Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.932

 17 Ağustos 2012 - Fincanın İçindekiler


  • ESKİ YAZLAR, ESKİ SAZLAR ... Seyfullah Çalışkan
  • AŞKTAN AŞKA DANS EDEREK ... Hamdi Topçuoğlu
  • Kendime notlar ve hayat aynamdan yansımalar ... Müşerref Özdaş
  • KAYBETME SANATI ... Ezgi Yekbun
  • İNGİLTERE'NİN KUCAĞINA ZIPLAYAN İSMET PAŞA ... Bertan Onaran
  • EVLER ... Neslihan Minel
  • TEHLİKELİ DURUMLAR ... Abuzittin Tırlak
  • Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : İyi Bayramlar!..


    Bir daha bu kadar yakınından geçmek belki mümkün olmaz diyerek, Olimpiyatların son 4 gününü yerinde yaşamak için çoluk çocuk toplanıp gittik Londra'ya. Maraton haricinde herhangi bir yarışı izlemek mümkün olmadı ama olimpiyat havasını solumak bile yeterdi. Çevresi ile birlikte yaklaşık 15 milyon kişinin yaşadığı bir metropolde düzenlenen olimpiyatın aksamayan düzeni, herkesce kabul edilen ve uyulan kuralları ile görülmeye değerdi. Hyde Park içine kurulan bir alanda 6 dev ekranda oyunları yerlerde oturup seyredenlerin eğlence anlayışı ve coşkusu muhteşemdi. Anlatacak çok şey var elbet ama damakta kalan tadıyla, 2020'ye aday İstanbul'un başına gelebilecek muhtemel senaryoları düşünüp, epeyce tasalandığımı söylemeden geçmek istemem.

    Olimpiyat düzenlemek, hem de en iyisini yapmak bugün için elbette mümkün ama insan odaklı bir devasa festival düzenlemek, işte orası bir kocaman muamma. İş sadece beton binalarla, uçar kaçar, yanar döner spor kompleksleriyle bitmiyor. Bir ülke halkının bütünüyle baş koyduğu bir şenlik olmalı Olimpiyat. Umarım Londra'yı iyi gözlemlemiştir bizim komite. Çıkarılacak öyle büyük dersler vardı ki, görmemek için kör taklidi yapmaktan başka çare yoktu.

    Notlarımı sizlerle paylaşmaktı amacım ama biriken işlerin yoğunluğu nedeniyle pek fazla vakit ayıramadım. Ben yokken saçmalamaya devam eden anlamsız Türkiye gündemi de cabası. Hangi birine bulaşacağımı şaşırdım. "Birkaç Mehmet" diyerek patavatsılığın, düşüncesizliğin ağa babasını yapan hükümet sözcüsünün, tarihin derinliklerinde kaybolan birkaç Hüseyin'den biri olmasını dileyip konuyu fazla deşmemeye karar verdim.

    Hepinizin bayramını en içten dileklerle kutlar, mutluluk ve esenlik dolu günler dilerim. Hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      ESKİ YAZLAR, ESKİ SAZLAR

    Yazı değil ama binlerce yıldız dolu göğüyle geceleri severdim. Rüzgârla gelen ılgın ve ayıt kokularını, fesleğen ile çam kokularının birbiri içinde harmanlandığı o yıldız dolu geceleri… Biraz olsun rüzgâr, azıcık olsun serinlik bulabilmek için kadınlar sokakta, erkekler köy meydanında otururlardı. Yarasalar sabaha kadar sokak lambalarının altında uçup dururlardı. Bir de düştüğünde cızt cızt diye ses çıkaran antenleri kocaman, kabuğu küçücük beneklerle dolu o böcekler. Pamuk tarlalarına uzun ışıklar dökerek gecenin içinden trenler geçerdi. Her pencerenin ardında insanlar vardı. Her ışığın arkasından koşan gölgeler buradan ta Ankara’ya, Bandırma’ya veya Soma’ya kadar giderlerdi. Her trenin kendi saati vardı. Ankara Ekspresinden sonra yatar, soma treniyle yataklarımızdan kalkardık.

    O zamanlar ben en çok trenleri severdim. Bir de içini hep senin doldurduğun hayallerimi… Biz seninle davul gibi dengi dengine bile değildik. Ama hayaller dengi dengine kurulmaz ki… Ben henüz küçücüktüm ve sen o sene liseye başlamıştın. Günlerce, haftalarca harçlıklarımı biriktirmiştim. İki buçuk lira param vardı artık. Kocaman, gümüş rengi paramı kaybolmasın diye yatağın altına saklamıştım. Sana çok güzel bir hediye alacaktım. Ne alacağıma bir türlü kara veremiyordum. Çaresizdim, sana ne alsam beğenirdin? Kırk kez sımsıkı kapalı, kırk kez mühürlü bir sır olmasa başkalarına sorardım. Çaresizdim, siyah beyaz filmlerde erkekler kadınlara çok değerli orkide diye bir çiçek veriyorlardı. Üzüm bağlarında, zeytinliklerde, papatyalar olurdu. Bizim buralarda orkideyi ne gören vardı ne bilen.

    Poçuvallı’ların düğününde sana baktığımı görmüşler. “Ne bakıyon lan kıza, içine düşseydin bari,” dediler. “Ona bakmıyordum ki ben. Dalmışım öylesine işte. Hem baksam kaç yazar. Oğlum o kız hiç bana yüz verir mi? Siz aklınızı mı oynattınız?” dedim. Sana tutulalı beri bir acayip haller oldu bana. O düğünde işte nasıl olduysa ayağım takılıverdi. Rüşen’in annesinin üzerine sürahiyi deviriverdim. Sen ama bana o kadar çok gülmeseydin keşke. Canım sıkıldı. Senin için taramıştım saçlarımı. Hatta yeni ayakkabılarımı bile giymiştim. Düğüne geleceğini adım gibi biliyordum. Ablanın ahretliğiymiş Gülsüm.. Senin de saçlarını yapmışlar fark etmedim sanma. Dudaklarına boya da sürmüşsün. Son günlerde çok çabuk büyümeye başladım. Her gün kapı pervazında ölçüyorum. Yakında sana yetişirim.

    Sana aldığım kolyeyi ve mektubu zarfa koyup okul çantanın içine attım. Ötekilerle minibüs bekliyordunuz. Okul çantanı orada bırakıp bakkala koşmuştun. Karşıki evdeki asmanın dalına bir çift kumru konmuştu. Bu her şeyin güzel gideceğine işaret sayılırdı. Senle ben bir çift kumru gibi oluverirdik belki. O kolye ile mektubun eline geçip geçmediğini hiç bilemedim. Sabahları siz gitmeden önce okul minibüsü beklediğiniz o asmalı evin önünden geçtim. On kez, yirmi, belki elli kez geçtim. Sen bana hiç bakmadın. Hiçbir şey söylemedin. Hediyemi ve mektubumu almadın mı acaba?

    Benim ilk hevesliğim, uykumu gecenin uzak ve koyu karanlığında yitirdiğim ilk yavuklum sensin. Adını diyemem, evini, sokağını söyleyemem. Ne zaman mor çiçekli bir şalvar görsem hala peşinden gidesim gelir. Her yağmurda sokaklarda saçları iki örgülü bir kız arar gözlerim. Saçak altlarından sakınarak yürüyen liseli bir kız. Kitaplarını göğsüne sımsıkı bastırmış… Üstünden kayışlı ayakkabıları ve çorapları sırılsıklam olmuş o kızı… Beni sevmediğini öğrendiğim gün cehennem gibi bir ağustos sıcağı vardı. Yüreğim paslı çivilerle delik deşik edilmiş bir mendil gibi ayaklarımın ucuna düşüvermişti. Canım acıyordu, nefes alamıyordum. Ben o zaman küçücük bir çocuktum sen de liseye o yıl başlamıştın. Kızlar kendilerinden büyük oğlanları sevelermiş. Nerden bilecektim. Meğer ben başlamadan kaybetmişim.

    Kötü haber tez duyulurmuş. Topal Nusret’i seviyor dediler. İnanmadım. Nusret ağabeyimiz sıcak, güleç yüzlü, insan canlısı güzel bir adamdı. Ama hem bir ayağı epey aksıyordu. Hem de ondan en az beş yaş büyüktü. Uzak bir şehirde okuyordu. Okulunu bitirince ne çıkacak bilmiyordum. Kızlarla falan uğraşmaz ki o… Varsa yoksa eşitlik, adalet, özgürlük, vatan, millet Sakarya… Kitapları çok iyi bilirdi o ama kızlardan anlamazdı. Yanılmışım. Bir gün onları okul bahçesinin köşesinde gördüm. Koca Mera’dan dönen sığırlar köyün sokaklarına yayılıyordu. Onların iki alaca ineği vardı. Elinde ince bir çubukla sözde ineklerin dönmesini bekliyordu. Öfkeden deliye döndüm. Elim ayağım titremeye başladı. Olduğum yere yığılıp kalacağımı hissettim. Ayaklarım kilitlendi, olduğum yere çakılıp kaldım. Gücüm yetse bile zaten bir şey yapamazdım. Diyelim ki yanlarına gittim. Ne diyecektim ki? Onlarca gece hep onları rüyamda gördüm. Hep aynı resim, hep aynı rüya… Fısır fısır bir şeyler konuşup arada gülüşüyorlardı. Kızı bırak sokağına bile küstüm. Aylarca kapılarının önünden geçmedim.

    Yazı değil ama gökyüzünün yıldız kaynadığı geceleri severdim. At arabaları sabaha doğru nal sesleri duvarlarda yankılanarak tütüne geçerdi. Bıraksan arabadakiler uyur, at uyur, tütün uyur, küfeler uyur hatta araba bile uyurdu. Hafif bir rüzgar çıksa olgunlaşan erikler şapur şupur yere düşerdi. İşte bu yüzden sabahın ilk ışıklarında arılar gezerdi bahçelerde. Horozlar öttükten hemen sonra Soma Treni oflaya puflaya istasyonda dururdu. Islık çalar gibi düdüğünü çalar ve yoluna devam ederdi. Trenden sonra köy boşalıverirdi. Sadece yaşlılar kalırdı gölgelerde… Bir de yeni anne olmuş taze gelinler. Ben en çok trenleri severdim. Kapı önünde ayçiçeği çitlemesini… Kızları boş ver. Onlar sadece kendilerini sevmeyen erkekleri severler.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      AŞKTAN AŞKA DANS EDEREK

    Uluslar arası Bodrum Bale Festivali,”aşk”ı işleyen iki oyunla başladı: Bodrum Aşkı ve Genç Werther’in Acıları

    “Bodrum Aşkı”, Bodrum’a duyulan mı; yoksa Bodrum’da yaşanan aşkı mı anlattığı belirsiz bir tamlama.
    Cevat Şakir’in “Yokuşbaşı’na vardığında, Bodrum’u göreceksin. Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin. Senden öncekiler de böyleydiler. Akıllarına hep Bodrum’da bırakıp gittiler.” diye anlattığı aşk, Bodrum’a duyulan aşktır.

    Benim aşkım da “Bodrum’a duyulan türdendir. Çünkü Bodrum, benim için tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla tam da yaşanası bir yerdir. Ama bu aşk, Bodrum’la sınırlı değildir. Benim aşkım, Karya’dır. Onun kalbi de Bodrum. Sorduklarında kendimi Karyalı olarak adlandırmam da bundandır.

    “Bodrum Aşkı”, kimileri için Bodrum’da yaşanan ya bir şarkıda, türküde; ya öyküde, romanda; ya da bir şiirde:

    “ Güvercinim, şah boylum
    Damıtır da gizlerini on bir ay;
    Bodrum mühürlü aşklar bağışlar,
    Issız koylarda Bodrum’da. “


    Örneğindeki gibi dillendirilen bir aşk, kimi zaman eşi Mausolos’un anısına, dünyanın yedi harikasından birini yaptıran Kraliçe Artemisia’nın sonsuz aşkı da olabilir.

    Öyle ya da böyle Bodrum, insanı insana, insanı yaşama bağlar. Her gelenin, aklında Bodrum’la gitmesinin başka nedeni olabilir mi hiç?

    İki yıl önceki festivalin tanıtım toplantısında, “Bu coğrafyada bale sanatına çok uygun müthiş hikâyeler var. Neden 10. festival için bir Karya oyunu hazırlamıyorsunuz?” diye sormuştum.

    Fikir herkesçe ilginç ya da olumlu bulunsa da nedense uygulamada kimse böyle bir çalışmaya yanaşmamıştı.

    Bu yılki Bodrum Bale Festivalinin açılış oyununun böyle bir adı olduğunu öğrenince oldukça heyecanlandım. Bu heyecanım, oyunun, librettosunun, koreografisinin ve rejisinin Mehmet Balkan imzalı olduğunu öğrenince bir kez daha arttı. Çünkü o, hem çok iyi koreograf hem de Bodrum’dan ev alacak kadar Bodrum’u seven biriydi.

    Değerli Dramaturg Gülümden Alev Karaman’ın, oyunun tanıtım yazısında “Şimdiye kadar yaptığı neoklasik koreografilerde daima kadın erkek ilişkilerini işleyen… Mehmet Balkan” diye başlayan ve “ … kısa ve uzun süreli aşkları, modern dans dilini daha fazla ve çarpıcı bir biçimde kullanarak anlatıyor.” yargısıyla biten cümlesi de bize nasıl bir oyun izleyeceğimiz hakkında yeterli ip uçlarını veriyordu.

    Oyunun müziklerini Erim Ardal yapmış. Aralıksız iki saatlik oyunun izlenmesine bu müziklerin oldukça önemli bir payı var.

    Şiir gibi, balenin dili de damıtık. Koreograf, mesajını çok yalın bir dille vermek zorunda. Balede de “yani, demem o ki, çünkü…” gibi açıklama sözcüklerinin yerini tutan hareketlere yer yok.

    Ne yalan söyleyeyim, Oyunu izlerken, bir an oyunu Paris’te bir Fransız, Berlin’de bir Alman olarak seyretseydim, diye geçirdim aklımdan. Yine Bodrum’u çok çok iyi bilen birisi olsaydım, bu oyun Bodrum’dan ne getirirdi bana?

    Artemisia, gelir miydi ki aklıma? Ya kocalarını, oğullarını öldüren ve kendilerini eş alan Helenlerin sofralarına oturmayı reddeden, adlarını anmamak için and içen Karyalı kadınlar? Adına kentler kurulan Stratonike’nin aşkından bir tat bulabilir miydim? Ya da geçen yüzyıla uzanıp Çakır Ayşe’yi, Halil’in Çakır gözlü Gülsüm’ ünü nerelere yerleştirebilirdim?

    Farz edelim ki Bodrum’u hiç bilmeyen birisi olsaydım ve arkada fonda yine o pırpırlanan deniz olsaydı, siyah kostümleriyle dans etseydi yine dansçılar, Utku yine böyle karalar içinde saksafon çalsaydı, bu eserin adının neden “Bodrum Aşkı” olduğu konusunda bir izlenim edebilir miydim?

    Koreograf olmak çok zor. Onun karikatürcü gibi baloncukları yok ki içini doldursun.

    Genç Werther’in Acıları’nı izlerken Mehmet Balkan’ın “Bodrum Aşkı”na can verebilmek için ne büyük bir sorumluluk üstlendiğini bir kez daha anladım. Genç Werther’in Acıları, her şeyden önce Goethe gibi çok güçlü bir Alman yazarının ürünüydü. Romandaki “Umutsuz Aşk”, birçok sanatçının tarih boyunca balıklama atladığı evrensel bir temaydı. Ancak Goethe’nin eseri bir başkaydı. Piyasaya çıkar çıkmaz toplumu o denli derinden etkilemişti ki romanı okuyan birçok genç intihar etmiş, Almanya sokakları “Werther gibi” mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençlerle dolup taşmıştı. Dahası, bu eserin arkasında Frédéric Chopin gibi yine romantik dönemin dev müzisyeni vardı.

    Festival 10. yaşına basmasına karşın, Kale Kuzey Hendeği Sahnesini hâlâ gerçek anlamda bir gösteri sahnesine dönüştüremediğimiz için eser, dekorlarını İstanbul’da bırakıp gelmişti; ama böyle de güzeldi. O akşam, ışığından kostümüne unutulmaz bir bale gösterisi izlediğimizi söylemek, bir hakkın tesliminden öte bir şey değil.

    Geçen yazımda bale sanatçılarını ortaçağın posta ulaklarına benzetmiştim. Bana göre, günlerce süren provalarda yüzlerce kilometre dans eden bale sanatçılarıyla bu ulaklar arasında pek fark yok. Ulaklar, devletlerinin dirliği düzenliği için haber taşıyarak, bale sanatçıları ise yazarların şairlerin eserlerindeki ışığı izleyicilerin yüreklerine serperek daha yaşanası bir dünyanın kapılarını aralıyorlar.

    Oyun bitiminde onları alkışlarken, hiçbirini ayırmadan gözlerinin içine bakın. İnanın neyi ne kadar sunabildiklerini o bakışlardan anlamak hem çok anlamlı, hem de çok kolay. Ben her iki oyunda da onların gözlerinde görevlerini, en iyi şekilde yapabilmenin sevincini ve huzurunu gördüm.

    Bu festivale emeği geçen herkesi kutlamalıyız. Bodrum, bu festivalle biraz daha özgünleşiyor.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Müşerref Özdaş


    Kendime notlar ve hayat aynamdan yansımalar

    Yaşamdan gözlemlerimi, hayat aynamdan yansıyan, kulaklara küpe olması gereken olguları okuyacaksınız bu notlarda. Aralarında ruhumun yanardağından püsküren lavlar da olacak elbet. Söz gümüşse sükût altındır derler, ben bir yandan altınlarımı yüreğimin derinliklerinde biriktirirken bir yandan da gümüşlerimi ortaya çıkarmayı tercih ettim. Sükûtlar da gün olur söze dönüşür yüreğin simyasıyla.

    Bakalım Mü’nün yüreği neler görmüş, neler biriktirmiş:

    Yansımalar ve notlar - I -

    Bana güvenenlere hiç arkamı dönmedim ama kimsenin de yüzünü göremiyorum artık... sırtları bana dönük... Eğer ben de sırtımı dönmüş olsaydım, onların sırtını görmemiş olacaktım. Bunu unutma Mü ve ne olursa olsun arkasını dönen sen olma, hainlerin sırtını seyretmek sırtını dönmekten daha iyidir.

    Yansımalar ve notlar - II-

    Her adam görünüşlüyü adam mı sandın be kızım. Mavi kimlik kartı adam olmaya yetmiyor artık anla. Genetik yapınız XY, ve kimliğiniz mavi ise verdiğiniz sözlerde de aynı imzayı taşıyın lütfen. Bu bazılarınız için çok zor olsa da...

    E.G.Y ( Erkek Görünümlü Yaratıklar)diyor sarı şekerim Filiz’im (Aydın). Direkt konuyla ilgisi yok gibi görünse de erkek olmakla ilgili olduğu için benim de bebek ve hayvan tecavüzcüleri için oluşturduğum benzer bir tanımlamam geldi aklıma şu an:
    TİDY ( Tanımlanamayan İnsanlık Dışı Yaratıklar)

    Yansımalar ve notlar - III -

    Dilimi de susturdum yüreğimi de. Geçmişin küllerini savurdum derin sulara. Artık bahanem yok, yollarım tek yön: İleri !
    Kapımı geleceğe açtım. Geçmişin fişini çektim. Gerekirse ipini de çekeceğim. Peki, ya kapılarını kapatanlar, yüzüne kapanan kapıların dışında kalanlar, ya kendi üzerine kapılarını kilitleyip içine hapsolanlar, yanı başımızda olup da acısını hissettirmeyenler? Hayatın karması bunlar. Hayat çok bilinmeyenli bir denklem, uğraşır, çözdüm zanneder, yarıya kadar gelir, sonunu getiremeyiz. Virgülü yanlış yere koyarsak sonuç da hatalı çıkacaktır...
    Emin değilsek ne nokta ne virgül kullanmamak daha doğru sanki.

    Yansımalar ve notlar - IV -

    Kadınlar...
    Gizemlidir derler, oysa oldukça nettirler. Sevgisinde de öfkesinde de, nefretinde de... Hislerinde kolay yanılmaz. Ayak sesinden tanır yalanı dolanı, ayrılığı, sevgi görünümlü sahteliği ama kimseyi utandırmamak için de direk yüzüne vurmaz; mecbur kalmadıkça kalp kırmaz, kırılırsa da kolay affetmez hatta asla affetmez ve asla unutmaz. Söylenen sözlerin içinde gizlenenleri, suskunluktaki gizemleri bile anlar.

    Geri adım atanı hayatından atmaya çekinmez
    Çığ düşer hayallerine
    Çığlıkları duyulmaz.
    Mimoza çiçeği gibidirler,
    yaralarına dokunursanız küserler,
    Dinledikleri bir şarkının notasına asabilirler kendilerini..
    Göçükler altında kurtarılmayı bekler bazı kadınlar, belki yeniden dışarı çıkmamak olsa da en iyisi; yerin altının üstünden iyi olması gibi...
    Sabun köpüğü gibi ve gökkuşağı renkleriyle bezeli umutlarına, hayallerine gerçekler dokunduğunda *pıt* diye sönüverse de, önce oturur ağlar belki, sonra da kurusun diye bırakır elindeki mendili rüzgara, ağlamaz bir daha kapanan kapılara.

    Yansımalar ve notlar - V -

    Hatalar ve öfkeler

    Donar yeniden su...

    " İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar yapabilir..." derler.
    Hangimiz yapmadı ki? İnsanız hepimiz. Bir sıcak ele, bir tatlı söze meylederiz içimizin buzlarını eritmek için. Tam eridi derken karanlık bulutlar çöker üstümüze, fırtınalar kopar birden... Yeniden donar eriyen sular. İçimizin boşluğu doldu derken daha da derinleşir, karadeliğe döner adeta. Depremler yerle bir eder en güzel hayalleri, ardından gelecek tsunaminin yıkım gücünü kestirmek güçtür.

    Öfke
    “ Aşk her şeyi affeder mi...” diye sorar bir şarkı...
    “ Sevmek mükemmel iş delikanlım, sev bakalım...” der Nazım..
    Tam severken, sevginin doruklarında dolaşırken birden esen sert bir rüzgar savurur geçer oysa ki,neye uğradığını anlayamazsın, üşürsün, büzülürsün kendi bedeninin üstüne. Bir selam beklersin masumca, yoktur, o bile yoktur... İşte bir gün büyük bir öfkenin derininde bulursun kendini. Öfke... Evet.
    Nedir öfke?
    Hak etmediğini bildiğin için duyduğun o derin öfke sevgin ne kadar büyük olursa olsun önüne geçer. Yıkım gücü yüksek bir tsunami gibidir öfke...

    Yansımalar ve notlar - VI -

    Sizin de bir listeniz var mı?
    Muhtelif mekânlarda yangınlarda kurtarılacak ilk eşya ve evraklar listesi vardır.
    En kötü anınızda ilk aklınıza gelecek, gerçekten kurtarmaya değecek eşyalarınız vardır.
    Farklı insanlar farklı objelere anlamlar yükler ve beklenmedik durumlarda onları kurtarmak ister. Bazı kişilerin de daha farklı listeleri vardır. Zor durumlarda, kriz anlarında
    “ ilk gözden çıkarılacaklar” listesi...
    Benim listem yok, olsa da hep boş olur o liste ama başkalarının kara listesinde yer almış olma ihtimalim var...

    Müşerref Özdaş


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ezgi Yekbun


    KAYBETME SANATI

    Dünya senin kendi içinde boğulmanı bekliyor ve sen hala kaçacak bir yer olduğunu düşünüyorsun. Korku ve şüphenin kokusu bedenine sinmiş. Tırnak aralarında belleğinden koparmaya çalıştığın hatıraların izi var. Annen ne güzel anlatırdı senin doğum hikayeni. Oysa her doğum bi’ kaybediş değil miydi? Seni dünyaya getirmek, sonunu kimsenin göremediği bir oyuna dahil etmek demekti. Sevgili ebeveynlerinin çoktan teslim olmasıydı. Parçalar kopuyor. Bir bütünü oluşturmak her geçen gün zorlaşıyor.

    Terk edildin. Seninle bir kaybediş öyküsü daha yazabiliriz. Çünkü aşk bir kaybetme sanatıydı. Ve sen kazımıştın birçoğumuzun art belleğine bu cümleyi. Senin vücudun, senin isteğin, senin arzun ve hayal kırıkların yönlendiriyor koca bir sayfayı. Yazmıyoruz konuşuyoruz sana söz verebilirim. Ben de herkes kadar yalancıydım. Sana sözler verdim ve inan ki hiçbirini tutmadım. Kediler, çimler, gökyüzü, günlük telaşlar... Sana dair ne çok şey biriktirdim, bir hikaye yazacak kadar fazla malzemem var. Belki de bu yalnızca benim hikayemdir. Sesimin tınısı, dünyanın ucunda sallanışım ve sen tam da beni bulmuşken, sevinirken, artık birbirimize sırtımız dönük. Tanıştığımız ilk gün söylemiştin doğum gibi aşk da bir kaybetme sanatıdır diye. Her bir cümleye hayranlıkla bakan küçük bir kız çocuğu oluvermiştim. Hayran olduğum cümlelerin tespiti miydi yoksa sadece senin kurmuş olman mı; bunu o gün nasıl bilebilirdim?

    Bilerek gelmiştin, korkmuyordun. Zamanla varlığın, yokluğundan daha korkutucu olmaya başladı. İlk karşılaştığımızda doğru söylemiştin, aşk tek kişinin başladığı ve bitirdiği bir oyundu. Çünkü karşılaştığımızda hiç tanımadığımız birine karşı hissederiz bu duyguyu ve hayatımızdan çıkarken onu ne kadar tanımadığımızı düşünerek arkasından bakarız.

    Bir duman, yoğun ve kesif bir koku sarıyor her yanı. Oda mı, ev mi bu yanan, külleniyor mu her şey. Ateşin içerisinde harap olan o sandığı görene kadar yazmak ve dinlemek istemediğimi düşünüyordum. Tüm eskiyerek değer kaybeden eşyalar gibi bir kenara atılmış öylece hızla yanmayı bekliyordu, hayatımızda hiç yeri olmayan o meşe sandık. Seni görmek istediğim ve göreceğim halde sana “seni görmek istemiyorum” dedim. Seninle olan hayatımın o sandığın yanışını izlemekten farkı yoktu. Hayatı paylaşma biçimimiz canımı acıtmana izin vermekten ibaret olmuştu. Gerçeğe dönmeye, bir şeyleri paylaşmaya çalıştıkça daha çok acıdı canım, daha çok acıttım seni. Kül, duman, ateş, durmak istedim öylece. Kilometrelerce durmak, yollarca durmak, günlerce durmak ve ivedilikle sesin gelmesini beklemek istedim.

    Korkularımı sorgulayamadım seninleyken, kanama hep içeride oldu ve daha derine ilerledi. Yüzleştim ve bu yüzden acı doruğa tırmandı. Doruktan sonra artık acı, acı değil hazdı...

    Ezgi Yekbun


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      İNGİLTERE”NİN KUCAĞINA ZIPLAYAN İSMET PAŞA

    Acunsam yaşam enerjisinin emek alanındaki dönüşümlerini inceleyen Karl Marx'n öğretisiyle bu enerjinin cinsel alandaki değişimlerini ele alan Sigmund Freudun öğretilerini birleştiren büyük düşünür Wilhelm Reich demiş ki: canımızın temel direkleri sevgi (sevişme), çalışma (üretme) ve bilidir (bilgi edinme ve dağıtmadır); dolayısıyla yaşama onların biçim ve yön vermesi gerekir.

    İnsanlık tarihinde, bu denkleme uyan yalnız iki önder gelmiştir: Mastafa Kemâl Atatürk ve Fidel Castro.

    Bu denkleme uygun yaşamayanlaraysa Reich, vebalı demiştir: düşünce, duygu ve davranışlarında korkak, bin yüzlü, küçük hesaplı hareket etmek zorunda kalanlar. Mustafa Kemâlin çevresinde, onun gibi genç yaşta ölen talihsizlerin dışında, hemen herkes vebalıdır¸elbette bildiğiniz bütün ünlü siyasetçiler de, bunların en hastalarından biri kuşkusuz Churchill”dir.

    Yüzyıllarca dünyanın en kalabalık iki ulusunu, Hindistan ve Çin”i sömürdükten,, uyuşturucuya alıştırıp ayakta uyuttuktan sonra, bütün İngilizler gibi, o da 365 gün, 24 saat insanlara tuzak kurmayı düşünür; Nobel Barış Ödülü”nü bu yüzden almıştır.

    1. Dünya Savaşı sırasında, Rus Çarı”yla el ele, kafa kafaya verip Osmanlı”yı çökertip paylaşmayı , boğazları ve Anadolu”yu ele geçirmeyi tasarlamış; bunun için Çanakkale”ye asker göndermiş; talihin Türk halkına bağışladğı üstünyetenek, Mustafa Kemâl bu oyunu bozmuştur.

    Atatürk,daha öğrenciyken defterine: önce maddeyi anlamak ve toplumcu olmak gerekir yazdığına göre, bütün insanlık için, yerküre için dünyada ve yurtta barış”ın değerini ve önemini biliyordu besbelli.

    Dolayısıyla, başta İngilizler, bütün ataerkil-anamalcı sülüklerin başımıza daha ne dertler açacığını da; o yüzden, ölümüne yakın, iş vermek zorunda kaldığı iki vebalı”ya İnönü ile Bayar”a özel olarak söylemiş: sakın Batılılarla ikili anlaşma yapmayın, Sovyetlerle dostuluğu bozmayın, bütün komşularınızla tarafsızlık dayanışması içinde kalın.KT

    Ama insanın kişiliği (beyin yapısı) neyse, ölene dek o kalır: daha 1919”da, Samsun”a doğru yola çıkmazdan önce, Şili”deki evinde görüştüğü ender kişiler arısında bulunan Albay İsmet, Padişah”a kendisini Ordu Müfettişi olarak atattırıp Anadolu”ya bir şey mi yapmayı tasarmladığını sorduğunda: Evet, oradaki dağınık güçler toparlayacağını, yrdu kurtaracağını söyler; sen de gel, der; İsmet de, daha yeni evlendiğini belirtip özür dile: İstanbul İngiliz ve yabancı çizmesi altındadır, bir sabah kapısının kırılıp eşinin de, kendisinin de düzüleciğini, süngülüneceğini aklından geçirmez; Mustafa Kemâl”in yanından ayrılır ayrılmaz, Erzurum”daki öbür vebalıya, Kâzım Kapkarabekir”e mektup yazar: Kardşim Kâzım, bu Mstaf çıldırmış, Anadolu”ya geçip Yunan”ı denize dökecekmiş; sen de bana katıl, buna en iyi yolun ABD kanatları altına girmek olduğunu söyleyelim, der.

    Bu yüzden, daha Atatürk ölür ölmez, 1939”da, onun ciddi uyarısına karşın, İngiliz ve Fransızlarla ikili anlaşma imzalalar; ve korkunç bir bin yüzlülükle, Almanlara da yakın darmaya çalışır; Sovyetler”dense açıkça uzaklaşır: maazallah insan ya ortaklaşmacı olursa, değil mi?

    Ama bir yandan sözümona tarafsız kalmaya çalışırken, öte yandan İngilizlerden silah ve para almaya uğraşır. Neyse, Türk halkının talihine, savaşa sonuna dek girmez; ancak 1945”te, yenenler arasında kalabilmek için, biçimsel olarak katılır.

    Tarihimiz, 1939”dan beri İngilizlerin akıl verdiği ABD tarafından yazdırıldığı için, Doğan Avcıoğlu”nun Milli Kurtuluş Tarihi adlı çalışmasının 4. cildinde söylenenleri Türk kalmak isteyenler duyamaz, bilemez; biz Nilgün”le iki yazdır bu kitabı okuyoruz; bu yazı 4. cilde ayırdık; kitabın 1545”inci sayfasında, 1943 yılında, Churcill ile İnönü arasında geçen konuşmayı oradan öğrendik:

    “İnönü – Türkiye şimdiye kadar savaşınızda aktif bir rol oynamamıştır, ama…

    Churcill – Bu konuda Türkiye”yi herhangi bir biçimde suçlamış değiliz.

    İnönü – İngiltere bize her zaman bu konuda anlayış göstermiştir… Türkiye, İngiliz politikasına yardımaı olmak için elinden geleni yapmıştır… Svaşın genel politikası içinde de, savaştan sonra da, Türk Devleti, İngiltere”ye bağlı kalmak ister…Savaş sırasında ve savaştan sonra Türkiye”nin nasıl bir işbirliği yapmasını istersiniz?

    Churcill – Ülkeniz için galipler arasında yer almak ve Milletlerarası Konsey”de (Birleşmiş Milletler”de) bir sandalyeye sahip olmak önemlidir…Savaş sonrası Rusya”sı, geçmişin Rusya”sından çok güçlü olacaktır. Ve belki de daha emperyalist bir poitika izlemeye başlayacaktır.

    Saraçoğlu – Bir gün Sovyetler, İngiltere”ye dirset çevirecek olursa,o zaman nasıl bir tavır takınacaksınız?

    Churcill – Yirmi yıl sonrasını göremem, ama yine de onlarla yirmi yıllık bir anlaşma yaptık.

    Saraçoğlu – Rusya”nı ileridek daha emperyalist olacağını söylediniz. O takdirde Türkiye”in de daha basiretli davranması gerekmez mi?

    Churcill – Biz komünizmden korkmuyoruz…Her şey beklediği kata kötü olmayabilir. Ama yine de, ddiğiniz gerçekleşirse,Türkiye”nin İngiltere ve Amerika”nın yanında yer alma zorunluluğunu bir kez daha kabul etmeliyiz

    Menemencioğlu – İngiltere ile Türkiye arasındaki dostluk bağı, bir gün Sovyet saldırısıyla etkilenirse, Majesteleri”nin Hükümeti nasıl davranacaktır? Churcill – İngiltere saldırgandan yana olamaz.

    İnönü - Türkiye”nin İngiltere ile dostuluğunun Rusya ile ilişkilerinden çok daha yakın ve içten olduğunu itiraf etmeliyiz…İngiltere”nin Rusya ile iyi geçinme politikasını anlamakla birlikte, biz Türkiye olarak tedbirli davranmamız gerektiğine inanıyoruz.

    Dost İngiltere”nin kendi çıkarlarımıza aykırı davranışlardan kaçınmayı, kuvvetli kalmayı öğütlediğini hatırmıyor ve sanırım yanılmıyorum.

    Churcill – Elbette öyle. Doğal olarak, Türkiye”nin bazı tehlikelere atılmasını istemiyoruz. Ayrıca Majesteleri”nin Hükümeti, her türlü güvenceyi vermeye hazırdır. Bizim gibi, Rusya”nın da aynı güvenceleri vermekten kaçınacağını sanmıyorum. Ayrıca Türkiye”nin güvenliğini Milletlerarası kuruluşların da güvence alacağını söylememiştim.

    İnönü – Türkiye”ye kağıt üzerinde, yeteri kadar güvence verilmiştir.

    Churcill – Öngörülen milletlarası kuruluşun yapısı, daha çok askeri güce dayanacaktır.Türkiye bu kuruluşa girmelidir. Zira içinde olmasa bile,savaşın yıpratıcı etkilerinden uzak kalamayacaktır. Dost Türkiye”nin. Bu yüzden, galipler arasında yer almasını istiyoruz.

    Türkiye”nin de savaşakatılması hâlinde, dördüncü silahlı gücü aramıza katmış ve daha güçlenmiş oluruz. Kendi isteğinizle savaşa girerseniz, galip dört büyük güçten biri olarak, bu sonuca bizimle birlikte varırsınız. Doğal olarak, bizimle birlikte Barış Masası”na oturursanız, büyük avantajlar elde etme olasılığınız artar.

    İnönü – Aynı görüşteyim.

    Churcill – İsterseniz,Başkan Roosevelt”e bir telgraf çekip düşüncelerini size doğrudan iletmesini isteyebiliriz.Aynı zamanda bütün bunların muhasebesini, konuşmalırımızın hesabını ben Stalin”le yaparım. İngiliz Hükümeti”ne herhangi bir söz vermediğinizi onlara bildirmenizi de salık veririm. Ben de kendi millet meclisimde aynı şeyleri söylerim.

    İnönü – Olayları bu biçimde ele alırsanız, ibtediğiniz her şeyi elde edebilirsiniz.

    Churcill – Ne demek istediğinizi anlıyorum, Sayın İnönü.”


    Buradaki gönüllü teslim oluşu görüyorsunuz değil mi? Gel beni kandır, inandır, deyişi de.

    Vebalı insanlar, hep kul, köle kalmak isterler: öylesi daha güven vericidir çünkü. Ataerkil zorbalığa eklenen anamalcılık da zaten yalnız böyle bireyler yetiştirir –bir tek güzelim Küba bu öldürücü kısırdöngüyü kırmıştır.

    Ve vebalı insanlar,senin dibin benden daha kara diyerek öteden beri birbirlerini suçlarlar; Atatürk gideli beri işbaşına gelenlerin hepsi, İngiltere”nin kışkırttığı ABD”ye kul köle olmak için yarışırken, ağızlarından demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi ballı sözcükleri hiç düşürmediler; şimdi de aynı büyülü kavramlarla insanların canını almayı, başta petrol bütün kaynaklara el koymayı sürdürüyorlar.

    Son günlerde kimileri, henüz Atatürk”e doğrudan saldırmayı göze alamadıkları için, İnönü”yü karalıyor, başımıza gelenlerin hepsini ona yıkmaya çalışıyorlar; evet, İsmet Paşa”nın kusurlarını, günahlarını da konuşalım, eleştirelim elbet; ama bugünkü kulluk, kölelik heveslilerini unutmadan.

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    EVLER

    “Bensiz olmazlar, dönerler
    Çok denedim
    Ben büyüğüm, affederim.
    Ben evim.”
    Behçet Necatigil


    “Pembe panjurlu küçük, bahçeli bir evimiz olsun, bahçesinde sardunyalar açan!” diye başlayan Türk Filmleri vardı, benim küçüklüğümde…
    Evle beslenen, bir mutluluk özlemiydi bu sözler...
    Evler, insanların kaçtığı, sığındığı, mutluluklarını yaşadığı, hayallerini içine sakladığı gizli yerlerdi...
    Odunpazarı Evleri, Safranbolu Evleri, Eski Türk Evleri…
    Evler, insanların gizli mabedi olmuştu çoğu zaman. Bazen de kapısını çarparak çıktığı, kaçtığı bir hapishane. Sanırsın ki bu kaçış bir kor ateştendi…
    Evler vardır, kerpiç damlar altına sığınmış, bacasından isli dumanlar tüten.
    Evler varır, balkonu çoktan kiler olmuş. Çamaşırları eğri büğrü serili.
    Evler vardır, sarmaşıklar içinde, bahçesinde nar çiçekleri açan, dik mermer basamaklarından koşarak inilen.
    Evler vardır, nem kokan, mutfağında fareler koşuşan. Kokmuş çoraplarla, kirli mama kapları etrafta….
    Evler vardır, demir kapısı kilitli. İçinden hıçkırıklı, süpürge fırlatmaları ile kırılan tabak sesleri yükselen.
    Bazı evler de çok soğuktur. İnsanlar birbirine bakar, sanki kırk yıllık yabancı. Aynı evde yaşayan, farklı insanlardır bunlar.
    Bir de evler vardır, akşamları çocuk sesleriyle şenlenen, mutfağından sıcak yemek kokuları yükselen. Balkonunda Cezayir Menekşe’leri.
    Hayatımızın çoğunu geçirdiğimiz bu evler, edebiyatımıza, şiirlerimiz de konu olmuştur tabii ki.
    Evlerin şairi olarak bilinen, Behçet Necatigil şöyle anlatıyor evleri; “Evler” adlı şiir kitabında:

    “Bir karanlık içinde bu evler
    Aydınlıkları öyle az ki
    İçeriye sevinç keder, hiçbir haber
    Sızdırmayan ev arıyoruz
    Bulunmaz ki!”


    Hep ev hayali kurduk yıllarca; “Şöyle olacak, böyle olacak evim!” diye. Kimi gerçekleştirdi bu hayalini, kimi de gerçekleştiremeden, evsiz sokak çocukları gibi mutsuz, kala kala kaldı ortada…

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    TEHLİKELİ DURUMLAR

    - Amca şuradan bi 10 yumurta veriver bana!
    - Hooops, netcen sen bu yumurtaları şinci........
    - Allah Allah, ne demek ya netcen. Pazar, Pazar bi menemen yapalım didik arkadaşlarla noldu ki.....
    - A benim Üniversite zırzopu evladım....Sen bilmiyon mu şimdi......Yumurta satışları artıkın karneye bağlandı bu ülkede.......Yumurta mühimmat evladım, mühimmat.....
    Ben seni uyarmasam gereğinden fazla sayıda yumurta bulundurmaktan dogri içeri düşcen valla......Cebindeki yumurtalar da suç aleti olaraktan kayda girecek...Öööle menemen yapcam ayakları filan yok yani. Önce gapı gibi yumurta beyannamesi imzalayacan.....Neden yumurta alıyon? Neden 3 tane degelde 13 tane alıyon? filan falan...Yani şinci yumurta satan ben, senin bunları mühimmat olaraktan kullanıp Ülkemin güzide politikacılarını topa tutmayacağına emin olucam, sonra yumurtaları sarıcam.
    - Anaaa, bu nasıl iş yaa....Bi menemen de yapamayacak mıyız artık......?
    - Bak canım kardişim, ne bu yumurtanın üzerinde gördüğün rakamlar?
    - Anaaa, benim vatandaşlık numaramdan daha uzun.....Ne ola ki bu?
    - Hah işte, bu da yumurtanın vatandaşlık numarası.....Sen benden çaktırmadan bu yumurtayı alır da, mümtaz bir şahsiyetin kafasına ekleştirirsen veya da daha ekleştirmeden cebinde yumurtalarla yakalanırsan ve de yumurta narkotiği bu numaralı yumurtanın çıktığı satış noktasını tespit eder ise, yandı senin bakkal Şevki amcan.....
    O dakka kendini içeride bulur yani.....Biliyosun bazı yerlere bi kere girildi mi, bi da çıkılamıyo. O bakımdan girmemek gerekiyo yani... Tavuklar bilem yumurtlamaya korkuyor, çünküm yumurtadan civciv yerine başka bişi çıkıyo artık oluuum ya, ayrıcana “terörist” ilan edilmekten de korkuyolar haliyle hayvancıklar, o yüzden yumurtlayan tavuk sayısında ciddi bir azalış bilem oldu.....Yumurta fiyatları neden arttı zannediyon ki.......Çaktın mı şimdi köfteyi?
    - Yuh lan, bi miktar da çüşşş yani....
    - Yavaş ol be oluuum, yerin kulağı var icabında. Sen şimdi paşa paşa bu yumurta beyannamesini imzalayacan ben de sana sadece dört yumurta verecem. Çünküm sizin evde altı kişi var. Altı kişilik menemene dört yumurta yeteceğinden kelli fazlası mühimmat sayılacağından suç unsuru oluşturur yani.......Anlaşılan sen gazte de okumeyyon be oluuum. Ahanda al sana bugünkü “Şapşalişko” gazetesinin başlıklarından biri. Ne görüyon burada?
    - Anaaa, bu ne bu be.....! “Yumurtayla yakalanan üniversiteli beraat etti” Bu ne biçim başlık yaaa.....Şimdi yumurta taşımak suç mu yani? “Yumurtayla yakalanan” ne demek yaaaa. Dünyanın neresinde, hangi ülkede, hangi gazete böööle bi başlık atabilir ki!?
    Ben bu paçavraya popomu bilem silmem be!!!! “Yumurtayla yakalanan üniversiteli”, “Silahla yakalanan kitap” gibi bişi yani.... Hani şu benim güzel ağabeylerimin üniversite günlerindeki “Kitapta suç aleti oluuum, okuma lan okuma, okursan uyanırsın, bırak keriz kal..” gibi bi durumun, yeni bir versiyonu var burada hissiyatındayım. Suç aleti yumurta?? Abooo, terörist tavuk yani......
    - Ayrıcana Yılmaz Abi’ye de (ÖZDİL) hergün bakmanı tavsiye ederim. Yumurta alma ehliyetin var mı, seni onun sorusu ile de test edeyim bari... Bil bakalım; “Beşi beş kuruştan beş yumurta 25 kuruş ettiğine göre, cepteki üç yumurta kaç sene hapis eder?”
    - Vazcaydım ulan, vazcaydım. Menemen neyim yok bu hıyarlara. Oturup bi güzel simit peynir çaya talim etsinler. Hem böylesi daha ekonomik valla. Öğrenci kısmısının neyine gerek menemen...
    - He vallah dogri deyon. Bi kerem menemen artıkın lüküs restoranlarda lüküs yemek oldu. Lades muhallebicisi bile Menü’den kaldırdı valla. Gerçi lokantalara yumurta satışlarında beyanname aranmeyyo amma.....Madem ki suç aleti, bence şu yumurtayı kökünden tedavülden galdırıverseler de biz de kurtuluversek şu işten gari...
    - Hadi bana eyvallah....

    Biraz sonra evde......
    - Hadi be oluuum, nerede kaldın yahu. Çabuk ver şu yumurtaları, biberle domatesi çoktan öldürdük bile...
    - Yumurta mumurta yok arkadaşlar. Bu nesnevatı artık akşamki makarnaya sos olarak saklayın. Yumurtayı karneye bağlamışlar. Öğrenci cinsine satmıyorlar. Ööle öldürmek möldürmek gibi tehlikeli kelimeleri de kullanmayın benim yanımda, tamam mı? İki asker bir ciple bir sokaktan geçtiklerinde “suikast timi” sayılıyolar bu Ülkede oluuum ya...Siz neden bahsediyonuz ki!... Yumurta fazla oldu mu, iş örgüte giriyor bi kerem. Lan evde tavukta yok ki, suçu onlara atalım ya da fazla yumurtaları tavukların götüne geri tıkalım.
    - Dalga mı geçiyon yaaa... Anaaa bu ciddi arkadaşlar. Bayağı tırsmış bu yahu! Yumurta yerine simit geldi billa...Yaa keşke onu da almasaydın. Köşedeki uyduruk Büfe’de yerdik Menemeni....
    - Ne köşesi, ne büfesi, ne menemeni yaa? Büfelerde Menemen’mi kaldı. Onu yemek isteyen artık beş yıldızlı bi otel bulup onun restoranına gidiyo oluuum. Orada da özel sipariş üzerine yapıyorlarmış...

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine I

    Cinselliğin Târihi’nin ikinci cildinin Hazzın Kullanımı girişinden alınan bir notta Michel Foucault, Yunanlılara kendi dönüşünü haklı kılmaya çalışır. Bu gerekçelendirme, yalnızca Klasik Antikite’ye gelindiğinde ne hakkında konuştuğunu bilmediği (ve bu, sonradan yapılmış bir suçlamadır) olanaklı değişimi değil, aynı zamanda genel anlamda bugün söylemek zorunda kaldığı şeylerin Antiklerle ilgili olması gerektiği fikrini de haklı kılmaya çalışır. Pasajda şunları yazar: “Ne Helen, ne de Latin uzmanıyım. Bana öyle geliyor ki yeterince ilgi, sabır, tevâzu ve dikkat verseydim, Antik Yunan ve Roma metinlerine yeterli âşinâlık kazanmam mümkün olacaktı.

    Yâni, bana izin verecek bir âşinâlık –koruma pratiği kuşkusuz, Batı felsefesinde esastır– kendi kökenimizde kabûl ettiğimiz düşünme biçiminden uzaklaşmaktan korunmak ve keşfetmek için vazgeçmedikleri bu mesâfeye karşın, hâlâ yakınlık duymak arasındaki farkı ortaya koyacaktır.” [1] Cinselliğin Târihi’nin ikinci ve üçüncü ciltlerinde Foucault, kendi açıklamasına göre, Batı felsefesi için “temel” bir işle uğraşır ve bu işi, bilimsel eğitimden yoksun bir iş olarak kabûl eder. Ne Helen, ne de Latin uzmanı olarak Foucault, onların dünyâ görüşlerini veya felsefelerini anlamak göreviyle değil, aralarındaki ayrımları ve “biz”e katkılarını ortaya koymak için Antiklere geri döner.

    Batı felsefesinde karakterize edilmiş önceki bir çok geri dönüşle ilgili olarak Foucault’nun yapmak istediği şey budur. Tıpkı selefleri gibi –örneğin Hegel veya Heidegger’i alırsak– bu geri dönüş, kendi güncel kaygılarını da berâberinde getirir. Fakat, ayrımları ve Yunanlıların bize kattıklarını ortaya koymak, 1805’te [2] Hegel veya 1935’te [3] Heidegger’in yaptığına göre 1980’lerde Foucault için çok farklı bir iştir. Şunu da söylemek gerekir ki bu dönüş, ne köken araştırmalarıyla teşvik edilir, ne de unutulmuş bir kökeni ortaya koyma hareketidir. Foucault’nun projesi hakkında aslında, bize çok az şey söyler. Öyleyse, Foucault’nun Yunanlılara geri dönüşünün doğası nedir?

    Çok âşinâ olduğu Rönesans’ın sonundan günümüze kadarki sürece Foucault, neden târih alanında uzak durur? Neden Antikleri incelemeye girişir ve metninde, “Onları yeterince bilmiyorum.” der? [4] Bu bölümün amaçlarından biri, Foucault’nun Yunanlılara geri dönüşündeki motivasyonu bulmak için bu soruları araştırmaktır. Motivasyon burada, sâdece bu dönüşün nedeni olarak değil, aynı zamanda temel kaygılar ve Antik etik uygulamalarını okumasını belirleyen bugünkü etik çelişkiye yönelik tutumlar olarak da anlaşılacaktır. Başka deyişle, Yunanistan’a Yolculuk” [5] üzerine yönelmesine neden olan mevcut endişelerinin ne olduğu, güncel projesinin ne olduğudur.

    Foucault’nun en büyük entelektüel ve siyasî etkisi olan çalışması, Cinselliğin Târihi’nin birinci cildidir. Bu çalışma, yalnızca kadın cinselliğinin inşâ târihinin feminist okumasına, cinselliğin “medikalizasyon”unun on dokuzuncu yüzyıldaki eleştirel târihine ve anormal cinsel pratiklerin târihini bir bütün olarak ele almaya değil, aynı zamanda “ACT UP” gibi AIDS konularında Amerika’nın eşcinsel aktivist gruplarına da –David Halperin’in bir deyişiyle– “kurtuluş” hakkında ilham vermiştir. [6] Bu etki, muhtemelen en iyi biçimde, kitabın coşkun bir okunuşu ve modern cinsellik hakkında Foucault’nun “dayanılmaz” (l’intolérable) dediği şeyle mücâdelede sofistike ve teorik bakımdan yenilikçi özellikleriyle açıklanabilir. [7]

    Kendi tarzıyla Cinselliğin Târihi, okuyucuya neredeyse fizîkî etkide bulunan bir kitaptır. James Bernauer’a göre “düşüncesinin temel önemini acite etmekten ziyâde iknâ etmeye dayalı yansıtma tarzıyla Foucault, mücâdele için arzu duymaya ve bir baskı ya da güçle okuyucuyu etkilemeye yönelir.” [8] Polemik içermeyen bu yönüyle aslında, bâzı sert söylemlerine karşın, kabûl ettiğimiz tüm alanlarda önemli ve yeni bir yer açmaya çalışarak modern cinsellikle ilgili bilimsel ön yargıları yeniden soruşturur. “Varsayımsal söylem” olmaktan çok, kasıtlı olarak “bölük pörçük” bırakılmıştır; öne sürülebilecek argümanların ne olduğunu görmek için, tartışmayı açıkça kışkırtmaya yönelir.

    Bu bakımdan kitap, “belirsiz” hipotezlerle doludur ve onun da söylediği gibi, “Pek fazla kişinin girişmek ve oynamak istemeyeceği bir ‘oyun’ amacındadır.”. [9] Foucault’nun iddiâsını ciddîye alalım veya almayalım bu kitap, hiçbir retorik içermez ve öne sürdüğü argümanların belirsiz olduğu bir gerçek olsa da siyasî mücâdeleler içinde geniş bir yelpâzede yer alan insanlar için bir manifesto olarak da okunabilir. Bu ise benim buradaki amaçlarımla ilgili bir darbedir; çünkü, Cinselliğin Târihi’nin birinci cildi, belki de Foucault’nun tüm çalışmaları arasında etik-siyasî konumu itibâriyle en açık motivasyonla yazılmış olanıdır. Bu konum bir anlamda, “devrimci” –en azından “kralın kafasını keserek” işe karışmak gibi– bir konumdur.

    Kitabın en önemli pasajlarından birinde Foucault, iktidârın belirli egemen anlayışlara karşılık olduğunu öne sürer [10] ve mutlak monarşinin ortadan kaldırılması örneğinde, siyasî teorinin hâlâ “kralın kafasını kesemediği”ni belirtir. [11] Sonuç olarak, bu kısımda ve aslında, kitabın tamâmında yöneldiği şey, modern cinselliğin yeni bir târihini yazarken, aynı zamanda da yeni bir iktidâr teorisi geliştirmektir. Târihî verileri incelerken bu teori, târihi değiştirmek ve daha fazla güç elde etmek için geri dönüşlere imkân verecektir: “Bu, iktidâr teorisinin farklı bir târihî deşifresinin başlangıcı için farklı bir sorudur ve iktidâr düşüncesinin daha yakından soruşturulması için de tüm târihî malzemenin yavaş yavaş incelenmesidir.” [12]

    Foucault’ya göre gereken şey, her alanda teorik bir değişimdir; kral ve cinselliğin yasası olmadan, iktidârın gücünün farkında olmalıyız. Modern toplumlarda iktidârın artık egemenlik modeline göre işlediğini ve cinselliğin yasa aracılığıyla düzenlenmesine son verildiğini kabûl etmeliyiz. Bu teorik hareketlerin yapılmış olması yıkıcı, yatıştırıcı ve yadsımacı olmaktan çok kışkırtıcı, iknâ edici, üretken, normalleştiren ve “yöneten” cinselliğe ilişkin iktidâr resmi geliştirmeyi mümkün kılar. Ancak, târihin “devrimci” önemi, burada bitmiş değildir.

    Bir düzeyde Cinselliğin Târihi, modern cinsellik târihinin anlaşılmasına kesinlikle önemli bir “devrimci” katkı sağlarken, bir başka düzeyde de okura bir çağrı olarak, cinselliğin modern formları konusunda öznel uygulamalara karşı bir ayaklanma girişimi içerir. Yine aynı metaforu kullanırsak Foucault, “cinselliğin zor monarşisi”ne îtirâzımıza göndermede bulunur [13] ve 1977’de yaptığı bir röportajda, “Sekste kral yoktur!” der. [14] Foucault’nun iktidârı yeniden kavramsallaştırması, seks yasağı baskısına karşı “hâyır”ı yönlendirmekten çok, cinsellik mekanizmasına karşıdır.

    Başka deyişle, eğer Foucault’nun söylediği gibi, “az veya çok cinsel sefâlet içinde yaşıyorsak” [15], bu sefâletin nedeni, sosyal mekanizmaların baskısı içinde veya genel bir psikolojik baskı içinde aranmamalıdır. Bu daha ziyâde, cinselliğin üretiminde iktidâr şekline dâir ikinci bir etki olarak düşünülebilir. Bu “hâyır”ın devâmında, cinselliğin özgürleşmesi lehindeki baskılara veya bir kimsenin cinselliğini soruşturma ve konuşma yönündeki baskıların üstesinden gelmeye dönük bir çaba ortaya çıkar; cinselliğin monarşisi, hâlâ kişiye bağlı kalmaktadır.

    Buna karşılık, Foucault’nun işâret ettiği şey gençler, kadınlar, eşcinseller veya herkesin kendi cinselliğinden duyduğu “sıkıntıları” stratejik olarak eylemin nedenini etkileme diye düşünmenin, “ızdırâbın etkileri”ni meydana getireceği değil, cinselliğe ilişkin olarak bizi daha fazla ilgili yapan ve doğruyu gizlememize neden olan tüm “seksografi”nin altını oyacağı ve reddiyle sonuçlanacağıdır. Foucault’nun söylemi, kesinlikle bir “devrim” önermediği; kurtuluş veya önceden vârolan bir şeyin; deneyimlerimizin “köle” yönünün serbestleştirilmesi anlamına gelmez; daha ziyâde, “kralın kafasının kesilmesi”nde ısrar eder; “cinselliğin monarşisinin sonu”, ancak bir çabaya dayalı zevkler, ilişkiler, yoğunluklarla getirilebilir. [16]

    Ayrıca, cinselliğin modern “âletlerine” direniş ancak, modern cinselliğe saygıya yönelen ve onu devâm ettirmeyi amaçlayan düzen ve mekanizmaların gücünü geride bırakmaya kalkışan bir hareketle aşılabilir. Cinselliğin Târihi’nin birinci cildi, sâdece iktidârın işlevlerini anlamada yeni bir yol önermez ve modern Batı toplumlarının cinsellik târihini okumada yeni bir yol sunmaz, aynı zamanda modern cinsellikten kimlerin “acı” çektiğini göstermeyi amaçlayan bir kitap olarak onların “sefâletini” üreten bilgi/iktidâr mekanizmalarına etkin bir biçimde nasıl karşı konulabileceğini ve bunların nasıl ortadan kaldırılabileceğini de göstermeyi dener.

    Kurtuluş söylemlerinin stratejik tuzaklarına (cinsellik alanında en azından) işâret eden Cinselliğin Târihi, psikoterapinin “seksolojik” söylemlerine danışıp psikoanalize başvururken bizi, “iktidârın boşlukları ve bedenlerin, zevklerin, bilgilerin iddiâlarını, onların çeşitlerini ve direniş olanaklarını karşılaştırmaya” çağırır. [17] İşte, Foucault’nun Antiklere geri dönüşünün ardındaki motivasyonu anlamak istiyorsak, Cinselliğin Târihi’nin bu ilk cildinin ardındaki motivasyonla başlamamız gerekir. Bunu daha ayrıntılı anlamak için de Batıda modern cinselliğin ortaya çıkışıyla ilgili bu ciltte Foucault’nun getirdiği açıklamaları; bu ortaya çıkış ve çağdaş etiğin sorunları arasındaki ilişkileri daha yakından incelememiz gerekir.

    Cinselliğin Târihi’nin birinci cildi ilk bakışta, modern ahlâkla ilgili bir kitap olarak görünmemektedir; ahlâkın ne inşâsı sorunu incelenmekte, ne de önceki baskın formlarına çağdaş bir îtiraz yapılmaktadır. Bunun yerine kitapta, modern Batı toplumlarında güç, bilgi ve cinsellik arasındaki ilişkileri söylem düzeyinde incelemeye yöneltiliriz. Bu bakımdan, 1970’lerin cinsel özgürlük hareketlerininin nedenini (bu nedeni, bir sorun olarak) daha kolayca görülebilir hâle getiren bir kitaptır. Peki bu kitabı, modern ahlâkın değerini açığa çıkartan bir kitap olarak okuyabilir miyiz? İlk ciltte Foucault’nun, daha sonra etiğin soykütüğü olarak adlandıracağı şey nasıl okunabilir? [18]

    Bu tür bir okuma için ilk ipucu, bu ciltte Fransızca başlıkla bulunacak olan La Volonté de savoir (Bilgi İstenci) kısmının İngilizce çevirisi olan Giriş’te karşımıza çıkar. Foucault’ya göre bilgi istenci burada, cinsellik söylemi ve iktidârın etkisinin her ikisine de âlet ve destek olan birliktelikle ilgilidir. Bu istenç aslında, bireyin arzusunun gerçek yakınlığı olarak “îtiraflar”ı seyreden zorunlu bir irâdedir. Modern cinselliğin temel belirleyici bir özelliği varsa, bu özellik şüphesiz ki, “konuşma”yla veya daha doğrusu, “doğru konuşma”yla ilgilidir.

    Cinselliğin Târihi’nin anlattığı hikâye, Trent Konsili’nin on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar “her şeyi söyleme” emri içinde cinselliğin, anlam ve iktidâr mekanizmasının her ikisi tarafından bedenle aşama aşama cezâlanlarılmasının ifâde eder. “Cinsellikle ilgili yapılan her şey, konuşmanın sonsuz şekillendirmesinden geçmelidir” [19] görüşünde olan Hıristiyanlığın dînî zorlayıcılığından, modern dönemde karakterize edilen “söylem düzeyinde açığa çıkma”ya [20] kadar Foucault, cinselliğin “büyük boyun eğdirmesi”ni tartışmak için bunun izini sürer; bu boyun eğdirme, cinselliğin iktidâra boyun eğdirmesini kolaylaştırır.

    Foucault’nun açıklamasında iktidâr, kendi ağını yaymak ve etkilerini yoğunlaştırmak için, îtirâfın tahriklerini elinde tutar. Örneğin, çocuklukta mastürbasyon konusunda Foucault bunu “ilerlemiş, çeşitlenmiş ve etkileri ertelenmiş ... ” bir iktidâr gücünün desteği olarak tartışır. [21] Benzer şekilde, on dokuzuncu yüzyılın bilimsel gelişmelerinde cinsellik hakkında etkinliğin artışında, “iktidârın duygulanımı ve zevk kazanımı”nda, “bedenin cinsel kavranışı”nda, iktidârın artan etkisini görür. [22] Daha sonra, doğru tartışma aracına karşın iktidârın, bedene yatırım uyguladığını; onu düzenlediğini ve hazzını arttırdığını, onu patoloji ve çeşitli sapkınlıklar açısından tanımladığını öne sürer.

    Burada kullanılan imajlar –iktidârın “nüfûz”u, “ilerleme”si ve “çeşitlenme”si– hem cinselliğin ön-vâroluşu, hem de iktidâr tarafından baskı altına alınması ve el konması olarak yalnızca cinselliğin modern bilgi/iktidâr mekanizmasına bir müdahâlesini değil, aynı zamanda kendini anlamada gerekli veya zorunlu bir ön koşul olduğu argümanını da içerir. Yapay olarak bir araya getirilmiş anatomik unsurlar, biyolojik fonksiyonlar ve duygulanımlar ile hazların “ideal nokta”sında birleştirilmiş “kurmaca birlik” olarak bunlar, cinselliğin modern gelişmelerine bağlıdır. [23]

    Bu imaj noktası aslında, son derece başarılı bir biçimde devâm ettirilmiştir. Foucault’nun iddiâsı şudur ki cinsellik, bizim arzumuzdur ve bu arzu, iktidârın etkinliklerini gizli tutmaya izin verir; bu ise iktidârın güç bir hedefi olarak cinselliği olanaklı olduğu ölçüde incelemeyi sağlayan kavramın birleşik bir kavram olduğunu anlatır. Böylelikle, iktidârın gücünü yaymayı mümkün kılan cinsellik kavramı [24], iktidârı kolay bir biçimde anlamamız için yasa ve tabudan başka bir şey değildir. Dolayısıyla, bir gölgeden hareketle artık, îtirafların en doğrusunu araştırmaya başlamışızdır.

    Yine bu nedenledir ki Foucault, cinselliğin modern gelişiminin bir karşılığı olarak “cinsel özgürlük” hareketlerinin söylemlerini kabûl edemez. Bu söylemlerin tamâmı (ister “baskıcı”, isterse “özgürlükçü” olsun) bilginin/iktidârın modern formlarına yakından bağlıdır. O yüzden, nasıl yıkıcı veya muhalif olduklarına aldırmaksızın bu söylemler, bu mekanizmaların zorunlu mantıkî nedenleri olarak düşünülebilir. Gördüğümüz gibi, modern cinselliğin karakteristik bir özelliği, Foucault’nun açıklamasına göre, “doğru konuşma”yla ilgilidir.

    Timothy O’leary

    Kaynak: Foucault and The Art of Ethics; Timothy O’leary, London / New York: Continuum, 2002, pp: 21-7

    Notlar:
    [1] UP, 7 [13]
    [2] Bu târih, Hegel’in Jena Üniversitesi’nde verdiği ilk dersin târihidir.
    [3] Bu târih, Heidegger’in Metafizik’e Giriş’i tasarladığı târihtir.
    [4] UP’den çevrilerek uyarlanmıştır.
    [5] Bu metaforda kullanılan yolculuk ifâdesi, Maria Daraki’nin Michel Foucault’nun Yunanistan’a Yolculuğu, Telos, No: 67, İlkbahar 1986, syf: 87-110’daki yazısından alınmıştır.
    [6] Halperin’e göre Cinselliğin Târihi, çağdaş AIDS aktivistleri için siyasî esinde entelektüel bir kaynak olarak en önemli kitaptır. (Bkz: David Halperin, Saint Foucault: Towards a gay hagiography, New York: Oxford University Press, 1995, pp. 15.)
    [7] “Dayanılmaz”ın kategorisi, Foucault için 1970’lerin başlarında ve özellikle de Groupe d’Informations sur les Prisons’daki bağlamı açısından önemliydi. [8] Bernauer, Foucault’s Force of Flight, pp. 6.
    [9] Bu yorumların tamâmı, bir grup Lacancı psikoanalistin, Le jeu de Michel Foucault (CF [2981]) isimli yazısındaki bir tartışmadan alınmıştır. Ne var ki bu pasaj, anlaşılması güç bir biçimde, İngilizce çevirisinden (The Confession of the Flesh) uzaktır.
    [10] Foucault, temel olarak yasak, inkâr ve baskı aracılığıyla gerçekleşen iktidâr etkinliklerini tartışır.
    [11] VS, 89 [117]
    [12] VS, 90-1 [120]
    [13] VS, 159 [211]
    [14] Bu ifâde, Bernard Henry-Levy’yle yaptığı bir röportajın Fransızca başlığıdır; İngilizcede, İktidâr ve Cinsellik olarak yayınlanmıştır.
    [15] PS, 112 [258]
    [16] PS, 116 [261-2]
    [17] VS, 157 [208]
    [18] OGE, 356
    [19] VS, 21 [30]
    [20] VS, 17 [25]
    [21] VS, 42 [58]
    [22] VS, 44 [61]
    [23] VS, 154-5 [204-5]
    [24] VS, 155 [205]


    Çev: Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    KARANLIK GEZİNTİ

    I

    Bir köşesinden tutulmuş gibi yarı gecede
    kopuk bir damar gibi vuruyor,
    yalnızlığın, denizsizliğin, taş çağının yarası.
    Savruk bir uykunun sarmaş dolaş yaşamasıdır,

    eski, inik, bir davul gibi gürültülü.
    Gidelim yeniden yaşamaya başlayınca:
    Deniz yeniden yaşamaya başlayınca kıyılarda;
    kıyıda bağlanınca sis düdüklerine, sis:

    Yolculuk en doğal olandır.
    Oysa denizlerdir en yakın kavgalara,
    kaçılmadan karmaşık bir evrenin ardı sıra.
    Atlardır: Cehennem, defneler ve kara

    yavaş yavaş saklanır ardına.
    Gelmediği izlerden acının çayırları
    sürüp atar balıkları, yengeçleri, çakıl taşlarını,
    bir tan yeri saklamış gibi günlerin yarışında.

    II

    Karanlık, ışığın olduğu yerlerde yaşar.
    Yağmurlar yağar gibi geceyarıları.
    Sazdan bir elin korkuluğu,
    dolaştırır, akşamdan kalma bir maviyi göklerde.

    Gidelim gel, gidelim. Gidelim,
    düşüm korkumu bırakmıyor,
    şimdi uzaklığı yakınlığına denk,
    korsandır bütün düşlerin çocuğu.

    Ses işitilmez kan akmadıkça yere,
    yelin kestiği sessizlikten başka;
    bir türkünün orta yerinden bölünmesi,
    ayakların altında kırılan kumlara karşı,

    nasıl konaklarım böyle durma,
    kaç kış günü yola çıkıp yüzümüz uyanmadan.
    Uçup konduğu günlerden kalma
    sanki bir bilmediğim var.

    GÜVEN TURAN

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Ülkemiz genelinde artık standart olarak kullanılmaya başlanan karekod uygulamasını siz de kendiniz için kullanabilirsiniz. http://invx.com/ web sayfasına girdiğinizde “enter your text” yazan kısma istediğiniz bir web sayfasını, ismi, adresi veya açıklamayı yazın. Karekod’unuz hemen hazır. Bu kod herhangi bir karekod okuyucuyla tarandığında içine yazdığınız bilgi ekranda görülecektir. Daha sonra bu karekod’u resim olarak ister arabanıza ister özel eşyalarınıza bastırabilirsiniz.

    http://sinemabirmucizedir.blogspot.com/2010/02/amator-yuzuklerin-efendisi.html “Kate Madison adlı Yüzüklerin Efendisi fanatiği amatör bir sinemacı yaklaşık 50 bin dolar gibi komik bir parayla Tolkien'in kitabından uyarlanan 60 dakikalık film internette 500 bin defa izlendi.İşin ilginç yanı bu kadar küçük bir bütçeyle büyük bir prodüksiyona imza atmak az buz kolay bir iş değil.Madison filmde emeği geçen 400'den fazla kişiyi bedavaya çalışmaları için ikna etmesi sinema tutkusunun hiçbir engel karşısında kaybolmayacağının büyük bir örneği.” Bu filmin web sitesi: http://www.bornofhope.com/ Filmi seyretmek için ise: http://www.mefeedia.com/watch/26279407

    Hayatımızda vazgeçemeyeceğimiz şeylerden bir tanesi de yemek yemektir. Bunu hem söyleyen hem de yaşayanlardan biri olarak http://www.oktayustam.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Açılış sayfasına koydukları pastalar ve börekler kilo vermek isteyenlere pek uygun olmasa da incelemeye değer. Bu web sayfasında hoşuma giden diğer özellik ise, kendi tarifinizi gönderdiğinizde yayınlamaları oldu. Afiyet olsun dostlar.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Harem - Sarah Brightman









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120817.asp
    ISSN: 1303-8923
    17 Ağustos 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com