Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.933

 24 Ağustos 2012 - Fincanın İçindekiler


  • BAYRAM GELMİŞ NEYİME ... Hamdi Topçuoğlu
  • Yüreğin Kanatları 5 (Son) ... Nevriye Hamitoğlu
  • Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine II ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Lanet olsun!..


    Milletçe büyük bir sınavdan geçiyoruz. Öyle bir sınav ki, kazanırsak ne olacak, kaybedersek daha neleri yitireceğiz bilemiyoruz. Onbir yıl evvel bu milletin başına el birliği ile musallat ettiğimiz iktidar, biriktirdiği kini, yüreğinde besleyip büyüttüğü düşmanlığı, pervasızlığı ve akıl almaz cesareti ile milletin başına çorap, takke, külah ne varsa örmeye devam ediyor ama bir tek Allahın kulundan "YETER" nidası yükselmiyor.

    Eğer 3 maymunun seçkin bir hayranı, biat etmiş bir kapı kuluysanız, memleketin cilasından memnun olabilirsiniz. Duble yollar, devasa gökdelenler, hemen her yerde süregelen inşaatlar, kolayca alınan krediler, affedilen vergiler, taksitli satışlarla büyüdükçe büyüyen alışveriş merkezleri, 6 ayda kârını milyar liralarla açıklayan bankalar, hepsi, eğer zaten teşneyseniz, size Dünyanın merkezinde yaşıyorsunuz hissi verebilir. Eğer adalet mekanizmalarına işiniz düşmüyorsa, sağlık, eğitim gibi ihtiyaçlarınızı "KADER" başlığı altında topluyor, olanla yetiniyorsanız, hak aramak sizin için bir zûlse, ne mutlu size. Zaten mutsuz olmanız için hiçbir neden de yoktur. Günlük hava raporu gibi haber sitelerine düşen şehit haberlerini duyup üzülüyor ama ardından bu işin üstesinden gelmekle yükümlü zerzevatın, "Olayı lanetliyor, kararlı tutumumuzu sürdürüyoruz. Allahın da izniyle bir terörün üstesinden gelmemize ramak kalmıştır." mealinde safsatalara inanıp, gündelik işlerinize dönebiliyorsanız, sizden iyisi yok.

    Analar, bacılar, kardeşler, artık bu işin çivisi çıktı. Eşeğin kulağına kaçan su sel oldu. Memleketin bir yarısında savaş var savaş. Kıytırık darbe teorileri ile yıllardır içerde tutulan insanlar, hergün en az birkaç vatandaşı katledenlerle aynı kefeye konmaktan utanıyorlar. Bu zerzavatın iktidar olmasından az önce "sıfır" seviyesine kadar gerileyen terör nasıl oluyor da bugün katlanarak artıyor. O gün bu itlerle mücadele edenler neden bugün içeride çürüyorlar? Açılım adı altında, yavşak aydın zevat desteğiyle hayata geçirilen, "Yetmez ama Evet" diye yeri göğü inleten o vaktin aydınları, bu vaktin korkak cahillerince baş tacı edilen proje hangi aşamada acaba?

    Hiç kimse kendini aldatmasın, bu iş öyle demokratik açılımla falan bir yere gitmez. Masa başında müzakere ile elinizi uzatır, kolu bacağı, Allah ne verdiyse kaptırsınız. Herşeyden önce bu satılmışların silahtan arındırılması gerekir. Bunun da yolu maalesef "Rica etmek" değildir. Irak'ta, Suriye'de pekakayı destekleyen unsurları muhatap alıp, adam yerine koyar, palazlanmaları için elinden geleni yaparsan, Kandil'i kurutmaz, her hareketin için büyük abiden fetva beklersen bir halt yiyemezsin. Bunca istihbarat zafiyetine, bunca vurdumduymaz, ağlamış suratlı soytarıdan bozma yöneticiye, insanların hareket yeteneğini kısıtlayan adalet sistemine rağmen, iyi ki canla başla mücadele veren güvenlik mensuplarımız var. Ama karşıda, varlığını terörizme bağlamış, terör biterse yok olacak, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir güruh var. Ne istediklerini de artık sağır sultan duydu. Uzantıları Meclis çatısı altında, dağda bayırda ne istediklerini gayet güzel anlatıyor. Karar verme sırası bizde. İstedikleri bayrağı verecek misin yoksa vermeyecek misin? Bu dirayeti gösterecek bir başka bildiğiniz Tayyip Bey varsa hemen getirin, yoksa defolup gidin çünkü bununla bir yere varılacağı yok.

    ...

    Geçen hafta Tayyip Bey'in Kadıköy - Kartal metrosunu açarken sarfettiği laftan çok etkilendim. Hani şu "10 yılda ne ördüler, asıl biz örüyoruz biz." diye kurduğu nankör cümle. Hele o en çirkin sesiyle bağıra bağıra söyledikten sonra kalabalıktan yükselen alkış ve haykırışlar daha da kahretti beni. Ne demek istediğini anladılar da mı alkışladılar, yoksa Kuzey Kore başkanının ölümünden sonra ağlamak zorunda bırakılan vatandaşlar gibi mi davrandılar bilemiyorum. Ama 2012 yılında, Atatürk'e küfreden bir başbakana yapılan tezahürattan ben onlar adına utandım, kahroldum. Ne dediğini bilmez, patavatsız ve çapsız yöneticilerden arınmak dileğiyle... diyorum başka da birşey demiyorum.

    Son birkaç günde içimde biriken infiali sizlerle paylaşmak için az sayıda yazıyla da olsa bu sayı yayınlamak istedim. Yazdıklarım aklımdan geçenlerin çok küçük bir bölümü elbette. Gecenin bu vaktinde ancak klavyeme bu kadarı dökülebildi. Her kötü haberde aklıma takılanları sizlerle paylaşmama imkan yok ama sessiz kalmak ta bana göre değil. Biliyorum, lafla peynir gemisi yürümez ama en azından aptal olmadığımızı bu aymazlara göstermek adına, adlı adınca muhalefete katkıda bulunmamız gerektiğine inanıyorum. Mesela, iktidarın İzmir'e, İzmirliye duyduğu nefretin bir tezahürü olarak ortaya çıktığı aşikar Çiğli Mülteci Kampı'nı belki duydunuz belki de duymadınız. İzmirli haklı olarak bu kampı istemiyor, zira buraya kimlerin hangi kriterlerle seçilip geleceği belli değil. Suriye'den kaçıp(!?) Türkiye'ye sığınan, her ihtiyaçları fazlasıyla karşılandığı halde, "Güneş kremi de isterük." diye kazan kaldıran hazır yiyiciler İzmir'e doluşursa, neler olabileceğini kimse tahmin edemiyor. Belki bir ses vermek, itirazınızı bildirmek istersiniz diyerek İzmirli dostlar bir mmza defteri açmış. İmzalamak isterseniz şu adrese gitmeniz yeterli olacaktır. Bu adresten de konu ile ilgili bilgi alabilir ve haber vidosunu seyredebilirsiniz. Bu badireden de sıyrılabilmek dileğiyle hoşçakalın.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      BAYRAM GELMİŞ NEYİME

    Bir bayramı daha geride bıraktık. Başbakanımızın “Bu bayramın adı şeker değil, ramazan” sözünü tartışmaya dalmıştık ki artık tepkilerimizin bile sıradanlaştığı bir acıyı yeniden, hem de çok derinden yaşattılar bizlere.

    Bayram öncesi, dilerim kimse bu bayramda:

    “Bayram gelmiş neyime /Kan damlar yüreğime/ Anam anam garibim” türküsünü söylemez, diye yazmıştım. Ne yazık ki dileğim gerçekleşmedi.

    Yıllardır bu yurdun insanlarının eksiklerini, yanlışlarını “kol kırılır yen içinde” anlayışıyla değerlendiren biriyim. PKK’yı saldırgan bir grup olarak algılayarak hiçbir Kürt’e karşı ön yargılı olmadım. Alışverişimi yaptığım satıcının, iş yaptırdığım işçinin kökenini hiç merak etmedim. Farklılıklarımızın, Kültürel zenginliğimizin kaynağı olduğunu bilenlerdenim. Elbette bu tür iğrenç bir saldırılarla da görüşlerimi de değiştirecek değilim. Ancak sağduyunun sınırlarını zorlayan bu saldırılar karşısında, kimi Kürt önderlerinden, sivil toplum örgütlerinden de kararlı tepkiler beklemenin bu toplumun hakkı olduğunu düşünüyorum.

    Dünyanın birçok ülkesinde ayrılıkçı hareketler var. İlginçtir, bu ayrılıkçılık genellikle zengin bölgelerin yoksul bölgeleri sırtında taşımak istememesinden kaynaklanıyor. Belçika’da Flamanların, İtalya’da kuzeylilerin ayrılıkçılık hareketlerinin kaynağı budur. Bizdeki ayrılıkçılık hareketini bu bağlamda değerlendirebilir miyiz?

    Toplumları bir arada tutan en önemli değer tasada ve kıvançta birlikte olabilmektir.
    Eğer bu topraklarda yaşayan kimileri, ülkemizin herhangi bir yerinde yaşanan bir felaketin acısını yüreğinde hissetmiyor, bu ulusun bir bireyinin başarılarıyla gururlanmıyor, sevinmiyorsa onun bu ülkenin yurttaşı olması nüfus cüzdanıyla sınırlıdır.

    Ulusal bayramlar, ulusların ulus olma sürecinin kilometre taşlarıdır. Dini bayramlar ise o dinin mensuplarının ortak inançlarının ürünüdür.

    Terör örgütü, eğer bir ulusal bayramı kana bulamış olsaydı, bunu hissettikleri aidiyetin bir sonucu olarak değerlendirebilirdik. Oysa bu kez bir dini bayramı kana bulamışlardır. Yetkililer terör örgütünün saldırı için neden bir dini bayramı seçtiği iyi irdelenmelidir.

    Bu coğrafyada bayram günleri avcılar bile ava çıkmaz. Bizler, bu günleri kurdun kuşun da bayramı kabul ederiz. Böylesine özgün bir kültürün potasında yetişen bu sürü, eğer bir bayram günü ekmeğini yediği, suyunu içtiği, yurttaşlık güvencesinde yaşadığı bu ülkenin askerlerine saldırabiliyorsa bunu “Senin sevincin benim acım, senin acın benim sevincimdir.” gözü dönmüşlüğüyle açıklayabiliriz.

    Bu saldırı “Dinin bu coğrafyanın çimentolarından biri olduğunu savunan ve sorunun çözümü için dindaşlığı bir çıkış olarak görenler” e de bir mesajdır. Onlar bu ülkeye zarar verecek kim ve hangi güç olursa olsun herkesle işbirliği yapmaya hazırdır. Bu doğrultuda halklarının zenginlik kaynaklarını işbirlikçilerine peşkeş çekmekten çekinmeyeceklerdir. Çünkü hamileri de böyle yapmış ve yapmaya devam etmektedir.

    Tarihte ihanetle, devlet sahibi olmuş ve refaha ermiş bir halk yoktur. Bu saldırıyı yapanların bu gerçeği anlayacak sağduyularının olmadığını biliyorum. Ama bu devletin çatısı altında refah içinde yaşayan; hatta beni de temsil edenlerin bu gerçeği iyi algılaması gereklidir. Tarih, halk kitlelerini yargılamaz; ama önderlerin sayfaları daima açıktır. Onlar ya dualarla ya da beddualarla anılırlar.

    Hayyam, bir rubaisinde şöyle diyor:

    Hep bu çember dolanıp durduğumuz,
    Ne önümüz belli ne sonumuz.
    Varsa bir bilen hemen söylesin,
    Nerden gelip nereye gider yolumuz.

    Bu ulusun önü de sonu da, nerden gelip nereye gittiği de bellidir. Bunu, bir de bu saldırıyı yapanlar ve onlara gizli ya da açık destek verenler düşünmeli, hatta bu günlerde çok iyi düşünmelidir.
    Not: Bu yazı 10 Ekim 2008 tarihinde yine bu köşede yayımlanmıştır. Demek ki doğu cephesinde değişen bir şey yok.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Yüreğin Kanatları 5 (Son)

    Sinemanın büyük ekranında, güzel bir genç kız ve sarı saçlı yakışıklı delikanlı dans ediyordu. Neşeli şarkı ile eğlenceli görüntüler bittiğinde Celine Dion’nun hüzünlü bir şarkısı çalmaya başladı. Gemide tesadüfen tanışan bu iki genç, birbirlerine aşık olmuştu. Sadece bir yolculukta paylaşacakları aşklarının her dakikasını yaşama isteğiyle birlikteydiler. Mutluydular, fakat farklı hayatlara ait olmaları nedeni ile gemi yolculuğunun sonunda birbirlerinden ayrılacaklardı. Gençlerin acıklı öyküsü ve hoparlörden gelen hüzünlü şarkı ile sinema salonundaki herkes duygusal anlar yaşıyordu. Bu kişilerden biri de Can’dı. Fakat Can, filmin etkisinden değil, ay yüzlünün yanında olmasından yoğun duygular içindeydi. Uzun zamandır her anını onu düşünerek geçirdiği, hayatında öyle önemli amaçlar varken birden bire yaşamının zamanını bile amaçsız hale getirecek kadar değerli olan ve ulaşılması imkansız gördüğü aşkı yanı başındaydı. Onun sıcaklığını ve ipek saçlarının kokusunu duyabiliyordu. Filmin ışıkları aşkının yüzüne çarptıkça yüzünün her kıvrımını dikkatle inceliyordu. Uzun kirpiklerinin altında ışıldayan gözleri, filmdeki duygu dolu sahnelerden nemlenmişti. Can, filmdeki gibi kalbindeki sevgiyi ay yüzlüyle karşılıklı yaşamak istiyordu. Bunun için her şeyi yapmaya razıydı. Fakat aşkı onu her defasında uyararak reddetmişti. Ay yüzlüyü elde emek bir yana, onu kaybedeceğini biliyordu. Bir gün okul çıkışında onun izini kaybettiği gibi elinden ve gözlerinden uçup gidecekti. Ay yüzlü sadece anılar ve hayalden ibaret kalacaktı. Can, bunların olacağını biliyordu. Bu olumsuz düşüncelerin içinde huysuzca kıpırdandı. Aslında mutlu olmalıydı, çünkü şu anda aşkı, ona dokunacak kadar yakınındaydı. Peri kızına dokunma arzusu içini kavursa da biranda kaybolacağı korkusuyla kendisini engelliyordu. Ay yüzlü ona soru sorarken yaklaştığında dudaklarından usulca öpmek istemişti ama yapamadı. Çünkü ay yüzlü onun arzulu bakışını fark ettiğinde başını iki yana sallayarak geri çekilmişti. İkisi de sessizce gülümsemişlerdi. “Öpmek zordu ama ya dokunmak?” Salonun karanlığında aşkının zarif ellerini görebiliyordu. İnce uzun parmaklı elleri, bacağının üzerinde mum gibi duruyordu. “Sadece elinden tutsam ne olur ki? Bana ne kadar kızabilir ki?” diye düşündü Can. Bunu düşünmek bile onu heyecanlandırmıştı. Ellerinin terlediğini hissetti. Cebinden mendil çıkararak ellerini kuruladı. Ay yüzlü, solunda oturuyordu ve Can sol elini yavaşça ona doğru kaydırdı. Ay yüzlünün eline çok yaklaşmıştı. Derin bir nefes aldı ve aşkının mum gibi duran zarif elini tuttu. Sıcacıktı. Pamuk gibi yumuşacıktı. Bu anlık hislerin sarhoşluğunda alacağı tepkiyi beklerken ay yüzlü Can’a döndü ve gülümsedi. Elini çekmedi. Can, fısıltıyla teşekkür etti ve elindeki sıcaklığı, yüreğinin derinliklerine hapsetmek ister gibi sıkıca tuttu.

    Ay yüzlü Can’ın bu duygularından habersiz kendisini filmin akışına kaptırmıştı. Can ise filmin çok az karelerini seyredebilmiş, tamamıyla ay yüzlüyle ilgilenmişti. Çünkü, aşkını belki de son defa bu kadar yakından görüyordu. Belki de bir daha asla karşılaşmayacaklardı, bir daha ondan hiç haber alamayacaktı. Aşkının sıcaklığını hissederken, bu anların tadını çıkarmak varken film umurunda değildi. Filmle ilgili tek düşüncesi, film hiç bitmemeliydi. Fakat filmin bitmesine çok az kalmıştı, gemi ortadan ikiye ayrılmış insanlar yardım için bağırıyordu. Ay yüzlüye baktı, ağlıyordu. Aşkının zarif elini dudaklarına götürdü ve öptü. Onun üzülmesine dayanamazdı. “Keşke komedi filmine götürseydim?” diye düşünürken bu düşüncesini yok eden bir şey oldu. Titanic gemisinin battığı ve insanların çığlıklarla yardım beklediği sırada, bu sahneden fazla etkilenen ay yüzlü başını Can’ın omzuna dayadı. Can, o anda komedi filmine gitmedikleri için sevindi. Yüreğindeki deli çırpınışların vücuduna her zamanki sıcaklığı yaydığını hissetti. Aşkı omzunda mutsuzluğu yaşarken o mutluluğun en derinini yaşıyordu. İpek saçlarının kokusunu doya doya içine çekti. Dudakları ona bu kadar yakınken öpmek istiyordu ama bu büyülü anın bozulmasından korktu. Yaptığı bencillik olacak, aşkının üzüntüsünden fırsat bilip kendi egosunu doyuracaktı. Bunu yapmadı.

    Film bittiğinde, ay yüzlünün gözlerinde hüzünlü sonun sebep olduğu göz yaşları vardı. Can ise hissettiği sıcaklığın sarhoşluğunda mutluydu. Ay yüzlü salonun aydınlanmasıyla ayağa kalktı ve elini Can’ın elleri arasından usulca çekti. Can, aşkının elini bırakmak istemediyse de ay yüzlünün gözlerinde “lütfen” kelimesi vardı. Can, onunla biraz daha vakit geçirmek istiyordu. “Vaktin varsa, çay içelim” dedi. Ay yüzlü saatine baktı ve hiç itiraz etmeden onayladı. Sinemaya çok yakın ağaçlı bir kafeteryada oturdular. Tren istasyonu çok yakınlarındaydı. Sirkeciye giden trenler geçtikçe, hafif bir rüzgar esiyordu. Ay yüzlü, karışan saçlarını gelişigüzel topladı. Gözlerindeki nemli bakışlar Can’ın üzerindeydi. Havada, ne konuşacaklarını bilmeyen iki insanın sessizliği vardı. Çaylarını yudumlarken ay yüzlü filmden bahsetmeye başladı fakat birden konuyu kesti:
    “Beni dinliyor musun Can? Aklın nerelerde?”
    “Sende! Çok güzelsin.”
    “Kendine gel, ben filmden bahsediyorum!”
    “Çok özür dilerim ama itiraf etmeliyim ki filmi seyredemedim.”
    Ay yüzlü başını iki yana salladı ve gülümsedi:
    “Çok kötüsün”
    “Hayır, kötü değilim, aşığım.”
    “Bugünle bitsin artık, duygularına son ver” dedi ay yüzlü, canı sıkılmış bakıyordu.
    “Kolay mı zannediyorsun? Eğer kabul edersen sana vermek istediğim bir şey var?”
    “Ne olduğuna bağlı, öyle kabul ederim?”
    Can çantasından ajandasını çıkardı ve ay yüzlüye uzattı:
    “Bunu sana vermek istiyorum, sadece oku.”

    Ay yüzlü şaşırarak ajandayı aldı ve sayfalarını çevirdi. Yazılar kendisinden bahsediyordu; şiirler, sözler, günlük tutulan notlar, uzun mektuplar, birkaç karakalem resmi…
    “Sana inanmıyorum, bunlar çok güzel ve değerli” dedi ay yüzlü, ajandayı Can’a uzattı.
    “Lütfen sende kalsın, okumanı istiyorum, bana geri verme, verecek olursan da yırt at, bana söyleme” dedi Can.
    Ay yüzlü, tebessümle ajandayı biraz daha karıştırdı ve çantasına koydu, söyleyecek bir söz bulamamıştı. Teşekkür etmekle yetindi.
    “Bir daha görüşemeyecek miyiz?” sordu Can.
    “Üzgünüm, yoğun bir çalışmaya giriyorum, bunlar için hiç vaktim olmayacak!” dedi ay yüzlü.

    Can üzgündü. Çaylarını bitirdikten sonra onu otobüsüne kadar geçirdi ve gözden kaybolana kadar durakta bekledi. Can sadece o gün beklemedi. Her gün kendi evine gitmeden önce, uzakta durup aşkına görünmeden onun otobüse binmesini bekledi. Dershanede göremediği zaman da karşılaşma umuduyla otobüs durağının önünden geçti.

    Ay yüzlüyü, dershane bittikten sonra hiç göremedi. Başkalarından haberini de alamadı. Peri kızı ortadan kaybolmuştu. Ona dokunduğundan mı, hayatın kargaşasından mı kaybolmuştu, yoksa kaderin kötülüğünden sonsuzluğun yolculuğuna mı uğurlanmıştı hep merak etti? Can, hayatı boyunca aşkını unutmadı. Yüreğindeki çırpınışlar sadece ay yüzlüye ait oldu. En büyük dileği, zaman ne olursa olsun ay yüzlüyü, güzel saçlı peri kızını bir gün görebilmekti.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine II

    Modern cinsellikte artan bir biçimde “söylemin kışkırtıcılığı”, doğru söylemin üretilmesini talep eder; üzerine inşâ edilen bu talep ve Ben’ini belirli bir ilişki içinde kurumsallaştıran paradigmatik formu îtiraftır. Nitekim îtiraf, Foucault için geniş anlamda, “tüm bu işlemlerin cinsellikle ilgili hangi konuda, Ben üzerinde etkileri olabilecek bir gerçeği söylem olarak üretmek için teşvik edileceği”ni gösterir. Modern iktidâr, “bireyselleşmenin prosedürlerinin merkezi”nde doğru îtirâfı tanımlamıştır; sâdece cinsellikle ilişkili olarak bizim îtirâfımızda değil, aynı zamanda “adâlet, tıp, eğitim, aile ilişkileri ve aşk ilişkileri” hakkında da.

    Kısacası “Batı insanı, îtiraf eden bir varlık hâline gelmiştir”. [1] Bununla birlikte, şunu da düşünmek gerekir ki, yapmayı öğrenmiş olduğumuz gibi, kişinin gerçeği îtiraf özgürlüğü kazanmak için de Batı toplumları, bir “aldatmaca” içine girmiştir; “büyük iş”tir bu: Kelimenin her iki anlamıyla da öznenin inşâsıdır. [2] Bu inşâ, bir öznenin yapım süreci anlamında Foucault için, etik alanının târiflerine bağlıdır. “Biz hakîkaten, doğru cinsel ilişkide bulunmaya ihtiyaç duyar mıyız?” Foucault’ya göre modern Batı toplumlarının ısrârında “inatçı” ve “dirençli” olduğu bu soruya, olumlu cevap vermek gerekir. [3]

    Bir on dokuzuncu yüzyıl hermafroditi olan Herculine Barbin’in durumuna yakın belgeler derlemesi, böyle bir cevâbın ancak birey düzeyinde tam bir şekilde ortaya konmasının bedelini gösterir. Herculine (Aleksina olarak da bilinir), 1838 yılında doğar, bir kız olarak büyür ve bir manastır okulunda eğitim alır. Daha sonra, öğretmen olur ve kadınların bulunduğu bir yatılı okulda çalışır; ancak, bir sırrı vardır; okulun sâhibinin kızıyla bir ilişki içindedir. Ergenlik çağına gelmiş olduğu hâlde bedeni, arkadaşlarınınkinden oldukça farklıdır; zayıf ve uzun boylu, kalçaları dar, bedeninde fazla tüye sâhiptir. Fakat, cinsel bir “anormallik” şüphesi, hiçbir zaman ortaya çıkmaz.

    Foucault’nun Giriş’te altını çizdiği gibi Herculine, tek başına bir kadın dünyâsında yaşamış ve orada, cinsel bölünme içinde bir veya diğer yönden değişik hiçbir cinsel talebi olmamıştır. Bu monosexual ortamda, “diğer cinsiyet”ten biri olmaksızın “öteki” olmaktan çok mutlu olmuştur. Bunun nedeni, arkadaşlarıyla aynı olması ve ona yaklaşan kadınlara câzibe kaynağı olan garip farklılığıdır. Ne bir kadını seven bir kadın, ne de kadınların arasında gizli bir erkek olmuştur; Herculine, kadınlar için büyük bir arzu kimliği olmaksızın ortaya çıkmış ve onları tümüyle kadınsı dünyâda buna zorla itmeksizin, kadınlığının ve kadınlıkları için ilgi çeken bir varlık olmuştur.

    Ne var ki, yirmi iki yaşında genital deformasyonu keşfeden bir doktor tarafından, gizlenmiş arzular ve “sağduyu” [4] nedeniyle, bu dünyâdan kopartılmıştır. Tıp, hukuk ve kilise yetkililerinin müdahâlesiyle, yasal statüsü olan erkeklik ona, zorla kabûl ettirilmiş, öğretmenlik pozisyonundan geri çektirilmiş, sekiz yıl sonra anılarını yazacağı Pâris’e sürülmüş ve intihar etmiştir. Burada gördüğümüz şey, bir dizi işletim seti ve teknikleri tarafından bir “hatânın düzeltilmesi” ve “doğru bir cinsel kimlik” olarak bu yeni kimliğin kişiye empoze edilmesidir.

    Herculine’in trajedisinde, doğru cinsiyet konusunda ailesi tarafından yanıltılmış bir kişi vardır ve bu hatâ fark edilinceye kadar, “düzeltme” konusunda çok geç kalınmıştır. Bununla birlikte, hikâyenin bu noktası, mâsum bir dişi olarak bilinen bir erkeğin cennete trajik girişi ve geçmişe bakıp Herculine’in gerçekte bir erkek veya bir kadın olup olmadığını anlama çabası değildir. Bu nokta, yakın zamanlarda “doğru bir cinsel kimlik”in cinselliğin modern “araçları” (doğal eğilim) hâline gelmiş olmasıdır. [5] Durumun târihsel önemi aslında, bir “hatânın düzeltilmesi”ne ilişkin iki yüz yıl önceki bir olaydan gelmez ve Foucault’nun sorusu, cinsiyetin nasıl ve nerede bu tür bir “hakîkat sorunu”na dönüştüğüdür.

    Dikkat çektiği şey, on sekizinci yüzyıla kadar hermafroditlere cinsiyetlerini seçmeleri konusunda çoğunlukla yasal izin verildiğidir; yâni, bu çift cinsiyetlerinden ne biri, ne de diğeri onlara, yasa gücüyle kabûl ettirilmeye çalışılmamıştır. Modern dönemde ise hermafroditizmin kendisi, hangi cinsiyetin gerçek olduğunu gizleyen kafa karıştırıcı bir durum gerekçesiyle neredeyse bir hatâ olarak görülmektedir. Herculine’nin trajedisinde, bir hatâ yapılmış değildir ve bu sorun, onun cinsel kimliğinin gerçek temeline dayalı bir rol oynamada ortaya çıkmıştır. Bu ise yalnızca târihsel bir sorun değildir ve hermofroditizm, bugün çok değişik yollarla tedâvi edilmektedir; “doğru durum” ise cinsellikle ilişkimize göre belirlenmektedir.

    Foucault’nun sunduğu şey, “doğruluk” ve “cinsellik” arasında bugün karşılıklı olarak inşâ edilen bir ilişkidir. Özneliliğimizin hakîkati cinselliğimiz üzerinde temellendirilirken bugün cinselliğimiz, doğruluğa ilişkin bir sır olarak baskın hâle getirilmiştir. [6] Cinselliğin modern görünümündeki talepler, her iki taraf hakkında gizli bir doğruluk ve kendi özneliliklerinin hakîkatine dâir beklentilerine ilişkin bir sorgulama içermektedir. Foucault’nun iddiâsı şu ki bu etkileşim, öznenin tüm bilgisinde bir artış meydana getirmiştir. “Öznedeki nedenselliği, öznenin bilinçlizliğini ve doğruluğunu başka kim bilebilir; bilgi ona, cinsiyet söyleminde kendisini dağıtmak için bulduğu her fırsatta, fark ettirmeden tutunur.” [7]

    Cinselliğin Târihi’nin son bölümünde Foucault, özneleşmeyi bu aracın büyümesine bağlayan güç mekanizmasının, Batı toplumlarında bir “egemen”den, bir “çıkarım”dan, bir “bio-iktidâr” olan “yaşam yönetimi”nden dönüştüğünü göstermek ister. Bu amaçla, on sekizinci yüzyıldan önce iktidârın, indirgemeye dayalı olumsuz işlevini tartışır; bu işlev, egemenin yaşama “el koyma izni” tarafından karakterize edilmiştir; fakat bu hak, yaşam vermeye karşı olarak değil, yalnızca yaşama izin vermedir ve bu yönüyle yaşamı, “temel olarak ele geçirme hakkıdır; nesneleri, zamânı, bedenleri ve nihâyet, yaşamın kendisini düzenler.” [8]

    On sekizinci yüzyıldan sonra ise iktidâr, bir “yaşam yönetimi gücü” hâline gelmiş ve artık “çıkarım”la değil, “ekleme” ve büyütmeyle faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu ise “yaşam üzerinde pozitif bir etki” hâline gelmiştir; öyle bir etki ki “yönetme çabası, iyimserlik ve çok çeşitlilik gösterir”; ancak, tüm “özneliliğin doğru kontolü ve kapsamlı düzenlenmesi”ne ilişkin yönelimlerin içine işlemiştir. [9] Bu kontrol çerçevesinde cinsellik, modern önemini ortaya koyar ve iki eksenin keşiştiği yer olması nedeniyle, bio-iktidârın işlevini yansıtır; “insan bedeninin anatomi-politiği” (disiplinleri) ve “nüfûsun bio-politiği”. [10]

    Modern toplumlarda cinsellik, iktidârın “önemli bir hedefi” hâline gelmiştir [11] ve “mikro-iktidâr” içeren “sonsuz gözetim, sürekli kontrol ve mekânın aşırı titiz düzenlenişleri” olarak yönetim mekanizmalarının tamâmına bağlıdır. [12] Cinsellik ve iktidârın modern mekanizmaları, birbirinin içine geçmiştir; öyle ki, cinselliğin basitçe “bio-iktidârın yayılmasında bir araçsal etki olarak îcât edildiği” söylenebilir. [13] Bu “etki”, on dokuzuncu yüzyıldan itibâren aşama aşama “bireyselliğin göstergesi” hâline gelmiştir; yâni, bireyselliğin “analizi” ve “yönetimi”ni içermeye başlamıştır [14] ve bunun için de bireyselliğin modern siyasî teknolojisinin içinde ciddî bir unsur hâline gelmiştir.

    Foucault’ya göre bio-iktidârın bu teması daha sonra, “yönetim”in sorgulanmasını doğurmuştur [15] ve burada, cinsellik sorununun cinsel pratikler alanından uzaklaşmasının önemini görebiliriz. Bir taraftan, yönetimsel olarak “kurumlar, prosedürler, analizler ve düşünüşler, hesaplamalar ve taktikler” açısından bio-iktidârın neler yapabileceğini araştırmış, diğer taraftan da iktidârın Batı toplumlarında hangi süreçler içinde üstün hâle geldiğini, hangi yönetimsel “araçları” ve “bilgileri” kullandığını incemiştir. Kabûl etmemiz gereken şey, bireyselliğimizin bâzı niteliklerini üretmenin özneliliğimizi belirlemesinden dolayı cinselliğimizin, tüm “yönetimsel” güçlerin bir mücâdele alanı olduğudur.

    Cinsellik ve hakîkat arasındaki karşılıklı ilişkiye, cinselliğin yasal ve tıbbî yönetimine ve cinsel pratiklerin özel ve kamusal düzenlenişine karşın kimliğin özel formlarını belirlemeyle kişiler, birey hâline gelirler ve kimliğin bu formlarının, Batı’nın cinsellik biliminin (scientia sexualis) “bedeli” olduğu söylenebilir. Bu bilimin gelişiminde Foucault, araçların bir unsurunu dışta bırakır; merkezî önemde bulunan bir tekniktir bu; îtiraf (aveu) tekniği. Foucault’nun “geniş târihsel perspektif”ine [16] göre bu îtiraf tekniği, on üçüncü yüzyılın başlangıcından beri, “hakîkatin üretimi için bağlandığımız temel ritüeller” hâline gelmiştir. [17]

    “Îtiraf”ın değer veya herhangi bir kişi tarafından bir kimseye verilen statüsünün garantisini içeren bu yer, “doğru konuşma”nın sağladığı koruyuculuktan dolayı, tartışma konusu hâline gelmiştir; bu tür bir îtiraf, “iktidâr tarafından bireyselleşme süreçlerinin merkezinde târif edilir” ve bireyler olarak Ben’imizi inşâ edişimizin (ve birbirimizi inşâ edişimizin) temel ilkelerinden biri hâline gelir. Bu îtirâfın nedenlerden birinin bireyselleşmenin çok başarılı bir tekniği hâline gelmiş olması, iktidâr baskısı tarafından gizlenmiş olan “bahaneler”in hakîkatinin açığa vurulmasını ifâde eder; îtiraf dâimâ, hakîkatin “kurtuluşu” olarak iktidâr düzenine değil, özgürlüğe âit bir hakîkattir.

    Bu “açınma”nın; hattâ, hakîkatin üretiminin başarılı bir biçimde gizlediği şey, “iktidâr ilişkileriyle eksiksiz doluluğudur”. [18] Foucault’nun îtirâfın iç hilesi olarak adlandırdığı şey, talebiyle bizi “bin yıllık boyunduruk”a [19] tâbî hâle getiren şeydir ve kimlik formlarının belirlenişi, modern toplumlarda hâkim bilginin/iktidârın karmaşık formasyonları üzerinde yükselir. Bu fenomeni Foucault, yalnızca analiz etmez veya betimlemez; onun söylemi aslında yalnızca, “siyasî” projesine bizi iknâ etme amaçlıdır ve îtiraf, kelimenin “her iki anlamıyla” özneliliğimizin karşılığı olan bir “milenyum boyunduruğu”dur.

    Îtiraf ayrıca, “bizi zorlayan bir güç” tarafından uygulamaya konmuştur [20], “çok taraflı gasp” tarafından sürdürülür [21] ve “baskıcı hipotez”e karşılık olarak “yeterli söylemden ziyâde, çok daha fazlasına izin verir”. Peki biz, bu özneleşme/bireyselleşme tekniklerinin bedelini, gerçekte nasıl ödemeliyiz? Öncelikle, bu bedelin iki yönünü, birbirinden ayırmak gerekir; ilki, özneliliğin olanaklı olduğu ölçüde kendi gerçek formları vardır ve bunlar, modern araçlar tarafından uygulamaya konulur. Görülmüş olduğu gibi bu formlar, Foucault’nun sık sık “gizemin etkisi” olarak isimlendirdiği şeyle karıştırılır.

    İkinci olarak bu teknikler, bireylerin Ben’lerine dayanır ve onları, kendi kimliklerini “zorlayıcı bir yolla” düzenlemeye iter. [22] Biz sâdece, “gizemin etkisiyle iç içe geçen” özneliliğin formlarını “düzenleyecek” değiliz; fakat daha önemlisi, onları aşırı etkiler ve zorlayıcı “doğallaştırılmış” bir yolla düzenlemekteyizdir. Bunlar, kendilerinden kurtulmak için büyük bir emek talep edecek “ikinci doğa” [23] hâline gelmiştir. Şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, Cinselliğin Târihi’nin birinci cildi, aslında etikle ilgilidir. Çünkü, özneler olarak kendimizi ve birbirimizi nasıl inşâ ettiğimizi ele alır.

    Olduğumuz kimseler olarak bizi çeşitli bireyler hâline getiren târihsel güçlerin görevini anlamak Foucault’ya göre, etiğin en önemli görevlerinden biridir. Eğer Foucault’nun amacı “bizi belirleyen özel yolu dikkate alarak özgürlüğümüzü arttırmak”sa, bu durumda onun amacı, Ben’imiz ve modern cinselliğin araçlarının empoze ettiği cinsel kimliğimizin formları arasında açık bir alan yaratmaya izin verir ki, bu da etiğin bir görevidir. Bunu yapmak için Foucault, Hıristiyanlığın îtiraf pratiklerinin ortaya çıkışını, târihsel gelişimini ve tümüyle sekülarizasyonunu anlamaya ihtiyaç duyar.

    Timothy O’leary

    Kaynak: Foucault and The Art of Ethics; Timothy O’leary, London / New York: Continuum, 2002, pp: 27-30

    Notlar:
    [1] VS, 59 [80]
    [2] VS, 59 [81]
    [3] HB’nin İngilizce basımına Giriş’inin Fransızca metninde Foucault, entêtemen ve obstinément terimlerini kullanır. Burada yer vereceğim bu metnin bâzı kısımları, İngilizce basımında yer almamaktadır.
    [4] Foucault’ya göre bu sağduyunun îtiraf sanatındaki rolü, birlikte yaşadığı kadınlar tarafından hiçbir zaman fark edilememiştir. (DE IV, 120)
    [5] Foucault’nun “araç”la kast ettiği şey şudur: “Tartışmaların dayanaklarını birleştiren heterojen bir zorlayıcılık, âletler, mîmârî formlar, düzenleme kararları, kânunlar, idârî önlemler, bilimsel açıklamalar; felsefî, ahlâkî ve hayırsever yardımlar; kısacası, söylenebileceği kadar söylenmemiş her şey ... Aracın kendisi, bu parçalar arasında kurulabilecek ilişkilerin sistemidir.” (CF, 194 [299])
    [6] VS, 69 [93]
    [7] VS, 70 [94]
    [8] VS, 136 [179]
    [9] VS, 137 [180]
    [10] VS, 139 [183]
    [11] VS, 147 [193]
    [12] VS, 145 [192]
    [13] Michel Foucault: Beyond Structuralism and Hermeneutic; Hubert Dreyfus / Paul Rabinow, Sussex: Harvester Press, 1982, pp. 168
    [14] VS, 146 [192]
    [15] “Yönetim”in soruşturulması aracılığıyla Foucault’nun “bio-iktidâr” teorisini geliştirdiği târih olarak, Ocak 1978’i tespit etmek mümkün görünmektedir. Collége de France’daki ilk konferansında Foucault, bio-iktidâr olarak adlandırdığı fenomenler serîsini, bu târihten başlatır. Bu târihteki on dördüncü dersinde Foucault, târihinin akışına ilişkin olarak “yönetim”in gerçekten ne yapmak istediğini ifâde eder. (OG, 102 [655]) Bio-iktidâr teriminin Foucault’nun kelime dağarcığında ortaya çıktığı an, yönetim kavramını kullanmakta olduğu bir düşünüştür.
    [16] VS, 67 [90]
    [17] VS, 58 [78]
    [18] VS, 60 [81]
    [19] VS, 6 [82]
    [20] VS, 60 [81]
    [21] VS, 64 [86]
    [22] SP, 212 [227]
    [23] Bu ifâde, Nietzsche tarafından kullanılmıştır. (The Gay Science, Section 290, pp. 77)


    Çev: Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    BASİT BİR YALNIZLIK DA YETERDİ

    Basit bir kareli defter de yeterdi
    Samatya istasyonunu anlatmak için
    akşamı beklerken
    beklerken parçalanmış umutları
    biraz önce yağmur yağmış o istasyon
    hüzün dağıtırken
    uzaktan bakanlara bile
    kıyı yolundan geçenlere
    ve yolculara ki hüznün kendisidir
    biraz şairdir akşama doğru
    anlayışla bakar istasyon şefi
    hafif gülümseyerek
    ve aldırmaz bile
    ve birden gün geçer
    aldırmaz
    tirenlerle yolcularla yüklerle
    biletlerle pasolarla geçer gün
    ve Egemen Berköz evine döner
    Kupkuru yüreği hüzünden
    hat boyu kırık dökük ev içlerinden akşama doğru
    bir gün bir kadın çamaşır asarken memelerini görmüştür
    bir gün don fanle bir adamı sabah sabah pilav yerken
    bir gün her gün çocuklar görmüştür kirli ve arsız
    bir gün her gün insanlar biletler istasyon memurları
    ve bir gün Egemen Berköz evine döner
    Sabah midesi bozuk
    öğlen fasulya kılçıklı
    bir parti satranç oynamış
    iki metin yazmış
    Pavese'den birkaç sayfa okumuş
    birkaç çıplak kadın resmi bakmış
    pencerede birkaç dal ağaç
    ve birkaç ondört onbeşinci kat uzaklarda
    rüzgârda perde uçuşmuş durmuş
    sonra aklında kaktüsleri
    sonra Ben Shahn'nın ve Amerika'nın insanları
    sonra Töbder'in ve Türkiye'nin insanları
    sonra çantasında bir ufak yeni
    sonra elinde bir küçük kavun
    sonra içinde kıpırdanan bir şeyler
    Egemen Berköz evine döner
    Tirenden inip istasyondan çıkıp
    istavritlere kolyozlara bir göz atıp
    tırmanır Mütesellim yokuşunu
    tırmanır Ünal apartmanının merdivenlerini
    düşünür ta beşinci kat onaltı numaranın kapısına kadar
    düşünür basit bir kareli defter de yeterdi

    basit bir kareli defter de.

    EGEMEN BERKÖZ

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Ülkemiz genelinde artık standart olarak kullanılmaya başlanan karekod uygulamasını siz de kendiniz için kullanabilirsiniz. http://invx.com/ web sayfasına girdiğinizde “enter your text” yazan kısma istediğiniz bir web sayfasını, ismi, adresi veya açıklamayı yazın. Karekod’unuz hemen hazır. Bu kod herhangi bir karekod okuyucuyla tarandığında içine yazdığınız bilgi ekranda görülecektir. Daha sonra bu karekod’u resim olarak ister arabanıza ister özel eşyalarınıza bastırabilirsiniz.

    http://sinemabirmucizedir.blogspot.com/2010/02/amator-yuzuklerin-efendisi.html “Kate Madison adlı Yüzüklerin Efendisi fanatiği amatör bir sinemacı yaklaşık 50 bin dolar gibi komik bir parayla Tolkien'in kitabından uyarlanan 60 dakikalık film internette 500 bin defa izlendi.İşin ilginç yanı bu kadar küçük bir bütçeyle büyük bir prodüksiyona imza atmak az buz kolay bir iş değil.Madison filmde emeği geçen 400'den fazla kişiyi bedavaya çalışmaları için ikna etmesi sinema tutkusunun hiçbir engel karşısında kaybolmayacağının büyük bir örneği.” Bu filmin web sitesi: http://www.bornofhope.com/ Filmi seyretmek için ise: http://www.mefeedia.com/watch/26279407

    Hayatımızda vazgeçemeyeceğimiz şeylerden bir tanesi de yemek yemektir. Bunu hem söyleyen hem de yaşayanlardan biri olarak http://www.oktayustam.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Açılış sayfasına koydukları pastalar ve börekler kilo vermek isteyenlere pek uygun olmasa da incelemeye değer. Bu web sayfasında hoşuma giden diğer özellik ise, kendi tarifinizi gönderdiğinizde yayınlamaları oldu. Afiyet olsun dostlar.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    10. YIL MARŞI









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120824.asp
    ISSN: 1303-8923
    24 Ağustos 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com