Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.935

 7 Eylül 2012 - Fincanın İçindekiler


  • ÖLMEK BİR GÜLÜCÜK KADAR YAKIN OLMASIN ... Seyfullah Çalışkan
  • KAFKA ... Neslihan Minel
  • Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine IV ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : CHP kadar taş düşsün başınıza!..


    Şöyle arkama yaslanıp bakıyorum da, ne de kolay yazıyormuşum eskiden. Hemen hergün birşeyin ucundan tutup ççekiştirebiliyormuşum. Ama yazılar seyrekleşmeye başladığından beri yazmak ta kolay değil artık. Konu sıkıntısı değil sorun. Sorun yılgınlık. Doğru, yılmadan, bıkmadan usanmadan dillendirmek gerek bazı şeyleri ama nereye kadar? Son geçen 1 yılı düşünün yüreğiniz sağlamsa. Neler gördük neler işittik bir hatırlamaya çalışın. Ağzı laf yapanlarımız konuştu, eli kalem tutanlarımız yazdı çizdi ama nereye vardık? Elde var kocaman bir sıfır.

    Gelidiğimiz yerden geriye de baksan ileriye de baksan durum karanlık. Tabi gönül gözü açık olanlara. Bana dokunmayan bin yaşasıncıların gönül gözü kör olduğundan görmüyorlar, duymuyorlar, konuşmuyorlar. Peşine takıldıkları madrabazların foyaları bir bir su yüğzüne çıksa da istiflerini bozmuyorlar maalesef. Dedik ya, onlar bana dokunmayan bin yaşasıncılar. Ardlarındaki hemeroid azmadığı sürece onlar için bir sıkıntı yok. Hemoroidi azsa, onun da madrabazlarla bir ilgisi yok zaten. Sonuç olarak, cilalı taş devrinin bazen kadını bazen geyiği yerde sürükleyen cemaatinin bir parçası artık büyük çoğunluğumuz. Karnı doyuyorsa gerisi fasa fiso. Kim takar adaleti, eğitimi, kime ne sağlıktan? O gitse bu gelecek, ne değişecek sankicilerle, bana dokunmayan bin yaşasıncıların tatlı tatlı oynaşmalarına kaldı artık dükkan. Haydi Allah ras getire aman.

    Hergün gelen şehit haberlerinin üstüne dublaj yapan madrabazların çadır tiyatrosu sanki Türkiye. "Kanları yerde kalmayacak ...cak, hainlere gereken cevap verilecek ...cek." Arada kelimelerin yerini değiştirin de farklı birşey söylediğiniz sanılsın bre aymazlar. "Kalmayacak yerde kanları, verilecek hainlere gereken cevap, vs." Allahtan arada aralarındaki beyin fukaraları pot kırıyor da asıl düşünceleri ortaya çıkıyor. "Birkaç Mehmet öldü diye..." "Kelle" vs. Ama hakkını vermek lazım. Eli silahlı pekakalıya gücü yetmiyor ama Meclis çatısındaki BDP'liye aslan gibi kükrüyor. Onlara "dokunacakmış" hazret. Öbürlerinin sırtını sıvazladın bey oldular, bunlara da dokun şahbaz olsunlar.

    Tatil bitti okullar açılıyor. 4 çarpı 3 garabetinden medrese ve mürit yaratmaya soyunan ne idüğü belli eğitim bakanı 2 gündür önüne gelen her mikrofona konuşuyor. Dediklerini bir araya getirsen hepi topu bir arşın. Arşın diyorum, çocuklarımız anlasın diye. Yakında metreyi unutup arşına, kiloyu unutup okkaya, batmana geçecekler ya yabancılık çekmesinler istiyorum. 4 çarpı 3'ün çarkında helak olsunlar diye anne memesinden henüz ayrılmış bebeleri de okula almalarına isyan eden ana babalara gerizekalı diyen başbakanın bakanı da ona benziyor elbette. Sıkıysa gerizekalı sensin de. Hitler'e benzetti diye Albay'ı ordudan ihraç ettiler, gerzek desek bizi de sınırdışı ederler herhalde.

    Bakanın vecizeleri de pek hoş. Kuran dersini almak istemeyenlerin kaygısını gidermek amacıyla "Kuran dersini seçmeyenleri itham ettirtmeyiz." buyurmuşlar. Bir küçük dağları ben yarattım demediği kalmış. Lafı doğru kabul etsen bir türlü, saçma desen bir türlü. Hazret devam etmiş: “İlk seviyelerde çocukların abdest almalarını başlarını bağlamalarını istemeyebileceğiz. Ama buna rağmen çocuklar abdest almak başlarını bağlamak istiyorsa (niye yaptın) demeyeceğiz. Din bir şeyi öngörüyorsa ona teslim olacağız.” Yürekli adam helal olsun. Alenen, milli ve laik eğitimin içine s.ç.yoruz diyor. Memleketin yarısı "dindar" nesil geliyor diye tekbir çekiyor.

    "Hay kafanıza CHP kadar taş düşsün." demenin tam sırası. Nerede pisliğe bulaşsalar altında bir CHP parmağı arar oldular. Hani şu Kore'li klima reklamı var ya tıpkı onun gibiler. "Yemek yedin mi?" "Daykin", "ÖSYM sınavlarında gene şaibe var, sorumlu kim?" "CHP", "Gömleğin ne renk?" "Daykin", "pekaka 15 askerimizi şehit etti, neden sonu gelmiyor ölümlerin?" "CHP Meclisi toplamak istedi, vekil de düzmece kaçırıldı, ondan." "pekaka 400km yi kontrol ediyormuş diyorlar." "Hayır efendim, CHP'nin uydurması". 10 yıldır saltanat sürdükleri memlekette gittikçe dibe vurmalarını muhalefete yükleyebilmek te bir marifet. O zaman bir daha diyelim; "CHP kadar taş düşsün başınıza." Kalın sağlıcakla, kalabilirseniz.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      ÖLMEK BİR GÜLÜCÜK KADAR YAKIN OLMASIN

    Kara kuru küçük bir çocuktu. Bu yüzden sürekli hastalanırdı. Ya ateşi çıkar, ya ciğerleri hırıldar ya da öksürüğe boğulup sabahlara kadar ne kendisi uyur ne de annesini uyuturdu. Özkan, Nevin hanım’ın üçüncü çocuğuydu. Üçüncü ama en eziyetlisiydi. Sürekli hasta olduğu için ona bir şey yedirip içirmek deveye hendek atlatmak kadar zor oluyordu. Kadıncağız akşama kadar Özkan’a ne yedirsem, ne pişirsem diye dolanıp duruyordu. Hasta yatağının başucuna gidip aklına gelen, bulabileceği bütün yiyecekleri bir bir sayıyordu. Oğlu ter içindeki yastığından başını biraz kaldırıp örneğin “şehriye çorbası istiyorum,” deyiverse sevinç içinde mutfağa koşup hemen ocağın başına koşardı. “Dünyaya gelen bir şekilde büyüyor,” denir. Özkan kılı kırk yararak büyüyordu. Hatta büyümemek için sürekli ayak diretiyordu.

    Çocuk iki buçuk yaşındayken çok ağır bir hastalık geçirmişti. Çocuk günlerce baygın kalmıştı. Sadece ağzını açıp kapatıyordu. Çocuktan çok kuş yavrusuna benziyordu. Gözleri iyice çukura kaçmış, yanaklarının derisi elmacık kemiklerine yapışmıştı. Nermin Hanım, çaresizlik içinde çocuğunun en temiz giysilerini giydirip yaşlı kadına götürdü. O yıllarda köylerde doktor, hastane, ilaç bilen yoktu. Hasta olanlar önce iyileşsin diye beklenirdi. Kendiliğinden iyileşmezse sonra herkesin Ebe Anne dediği yaşlı kadına götürülürdü. Gerçek adını herkesin unuttuğu bu kadın hastaya kendince ilaçlar hazırlar iyileştirmeye çalışırdı. Bazı hastalar günlerce onun evinde kalırdı. Tedavilerinin ve ilaçlarının karşılığı çoğunlukla bir tencere un, bir tabak tuz, bir kavanoz pekmez, bulgur, tarhana, salça, kuskus ve makarna ile ödenirdi. Kapısına ecel günü gelip hiç kimsenin umudu yokken iyileşenlerden koç, keçi veya dana getirenler de olmuştu. Ama böyle büyük bir ödeme birkaç yılda bir ancak olabilirdi.

    Ebe Anne, cansız gibi kıpırtısızca yata çocuğu kadının kucağından aldı. Dualar mırıldanarak giysilerini açtı. Çocuğun bedenini, ayaklarını, ellerini ve yüzünü incelendi. Kuzinenin üzerinde kaynayan tencerenin içine yapraklar attı. Çocuğu buharın üzerinde tutup çekti. Bunu birkaç kez tekrarladığında çocuk ağlamaya başladı. Bir tencere sütün içine un gibi, nişasta gibi beyaz bir toz serpti. Burnunu sıkarak ağzını zorla açtı. Lapayı kaşık kaşık çocuğun boğazına kadar tıktı. O tıktıkça çocuk ağladı. Çocuk ağladıkça annenin yüreğinin yağları eridi. Ebe Anne kadını evine gönderdi. Beş gün çocuğu günde iki kez ilaçlı sularla yıkadı. Yaptığı ilaçları ve yiyecekleri zora yutturdu. Beşinci günün sonunda Nermin Hanım’a ha kırk katır, ha kırk satır anlamına gelen sözlerini söyledi.

    “Bu çocuk çok marazlı… Çok çelimsiz ve hasta… İyi olacak, uzun yaşayacak gibi görünmüyor. Takdir elbette yüce rabbimin... Bunun tek bir çaresi var. Akşam vakti karanlığa doğru mezarlığa götürüp bırakacağız. Sabaha çıkarsa yaşar, ölmüşse acısına göğüs germekten başka çaremiz yoktur. Ulu rabbim onu ya alır, ya da bize geri verir.” Kadın sekinin üzerinde yatan çocuğunu kapıp göğsüne bastırdı. Sanki sımsıkı sarılırsa o hep onunla kalacakmış gibi kucakladı. Bu güne kadar bu köyde Ebe Anne’nin dediğine hiç kimse karşı çıkmamıştı. İçi acısa bile bir şey diyemedi. “Sen Bilirsin, madem öyle…” deyebildi. Akşam karanlığı perde perde inerken çocuğunu öpüp, kokladı. Eski bir mezarın üstüne, tepesine mermerden sarık oyulmuş mezar taşının yanına bıraktı. Mezarlığın yer yer yıkılmış taş duvarının dışına çıkıp yere çömeldi. Bildiği duaları okuma başladı. Çok geçmeden kocası çıkıp geldi. Gece ayaz ve soğuk oldu. Özkan sabaha kadar hem ağladı, hem mırıldandı. Özkan üşüdü, Özkan acıktı, Özkan… O her ağladığında annesi onu mezarlıktan alıp götürmeyi istedi. Ebe Anne, boş yere böyle bir şey istemezdi. Sözünü dinlememek olmazdı. Kadın sabaha kadar dua etti ve oğlu için ağladı. Çocuk her ağladığında kadının içinde çocuğun iyileşeceği umudu çoğaldı. Çocuğunun sesiyle içi parçalanan bir anne öte yandan ağladığı için seviniyordu. Aklı duygularına, duyguları aklına erişemiyordu.

    Sabah karşı hava aydınlanırken kadın oğlunu mezarlıktan alıp yaşlı kadına götürdü. “Müjde, yüce tanrım onu bize bağışladı,” dedi. Ebe Anne, çocuğa yeniden ilaçlar hazırladı. Annesine bunları nasıl kullanacağını, çocuğu nasıl besleyeceğini uzun uzun hatta bir kaç kez yineleyerek anlattı. Onları evine gönderdi. Çocuk hastalıklarıyla başa çıkarak büyüdü. Sadece zaman zaman onu öksürüğe boğan ve nefesini daraltan akciğer hırlaması kaldı. İlk askerlik muayenesinde çürüğe çıkardılar. Tedavi için verilen ilaçları bitirince yeniden muayeneye gitti. Göğsündeki hırıltı dinmiyordu. Komutanlarına yalvardı, ellerine ayaklarına sarıldı. Baktılar ki olmuyor onu da askere yazdılar.

    Askerliğinin beşinci ayında takım arkadaşlarıyla beraber helikoptere bindirip karlı bir dağın tepesine götürdüler. Kardan sığınıklar ve siperler içersinde çok pahallı cihazlarla sınırdan geçişleri gözetlemekle görevliydiler. Komutanları “Bu gece gözünüzü dört açın. Seksen kişilik bir grup aşağıdaki vadiden geçecekmiş. Bu yönde istihbarat aldık,” dedi. Herkesin sinirleri gerildi, gözleri dört açıldı. Özkan, o gece kar aydınlığında işemek için tepeden azıcık aşağıya indi. Siperdeki arkadaşı onun indiğini görmüştü. İşini görüp dönerken bir silah patladı. Mermi hedefine saplandığında “lup” diye bir ses duyuldu. Özkan yere devrilmeden önce “Benim, ateş… ” diye bağırdı. Karlar önce toz gibi kırmızıyla kaplandı. Sonra daha koyusuna…

    “Ne yaptın sen?” dediler. Neden ateş ettin?

    Tanıyamadım, karanlıktı. Korktum hem de … Tetiğe dokunduğumun bile farkında değildim. Oysa geceyi gündüz gibi aydınlatan bir kar beyazlığı vardı. Biraz önce arkadaşlarıyla şakalaşan genç şimdi karlar üzerinde kıpırtısızca yatıyordu. Yüzünde yarım kalan bir korku ve gülümseme ifadesi kalmıştı. Ölüm anlaşılır gibi bir şey değildi. Hala bakışlarında son şakalardan birine cevap vermeye hazır muzipliği duruyordu.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    KAFKA

    1994 Yılının; On Ağustos günü okumuşum Kafka’nın, Davası’nı. Altını defalarca çizmemden ve tarih atmamdan buldum bu tarihi.
    Kitapları okurken, tarih atmak ve beğendiğim yerlerin altını çizip, yanlarına bir şeyler yazmak en temel huylarımdan biridir.

    Kafka’nın bu kitabı geçenlerde tekrar geçti elime. Yıllar sonra bu kitabı elime alınca, o duygulara yeniden kapılıverdim. Satırlarını çizdiğim günler geldi aklıma.
    O sıralar, lise ikinci sınıfın yaz tatilini yaşıyordum. Kitabı da, Antalya’nın sıcağında, evimizin balkonunda okuyordum. Kitapla beraber, lacivert formalı çocuksu günlerime gülümsedim...
    O zamanlar okumaya daha çok vakit buluyormuşum demek ki; Şimdi nerede o bol vakitler!
    Hikâye, 1900’lü yıllarda geçiyor, Prag’da. Kahramanımız Joseph K. Bankada çalışan otuz yaşlarında bir gençtir. Günlerinin çoğunu dışarıda geçirmekle beraber, içine kapanık bir gençtir. Burada ki içine kapanıklılık özelliği, Kafka’nın kendi kişisel özelliği ile birebir tutmaktadır.
    Yargı’da, Kafka’nın 1912 yılında yazdığı bir hikâyesidir. Bu eserini, sekiz saatte kaleme almıştır.
    Hikâyedeki karakter ve Dönüşüm’de ki böcek betimlemesi de kendisidir.
    Kafka, yazdığı eserlerle okuyucu çok iyi derecede düşündürmüştür.

    Kafka Bütün kitaplarında, konu ve işleyiş bakımından, özgün bir yazardır.
    Davada ki Joseph K. Karakteriyle ve olay örgüsüyle de, özgünlüğünü ve düşündürücülüğünü korumuştur Kafka. Özellikle iki cellâdın gelip, Joseph K’ya cezasını vermesi; yani onun kalbine bıçak saplayıp, onu öldürmesi. Hem trajik, hem de bir o kadar düşündürücü bir sonuçtur.
    Aslında burada tartışılan, Joseph K.’nın suçu değildir: Adalet sistemidir. Hukuk sistemindeki aksaklıklardır. Bu kitaptaki anlatım, sadece Prag için değil, bizim ülkemiz içinde geçerlidir.
    Bunu okuyunca aklıma; “Pardon” senaryosu geldi. Orada da, o kadar şeyden sonra: “Pardon” deyip, bütün her şeyi, örtbas etmeye çalışıyorlardı.

    Kafka’nın en büyük destekçilerinden biri, yakın arkadaşı Max Brod’du. Max Brod onun yayımlanmasını istemediği eserlerini; “Yargı, Ateşçi, Dönüşüm, Ceza Kolonisi, Köy Hekimi, Açlık Sanatı”nı ölümünden sonra, yok etmek yerine yayımlamış ve dünyaya böyle bir dâhiyi kazandırmıştır.
    3 Haziran 1924 yılında, Klosterneuburg’da, 40 yaşındaki genç ölümüne kadar, sayısız yapıtlar veren Kafka, sabahları büroda çalışıyor, geceleriyse yazmaya devam ediyordu. Yani ekonomik sıkıntılar içinde bile, yazmaya devam ediyordu.
    Ama bu sıkıntılar onu hiç yıldırmamıştı. Tam tersine, en büyük eserlerini, bu sıkıntılı döneminde vermişti.
    Onun ne kadar zorluk çektiğini ve ne kadar da başarılı olduğunu, geçen yıl Ağustos ayında, Prag sokaklarını gezerken anladım.
    Hradchany Kalesi’nin rampasından aşağı doğru inerken, cafe tarzı yerler görmüştüm. Daha önce simyacıların yaşadığı bu alan, tek odalı, küçük dairelerden oluşmaktaydı. Kafka’nın da bu alanda, beş tane evi vardı bana gösterilen.
    Kafka Market, Kafka Müzesi, Kafka Cafe vb. şeyleri burada görmek mümkündü. Adeta Prag’la özdeşleşmişti Kafka.
    Diğer yazarlar gibi oda eserlerinin basıldığı, ünlü olduğu, bu günleri görememiş, hayatı küçük kiralık evlerde, ekonomik sıkıntılar içinde, hastalıkla mücadele ederek geçmişti…
    Fakir ve içine kapanık bir genç olan bu yazar, yazdığı eserlerle, yüzyıl sonra bile okunarak, tarihe damgasını vurmuş ve dünya edebiyatın en muhteşem yazarları arasında yerini almıştır...

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine IV

    Modern insan bilimlerinde Ben’in ortaya çıkışının pozitifliği üzerinde özneliliğin hakîkatinin başarısızlığa düşmesi karşısında Foucault, bu model uyuşmasını Ben’in hakîkatinin keşfi olarak daha fazla yansıtmamız gerekip gerekmediğini sorar ve bu uyuşmanın yerine “Ben’in, târihimiz üzerinde inşâ edilen bir ilişki veya teknikten başka bir şey olmadığı”nı savunur. [1] Bu şekilde Biz, yalnızca Ben’in hermeneutiğiyle ilişkilendirilmiş bir kurban düşüncesinden kurtulmuş olmaz, aynı zamanda bu tekniğin tümüyle kendisinden de kurtulmuş olur.

    Ben’in hermeneutiğiyle gerçekleştirilecek bu proje, benlik teknikleri konusunda Foucault’nun, Antik Yunan ve Helenistik teknikleri okumasının bir sonucu olarak da görülebilir. Yalnızca bu tekniklerin ortaya çıkarttığı modern sekülarize Hıristiyan tekniklerinden gelen eleştirel rolden değil, aynı zamanda bu eski tekniklerin belirlediği temel projeden dolayı da böyle düşünülebilir. Ben’in hermeneutiğine yönelik bu dikkat çeken girişimi ve Cinselliğin Târihi’nin birinci cildi artık, Foucault’nun Antik etik hakkındaki açıklamasının ardındaki motivasyonun ne olduğunu da mümkün olduğu kadarıyla açıklamaktadır.

    Cinselliğin Târihi’nin ikinci cildindeki Hazzın Kullanımı [2] kısmının girişinde Foucault, bu soruya kendi cevâbını vermektedir. Burada, birinci cildin yayınlandığı 1976 ve diğer iki cildin yayınlandığı 1984 yılları arasında kendi projesindeki değişimin altını çizer. Bu açıklamasının iki anahtar unsurundan ilki, “deneyim”in [3] üç eksende açığa çıktığı şeklindeki görüşüdür. İkincisi ise cinselliğin târihi projesinin, “benlik tekniği”nin târihinin incelemesinde cinsel davranışın etik “problemleştirme”sinin târihi olarak yeniden tanımlanmasıdır. [4] Bu ciltlerde Foucault’nun incelemek istediği cinsellik, “işâretlerin aktarılması” olarak önemli bir konudur ve Foucault, cinsellik olarak adlandırdığımız şeyin deneyiminin târihini yazmak istemiştir.

    Bu deneyim, üç eksenin kesişiminde olanaklıdır: Bilginin alanı, normatifliğin türü ve özneliliğin formu (veya bilimlerin oluşumu, iktidâr sistemi ve Ben’in ilişki biçimi). [5] Bu üç eksen “deneyimin herhangi bir karışımı”nı inşâ ederken [6] durum, onların ilişkilerinin önemi bakımından dâimâ aynı değildir; cinsellik alanında bu üç eksen aslında, en azından modern dönemin öncesinde çok önemlidir. 1960’larda yaptığı çalışmaları Foucault, zâten bu ilk eksen (bilgi) üzerine soruşturmasında metodolojik araçlar üzerinden yapmıştır ve 1970’lerdeki çalışmalarında, ikinci ekseni (iktidâr) konu edinmiştir; fakat, üçüncü eksen (ben), metodolojik yaklaşımında yeni gelişmeyi talep etmiştir.

    Foucault’nun benimsediği yaklaşım, cinsel nesneler veya arzu nesneleri olarak bireylerin kendilerini inşâ ediş pratiklerini analiz ediyordu. Onun amacı, Ben’in hermeneutiğini ve cinselliğin bir nesnesi olarak deneyimin hermeneutiğini yapmaktı. Daha sonra, daha genel terimlerle Foucault’nun talep ettiği şey, öznenin bir genealojisiydi; “bireysel bir inşâ olarak Ben’in ilişkilerinin formları, modaliteleri ve özne olarak kendisini tanıması”nın genealojisi. [7] Bu merkez değişiminin metodolojik sonucu, cinselliğin târihi projesini artık öznenin geneolojisinin bir bölümü hâline getirmiş ve cinsel davranışla ilgili olarak öznenin davranışı, Ben’ini inşâsının târihinin bir parçası olmuştur.

    Foucault, ilişkinin “kendinde ve kendisi için” formlarıyla ilgilenir ve bu değişimin esas vurgusunu, “târihsel arka plân” üzerinde temellendirir. [8] Ben’in inşâsının özel bir şekli olarak bu davranışın öznenin genealojisiyle ilişkisi aslında, problemleştirme kavramından geçerek şekillenmiştir. Cinsellik hakkında sorduğu soru artık, “ahlâkî bir hâkimiyet olarak cinselliğin nasıl, niçin ve hangi formlarda inşâ edildiği”dir. [9] Güçlü sosyal tabular ve ortak ilişkiler aracılığıyla cinsel davranışın problemleştirilmesinin ileri sürülmüş olası açıklamalarını reddeden Foucault, ahlâkî problemleştirmenin en güçlü zorunluluklar ve yasaklamalarla zayıflatılmasını önerir.

    Cevapların bu önceki formlarına karşılık daha sonra bu problemleştirmenin (en azından Antik Yunan ve Roma kültüründeki) hipotezleri merkezinde kendi cevaplarını temellendirmesi, Antik “vâroluş sanatları”yla ilgilidir. Bu sanatlar, insanların yalnızca davranış kuralları değil, aynı zamanda kendilerini bireysel vâroluşlarında dönüştürdükleri, değiştirdikleri bilinçli ve gönüllü eylemlerdir de ve bu eylemleri, stilistik kriterler içeren bir æuve hâline getirirler. [10] Foucault’nun burada tartıştığı şey, Antik Yunan ve Roma’da yetişkin erkeklerin cinsel davranışlarına yönelik bir ilgi değildi; çünkü bu alan, sosyal ya da dînî kontrol altındaydı ve kendi özneliliklerinin keşfedilmiş bir hakîkati yoktu.

    Fakat, yaşamı bir işe dönüştürme sanatının uygulaması, yapılabilir/yapılması gereken bir alanıydı. Bu modelle Foucault’nun ilgilenmesinin temel nedeni, sonraki modellerin târihsel biçimlenişini görünür hâle getirmek için, Ben’in ilişki modelinin evrensel olmayan ifâdesi aracılığıyla modern hermeneutik açısından yararlı bir bakış açısı sunmaktı. Bununla birlikte, Ben’le ilişkinin modern biçiminin kritik iddiâsı olarak fonksiyon, aslında görmeye başlar ve Foucault, Antik modeller arasında tüm yanlışları ve başarıları karşılaştırır. Antik Yunan üzerinde yükselen imparatorluk Roma’sıyla ise “bilimsel bilginin etkisi ve normatif sistemlerin karmaşası”nın daha az olması nedeniyle ilgilenir. [11]

    Vâroluş sanatı bu yolla, daha büyük bir “önem” ve “otonomi”ye sâhip olur [12] ve dînî iktidâr veya modern hükümetin disiplinlerine geçer; her ikisi de yeniden ortaya çıktığında, kendi otonomi ve önemlerini kaybeder; tıpkı, Rönesans ve on dokuzuncu yüzyıl insanında olduğu gibi. [13] Burada üzerinde durmak istediğim asıl şey ise Foucault’nun bu ilgisinin ikinci nedenidir; yâni, “Yunanistan’a yolculuk”unun motivasyonudur. Foucault, bilginin/iktidârın araçlarının “sıkı bağlar”ı tarafından kimliğin formlarının bireyler olarak çözülmeye çalışıldığı bir dönemde, sık sık bir nostaljiye doğru kaymıştır; ancak, Ben’in inşâsında temel ilkeleri yorumlayarak estetik alanı dışındaki diğer alanlara bunu, daha serbestçe yaymıştır.

    Foucault’ya göre Ben’in modern hermeneutiği, hem târihsel bir süreçtir, hem de Antik estetik tarafından normatif olarak aşılan bir şeydir. Cinselliğin Târihi’nin ikinci ve üçüncü ciltlerinde bir tür cinsel etiğin olup olmadığına baktığımızda, Antik Yunan veya imparatorluk dönemi üzerinde değil de bu ciltlerin ağırlık merkezindeki Hıristiyanlığın cinsel etiği üzerinde yoğunlaştığını görmekteyiz. Foucault’nun târihsel şemasının oluşumuna karşın en azından üç aşama; Hıristiyan aşama, siyasî aşama ve felsefi aşama, geneolojik projesini târif eder ve bunu, değilleme yoluyla belirler. Bir taraftan, modern cinsellik biliminin düzenleme eğilimi, normalleştirme ve gizli arzuların tuhaflıklarının amansız tâkibi, Foucault’nun dikkatini çeken konulardır.

    Diğer taraftan, Hıristiyanlık öncesi cinsel etiğin iki modelinin sunduğu açıklama, “Hıristiyanlık karşıtı” olarak görülebilecek bir vurguyu da içermektedir ve bu vurgunun en önemli yanı, rapport à soinin aşamalarında ortaya çıkar. Bu etik, arzunun hermeneutiğinden ziyâde, vâroluş estetiği tarafından karakterize edilir; cinsel arzu ve hazzı, bu şekilde ele alır. Kötü yanı ise hiçbir zaman “kötülük” olmasa da tehlike olarak değerlendirilmesidir. Dolayısıyla, Cinselliğin Târihi’nin birinci cildini “Hıristiyan cinselliğine karşı bir manifesto”nun bir parçası olarak okuduğumuzda Foucault’nun, Antikite’nin ardından etikte ortaya çıkan temel özellikler konusunda ne düşündüğünü anlamayı başarabiliriz.

    Batı toplumlarının dayandığı ahlâkî standartlar olarak Hıristiyanlığın yavaş ölümünün târihi, birkaç biçimde ve hareket içinde, inancın savunucuları tarafından bir günâh keçisi olarak seçilmiştir. Bunlardan Oscar Wilde, Boudelaireci bir zübbelik ve Raphael öncesi bir estetiğin her ikisini de temsil etmiştir. Öncülük ettiği hareket, yalnızca geleneksel ahlâkî kuralları değil, aynı zamanda dînî semboller ve ikonları da salt estetik bir fenomen olarak içinde barındırır. Wilde’ın figürlerinde bu ahlâkî ve dînî kuralların çiğnenmesi, “doğal olmayan talepler”in uygulaması olarak doğanın kurallarının çiğnenmesine eşlik eder ve bu davranışlar, sâdece ahlâk kurallarıyla değil, aynı zamanda toplumsal önceliklerle de gerçekleştirilir. [14]

    Bu bağlamda Foucault, modernizmin tavrı olarak nitelendirdiği örnekle, bir figür olarak Baudelaire’in bu davranışını, daha ziyâde onun gizlerini ve sakladığı hakîkati keşfetmeye çalışacak bir biçimde, kendisini “îcât” yoluyla yaşam sanatı içinde nasıl açığa çıkarttığını anlamaya çalışır. Antik Yunan söyleminin ve cinsel imajlarının bir parçası olarak ortaya koymaya çalıştığı resim, Baudelaire’in bu tavrından yüksek bir avangartlığı içinde barındırır. Cinselliğin Târihi’nin birinci cildinde “iktidârın tutamakları, bedenin iddiâları, hazları ve bilgileri”ni; ikinci ciltte ise “modern özneliliğin tutamakları ve Helenistik estetiğin iddiâları”nı karşı karşıya getirdiğini söyler. [15]

    Burada, Antik uygulamaları korumaya dönük modern duyarlılığa dâir kararlı bir biçimde onlardan aldığı unsurların neler olduğunu açıklamaya çalışacağım. Öncelikle, estetize edilmiş durum olarak analiz ettiği Antik Yunan döneminde, estetik bir etkinin yaratılma arzusu aracılığıyla kendi cinsel etiğini nasıl koruduğunu serimleyeceğim ve daha ziyâde, kent yaşamı içinde siyasî yönetimin devâmını inceleyeceğim. Bunu yaparken, kendini adamama yaşamı olarak formüle ettiği modern girişime katkı olarak Antik cinselliğin ortaya konmasına; cinselliğin toplumsal, siyasî ve bireysel parametreleri içinde Atina’da eski uygulamalara dönük görüşlerine deyineceğim.

    Geç dönem çalışmalarında Foucault, anlama yeteneğine ilişkin bir izlek ve sosyal faaliyetlerde etik uygulamaların değişimine dâir bir model geliştirir. Bu analitik izlek, Antik Yunan’da hazzın kullanımına dâir araştırmasından gelir; fakat, analizinde kullandığı ilkenin ve etik sistemlerdeki uygulamaların dökümünü amaçlamaz. Bu tür bir çaba, elbette içkin ve aşkın değerlendirmelerin her ikisini de sürekli olarak göz önünde bulundurur; ancak, burada ele aldığım argüman, değerlendirmenin bu iki formuyla da ilgili değildir. Benim argümanım daha ziyâde, modelin detayları ve bunların bir parçası olarak etik-siyasî projesi arasındaki ilişkidir. [16]

    Özellikle de bu modelin inşâ edilişini ve Antik etikte estetik bir öncelik olarak nasıl kullanıldığını göstereceğim. Bu amaçla, Foucault’nun görüşleri ve Ben’in Hıristiyan hermeneutiğinin modern şeklini karşı karşıya getireceğim. Ben’in verili olup olmadığına, veriliyse keşfedilebilecek bir şey mi yoksa yorumlanabilecek bir şey mi olduğuna dâir Foucault’nun sunduğu argüman elbette, öznelerin kendileri için dile getirilmiştir; Yunanlılarda da kullanıldığı gibi, kendi tarz ve mükemmelliği içinde. Bununla birlikte, sorulması gereken asıl soru bence, Yunanlıların bunu nasıl yaptıkları ya da yapmış gibi göründükleridir.

    Foucault’nun bu soruya cevap olarak öne sürdüğü şey, etik ve ahlâklılık arasında önemli bir ayrım yapılması gerektiğidir. Hazzın Kullanımı’nın başlarında Foucault, ahlâklılığın üç görünümü arasında bir ayrım yapar. Bunlardan ilki, ahlâkî dürüstlük; yâni, değere ve eyleme ilişkin kurallara bireyler tarafından getirilmiş sosyal, kültürel ve dînî düzenlemeleri içeren tavsiyelerdir. İkincisi, bireylerin gerçek davranışları ve çeşitliliğin türleri arasında bireyler tarafından yapılan değişikliklerdir. Üçüncüsü ve Foucault için en önemlisi ise kişinin kendisi tarafından veya kendisi aracılığıyla doğrulanan kurallardır; yâni, kendi davranış tarzıdır. [17]

    Timothy O’leary

    Kaynak: Foucault and The Art of Ethics; Timothy O’leary, London / New York: Continuum, 2002, pp: 33-8

    Notlar:
    [1] HL’nin seminer metni, kontrol edilmemiştir ve bu yüzden, sayfa referansı vermedim.
    [2] Foucault, bu girişin üç versiyonunu yayınladı; birincisi, “Cinselliğin Târihine Önsöz” (ikinci cilt) (PHS); ikincisi, “Usage des plaisirs et techniques de soi” ismiyle yeniden gözden geçirip büyük oranda genişlettiği metin (DE IV, 539-60) ve üçüncüsü de ikincisinin neredeyse aynısı olarak yayınladığı metin (UP, 3-32 [9-39]).
    [3] UP, 4 [10]
    [4] UP, 11 [17]
    [5] UP, 4-6 [10-2]
    [6] PHS, 338
    [7] UP, 6 [12]
    [8] PHS, 339 [583-4]
    [9] UP, 10 [16]
    [10] UP, 10-1 [16-7]
    [11] PHS, 339 [583]
    [12] UP, 11 [17]
    [13] Bunlar, Foucault’nun bahsettiği iki örnektir (UP, 11 [17]); fakat, listeye bir şey daha eklenebilir. Örneğin, on yedinci yüzyıldaki honnéte homme (bkz. Donna Stanton, The Aristocrat as Art, New York: Columbia University Press, 1980).
    [14] Daha sonra göreceğimiz gibi, erkek erkeğe cinsel ilişkiler hakkında Batı söylemi dâimâ, bu sorunda erkeklerin göreli sosyal statüsünün hayli bilincinde olmuştur.
    [15] VS, 157 [208]
    [16] Nitekim, Arnold Davidson’un model katkı tartışması, genellikle etik târihi çalışmalarıdır: “Estetik Olarak Etik”, (ed.) Gary Gutting, The Cambridge Companion to Foucault, Cambridge: Cambridge University Press, 1995
    [17] UP, 26 [33]


    Çev: Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    HİÇ YOLUNUZ ORMANA DÜŞTÜ MÜ

    hiç yolunuz ormana düştü mü
    gözgöre küçük bir adam
    büyük bir ağaçla döğüştü mü
    ağaç büyüktü ama tek
    adam küçüktü ama çok

    dedelerinin dedeleriyle gelmiş utanmadan
    elinde balta sırtında nacak
    dedelerinin dedeleriyle gelmiş arlanmadan
    kolunda bıçkı belinde ip
    dedelerinin dedeleriyle gelmiş sıkılmadan
    dengisiz bir boy ölçüşmeydi bu

    ağaç büyüktü ama tek
    adam küçüktü ama çok

    Celal SILAY

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Ülkemiz genelinde artık standart olarak kullanılmaya başlanan karekod uygulamasını siz de kendiniz için kullanabilirsiniz. http://invx.com/ web sayfasına girdiğinizde “enter your text” yazan kısma istediğiniz bir web sayfasını, ismi, adresi veya açıklamayı yazın. Karekod’unuz hemen hazır. Bu kod herhangi bir karekod okuyucuyla tarandığında içine yazdığınız bilgi ekranda görülecektir. Daha sonra bu karekod’u resim olarak ister arabanıza ister özel eşyalarınıza bastırabilirsiniz.

    http://sinemabirmucizedir.blogspot.com/2010/02/amator-yuzuklerin-efendisi.html “Kate Madison adlı Yüzüklerin Efendisi fanatiği amatör bir sinemacı yaklaşık 50 bin dolar gibi komik bir parayla Tolkien'in kitabından uyarlanan 60 dakikalık film internette 500 bin defa izlendi.İşin ilginç yanı bu kadar küçük bir bütçeyle büyük bir prodüksiyona imza atmak az buz kolay bir iş değil.Madison filmde emeği geçen 400'den fazla kişiyi bedavaya çalışmaları için ikna etmesi sinema tutkusunun hiçbir engel karşısında kaybolmayacağının büyük bir örneği.” Bu filmin web sitesi: http://www.bornofhope.com/ Filmi seyretmek için ise: http://www.mefeedia.com/watch/26279407

    Hayatımızda vazgeçemeyeceğimiz şeylerden bir tanesi de yemek yemektir. Bunu hem söyleyen hem de yaşayanlardan biri olarak http://www.oktayustam.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Açılış sayfasına koydukları pastalar ve börekler kilo vermek isteyenlere pek uygun olmasa da incelemeye değer. Bu web sayfasında hoşuma giden diğer özellik ise, kendi tarifinizi gönderdiğinizde yayınlamaları oldu. Afiyet olsun dostlar.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Harem - Sarah Brightman









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120907.asp
    ISSN: 1303-8923
    7 Eylül 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com