “Darbe hukukundan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurtarmak her siyasal partinin, her siyasetçinin namus görevi... imiş.....27 Mayıs ve 28 Şubat’la da hesaplaşmak gerekir....miş ve dahi e-muhtıranın da hesabı sorulmalı....ymış”
    Amma velakin iyi saatte olsunlardan hemen itiraz geliveriyor, komisyonda zorlukla duyulan ince sese: “Hoop Kılıç Efendi dilin sürçtü galibam bırak karıştırma e-muhtırayı f-muhtırayı şinci. Dolmabahçeyi unuttun galiba!!!”
    Bu şarkıyı gözümü kapatarak dinlersem, solistin okyanus ötesinde olduğunu düşünebilir miyim acaba?
    Abooo, şimdi bu tarihi vecize üzerine şu lafı yumurtlamak istesem ayıp olur mu?
    Hani yeryüzünde bugüne kadar darbe yapmak isteyip de yapamayan bir Ordu görülmüş mü? Hangi darbe? Nerede? Ne zaman? Kimler? Nasıl? Ne hakla, 35’e bakla? Neyin hukukundan kimler nasıl hesap sormakta? Faturayı kim kesmiş? Hesabı kim ödemiş? Fasulyeyi kim haşlamış, Kasaptaki ete kim soğan doğramış?

    Merak buyurmayın caaanım efendim. 1980’den bu yana bu ülkede askeri darbe marbe olamaz! 2000’den sonra yaşanan bunca olaydan sonra yaprak bile kımıldamıyor ise, bu ülkede darbenin esamisi bile okunmaz yani! Dersimli Kılıç efendi o yüzden boşu boşuna tankın üstüne çıkma antremanı filan yapmamalı! Sakin olun bi yaaa, sakin olun strese sokmayın kendinizi gözellerim benim!
    Pekiiiiii, ya darbe “sivil” olursa? O zaman da darbe hukukuna karşı mücadele eder misin mesela?
    Bir de 100 puanlık bir test sorum var, bakalım “Parti Meclisi Üyelerimiz” yanıtı bilebilecekler mi?
    “Türkiye Cumhuriyetinin yaklaşık 90 yıllık tarihinde, hukukun ayaklar altına alınması ve hukuk devletinin ortadan kaldırılmasının başlangıç tarihi nedir?” Böööle ana muhalafet olur mu kardişler yaaa? Bu durumda yapılan olsa olsa baboooo muhalefet olur!
    Kılıç efendi, Kılıç efendi.....Yani seni golcü santrafor diye transfer ettiler, her pozisyonda ofsayta düşüyorsun be birader.... Torinolu Şaban bile bu kadar çok ofsayta düşmemişti billahi....Okyanus ötesine ayıp olmazsa arada bir de bi gol at be kardeşim.....
    Hep hatalı geri pası veriyosun yani yaaaa....Bak sizin koçların kendi kalesine attığı gollerle, açık farklı bir yenilgiye gidiyor senin takım......
    Korkarım tarihi hezimet felan olacak yani. Baraj altı durumları filan......Millet futbol maçı muhabbeti gibi bi saracak, konuşa konuşa bitiremeyecek!
    Şimdi de isterseniz şu kendi tarihine muhalefet vecizelerine bir bakalım: “Dersim katliamından CHP sorumlu” imiş, “Sabahattin Ali’yi CHP öldürmüş” Vay be!? Meğer nasıl bir geçmişi varmış Atatürk’ün partisinin......Eh, elbette tarihi aydınlatan bu arkeolojik kazı için “Dersim’im gülü, birilerinin Bülbülü” olmak gerekli ve zorunludur.
    Sanki birileri Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Atatürk Devrimlerini hedef almış da, sosyal demokrat elbiseli bazı oyuncak bebekleri kurup kurup ortalığa salmışlar, bizlere “hadi oynayın” çocuklar diyorlar gibi geliyor bana!
    “Abuzittin efendi, Abuzittin efendi!......Tamam, anladık delisin, melisin ama bu da çok ağır oldu be yahu.....” dediğinizi duyar gibiyim.
    Evet, tamam. Kibar olalım, nazik olalım, incitmeyelim.....filan falan da....bi bakıyorum etrafa ooooo atı alan Üsküdar’ı neredeyse geçmek üzere......Ört ki ölem.....Ben tırlatmayayım da kimler tırlatsın yani şimdi......Kusura kalmayın kardişler kibarlık başka bahara kaldı......
    Çünkü günümüzün temel meselesi “Atatürk’ün kurucusu olduğu, modern, çağdaş, laik Cumhuriyetin devam edip etmeyeceği” olup, sadece deli Abuzittin değil, o Teyzoş’un Diyojen gibi fenerle arayıpta bir türlü bulamadığı tüm CHP tabanı böyle düşünmektedir.
    Düşünmektedir de....Biz “taban” olduğumuzu zannederken, tepedekiler tarafından “tabansız” olarak görüldüğümüz de anlaşılmış bulunmaktadır.
    Çünküm neo AkCHP, devam eden kavgada artık Cumhuriyet Devrimi saflarında değil, iyi saatte olsunların yolunu temizleyen “mayın şeysi” görevinde. Bakın sizi de kırmadım, burada kibar oldum işte “mayın........” yerine şeysi dedim.
    Neden böyle? Bu sorunun cevabını parti içindeki Soroscu, 2.Cumhuriyetçi, Fetullahçı ittifakına sorduğunuzda, bakın ne de güzel anlatıyorlar.......
    “Bizim projelerimiz var, Medyayı da kullanmayı başarırsak, hedeflerimize ulaşırız. Zaten her nabza göre şerbet vermeye başladık. Türban’a sevimli bakıyor, Kutlu Doğum Haftasını kutluyoruz. İl ve ilçe başkanlarımız üyelerimize kandil sms’leri atıyor. Bu arada 19 Mayıs’ı, 23 Nisan’ı, 29 Ekim’i boşver abi, kuru bir demeç yeterli olur!”
    Şu rezalete bakar mısınız? Teşekkürü bol Dersimli Kılıç Efendi, birilerine teşekkür ederek tutuklu milletvekillerini grup toplantısında görmek istemiş. Vay be!
    Sayın Başkan öngörü diye bir şeyden söz etsem!!!???
    Hüngür!!!?
    Aman efendim o sizin söylediğiniz şey ağlama efekti. Öngörü diyorum, öngörü!!! Yani bir yerde teşekkür makamı olarak mutlak bir otorite varken, biat edenlerden birine teşekkür etmenin anlamsızlığına gönderme yapmaktan söz etmek istiyorum......
    Hoş, teşekkürden medet ummak, yeterince trajikomik bir durum zaten de......
    Çok ilginç bir “ana” muhalefet partisiyiz biz ya! Pek bir barışçılız yani...Hali ahvalimizi anlatmaya kelimeler yetmez oldu arkadaşlar! Yılmaz usta (ÖZDİL) imdada yetişti de, o her zamanki eşsiz sezgisiyle bir cümleyle çok güzel özetledi halimizi. İyi saatte olsunlar rahatsızlandığında hemen yardıma koşan 112 Acil Servis Ambülansı gibiyiz.
    Bir de tutup “Türkçe Olimpiyatları” komedisine genel şaşkınlarımızın hem eskisi hem de yenisiyle ortak da olmuşuz iyi mi?
    Aslında bütün bir yıl İngilizce eğitilerek sadık bir Amerikan bendesi haline getirilmeye çalışılan çocuklar, bu arada Türkçe birkaç laf ezberleyerek, bu marifetlerini sergileyince, çok hislenip dayanamayarak Genel Merkez’de ağırlamışız bir kaçını. Hayırdır? Okyanus ötesine barış ve dostluk eli mi uzatılıyor bu arada? Malum kişiyle yanak yanağa dans mı edilecek? Yolculuk ne yana kardeşler? Canım cemaatimle kol kola girilerek nereye böyle?
    Peki “sol parti” CHP’ye ne oldu? Yandı, bitti, kül oldu!
    Haydi bakalım, kolay gelsin! “İyi de parti tabanı!?” Boşver be abi!
    Hani diyorum ki, Dersimli Kılıç Efendi’ye, günde bir saat kesintisiz Aşık Mahzuni dinleme cezası versek, aklı başına gelir mi acaba?
    Eeee, 23 Nisan Haftasını kutlamak yerine, “Kutlu Doğum Haftası”nda yer almanın, diğer çaktırmadan sağa kayışlarla, özellikle yabancı medyaya verilen “Türkiye için en iyi seçim ben olurum, ey Amerika!” demeci ile birleştiğinde seçim sandığında bir faturası olmayacak mı? Olacak elbette.......
    Mesela CHP üyesi olan ben açıkca ve alenen deklare etmekteyim ki, başında Dersim’li Kılıç efendinin bulunduğu bir partiye asla ve kat’a oy vermeyeceğim.....
    De bunun “parti suçu” oluşturduğunu da yeni öğrenmiş bulunuyorum yani! Hey, güzel insanlarım benim. Bu gözler daha neler neler görecek acaba?
    Yeryüzünde; yeni merkez yönetimin, partinin tarihini, temel değerlerinin tamamını yok eden yeni politikalarını onaylamadıklarından seçimde oy kullanmayan has üyelerini işgal ettikleri partilerinden atan bir başka siyasi parti var mıdır acaba? Ve de bu yaklaşım demokrasinin neresine sığmaktadır?
    Bay Başkan; biz de “Bir devrimcinin sahip olabileceği en güzel erdem, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir haksızlığı yüreğinin en derininde duyabilmesidir.” diyen Che’nin yüreği var, sen de ne var?
    Haaa, bu arada koltuk kavgasını kızıştıran, son olarak da “CHP benim çocuğum gibidir.” herzesini yumurtlayan, bu arada bir de görevinden istifa tiyatrosu serglieyen böyyük adam ile etrafındaki küçücük adamlara da bir çift lafım var! Parti tarihi ve 6 Ok’a saldırmakta daha düne kadar omuz omuza dayanışma içinde olduğunuz zat-ı şahanelerle dalaşarak, kim olduğunuzu da, ne yaptığınızı da unutturamazsınız! Ne çarşafa takılan parti rozetlerini, ne Parti’den attığınız Cumhuriyetçi Kadınları, ne de başka başka şeyleri! Yiyin birbirinizi!

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Cemal Süreya

    "Ölüyorum tanrım, bu da oldu işte,
    Her ölüm erken ölümdür, biliyorum tanrım.
    Ama, ayrıca aldığın bu hayat, fena değildir...
    Üstü kalsın ..."


    Yakın zaman önce, Kadıköy’de bir cafe açıldı, ismi; "Üvercinka!" Cemal Süreya'nın şiirinden etkilenerek verilmiş bir isim, Üvercinka!
    Nasıl Avrupa da "Kafka" ismi yaygınsa, gezdiğiniz bir sokak da muhakkak bir kitapevi, bir cafe varsa Kafka diye, bizde de oluşmaya başladı yazar, şair kültürü.
    Cemal Süreya, yazarlık yapsa da, şiirleri bastırmıştır, yazılarını. Özellikle; "Her ölüm erken ölümdür, biliyorum tanrım.” Diyen, mısrasını bilmeyen yoktur.
    Her yazar, şair gibi o da ölümü taşımıştır, mısralarına. Belki, ölümsüzlüğe karşı bir savaştı, onun yaptığı da.
    Zaten bir yerde şunu söylemişti, bunu desteklercesine; "Gömmeden önce biraz gezdirin beni!'
    Bir kaç dize daha düşer de, bir şiir daha yazabilir belki diye.
    Yazmak kalıcılıktır, öbür kuşaklara kalmaktır şair için. Tabii bir de Papirüs’ü var onun, belli aralıklarla çıkardığı, onunla sırlarını açtığı, dergisi. Belki rastlarsınız bir gün, sahafın tozlu rafları arasında. Bilin ki Cemal Süreya’nın eli değmiştir ona.
    Tarih eksik olmadı şiirlerinde; İroni'yi ve erotizm'i çok sevdi Süreya, tabii en çok da hüznü…
    'Bilinir ne usta olduğum işlenmek zanaatında,
    Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını.'
    Yarım kalmışlıklarını ifade etmek için;
    'Aşklar da bakım istiyor öğrenemedim gitti.' diyor, güvercinin şairi.
    1990 yılının, Ocak ayında, karlı bir günde;
    'Ben atımı böyle sürüyorum ya
    Yetişmek için mi bilmem kaçmak için mi?' diyen, Şair Cemal Süreya'yı saygıyla anıyoruz.

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Betül Bulunmaz


    Ruhun Kelepçesi

    Sadece suçlulara mahsus değildir kelepçeler. Onlar için var olmamıştır sadece. Tam tersini düşünenlere, o zaman biz de birer suçlularız. Aslında hepimiz bu duruma mahkûmuz da.

    Elimizde olmayan durumlara, sesimizi duyuramadığımız zamana mahkûmuz. Keşkelere, pişmanlıklara mahkumuz. Emir büyük yerden abi. Çaresi yok mahkûmuz.

    Mahkumluğumuzu duygularımızla vurmaya çalışıyoruz. Becerebilene tabii. Kimisi 10 dan vururken kimisi oku atmayı bile başaramıyor. Evet biz O’nlarız ! İkinci seçenekteki azınlıklar. Ama baş kaldıranlarız da. 10 dan vuranlar zaferini yaşarken biz biraz daha adam oluyoruz. Biraz daha güç kazanıyoruz. Biraz daha hırs yapıyoruz. Ve en önemlisi daha çok kin, azim...

    Bu evrelerde yıpranan bedenlerimiz değil göremediğimiz, dokunamadığımız, hissedemediğimiz, başların bu böyle deyip de inandığımız, inanmaya çalıştığımız ruhlarımız oluyor. Bir bakıma yeniliyoruz da onları, iyi oluyor. Ama en büyük hatamız yenilemeye çalışalım derken kaybetmemizdir belki de. Bir yerlere hapsetmemiz. Duygularımızın emirlerine susmamız.

    Azınlıktakiler her zaman baş kaldırmasını bilenlerdir dedik. İşin içine duygu girdi mi ama dur denilir. Orda dur abi. Nedendir peki ? -Duygular, bu evrenin padişahlarıdır çünkü. Hem de kazığını sağlam oturtanlarından (!). Onlara baş kaldırmayı bırak iki dudağını bile birbirinden ayıramazsın. Büyük yer dedik ya hazır paketle iade edilmiş resmen bu bize. Ötesi yok desenize.

    Her iki seçenektekiler de diz çökmek zorunda kalır böylece bu duruma. Dik durmaya çalışanlar zincirlenir. Sesini çıkarmaya çalışanlar dürtüklenir. Babayiğitlik yapıp ruhunu teslim edenler ise kelepçelenir. Aslında ruhu kelepçeleyen duygulardır bu evrede. Adamı tepetaklak yapan duygular. Ruhun suçu nedir peki ? Onun suçu bize mahkûmluğu. Öyle ya da böyle her türlü suçlular biz oluyoruz ama değil mi ?

    Ruhumuzu kelepçeye teslimimiz en büyük suçumuz. Anlamlandıramadığımızı öne sürmek suçumuz. Duyguların -ne kadar zor olsa da- şah damarını kesemememiz. Bütün suçlu biziz. Kelepçeye mahkûm biziz. Yeri geldiğinde duygularımızı kelepçelemeyi bilmeliyiz. Bu zamana kadar hangi padişah tahtından atılamadı hı? Kendi isteğiyle, zorla ya da büyük yerden. Hangisi ?

    Ruhların saf özüne kavuşma vakitleri geldi de geçiyor artık. Buna bir dur demek gerek. Ben ruhumun kelepçesini açıyorum ve azat ediyorum. Size kolay gelsin.

    Betül Bulunmaz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,339,339,339,339,339,339,339,339,33
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Kant Etiğine Giriş I

    Immanuel Kant, 22 Nîsan 1724’te, Doğu Prusya’nın önde gelen kentlerinden biri olan Königsberg’de doğar ve bu kenti, yaşamı boyunca hiç terk etmez. Baba Johann George Kant, saraç ustasıdır ve Kant, ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyâya gelir. Aile ise Hıristiyanlığın bir kolu olan Pietizmi benimsemiştir ve Pietist etkiler, Kant’ın hemen tüm yaşamına işlemiştir. Kezâ ailesi, Pietist vâiz F. Albert Schultz’un telkinleriyle Kant’ı, 1732’de Collegium Fridericianum’a gönderir ve Kant burada mantık, matematik, doğa bilimleri ve Latince derslerini tâkip ettiği gibi, Pietist bir teolojiden de etkilenir. [1]

    24 Eylül 1740’ta Kant, Königsberg Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne giriş yaptırır. Aslında, hekim olmayı istemektedir; ancak, teoloji konusunda duyduğu merak onu, İlâhiyat Fakültesi’ne sürüklemiştir. Ne var ki, fakültedeki dersler zamanla onu, doğa bilimleri ile Felsefe’ye çekmeye başlar ve hocası Martin Knutzen’in derslerinde kullandığı bilimsel metodoloji ve dönemin siyasî iktidârına karşı dik duruşu Kant’ı etkiler. Daha sonraları oldukça etkisinde kalacağı ve Eleştiri’lerinde de kendi görüşlerini serimlemek için sıklıkla tartışacağı Gottfried Wilhelm Leibniz ve Christian Wolff’un eserlerini de ilk olarak Knutzen’den öğrenecektir.

    İlk gençlik yıllarında Kant, Leibniz-Wolff rasyonalizminde kabûl edildiği gibi, mantıksal zorunluluk ile gerçekliği özdeş olarak görecek ve daha sonra, vâroluşun yüklem olamayacağı konusundaki eleştirilerini geliştirirken de yine bu rasyonalizmi hedef alacaktır. Yine bu dönemlerde, Knutzen’in dersleri sâyesinde öğrendiği Isaac Newton’un Principia’sı da Kant’ın doğa bilimlerine olduğu kadar matematik, fizik, mantık ve geometri alanlarına da büyük bir yakınlık duymasına yol açar. Kant, evren ve bilimsel yöntem hakkındaki hemen tüm bilgilerini ve genel yönelimini bu kitaba borçlu olduğunu sıklıkla îtiraf edecektir. [2]

    1747’de yazdığı Fizik Kuvvetlerin Doğru Ölçülmesi Üzerine Düşünceler isimli teziyle Kant, Königsberg Üniversitesi’nden mezun olur. 1755’te ise Ateş Üzerine isimli doktora tezini verir ve aynı yıl, Metafizik Bilginin İlk Prensiplerinin Yeni Anlamı isimli çalışmasıyla, ders verme iznini elde eder. 1770’te ise “ordinarius unvânı”nı kazanır ve 1796’ya kadar bu üniversitede aralıksız ders verir. Kant’ın hemen tüm Avrupa’da ses getiren ilk çalışması ise 1781’de yazdığı Saf Aklın Eleştirisi’nin küçük bir özeti olarak 1783’te yayınladığı Prolegomena’dır ve bu kitap, Kant’ın 1785’te üniversite rektörü olmasında da etkin olur. [3]

    1755’ten itibâren yoğun ders programı, 1770’te profesör oluncaya kadar devâm eder ve bu zaman diliminde Kant, değişik alanlarda çalışmalarını sürdürür. Bu târihte ise Duyulur Dünyâ ile Düşünülür Dünyânın Form ve İlkeleri Üzerine isimli çalışmasıyla profesör olur ve 1781’e kadar, “önemli” sayılabilecek hemen bir şey yayınlamaz; Saf Aklın Eleştirisi’ne yoğunlaşır. Bu çalışmasıyla ise Kant, Newton’un Principia’sını felsefe kavram ve terimleriyle âdeta yeni baştan yazar. Fakat kitap, Kant’ın öngörmediği birtakım eleştirilerle karşılaşır ve bunun üzerine, 1783’te Prolegomena’da hem Saf Aklın Eleştirisi’nin bir özetini yapar, hem de bu eleştirilere cevap verir. [4]

    Kant’ın bu çalışmalarını, 1785’te yayınladığı Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi izler. 1788’de ise Kant, Eleştiri’lerinin ikinci kitabı olan Pratik Aklın Eleştirisi’ni yayınlar. Bunu ise 1790’da, Eleştiri’lerinin üçüncü kitabı olan Yargı Gücünün Eleştirisi izler. Kant’ın bundan sonraki çalışmalarında teoloji konuları, özel bir yer almaya başlar. Ancak 1792’de, dönemin sansür kuruluyla yaşadığı bir sorun ve arkasından gelişen olaylar nedeniyle, bu konularda sessiz kalma sözü verir ve siyasî iktidârın baskılarından kurtulmaya çalışır. Son dersini, 23 Hazîran 1796’da verir ve inzivâya çekilir. 12 Şubat 1804’te ise Königsberg’de hayâtını kaybeder. [5]

    Diğer önemli eserleri ise şunlardır. Evrensel Doğa Târihi ve Gökyüzü Kuramı (1755), Dört Tasım Biçiminin Sahte İncelikleri (1762), Tanrı’nın Varlığının Kanıtlanabilmesinde Tek Kanıt Temeli (1763), Ahlâk ve Teoloji İlkelerinin Apaçıklığı Üzerine Araştırma (1764), Metafizik Düşlerle Aydınlatılan Bir Büyücünün Hayâlleri (1766), Çeşitli İnsan Irkları Üzerine (1775), Schultz’un Ahlâk Kuramına Giriş Denemesi Üzerine (1783), Dünyâ Vatandaşlığı Amacına Yönelik Bir Genel Târih Düşüncesi (1784), “Aydınlanma Nedir?” Sorusuna Yanıt (1784), Doğa Biliminin Metafizik Başlangıç Temelleri (1786).

    Felsefe’de Ereksel İlkelerin Kullanımı Üzerine (1788), Tanrı Kanıtlamasında Her Türlü Felsefî Girişimin Başarısızlığı Üzerine (1791), Leibniz ve Wolff Döneminden Bu Yana Metafiziğin Gerçekleştirdiği Hakîki Gelişmeler Nelerdir? (1791), İnsan Doğasındaki Radikal Kötülük Üzerine (1792), Saf Aklın Sınırları İçinde Din (1794), Dünyânın Sonu (1794), Ebedî Barış Üzerine Felsefî Deneme (1795), Felsefe’de Bir Ebedî Barış Denemesinin Yeni Bir Sonucunu Duyuru (1796), Hukuk Öğretisinin Metafiziksel İlkeleri (1797), Pragmatik Açıdan Antropoloji (1798), Mantık (1800), Pedagoji (1803).

    Şüphe yoktur ki Kant, Aydınlanma felsefesi içinde akla gelen ilk filozoflardan biridir. Nitekim, Aydınlanma’nın hemen tüm eğilimlerini Kant’ta görmek mümkündür. Söz gelişi, bilgi adına tek sağlam bilginin ancak bilimsel bilgi olduğu kabûlü, doğa bilimlerinin diğer bilme etkinliklerine önceliği olduğu ve onları temellendirmesi gerektiği düşüncesi, Felsefe ile din arasında önce kategorik bir ayrıma gidip sonra bunları uzlaştırma çabası; ahlâk alanından “tanrı”, “ruh”, “melekler”, vb. mefhumların çıkartılarak “seküler bir ahlâk” kurma çabası, vb. gerek Kant felsefesinin, gerekse de Aydınlanma’nın bir özeti gibidir. [6]

    Antikçağ’dan Ortaçağ’a geçişte Felsefe’de, önemli birtakım “paradigma değişiklikleri” gündeme geldi. Grekler için akıl, evrenin ve insan yaşamının merkezinde yer alıyor ve evrenin düzeni, uyumu ve ilkesi ile insan yaşamının düzeni, uyumu ve ilkesi, bir ve aynı tutuluyordu. Hıristiyanlığın yayılmasıyla birlikte ise filozoflar, Greklerin akıl anlayışından oldukça farklı söylemler geliştirmeye başladılar. Akıl, artık merkezîliğini kaybetti ve “isteme özgürlüğü” ile “irâde özgürlüğü” yerine, “Tanrı’nın irâdesi” konuldu. Greklerin yücelttiği değerlerden “Kendi olma” ve “özgür olma” ise bu “Kendi”nin “Tanrı’nın irâdesi” içinde eritilmesiyle bir tür küfür olarak düşünüldü. [7]

    “İnsanın yüceltilmesi” anlayışı, Ortaçağ’a geçişte artık sona eriyor ve “evrendeki yerini Tanrı’nın irâdesi içinde bulmaya çalışan insan” anlayışı ortaya çıkıyordu. Özellikle de ilk dönem Kilise Babaları, akla ilişkin büyük bir güvensizliğin doğmasına yol açıyorlardı; insanın özü itibâriyle kusurlu bir varlık olduğuna inandıkları için, bu özün bir parçası olarak akla da güvenemeyeceklerini düşünüyorlardı. İnsan için olanaklı tek kurtuluş yolu ise Tanrı’nın bildirimi ve kutsal kitaptı. Hem, aklın da bir sınırı vardı ve akıl aracılığıyla evrenin bütünü resmedilemezdi. Bu yolla her şeyi bilmek zâten mümkün olmayacağı için, akla karşı temkinli olunması gerekecekti.

    Bu bakımdan akıl, neyin neden dolayı bilinemeyeceğinin görülmesini de sağlıyor ve kişinin Tanrı’ya yönelmesinde bir araç hâline geliyordu. Kilise Babaları’na göre gerek evren, gerekse de insan eylemleri söz konusu olduğunda akıl, ancak belirli birtakım ilişkilerin kavranılmasını sağlıyor; insan eylemlerinde rehberlik rolünü ise inanca, dogmaya, tanrısal irâdeye, vahye ve tanrı sevgisine bırakıyordu. [8] Fakat, Rönesans’a geçişle ise “akıl”, bâzı farklılıklarıyla birlikte, yeniden Antikçağ’daki “ayrıcalıklı” konumunu kazanmaya başladı ve Ortaçağ’da Felsefe’ye damgasını vuran dinsel kaynaklı söylemler de inandırıcılığını kaybetti.

    Rönesans’ta, akla yönelik yeni ve güçlü bir yönelim ortaya çıkmıştı. Antikçağ’ın sonlarına doğru, “özgür insan”ın “kendi irâdesi”ni “kent-devletinin irâdesi” içinde eritmek zorunda olduğunu düşünmeye başlayan Batı felsefesi filozofları, Ortaçağ’da bu zorunluluğu, “Tanrı’nın irâdesi” içinde eritmek şeklinde duyumsamışlardı. Rönesans’ta ise “kendi irâdesini genelin irâdesi içinde koruyan insan” anlayışı yükselişe geçti ve insan özgürlüğü, “genel irâde” içinde aranmaya başlandı. Bu tartışmalar içinde Batı felsefesi filozofları, Greklerden farklı olarak aklı, evrende geçerli ve “tanrısal” bir töz, bir ilke olarak değil, insanın sâhip olduğu bir yeti olarak görmeye başladılar. [9]

    Hâl böyle olunca, insan özgürlüğüyle ilgisinde aklı, özel bir konuma yerleştirdiler ve bunun etkilerini, felsefe târihinin bundan sonraki kesitlerinde de açık bir biçimde görmek mümkündür. Kezâ, on yedinci yüzyıla gelindiğinde, Ortaçağ Hıristiyan Felsefesi’nin “Akla aykırı olduğu için inanıyorum!” ilkesine yönelik kuşkular, açık bir biçimde dile getiriliyor ve akla yönelik daha yüksek bir güven ortaya çıkıyordu. Üstelik, bilimsel bilgilerin başka alanlarda da kullanılabileceği düşünülüyor; bu bilgilerin, insanı konu edinen bilimlerde de etkin sonuçlar verebileceği öngörülüyordu.

    On yedinci yüzyıl Batı felsefesi filozofları, tüm bu kazanımları belirli bir paydada birleştirmek ve “insanlığın ortak geleceğine katkı sunacak şekilde” bunlardan yararlanmak istiyordu. Nitekim Rene Descartes, Baruch Spinoza, Gottfried Wilhelm Leibniz gibi filozoflar, kendilerine aklı kılavuz alarak bu tür bir bilgi/bilimler sistemi kurmaya çalışıyor, bu sistemlerini temellendirecek bir ilk ilke, kavram ya da önerme arayışına girişiyorlar; bu kazanımları belirli bir bütünsellik içinde anlamaya ve anlaşılır kılmaya çalışıyorlar, bu yolla Felsefe’de de “büyük keşifler”e imzâ atmak istiyorlardı.

    Ne var ki, çok geçmeden bu felsefî (“bilimsel”) sistemlerle ilgili bir kuşkuculuk ortaya çıkacaktı. On yedinci yüzyılın sonlarında, önce John Locke’un İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme’si, kısa bir süre sonra da David Hume’un İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma’sı, başta nedensellik ilkesi olmak üzere a priori hemen tüm ilke, kavram, önerme ve kategorileri tartışmalı hâle getiriyor ve bir taraftan bu tür sistemler kurmanın olanağını ortadan kaldırdığı gibi, aynı zamanda da “bilimlerin altını oyuyor”du.

    On sekizinci yüzyıl bilim ve felsefe toplulukları için deney ve gözlem, her şeyin ölçüsü hâline geliyor; bilimlerde ve Felsefe’de deneyi aşan, deneye geri götürülmesi ve deneyle doğrulanması mümkün olmayan kavram ve kavrayışlara olanak tanınmıyordu. Bunlar ise Kant’ın da içinde bulunduğu bir kısım Aydınlanmacılara göre, mevcut bilimsel bilginin derlenip toplanmasını ve belirli bir düzene sokularak insanlığın mânevî gelişimine katkı sağlamak amacıyla kullanılmasını engelliyor; insan bilgisini, anlam ve değerden yoksun bırakıyordu. [10]

    On yedinci yüzyıl ile on sekizinci yüzyıl felsefeleri arasında John Locke, özel bir kavşak noktasında duruyordu. Locke, bir taraftan “bilginin önündeki metafizik döküntüleri temizleme”ye çalışarak felsefe sorunlarını olgu bilgileri ve deneysel yöntemlerle ele alıyor, diğer taraftan da iyi ile kötünün ve insan özgürlüğünün kaynağını, temellerini ve olanaklı koşullarını aklın doğasında ve deneyi aşan genelliği içinde arıyordu. Zîrâ, insan eylemlerinin iyi ya da kötü olup olmadığını anlamak için, bu eylemlerin yol açtıkları etkilere bakmak ve bunların verdikleri hazları karşılaştırmak gerekiyordu.

    Locke’a göre insanın bilme yetileri, kendi doğasına uygun biçimde, insan mutluluğunun gerçekleşmesini sağlamaya dönüktü ve eylemlerinden acı duyan bir kimsenin yaptıkları, bu durumda yanlış olacaktı. Hazlar, yalnızca nicelik bakımından değil, aynı zamanda nitelik bakımından da birbirlerinden farklıydı ve bunların dereceleri ile süreleri de yine farklıydı. Ancak, kaynağını insanın doğal varlık yapısından alan (özgür) eylemler ise nitelik ve süre bakımından daha yüksek bir haz veren eylemlerdi ve tüm insanlar böyle davranacak olursa, ahlâk alanı da en az doğa bilimi kadar kesin bilim hâline gelebilirdi. [11]

    İnsanın doğal varlık yapısından hareketle genel bir ahlâk öğretisi geliştirilebileceği görüşüyle Locke, hemen tüm Aydınlanmacıları etkilemişti. Locke’a göre Descartes, Spinoza ve Leibniz sistemlerinde yapılanın aksine, ahlâk alanında genel bir ilke, kavram ya da önermeden hareket etmek yerine, insan toplumlarının târih boyunca geçirdiği ilerlemeler ana hatlarıyla incelendiğinde, en yüksek erdemler konusunda aslında her toplumda ortak özellikler olduğu görülecekti. Bu da bu temelden hareket edecek bir ahlâk öğretisinin tüm insanlık tarafından paylaşılabileceğini gösterecekti.

    Bu öğretinin temeli akıldı ve hangi toplum olursa olsun, övgüye veya yergiye konu olan insan eylemleri hakkında konuşulurken aklın kullanılması, bu ortaklığın hem ifâdesi, hem de zeminiydi. Farklı toplumlarda insan eylemlerine yönelik farklı değerlendirme ölçütlerinin ortaya çıkması ise içinde bulundukları koşullar altında bu hazlara nasıl ulaşacakları konusunda bir değerlendirme farklılığından kaynaklanıyordu. Locke, genel bir ahlâk öğretisinin ortaya konulabilmesi için, öncelikle insanın bilme yetilerinin ve doğal varlık yapısının incelenmesi gerektiğini düşünüyordu ki, bu görüşlerin izlerini Kant’ta da açık bir biçimde görmek mümkündür. [12]

    Diğer taraftan, on sekizinci yüzyılda doğa bilimlerindeki gelişim düzeyi doruğa ulaşmış ve başta doğa bilimleri olmak üzere tüm bilimlere karşı büyük bir hayranlık duyulmaya başlanmıştı. Ancak, bu bilgi kümesi, başta nedensellik ilkesi olmak üzere aklın a priori kullanımlarına yönelik belirli birtakım kuşkuları da berâberinde getirince, bilimler alanında sistematik bir birliğin kurulabilmesi de olanaksızlaşmıştı. Nitekim, Kant da henüz erken dönem çalışmalarından itibâren, kesin bilim olmaklığın olanaklı koşullarını araştırmış ve bilimler arasında bu birliği kurmak için ne yapılabileceğini düşünmeye koyulmuştu. [13]

    On sekizinci yüzyıl Batı felsefesi filozoflarının önünde, aslında on yedinci yüzyıl filozoflarından mîras kalan ciddî bir çıkmaz daha vardı; tüm bu bilimsel ilerlemelere karşın, insanlığın düşünsel ve ahlâkî gelişimine dâir hiçbir olumlu gelişme ortaya çıkmıyor ve insanlığın “mânevî yönü” sürekli geriliyordu. Kaydedilen bilimsel gelişmeler, yeni coğrâfî keşifler, doğa bilimlerinde yeni yöntem ve tekniklerin ortaya çıkması, vb. Batı insanını sömürgecilikten, kitlesel katliâmlardan, yerli halklara “soykırım” uygulamaktan alıkoymuyor, “akıl” ve “akılsal zorunluluk” ön plâna geçtikçe “tanrı” ve “tanrı korkusu” giderek azalıyor, bu “mânevî yön” sürekli geriliyordu.

    Bu dönem filozofları, tıpkı on yedinci yüzyıl filozofları gibi, hem bu bilimsel bilgiyi sistematik bir bütünsellik içinde derleyip toplamak için gerekli koşullar üzerinde düşünecekleri gibi, hem de bu gelişmişlik düzeyi içinde, bu filozoflardan farklı olarak, “akıl” ile “tanrı” ve “akılsal zorunluluk” ile “tanrı korkusu” arasında yeni birtakım “formüller” geliştirmeye çalışacaklardı. Bu çabalar Kant’ta ise doğa bilimleri modeline dayalı ve en az onlar kadar kesin bir ahlâk metafiziğinin olanaklı koşullarını araştırmak biçiminde ortaya çıkacak; Kant da bu şekilde, “insanlığın mânevî gelişimine katkı sağlamak” isteyecekti.

    Kezâ, Kant’a göre “ahlâk metafiziği, onsuz edilemeyecek kadar gereklidir. Bu da sırf kurgulama nedenleri yüzünden, a priori olarak aklımızda bulunan pratik ilkelerin kaynağını araştırmak için değil; ahlâkın kendisi, bir rehberden ve doğru yargıda bulunmak için en üstün normdan yoksun olduğu sürece, her türlü bozulmaya açık olduğu için gereklidir.” [14] “Kutsal ideali, felsefî anlamda alınırsa, en yetkin idealdir; çünkü, en saf ahlâkî yetkinlik idealdir; ancak, insanlar böyle bir ideale ulaşamayacakları için, bu ideal de tanrısal bir muâvenete duyulan inançtan destek almaktadır.” [15]

    İlk dönem çalışmalarında Kant, Leibniz-Wolff rasyonalizminden büyük ölçüde etkilenecekti. Bu rasyonalizmde akıl, yalnızca doğru bilgiye değil, aynı zamanda mutlak ve zorunlu bir gerçekliğe sâhip bilgiler, kavramlar, ilkeler ve yasalara ulaştıran bir yetiydi. Ayrıca, doğa ile insan zihni arasında da özce hiçbir fark yoktu. Doğanın yasaları ile insan zihninin yasaları, bir ve aynıydı ve bu yasalar bir kez bulunduğunda, her ikisini de anlamak mümkündü. Doğanın dili, matematiksel fizikle yazılmıştı ve hem doğanın, hem de insan zihninin yasalarının kaynağı akıldı.

    Leibniz-Wolff rasyonalizminde akıl, aynı zamanda Tanrı’yı da kuşatmaktaydı; “akılsal zorunluluk” ile “tanrısal irâde” arasında uzlaşmaz karşıtlıklara ve bu arada mucizelere yer yoktu. Tanrı bile evrendeki düzeni bozma gücüne sâhip değildi. Akıl, ilk olmak ve tüm evreni belirlemek zorundaydı. Aklın isteme karşısındaki öncelliği onu saf, nesnel ve zorunlu hâle getirmekteydi. Eğer isteme akıldan önce gelseydi, akıl da bu niteliğini kaybeder ve istemenin denetimine giren akıl, evrende yasalılığı ortadan kaldırırdı. Bütününde bakıldığında ise buradan yalnızca kaos çıkardı. [16]

    Ne var ki, sonraki dönem çalışmalarında Kant, Leibniz-Wolff rasyonalizminden kopacak, “vâroluş yüklem olamaz” eleştirisiyle aklın bu tür bir kullanımını olumsuzlayacak ve bu rasyonalizmi, geleneksel metafizik eleştirilerine geçişte bir tür “sıçrama tahtası” olarak görecekti. Kant’a göre, aklın doğal bir sınırı vardı ve ruh, evren ve tanrı ideleri söz konusu olduğunda akıl, bu idelere ilişkin tezleri kabûl edebileceği gibi, bunların anti-tezlerini de kabûl edebilirdi. Çünkü, saf teorik akıl, ideler konusunda bütünüyle çelişkiye düşüyor, bu çelişkileri kendi başına çözmede yetersiz kalıyor, bunu yapabilmesi için saf pratik aklın etkinliğine gereksinim duyuyordu.

    Notlar:
    [1] Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi; Ernst Cassirer, İnkılâp Kitapevi, İstanbul 1996, syf: 25-6
    [2] A.g.e. syf: 32-7
    [3] A.g.e. syf: 44-7
    [4] Immanuel Kant ve Transendental İdealizm; Tuncar Tuğcu, Alesta Yayınları, Ankara 2001, syf: 30
    [5] Aydınlanma Felsefesi Târihi; Ahmet Cevizci, Ezgi Kitapevi, Bursa 2002, syf: 208-11
    [6] A.g.e. syf: 207
    [7] Ortaçağ Felsefesi Târihi; Ahmet Cevizci, Âsâ Kitapevi, Bursa 2001, syf: 17-25
    [8] A.g.e. syf: 25-9
    [9] On Yedinci Yüzyıl Felsefesi Târihi; Ahmet Cevizci, Âsâ Kitapevi, Bursa 2001, syf: 1-10
    [10] “Aydınlanma Çağının Düşünme Biçimi”; Ernst Cassirer, Felsefe Tartışmaları, 1. Kitap, 1987, syf: 87-9
    [11] İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, Cilt II; John Locke, Öteki Yayınevi, Ankara 1999, syf: 171
    [12] On Yedinci Yüzyıl Felsefesi Târihi; Ahmet Cevizci, Âsâ Kitapevi, Bursa 2001, syf: 220-8
    [13] Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi; Ernst Cassirer, İnkılâp Kitapevi, İstanbul 1996, syf: 20
    [14] Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi; Immanuel Kant, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 2002, syf: 5
    [15] Ethica; Immanuel Kant, Pencere Yayınları, İstanbul 2007, syf: 21
    [16] Felsefe Târihi; Mâcit Gökberk, Remzi Kitapevi, İstanbul 1999, syf: 347-8


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    ÇOCUKLARIMA

    Diyelim ıslık çalacaksın ıslık
    Sen ıslık çalınca
    Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes
    Kimse çalamamalı senin gibi güzel

    Örneğin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın
    Senden önce kimse saymamış olmalı
    Senin saydığın gibi doğru ve güzel
    Hem dalgaları hem saymasını severek

    De ki sinek avlıyorsun sinek
    En usta sinek avcısı olmalısın
    Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta
    Örgüt yoksa seninle başlamalı

    Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun
    Düşün düşünebildiğince üç boyutlu
    Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya
    Sanki senden önce düşünen hiç olmamış

    Dalga mı geçiyorsun düşler mi kuruyorsun
    Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum
    Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
    Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler

    Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum
    Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz
    De ki bütün işe yarayanlar
    İşe yaramaz sanılanlardan çıkar

    Aziz NESİN

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Ülkemiz genelinde artık standart olarak kullanılmaya başlanan karekod uygulamasını siz de kendiniz için kullanabilirsiniz. http://invx.com/ web sayfasına girdiğinizde “enter your text” yazan kısma istediğiniz bir web sayfasını, ismi, adresi veya açıklamayı yazın. Karekod’unuz hemen hazır. Bu kod herhangi bir karekod okuyucuyla tarandığında içine yazdığınız bilgi ekranda görülecektir. Daha sonra bu karekod’u resim olarak ister arabanıza ister özel eşyalarınıza bastırabilirsiniz.

    http://sinemabirmucizedir.blogspot.com/2010/02/amator-yuzuklerin-efendisi.html “Kate Madison adlı Yüzüklerin Efendisi fanatiği amatör bir sinemacı yaklaşık 50 bin dolar gibi komik bir parayla Tolkien'in kitabından uyarlanan 60 dakikalık film internette 500 bin defa izlendi.İşin ilginç yanı bu kadar küçük bir bütçeyle büyük bir prodüksiyona imza atmak az buz kolay bir iş değil.Madison filmde emeği geçen 400'den fazla kişiyi bedavaya çalışmaları için ikna etmesi sinema tutkusunun hiçbir engel karşısında kaybolmayacağının büyük bir örneği.” Bu filmin web sitesi: http://www.bornofhope.com/ Filmi seyretmek için ise: http://www.mefeedia.com/watch/26279407

    Hayatımızda vazgeçemeyeceğimiz şeylerden bir tanesi de yemek yemektir. Bunu hem söyleyen hem de yaşayanlardan biri olarak http://www.oktayustam.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Açılış sayfasına koydukları pastalar ve börekler kilo vermek isteyenlere pek uygun olmasa da incelemeye değer. Bu web sayfasında hoşuma giden diğer özellik ise, kendi tarifinizi gönderdiğinizde yayınlamaları oldu. Afiyet olsun dostlar.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Hold Me Now - Johnny Logan









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120720.asp
    ISSN: 1303-8923
    20 Temmuz 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com