Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.951

 11 Ocak 2013 - Fincanın İçindekiler


  • SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -10 (Son) ... Seyfullah Çalışkan
  • Hukuki açıdan Felsefe, Matematiksel olarak Safsata’dır… ... Ahmet Şeşen
  • Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 4 ... Nevriye Hamitoğlu
  • İNSANLIK LAFTA KALDI ... Erhan Tığlı
  • Deleuze ... Neslihan Minel
  • SEMPATİK DAVRAN VE DE EMPATİK DÜŞÜN YOKSA BİR KAFA ATARIM GÖRÜRSÜN GÜNÜNÜ! ... Abuzittin Tırlak
  • Foucault'nun Episteme Görüşü Üzerine I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Köle Ucubeler Fransa'ya!..


    Tayyip Bey'in kuyuya taşı atıp kaçtığı Afrika'dan gelen haberler bile insanı çileden çıkarmaya yetiyor. Dünya sultanı edasıyla tur attığı Afrika'da krallar gibi karşılanmaktan duyduğu haz gözlerinden okunan beyimizin orada da bir ucube(!?) bulduğuna dair haberler tam anlamıyla utandırıcı. Biz apo beyle yapılan pazarlıkların varacağı noktaları tartışa duralım, baş beyimiz, Fransa'nın Senegal'e hediye ettiği, UNESCO Dünya Mirasları Listesinde yer alan, köle ticaretini simgeleyen heykeli müstehcen bulup beğenmemiş "Bunu geri gönderin." buyurmuş. Bravo beyim bravo. Bizim kültürümüzün içine gül suyu döktüğünüz yetti bir de adamlarınkini sulamak istiyorsunuz öyle mi? Bu densizliğe puan vermeniz gerekse, ne verirsiniz? Benden yıldızlı ON...

    ...

    Epeyce eğlenceli bir memlekette yaşıyoruz aslında. İnsanın canı hiç sıkılmıyor. O nedenle, hangi birinin eteğini çekiştireceğine karar veremiyor insan. Deprem bile yarım saatte gündemden çıkar oldu artık. Gerçek depremlerin yerini sanal depremler aldı. Redhack diye normal olarak kızılması gereken bir grup çıktı, YÖK'ün sitesini hekledi, ne var ne yoksa aldı gitti. O kadar belgenin orada ne işi vardı bir yana, üzerlerinde yazanlar başka bir alem. Hemen hepsi üniversitelerdeki yolsuzlukların disiplin kuruluna verilen raporları. Bankaların verdiği promosyonlar, müteahhitlerin hediyeleri hepsi bir gayya kuyusu. Rektörlere soruyorlar, "Efendim o zaman bir kötülük görmedik, fiyatını da bilmiyorduk, kabul ettik." diye cevap veriyor. Kabul ettiği 200 bin avroluk lüks makam aracı. Niye araba kabul ediyorsunuz, öğrenciye yarayacak birşey isteseydiniz diyorlar, cevap yok. Varsa da ebelek gübelek. Hemen hepsi liyakatlarına(!?) uygun olarak Çankaya tarafından 2. 3. sıradan atanan rektörlerin etik anlayışları da zihniyetleriyle paralel anlaşılan. İyi ki zaman zaman Robin Hood'lar çıkıyor da, yaşanan pespayeliklerin farkına varabiliyoruz. Tabi biz varıyoruz. Yüzde elli gene etek öpme telaşında.

    Daha bir sürü haberin arasında bence haftanın en önemli ve alışılmadık haberi Kılıçdaroğlu'nun kardeşi ile ilgili olandı kuşkusuz. Beni bile hayrete düşüren birşeydi bu. Koskoca CHP Genel Başkanının emekli kardeşi ek gelir için bir inşaatta bekçilik yapıyordu. Bu haberi duyduğunuzda hisstetiklerinizi bir daha hatırlayın lütfen. Kiminiz, "Aaa herhalde aralarında bir husumet var ve konuşmuyorlar." diye düşündü. Bazılarınız "Kendi inşaatıdır o, bal tutan parmağını yalar." dedi, kimileriniz de "Helal olsun, işte hakkı adaleti savunan gerçek insanlar." diye düşündü. Ama inanın büyük bir yüzdemiz "Kendi kardeşine bir yararı olmayan adam memleketi mi kurtaracak, hıh. " dedi eminim. Ben "Helal olsun" diyenlerdenim ne yalan söyliyeyim.

    11 yıllık iktidarları boyunca, her köşebaşını, intikam alırcasına ele geçirme telaşına düşenlerin, tepeleri işgal etmeleri yetmezmiş gibi, ellerini uzatabildikleri her yeri kendi kanından ya da zihniyetinden ademlerle dolduranların, bunu doğal bir hakmış gibi savunanların, liyakatına değil bıyığına, takkesine, türbanına not verenlerin, benden olmayan defolsun gitsin diyenlerin, kendi kızını danışman atayıp 52.000.-TL maaş bağlayanların bu yüce gönüllülüğü anlaması mümkün değil zaten. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -10 (Son)

    Çok eski zamanlarda kavurucu yazların tozu toprağı içinde büyümeye çalışıyorduk. Öğlen gelip çattığında zorla uykuya yatırılırdık. Ne kadar ağlasak, zırlasak bile büyüklerin inadını kıramazdık. İster yum gözlerini, istersen uyuma ama sokağa çıkamazdın. O eski zamanlarda kasabada hala karasığır diye bilinen küçük gri inekler ve dombaylar vardı. Sığırtmaç Hüseyin dombayların sürüye katılmasına karşı çıkıyordu. Her toplantıda, her çiftçiler meclisinde söz alıyordu. “Dombayların sivri boynuzları var. Ağırbaşlı ama huysuz hayvanlar işte. İnekleri yaralıyorlar. Sülüklü gölün çamuruna vardın mı çıkar çıkarabilirsen. Akşam karanlığına kadar ne yapsan nafile,” diyordu.

    Kasabanın mandalarının çamurdan çıkarılamadığı o eski günlerde Mösyö Şerif gerçekten uçabilen bir maket getirdi. Uçak küçük çıtalar ve uçurtma kâğıdından yapılmıştı. Burun kısmında küçük bir pervanesi vardı. Öyle şimdikiler gibi uzaktan kumandalı falan değildi. Pervaneyi parmağınızla çevirip uçağın motorunu kurmuş oluyordunuz. Motor birbirine sarmal lastik şeritten oluşuyordu. İçeriden kuyruk kısmına doğru uzanan lastikler pervaneyi çevirdikçe birbirine dolanıyor ve geriliyorlardı. Düz taraçalı evin beton zeminine bırakılan uçak yavaş yavaş hızlanıp uçuyor ve süzülerek çimenlerin üzerine iniyordu. Mösyö Şerif öylesine bir akşamüzeri uçağını uçurduğunda aklımız başımızdan gitti. O güne kadar kimse bilye güzel bir oyuncak ile karşılaşmamıştık. Evin üzerinden havalanan uçak incir ağaçlarının üzerinden uçup kışlık sinemanın yanına iniyordu. Uçağını yerden her aldığında bir daha uçurması için ona yalvarıyorduk. Bir keresinde ağaçların dallarına dokunan uçağın kağıt bedeni yırtılıverdi. Mösyö maketi eline alıp baktı. “İskeleti sağlam, motoruna da bir şey olmamış, Kâğıdını değiştirince yine sapasağlam olur,”dedi. Sanki uçak bizimmiş gibi bu güzel habere sevindik. “Yaşasın, bir şey olmamış, “diye bağırdık.

    O yıl biz uçağın nasıl bir şey olduğunu bile bilmezken İnekler uçağa binip İsrail’den kasabaya geldiler. Uçakla gelen alaca, kocaman inekler bütün kasabanın can sıkıntısını unutturuverdi. Bu ineklerin nüfus kâğıtları hatta pasaportları bile varmış. Hepsinin kulağındaki bakır bir küpe Varmış. O küpede adı ve numarası yazıyormuş. Karasığırların dört hatta beş katı büyüklüğünde bu hayvanlar yirmi beş kilodan fazla süt veriyormuş. Her biri binlerce lira değerindeymiş. Yalnız her güzelin bir kusuru varmış. Öteki inekler gibi önüne her konulanı yemiyorlarmış. İlla kuru yonca ve hazır yemlerle besleniyorlarmış. Çayıra salayım da gezip dolaşsın, karpuz kabuklarını yesin demekle olmuyormuş. Gebe kalmaları için veterinerler gerekiyormuş. Yavrularını da nüfusa geçirip sadece devlete satabiliyormuşsun. Kahveden kalkan yaşlı başlı adamlar düğün evine gider gibi günlerce inek görmeye gidip geldiler.

    Kalabalığın peşine takılıp bu alaca, dev gibi ineklerin ahırına ben de gittim. Daha önce hiç boynuzsuz inek görmemiştim. Meğer boynuzları varmış ama uzamadan demir testeresiyle kesiliyormuş. Çünkü bunlar birbirine zarar vermelerine göz yumulamayacak kadar değerli hayvanlarmış. Gerçekten üzerinde numaralar yazan küpeleri vardı.

    Nigar’ın da dantel gibi işlemeli altın küpeleri vardı. Yaşmağını başına bağladığında kulaklarından sarkıp sallanırlardı. Öteki kızlardan daha çabuk büyüyüverdi. Ortaokul ikinci sınıftayken boyu annesini geçti. On dördüne gelmeden genç bir kadına dönüşüverdi. Çevresindeki akranlarının kıskançlık dolusu bakışları hoşuna gidiyordu. Mahalledeki kadınların güzelsin, alımlısın, şu kasabada eline su dökecek kız yok övgüleri iyice aklını başından alıyordu. Zaten o okula gitmeyi değil büyümeyi istiyordu. Önce yürümesi değişti. Sonra konuşmaları, göz süzmeleri ve gülüşleri… “Artist gibi kız, artistlerden bile güzel,” diyorlardı. Kasabanın gençleri onun için deli oluyorlardı. Ama onun gözü yükseklerdeydi. Gazetelerdeki, dergilerdeki kızlar gibi süslenmeyi, giyinmeyi istiyordu. Onlar gibi lüks ve rahat bir hayat yaşamayı istiyordu. Hayalleri bu kasabanın çok uzağındaydı. Bir nisan sabahı Nigar kaçmış dediler. Kiminle kaçtığını kimse bilmiyordu. Herkes kıskançlıkla kiminle kaçtığının ortaya çıkmasını bekliyordu. Kaçtığı delikanlı bu kasabadan değildi. Belki öteki köylerden hatta şehirden biriydi.

    Haftalar sonra Nigar’ın artist olmak için evden kaçtığı duyuldu. Dergide yayınlanan bir ilana mektup yazmış. “Onlar da gel, yeteneğini, güzelliğini görelim. Eğer beğenirsek filmlerde oynarsın,” demişler. Nigar birkaç ay sonra kasabaya döndü. Filmlerde oynamayı, dergilere çıkmayı başaramadı. Keşke hiç dönmeseydi? Artık gençler ona bakmıyor ve ilgi duymuyorlardı. Güzelliği eskisi gibi kimsenin başını döndürmüyordu. Yıllar sonra bile kapısını kimse çalmadı. Hiç talibi çıkmadı. Bol bol dedikodu üretilmesine rağmen evden kaçıp İstanbul’da geçirdiği birkaç ay boyunca ne yaşadığını hiç kimse öğrenemedi. Herkesten gizlese de o her zaman filmlerdeki güzel kadınlardan biri olmayı düşledi. Haftalık ve aylık dergileri hiç kaçırmadan aldı. (Not: Şimdi komik gelse bile benim çocukluğumda sinema oyuncuları dergilerin açtığı yarışmalarla seçiliyordu. Artist ve Ses gibi birçok dergi vardı.)

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Hukuki açıdan Felsefe, Matematiksel olarak Safsata’dır…

    Matematik de bir güzel sanattır ama heykeltraşlık gibi sert ve soğuktur...

    Böyle demiş düşünürün biri. Son günlerde görüyoruz ki; bu sert ve soğuk “Matematik”, neredeyse tek kale maç yapan “Hukuk” karşısında darmadağın olmuş...

    Güzel günlerini konuşacağımız bir 2013 yılının yaşanması temennisiyle iyi yıllar...”

    Böyle bitirmiştim eski yılın son günlerindeki yazımı. Güzel günlerle başlamadı ne yazık ki yeni yıl. Güzel birşey mi bilmiyorum ama son yıllarda hepimizin birer “Hukuk” diploması almasına da az kaldı sanırım. Benim böyle bir niyetim yok zira; salt “Matematik” alanıyla kalmayıp bir de “Mühendis” ünvanım var. Bu yetmezmiş gibi bir de “Hukuk” alanında uzmanlaşmamızı istiyorlar. Ben şahsen istemiyorum kardeşim..

    İflah olmaz “Matematik” düşünce karakterim; işin içine “Hukuk, Felsefe, Sosyal Bilimler, vs.” karışınca kısa devre yapıyor. Zira ben “2+2=4” bilirim. Örneğin; bu durumun yeri geldiğinde “5”, yeri geldiğinde “6” ve hatta “7” ettiğini bile iddia edenler çıkabiliyor. İyi de bunun sağlaması var kardeşim. “Toplama” işleminin “Çıkarma” işlemidir, sağlama yapılacaksa ( ki yapılmalıdır, aksi takdirde desteksiz atıyorsun demektir ) referansın “0” olmalıdır. Eğer; “2+2=4” diyorsan, o “2” leri ortadan kaldırdığında sonuç “0” olmalıdır. Elinde hiç birşey yok iken ( yani “0” durumundaysan ) ortalığa “2+2” gibi sayılar çıkartıp bir sonuç elde ediyorsan,  sonucun sağlam bir değeri olması gerek. Birileri de çıkıp sağlama yaptığında yine en başa ( yani “0” durumuna ) geri dönebilmen gerek.

    Örneğin; “Sıfır Sorun” iddiasıyla ortaya çıkan zat-ı muhterem ne yazık ki “2+2=4” denklemini yukarıda sözünü ettiğim gibi; “5”, “6” hatta “7” gibi ifade etmiştir. Sağlaması yapıldığında; elimizde ne yazık “0” kalmamıştır. Birkaç komşu ülke ile sorun yaşar iken; hemen hemen tüm komşu-yakın ülkelerle neredeyse kanlı-bıçaklı hale gelmişiz. Eskiden; en büyük derdimiz örneğin; Yunanistan ve Ermenistan ile aramızdaki hukuki sorunlar idi, ya şimdi ..? Irak, İran, Suriye, Rusya, ... Komşulardan aldığımız karne maalesef “0” dolu...

    Yani; konu Devletler Hukuku ise, “Felsefe” yapmayacaksın...

    Örneğin; yeni yılda “ODTÜ Hukuku” da “0” çekti. Provokatörlerin provası terzinin mezurasında yanlış hesap edildi. Atanmış, daha da kötüsü şakşakçı ve kuklaların toplu kınama açıklamalarına da tıpkı sınavda boş kağıt verilmiş gibi toptan “0” notu verildi.

    Yani; konu Üniversiteler Hukuku ise, “Felsefe” yapmayacaksın...

    Örneğin; yeni yılda “Müzakere” konusunda ona “%4” faizle kredi veren muhalefete de zılgıt gibi “0” çekildi.

    Yani; konu Şehitlerin Hukuku ise, “Felsefe” yapmayacaksın...    

    Asgari Ücrete 3-5 Kuruş Hukuku...
    Emeklilere de Benzeri Kuruş Hukuku...
    Yoksulluğa Torba Kömür Dağıtma Hukuku...
    Töre Cinayetlerine Rıza Gösterme Hukuku...
    Kadına Şiddete Razı Olma Hukuku...
    İşsizlikten Kan Ağlayanlar Hukuku...
    Hapisten Çıkamayan Gazeteciler Hukuku...
    Atanamayan Öğretmenler Hukuku...
    Yeni Anayasaya Başkanlık Dayatma Hukuku...
    Yalaka Olmayana Falaka Hukuku...
    Dolaylı Vergilerle Vurun Abalıya Hukuku...

    Sıfır” çekilen liste böyle uzayıp gidiyor... En cafcaflısı da; yeni yılda gerekçeli kararın gerekçelerinin açıklanması oldu. Hukuk diploması olmayan ve fakat neredeyse hukuk uzmanı kesilen sıradan vatandaşın vicdanında ise; ne çare ki o gerekçelere de “0” notu verildi. Gerekçelerin de; “Matematik” kurallarına ters düşmeme mecburiyeti vardır.

    Yani; konu hele hele “Hukuk” ise, asla ve asla “Felsefe” yapmayacaksın...

    Zira başlıkta da belirttiğim gibi;

    Hukuki açıdan Felsefe, Matematiksel olarak Safsata’dır...

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 4

    Büyük ve lüks otellerin inşa edildiği sahil yollarını geçtikten sonra eski bir şehre giriş yapıyoruz. Burası Burgaz şehri… Bulgaristan’ın en canlı üçüncü şehri diyebilirim. Çünkü turistler bu kasabayı doldurup taşırıyor. Burası pahallı ve güzel bir tatil yeri… Deniz, kum, güneş, yiyecek içecek bol, gece eğlenceleri sınırsız… Yolun sağ tarafında sık ağaçların olduğu yemyeşil bir park, sol tarafında eski binaların sıralandığı sokaklar yer alıyor. Parkın aşağısında Karadeniz’in mavi dalgaları ve altın kumsalları uzanıyor. İnsanlar plajlara akın ediyor, çünkü hava Temmuz’da çok sıcak. Kumsal kenarlarında barlar, kafeteryalar, plaj hizmetleri, hatta küçük odalı pansiyonlar bile var. Mayolarla rahatça oturulan kumsal restoranlarında her çeşit atıştırmalık yemek turistlere sunuluyor. Karadeniz’in mavi yeşil ve beyaz köpüklü dalgalarına aldanmamak gerek, çünkü bazen çok tehlikeli olabiliyor. Bu nedenle devletin tahsis ettiği sahil güvenlik sahil boyunca görevde duruyor. Burada can güvenliği önemli bir yere sahip. Kum olabildiğince parlak ve ince… Tuz tanesi gibi kum, insanlar tarafından temiz bulunup, temiz bırakılıyor. Çünkü her yere yerleştirilmiş çöp kovaları duyarlı insanları yanına çağırıyor. Gündüz kalabalığından sonra gün batımında sahiller boşalıyor, fakat akşam yemeklerinden sonra tekrar gençlerin ziyaretinden boş kalmıyor. Yıldızlı berrak gecelerin siyah suskun denizi ile birleşen karanlığında ellerinde kadehler, müzikle dans edenleri görmek mümkün. Soğuyan ipek kumların üzerinde karanlık denize yürüdüğümü ben de hatırlıyorum. Her yer kapkaradır, deniz ve gökyüzü birleşmiştir. Yıldızlar ve ay suya yansır. Gündüzün hırçın dalgaları gece sakinleşmiştir, dalga sesini dinlemek inanılmaz huzurludur. Ben öyle hissediyorum.

    Burgaz şehrinde 17.YY’a ait tarihi evler çok. Eski evlerin yan yana sıralandığı caddelerde restoranlar, kafeteryalar, birahaneler var. Menülerde Bulgar yemekleri çok çeşitli gibi görünse de genellikle bir iki malzeme ile değişik isim almış aynı yemeklerden oluşuyor. Yemeklerin çoğu etli; tavuk, hindi, dana, domuz. Doğru ve dikkatli seçilirse, keyifli ve leziz bir yemek yenmiş olur. Bulgar yemeklerini beğenmeyenler için farklı seçenekler de var; çin restoranları, pizza evleri, ülkemizdeki ünlü fastfood restoranları gibi… Yemek konusunda söylediklerim tüm ülke için geçerli. Ülkeye özel tatlılar da var. Özellikle “melba” adındaki dondurmaya bayılırım. Büyük kaselere, küp doğranmış meyveler ve nefis dondurmanın üzerine ceviz, çikolata parçacıkları doldurulur. Özenle süslenen bu tatlı, insana Havai adalarına gitmiş gibi hissettirir. Diğer tatlı çeşitlerine gelince pastalar da ünlüdür. Fakat ben yine de Türkiye’nin pastalarını başka pastalarla değişmem, çünkü lezzetli. Burgaz’da olduğu gibi her şehrin kafeterya işletmesi çok fazla... Her cadde ve sokakta küçük ya da büyük, süslü ya da süssüz kahve mekanları var. En çok tüketilen içecek kahve ve bira. Kahve, bu ülkenin kültürü. Sabah kahvaltısında sadece kahve içilir. Bildiğimiz kahvaltıları yoktur. Sadece küçük dükkanlarda gözlemeye benzer üçgen börekler “baniçka”; ay çöreğinin biraz büyük haline benzeyen ve içinde kuş burnu marmelat olan tatlı börekler “kifla” ve başka çeşitli peynirli hamur işleri satılır. Bulgarlar, kahvaltı olarak sadece kahve içer ya da bu hamur işlerinden yerler. Çok ilginçtir ki bizim sadece soğuk havalarda içtiğimiz bozayı onlar bu kahvaltı hamurları ile içerler. Bildiğimiz bozadan çok farklı bir tada sahiptir. Daha koyu rengi var ve tadı tatlıdır. Ekşi bozaya alışmış kişilere tatlı boza çok kötü gelebilir. Bulgar bozası her zaman dükkan raflarında satılır. Yediden yetmişe insanlar içer, hatta bebeklere biraz ısıtılıp biberonla verilir. Çünkü boza çok besleyicidir.

    Burgaz şehrinde Türk konsolosluğu var. Yol kenarında merkeze yakın ve eski binanın içinde faaliyet sürdürüyor. Çok yoğun çalışıyorlar. Bulgaristan’da yaşayan Türklerden çok, Türkiye’deki Türkler daha fazla uğruyor konsolosluğa. Pasaport değişimi, süresi biten kimlik kartlarının değişimi vs, işlemler sürüp gidiyor. Ülkede bulunan Türkler göç nedeni ile azalmış olmasına rağmen yine de Bulgarlardan daha çok. Her ne kadar nüfus sayımında Bulgarlar fazla çıksa da ben Türklerin çoğunluğuna inanıyorum. Aslında Türk ve Bulgar’dan da fazla Romen var. 1990 yılı öncesi sadece küçük bir topluluk olan Romenler, günümüzde ülke genelinde büyümüş durumdalar. Büyümek deyince, nüfus ve maddi açıdan farklı bir güçteler. 1989 yılındaki göçte Türkler, atalarının memleket özlemi ile Bulgaristan’dan ayrıldılar. Gitmeden önce satılabilecek eşya ve hayvanlarını sattılar. Bazıları ise komşularına ya da Romenlere bıraktı. Ne kötü bir durumdur ki bazı Türkler göç etme telaşı ve memleket hülyası ile bütün varlıklarını öylesine bırakıp gittiler. Bir gecede alınan bu ani karar, hayatları maddi ve manevi yönden çökertecekti. Evlerini, hayvanlarını, ambarlarını kilitleyip giden aileler, doğdukları topraklardan ayrılıp çok uzaklara gittiklerinde ne yaptıklarını farkına vardılar. Her şeylerini öylesine bırakıp gitmişlerdi. Bu durum ise Romenler için büyük fırsat oldu. Boşalan köylerde kimsesiz evlerdeki eşyaları kendilerine topladılar, hayvanlara sahip çıktılar, ekilmiş tarlaların işlenmesine devam ettiler. Bazıları terk edilmiş evlerin pencerelerini, kapılarını, demir eşyalarını söktü. Amaç eşyaları satıp para kazanmaktı. Çünkü göçle birlikte işsizlik başladı. Ekonomi çökmüştü ve zaten fakir olduklarından, boşalan evlerin eşyaları onlara kazanç kapısı oldu. Bazı ilginç olaylar da yaşandı. Terk edilmiş evlerde ve etrafındaki bağ bahçelerde hazineler arandı. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama bulanlar varmış. Bu saklı hazinelerden eski ev sahiplerinin haberi olmadığından adım gibi eminim, çünkü geri dönmeyecekleri topraklarda neden hazinelerini bıraksınlardı ki? Özellikle de çok fazla ihtiyaç duyacakları bir zamanda? Bu başıboşluk yaklaşık iki yıl sürdü. Göçten iki yıl sonra geri dönüşler başladı. Türkiye’de kuracakları yepyeni hayatların zorluklarıyla başa çıkamayanlar memleket sevdalarından vazgeçip Bulgaristan’a geri dönmeye başladılar. Evlerine gittiklerinde hele ki sahipsiz bırakılan evlerse, çok kötü bir manzara ile karşılaştılar. Bazı evler boşaltılmış, bazılarının kapı penceresi sökülmüş, bazıları talan edilerek hazine aranmıştı. Emanet edilen evler daha iyi durumdaydı. Kalan Türkler ve Romenlere emanet edilen evlerdeki tek sorun kullanılmamalarından dolayı bakımsız kalmalarıydı. Damlar, kiremitler çökmüş, duvar sıvaları dökülmüş, evlerin içindeki eşyaların bazıları çürümüştü. Geri dönen Türkler, evlerini bıraktıkları gibi bulacaklarını zannettiler fakat yanılmışlardı. Onları yeni bir hüsran, yeni ekonomik zorluklar bekliyordu. Çünkü ülke her açıdan değişmişti. Ülkenin rejimi değişmişti, fabrikalar kapanmıştı, ekmek aldıkları dükkanlar bile kapanmıştı. Oysaki geri dönmelerinin sebebi ekonomikti. Türkiye’ye gittiklerinde güzel karşılansalar da sonraki zamanlarda iş bulma telaşına düşmüşlerdi. İşsizlik, barınma sorunları, karşılaştıkları kültür şokları, bazı kesimler tarafından ülkede istenmemeleri hayatlarını geride bırakan bu insanların tekrar geriye dönmelerine neden olmuştu. Haklı olabilirlerdi fakat daha da kötü bir hayatın onları beklediğini ancak geri döndüklerinde anlayabilmişlerdi. İş işten geçmiş olacaktı, çünkü 1992 yılında sınır kapıları kapatıldı. Bulgar yöneticiler, istemedikleri halkın geri dönmesinden hoşnut olmadı ve kapıları kapattılar. Artık Türk aileleri, akrabaları ile uzun bir süre görüşmemek üzere ayrılmışlardı. Ancak bu durum da uzun sürmedi. Yeni yönetim, eski rejimden hesap sorarcasına hak taleplerine başladı. Eski rejimin Türk, Bulgar kim olursa olsun insanlardan aldığı hakları geri alma politikasına gidildi. Komünizmin eline aldığı topraklar, işletmeler, binalar vs. eski sahiplerine belgeler karşılığında geri verilmeye başlandı. 1994-95 yılları arasında vatandaşlık almaya başlayan göçmen Türkler, pasaportlarını ellerine alır almaz kendi haklarını arama peşine düştüler ve doğdukları topraklara sadece bu amaçla gittiler. Çoğu göçmen Türk, haklarını geri aldı. Köylerini, doğdukları evlerini, kasabalarını ziyaret ettiler. Fakat hiçbir şey eskisi gibi değildi. Geride bıraktıkları akrabaları bile… Kimileri kapılarını özlemle açtı, kimileri terk edilmişliğine kızdığı için selam vermedi, kimileri geri dönmenin pişmanlığında kıskançlık yaptı. Sözüm şuna gelir ki bir de baktılar, fakir Romenler zengin olmuşlar. Şehirlere yerleşmişler, arabalar almışlar, iyi giyinmeye başlamışlar, dükkan sahibi olmuşlar. Hatta ileriki yıllarda bazılarının sanatçı olduklarına şahit olundu. Bu zenginliğin kaynağı Türklerin bıraktıklarından başka değildi. Her milletin, her devletin bir altın çağı vardır. Onların da altın çağı işte o zamanlara aitti. Şimdi ise Burgaz’da olsun, farklı şehirlerde ve kasabalarda olsun, Romenleri lüks arabalar, şık giyimlerin içinde görebilirsiniz. Genç nüfusu Avrupa ülkelerine göç eden bu küçücük ülkenin sahipleri bir gün onlar olabilirler, dersem yanlış söylemiş olurum. Çünkü böyle olmasına Bulgaristan’ın kurucusu Han Krum’un torunlarının torunları asla izin vermez. O toprakların ilk sahipleri Bulgarlardır. Bunu kimse değiştiremez.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      MEVLANA: IŞIKSIN SEN BİZE DOSTLUK YOLUNDA

    İNSANLIK LAFTA KALDI
    Yeğeni kadın döver
    “aferin” der dayısı
    Şenlikte(?), kutlamada(!)
    Kim vurduya giderler
    Yoldan gelip geçenler
    Silah tutuşturulur
    Kalem tutan ellere
    Kan bulaşır güllere
    Teröre kurban olur
    Anasının kuzusu
    ...
    İnsanlık rafa kalktı
    Budur işin doğrusu
    Gittikçe çoğalıyor
    Ayıların sayısı

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Deleuze

    Gerçek adı Gilles Deleuze olan yazar (18 Ocak 1925- 4 Kasım 1995) yarısında yaşamış büyük bir filozoftur. Özgün düşünceye önem veren yazar, Spinoza, Leibniz, Hume, Kant, Nietzsche, Bergson ve Foucault üzerine de monograflar yazmıştır.

    Orta sınıf, muhafazakar bir ailenin çocuğu olarak Paris’te dünyaya gelen Deleuze, seyehat etmeği hiç sevmediği için uzun yıllar çalışmalarını burada sürdürmüştür. Hocalarından ve Sartre’den çok etkilenen Deleuze; Fransız Akademi’sindeyken Sartre okumanın kendisini çok rahatlattığını söylemiştir.

    Sekiz yıl, liselerde öğretmenlik yaptıktan sonra; 1957 yılında, üniversiteye geçmiş ve 1987'de emekli oluncaya kadar, burada çalışmalarını sürdürmüştür.

    “Nietzsche ve Felsefe” daha sonra “Kant’ın Eleştirisel Felsefesi, Kritik ve Klinik, Spinoza: Pratik Felsefe.” dikkat çeken eserlerinden bazılarıdır.

    Fark ve Yineleme kitabındaki “dogmatik düşünce imajı” felsefe tarihiyle ilgili önemli ifadeleri ortaya koyar.

    1968 yılında, doktora derecesi için hazırlamış olduğu “Fark ve Yineleme” ile “Spinoza ve İfade Problemi” adlı eserleri de yayımlanmıştır yazarın. “Kapitalizm ve Şizofreni” adlı çalışmalarının ilk cildi; “Anti-Oedipus” onun hayatı için bir dönüm noktası olmuştur. Daha önce, yeterince eleştirisel olarak ele alamadığı, psikanatik kavramları, bu kitapta irdelemiştir, Deleuze.

    “Kapitalizm ve Şizofreni” çalışmasının ikinci cildi; “Bin Yayla” 1980’de yayımlanmıştır. Burada, aynı kavramlar değişmemiş, yeni sorular ve problematiklerle geliştirilmiştir.

    “Felsefe nedir?”i 1991’de yayımlayan yazarın, “Perikles ve Verdi: François Chatelet’in Felsefesi.” adlı bir kitabı da bulunmaktadır.

    Deleuze “Marx’ın İhtişamı” başlıklı monografisi üzerinede çalışırken, 4 Kasım 1995’te evinde intihar etmiş, bu çalışmasıda yarım kalmıştır... Ölümün ardından çok yazılmış ve çok konuşulmuştur, Deleuze'nin. Ama ortak olan tek şey, kuşkusuz özgünlüğüdür…

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    SEMPATİK DAVRAN VE DE EMPATİK DÜŞÜN YOKSA BİR KAFA ATARIM GÖRÜRSÜN GÜNÜNÜ!

    Efeeendim, bazı arkadaşlarımız bana bir hayli kızmaktalar. Neymiş efendim ciddi siyasi konuları sulandırarak önemsizleştiriyormuşum! Hadi ya! Çorbamı kardeşim bu, kıvamını ayarlamak için üstüne su dökelim yani?

    Siz siz olun, bu arkadaşlardan uzak durun. Yoksa ciddileşe ciddileşe, öteki tarafa da ciddi bir suratla gidersiniz de, aleyhinize olur, nenize gerek!

    Evet, bugünkü konumuz artıkın iyice kıvama gelmiş olan Güneydoğu’muzdaki yaramaz çocuklarla “sorun çözme pazarlıklarımız”, yani aşk-ı muhabbetimiz efendim.

    Malum, amaç ülkemiz üzerindeki kötülükleri bertaraf ederek, “kara bulutları kaldır aradan” türküsü eşliğinde birlik ve beraberlik halayları çekmek.....

    Yalnızca şuna da dikkat etmek gerekir kanımca: Pazarlıkta bulunulan taraf anlaşmak için yetkilendirilmiş mi acaba? Hani, yani sadece “İmralı” yok, “Kandil” diye de bir yer var da, oradakiler de her dakika “nanik” yapabilirlermiş gibi bir görüntü vermekteler. Hani “masada yoksa bana iskemle, yersin sarımsaksız işkembe” türküsünü çığırıyorlar gibi bir izlenim ediniyorum. “Anaaa, ne ki o türkü, hiç duymadık valla!” demeyiniz arkadaşım. Bu yeni türkü....... Güfte Karayılan, beste Zübeyir kardeş.......

    Bu arada, “no’luyo lan, döveriz bak sizi” diye höykürerek, salak salak bakınan zevat ile kredi açmaktan söz edenlere de hiç aldırmayınız, özellikle bu “kredici” takımının faizi bizlere ödetmeye niyetlendiğini bilelim derim!

    Sen kimsin kardeş yaaaa.....Hangi hak ve yetki ile ne kredisi açıyosun ki.....

    Hayır, bu zat-ı muhteremin kendi örgütü yakın zamanda buna bir “tasfiye kredisi” açacak, o zaman görecek kredi nasıl açılırmış!!!!

    Neyse, neyse daha fazla öfkelenmeyeyim. Bir önem taşımamaktalar kendileri zati....

    Şöyle bir girizgah ile başlayalım diyorum:

    Biliyorsunuz yakın zaman önce Ülkemiz siyasi yaşamında bir ilk yaşanmıştı efendim.

    Bir sayın milletvekilimiz bir tanıma göre “teröristler”, bir diğer tanıma göre ise “çaresizlikten dağa çıkmış zavallı gençler” tarafından kaçırıldı, malumaliniz olduğu üzre.

    Kendisine pek bir iyi davranıldı, çay, kahve sohbet gırla gitti. Bir süre sonra da “Abiii ya kusura bakma, dağda sana biraz zahmet verdik ne de olsa, alafranga tuvalette bulamadık zati.....hadi kal sağlıcakla.” denilerek serbest bırakıldı kendileri. Bu adını anmakta bir yarar görmediğim zat-ı muhterem “serbest” bırakıldıktan, ya da “sağlıcakla kal” denilerek uğurlandıktan sonra, kendisinden beklenen ve de kendisine yakışan açıklamalarda bulunmuştu!

    Benim için sürpriz olmadı, tam da beklediğim kıvamdaydı bu sözler.

    Ne de olsa kendileri daha önceki açıklamalarıyla Atatürk Cumhuriyetine olan samimi hissiyatını ortaya dökerek, Dersim olaylarının birinci dereceden sorumlusu olduğu için asılarak cezalandırılan bir mürteciyi göklere çıkarması ile tanınmıştı.

    “Mezhebe dayalı politika yapılmayan” benim de hala üyesi olduğum malum siyasi partide, neyin siyasetini yaptığı da bizlerin malumuydu efendim.

    Bazı aklı başında partili iyi insanlar bu açıklamaları eleştirmek cesaretini gösterdiklerinde, bir topa tutuldular, bir topa tutuldular. “Savaş kışkırtıcısı, barış düşmanı” münafık kimseler olarak ilan edildiler ve de empati yoksunu kimseler olarak gösterildiler.

    Öyle ya bu zat-ı şahanenin parti içindeki “ulusalcılarla” hiç işi olmazmış, çünkü onlar kafatasçıymış!

    Hayır bugüne kadar tanıdığın kafatasçılar nereliydi be kardeşlik! İnsan biraz yakınına, yöresine bakınır yahu!

    Kürt ırkçıları ile Türk ırkçıları el ele vermiş, yanlarına da mezhepçilik yapmayı iş edinmiş akıl daneleri almışlar, habire “ulusalcılara” vurup duruyorlar. Başınıza onlar kadar taş düşer de hamburger köftesi gibi yamyassı olursunuz inşallah!

    Bu arada Dersim’li Kılıç Efendi de, bu zat-ı muhteremin “arkasında” olduğunu beyan etti.

    Kılıç efendi, Kılıç efendi, neyin arkasında durduğunu ben sana söyleyeyim.

    Bu zatın arkasında durmak demek, yolda infilak eden mayınların, büyük kentlerde patlatılan bombaların arkasında durmak demek.

    Çünkü milletin vekili sıfatı taşıyan bu insancıkların kucaklaştığı şeyler, aslında omzunda silah gezen yaramaz çocuklar değil, onlarca mayın ve yüzlerce bomba.

    Onlarla kucaklaşıyor bu hainler!   

    Hay Allah, sinirlenip gene yönümü, yolumu şaşırdım. “Barışın dilini” kullanmayı deneyecektim değil mi?

    “Gel kardeşim, artık barışın dilini kullanalım, seni bir kucaklayayım...”

    “Grav.....grav......”

    “Manyakmısın lan? Ne ateş ediyosun be!”

    “ Eeee, bu işler böööle hemşerim...... Ben “Aslan Kral” olana kadar kurşun, mayın, bomba atmaya devam.....”

    “ Haydaaa, barışın dili felan diyoduk hani?”

    “Sen o şarkıyı söylemeye devam at benim canım barış yoldaşım..... Oslo’ya gel Oslo’ya....”

    Hıımmm demek ki neymiş? Öncelikle “barışın dili” kullanılmalıymış her daim! Önce empati, sonra sempati! “Analar ağlamasın” kardeşim. Yani bırakın icabında, babalar ağlayabilir.......

    Sonacıma ne olmuş, bazı yurdum gençlerinin ellerinde silahlar varsa!!!

    Tamam da bu silahların şarjöründe de mermi var be ağabeycim.....

    Yani birgün sizi mermi manyağı yapsalar, hala “barışın dilini” mi kullanacaksınız, bilmiyorum ki?

    Bakın ben de yavaş yavaş kıvama geliyorum ha! Önce empati, sonra sempati icabında...

    Bu yaramaz çocuklar arada sırada bazı yaramazlıklar yapıp yollara mayın neyim de döşüyorlar.

    Hayır, anladım da çocuklar yani canınız oyun oynamak felan istiyor da bari şu mayınları araçlar geçtikten sonra yol boşken patlatıverseniz de hiç kimse ölmese olmaz mı?

    Malum her ölenin arkasından ağlayacak bir annesi var, sade sizlerin anneleri yok yani!

    Hadi tamam biz barışın dilini kullanalım da, sizde her müfrezenizde bir “Barış” bulundurun mesela iyi niyet elçisi olarak, ne olsa hepinizin hala Türkçe olan bir adı vardır mutlaka...

    Sonra arada sırada da karanfil maranfil atın kurşun yerine. Yani birazda sizden gelsin şu “barışın dili” ne mene bir şeyse....

    Bu arada “kamu görevlisi” sıfatı taşıyan, lüzümsuz adını anmaya gerek duymadığım bir zat-ı muhteremde “Barış isteyen her kimse, önce Gerilla ile kucaklaşsın” buyurmuş iyi mi?

    Önce şu “Gerilla” demagojisini, uzun uzun siyasi polemik yapmaktan kaçınarak kısaca bir ayıklayalım bakalım.

    Özetle, “Gerilla” halk savaşı veren anlamında kullanılması gereken bir deyimdir. Halk savaşının ise herşeyden önce doğru bir stratejisi vardır.

    “Gerilla”nın asla ve asla sırf öldürmek gibi bir amacı yoktur. “Gerilla” asla bir sivili öldürmez. Gelişigüzel, sırf sansasyon yaratmak ya da “Ben güçlüyüm” “Burada benim borum öter” demek için karakol basıp asker ve polis de öldürmez.

    Bunları yapan zibidilere “gerilla” “dağdaki iyi çocuklar” filan denemez. Ne denmesi gerektiğini görmek için mesela “Sözcü” gazetesinin son bir aylık nüshalarına şöylece bir göz atmanız kafidir efendim.

    Günün birinde Amerikalı Coniler tankları ve topları ile Anadolu’ya gelmeye cüret ederlerse, işte o zaman “Gerilla” ile tanışırsınız. Gerilla kimdir, kime “Gerilla” denir, o zaman anlayacaksınız, a dostlar!  

    Resneli Niyazi, Atçalı Kel Mehmettir gerilla mesela, Hasan Tahsindir!

    “Mehmet” dağlarda şehit düşüyor habire, hatta yazının girişinde bahsedilen bazı sözde “milletvekillerinin” “dağdaki iyi çocuklarla” buluşmasından hemen sonra da iki “Mehmet” daha şehit düşmüştü, mayın patlamasında.

    Hem de bu buluşmanın gerçekleştiği yerde, çok muhtemeldir ki o “silahlı iyi çocuklar” tarafından yola döşenen mayınlardı patlayanlar....

    Canım Ülkemin bazı büyük kentlerinde acı bir iz bırakan patlamalar da yaşanmıştı. Ölenler olmuştu.....Hatırlayınız!!!!

    Dişlerim acıyor....Neden derseniz, çok sıkıyorum da ondan.....

    En azından bu yazıyı bitirene kadar engerek yılanı sokasıca dilimi “Barış” için kullanmakta kararlıyım. Bir yandan da kendimi idam cezası infaz edilmek üzere iken celladına yalvaran bir zibidi gibi hissediyorum. Kendimi nasıl bu kadar alçalttığıma inanamıyor ve öfkeden deliriyorum.

    Buna rağmen ŞU YAZI BİTENE KADAR bir onbeş dakika daha dişlerimi sıkmaya kesin kararlıyım.

    Görüyorsunuz değil mi kardeşlerim, nasıl da “empatik” yaklaşıyorum olaya, hatta böyle olunca yeterince “sempatik” de oluyorum.

    Ah benim canım Apocuğum, çok mu canın sıkıldı Ada’da.... Arada sırada Uludağın eteklerinde turluyorsun diye duyduk, Hatta geçen günlerden birinde Kepabçı İskender’de görülmüşlüğün varmış.

    Beş-altı porsiyon iskenderi mideye indirdikten kelli, sade kahveni içerken “yanılıyorsunuz kardeşler ben apo mapo değilim, sadece ona çok benzemekteyim!” filan diye ısrar etsen de, yakın masalarda müşteri olaraktan oturup İskender tıkınan malum kılıklı önemli zevat dikkati çektiğinden garsonlar pek de yememiş bu muhabbeti diyorlar.

    Haaa, bu arada artık ayıp olacak yahu diye özel öğretmenlerden ders alarak Kürtçe öğrenmeye de başlamışsın diye duyduk. Aman dikkat et Zazacayla karıştırma olmaz mı? Umarım benim sana göstermekte olduğum bu derin empatiyi sen de Amerikalı amcalara göstermektesindir, onları üzmüyorsundur yani.......

    Bence zaman zaman savaş kışkırtıcısı pis layıklara da empati göstermeliyiz. Ne de olsa durup dururken mayın patlatıp, silah sıkmıyorsunuz değil mi kardeşim?

    Hani bütün operasyonlar duracaktı, hani üniformalı silahlılar silah bırakacaktı?

    Değil mi ama yani? Barış olması için önce devlet silah bıraksın bi yol.....

    Sooonacıma biz düşünürüz napcamızı! Mısır patlatır gibi bomba patlatmaktan vaz geçeriz belki!

    Bu arada bundan sonra kim misafir edilmek ister bu “barış” örgütü tarafından ve de nerede? Bunu da bi yol konuşalım yani.

    “Sık sık düz ovaya inerek milletimiz vekilleriyle de harbiden kucaklaşmak da isterik bu arada. Hani gelirken üç beş film DVD’side getirsinler icabında. Laptoplarda seyrederik. Bazen çok canımız sıkılıyor dağlarda yahu. Zaten bu milletvekili amcayı da değişik bir yüzle sohbet edelim diye kaçırdık. Ne de olsa hep aynı yüzleri göre göre sıkılıyor insan. Arada futbol muhabbeti de yapalım ha.....Bakalım bu yıl kim şampiyon olacak? Apo’nun takımı Cimbom’mu, benim takım Fener mi?

    Ne yani kardeşim bizlerde sizler gibi insanız şunun şurasında...Biz de takım tutuyoruz icabında.....

    Haaa, ama bizim sırtımızda dolu birer kalaşinkof yok mu diyorsunuz...

    Eee o kadar da farkımız olsun artık. Malum biz dağlarda yaşamaktayık.... Vahşi hayvanlar, ayılar mayılar icabında kendimizi korumamız gerekiyor, değil mi ama efendim?”

    Nasıl arkadaşlar, beğendiniz mi yukardaki satırları? Engerek yılanı sokasıca organımla “Barışın dilini” iyi kullandım mı sizce? 10 üzerinden kaç verirsiniz bu kadar sempati ve empatiye....

    Ne o, bazılarınız çok yüzünü ekşitti. Bu kadar empati biraz fazla mı oldu?

    Yoksa “yüz verdik deliye, geldi sıçtı halıya” mı diyorsunuz?

    Böyle böyle çözülecekmiş Kürt meselesi......Hatta Cumhuriyetçi olduğunu düşündüğüm bir hanım gazetecimiz, bir yandan “barışın dilini” savunurken, bir yandan da bundan çok daha az empati ve sempatiye rağmen İspanya’da Eta’nın bile hala tam anlamıyla silah bırakmadığını söylüyor, ama olsun!

    Maksat aramızda muhabbet olsun, değil mi efendim. Belki kurşun yerine gerçekten karanfil maranfil atarlar nemize lazım!

    Hayır, aslında içimden gerçekten geçen tam bir Mustafa Kemal tavrı!

    Başlarım ulan empatinize de, sempatinize de deyip “getirin benim çizmelerimi” demek geçiyor içimden ama işte “savaş kışkırtıcısı, kafatasçı, pis münafık, hain Kemalist” olarak damgalanmaktan tırsıyorum yani!

    Hadi oradan be! Hadi oradan. Yürüyün de ense traşınızı görelim!

    Önce şu hesabı verin bakalım siz! 1984-2012 arasında tam tamına kaç sivili katletti pazarlık yaptığınız bu malum “örgüt”. Bakın askerlerden hiç söz etmiyorum!

    “Siviller”, yani sıradan insanlar, apartmanın altındaki Berber, Otobüsteki Lise öğrencisi genç kız, Kürt sorununa hiçbir dahli olmayan işinde gücünde masum insanlar, hatta çocuklar ve hatta kundaktaki Kürt bebekleri.

    Bütün bunları unutacak ve “analar ağlamasın” diyerek, bize silah sıkan ve mayın patlatanlara karşı papatya demetleri sunacağız, öyle mi? Sizce böyle mi kazanıldı Anadolu savaşı?

    Böyle bir tavırla mı, bugün bağımsız bir ülkenin vatandaşı kimliği ile dolaşıyoruz sokakta!

    Empatiymiş ve de sempatiymiş ha! Hadi oradan be! Hadi oradan! 

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Foucault'nun Episteme Görüşü Üzerine I

    Yirminci yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri şüphesiz ki, Michel Foucault’dur ve günümüzde felsefeden sosyolojiye, psikolojiden siyâset bilimine, ekonomiden biyolojiye, vb. hemen her alanda yapılagelen pek çok tartışmada Foucault’nun izlerini; kendi terminolojisini ve bu terminolojiyle dile getirdiği eleştirilerin yansımalarını görmek mümkündür. Bu terminolojinin en önemli kavramlarından biri ise episteme kavramıdır ve buna ilişkin görüşleri, gerek yaşadığı dönemde, gerekse de bugün bile türlü tartışmalara konu olmaktadır.

    Bu incelememizin çıkış noktasını, Foucault üzerine yaptığımız çalışmalarda José Guilherme Merquior’un Foucault isimli kitabında gördüğümüz şu açıklama ve eleştirileri oluşturmuştur: “Foucault’nun tasarısına her zaman dostça yaklaşmış olan Canguilhem bile, Kelimeler ve Şeyler’in ince mîmârisinde fiziğin ihmâl edilmesinden kaygılanmış ve fiziğin hesâba katılması durumunda, yapıtın canalıcı teorisini oluşturan kesin durguculuğun alaşağı olacağını görmüştür. Canguilhem’in îtirâzı, yeterince inandırıcı görünmektedir: Galile-Newton-Makswell-Einstein ardıllık çizgisi diyelim ki, bir Buffon ve Darwin arasında bulunabilecek olanlara benzer kesintiler göstermez. (...)

    Buradan çıkan sonuç, Foucault’nun Klasik ve Modern epistemeler arasına koyduğu katı durguların pek anlam taşımadığıdır. Bilimlerin gerçek târihine baktığımızda, bâzı klasik söylemlerin (örnek olarak Newton) kendilerini izleyen epistemelerle içiçe girdiğini; ama, bâzılarının da (örnek olarak doğa bilgisi) böyle olmadığını görüyoruz. Üstelik –Foucault’nun öne sürebildiği biricik mâzeret olan– başka bir araştırma konusuna girdiği gerekçesiyle doğrudan görmezlikten gelme yoluna gidilmesiyle, arkeolojinin karşılaştığı bu güçlük savuşturulamaz.

    Bu nedenle kendimi, Canguilhem’in şu kuşkusuna katılmaktan alıkoyamıyorum: Bilimsel anlamda teorik bilgiyi ele aldığımızda, bir norma dayanmadan; yâni, bilimsel teori olarak başarı ya da başarısızlığını göz önüne almadan bu bilginin kavramsal özelliklerini kavramamız, gerçekten olası mıdır? Eğer Foucault ‘belirli bir kültürde ve belirli bir anda, her zaman için bütün bilginin akla uygunluk koşullarını belirleyen yalnız bir episteme olur’ görüşünde diretmemiş olsaydı, böylesine bir sorun, pek ortaya çıkmazdı.” (Merquior, 1986:79-80)

    Merquior’un Canguilhem’den aktardığı ve kendisinin de katıldığını belirttiği bu eleştirilere göre Foucault, episteme görüşünde abartılı bir genelleme yapma yoluna gitmiş ve bilim târihinde; özellikle de fizik biliminde yaşanan bâzı gelişmeleri görmezden gelerek epistemik kırılmalar konusunda pek de isâbetli olmayan birtakım değerlendirmelerde bulunmuştur. Nitekim, Merquior’e göre epistemeler, yekpâre sütunlar hâlinde ve kesin olarak bölünemeyen bir nitelikte değildir. Epistemik kırılmalarda ise şeyler birdenbire, daha önce kavranıldığı, tanımlandığı, ifâde edildiği, nitelendirildiği, sınıflandırıldığı ve bilindiği şekillerden bütünüyle farklı biçimlerde ele alınmaz.

    Dahası, belirli bir çağda belirli bir epistemenin üstünlüğü, o çağdaki her zihnin aynı doğrultuda çalıştığı anlamına da gelmez. Hem, bu eleştiriler karşısında Foucault zaman zaman geri adım atmak istemiş olsa da “eğer işe epistemelere gereğinden fazla esneklik ve heterojenlik vermekle başlar ve bunları gerçek anlamda çoğulcu hâle getirirseniz, o zaman olgusal ve târihsel doğruluk açısından kazanılan şey için ‘yorumlama’ cephesi de yitirilmiş olur. Çünkü, bu durumun sonunda, her epistemenin kendi başına bağlayıcı bir kavrayış altyapısı olma niteliğini kazanması çok güçleşir.” (1986:81)

    İmdi burada öncelikle, Foucault’nun episteme görüşünü inceleyeceğiz, sonra da konuya ilişkin bir değerlendirme yapacağız. Foucault’ya göre episteme, dünyânın bir vizyonu; tüm bilgilerde ortak, her birine aynı normları ve postülatları empoze eden bir târih dilimi, çağın insanlarının kurtulamayacağı bir düşünce yapısıdır. Bu yönüyle “episteme, her türlü bilimin ötesine geçtiğinden bir öznenin, bir aklın ya da bir çağın en yüksek birliğini gösterecek olan bir bilgi biçimi veya rasyonellik tipi değildir. Söylemsel düzenlerin seviyesinde çözümlendikleri zaman bilimlerin arasında belirli bir çağ için keşfedilebilecek olan ilişkiler bütünüdür.” (Foucault, 1999:244)

    Bir kültürde ve belirli bir zamanda, her bilginin olabilirlik koşullarını belirleyen ancak bir tek episteme olabilir ve episteme bilimler, epistemolojik biçimler, pozitiflikler ve söylemsel pratikler arasındaki ilişkilerin toplamıdır. Ancak, insan kavrayışı üzerindeki belirleyicilik konumu ve aynı zamanda da a priori olma özelliğiyle, Platon’un tanımıyla benzer özellikler de taşımaktadır. Yine de bu episteme, Platon’un kabûl ettiğinin aksine, evrensel ve değişmez değildir ve bilginin koşulları târih içinde değiştikçe, târihsel dönemlerin deneysel koşulları ve toplumsal pratikleri etrâfında epistemeler de değişir. (1999:250)

    Her çağda bilgiyi belirleyen ve tanımlayan bir kavramlar yumağı olarak epistemeler, kendileri üzerine inşâ edilen bir kültürün temel kodlarını ifâde etmek bakımından, bilinçsiz ve ortak düşünme biçimlerini anlatır. Ancak epistemeler, târih içinde değişseler de belirli birtakım söylemsel bölgelere özgü kalabilirler; bu târihsel dönemlerde epistemelerden her biri, “bilinçsizce ve kendiliğinden oluşmuş birbirinden bağımsız bilgi sistemleri”ni ortaya çıkartır; epistemeler arasındaki kırılmalar ise târihsel nedenselliğe dayanmaz ki, bu yönüyle bu kırılmalar, târihsel ilerleme ve süreklilik konusundaki geleneksel düşüncenin sorgulanmasını da gerektirir.

    Bu konudaki görüşlerini abarttığını kimi zaman kabûl etse de süreksizlik kavramını kullanmaktan vazgeçmeyen Foucault’nun bu kavramla ortaya koyduğu şey, târihte bir dönemden başka bir döneme geçerken şeylerin aynı tarzda algılanmaması, betimlenmemesi, sınıflandırılmaması ve bilinmemesidir. Epistemenin insan kavrayışı üzerindeki belirleyicilik konumu ise hayat tarzının insana özgü üç pozitiflik alanına göndermede bulunur ki, bu alanlar yaşama, çalışma ve konuşmadır. Bunlardan yaşama biyolojik söylemle, çalışma sosyo-ekonomik söylemle ve konuşma da kültürel söylemle dile getirilir.

    Foucault’ya göre on altıncı yüzyıldan bu yana Batı düşüncesi, dört epistemik kırılma geçirmiştir ve bu kırılmalardan hiçbirisi, birbirlerinden organik olarak doğmadığı gibi, birbirleriyle diyalektik birtakım etkileşimlerin sonucu olarak da açığa çıkmamıştır. Bu kırılmalar, bilgi koşullarının boşalttığı alanlarda yeni bilgi koşullarını oluşturmak için birdenbire ve kendiliğinden açığa çıkar. Hâliyle, zorunlu birtakım düşünme süreçlerinin veya belirli birtakım tercihlerin ürünü de değildirler ve aralarında, sürekli bir ilişki yoktur. Bu kırılmalar Rönesans, Klasik, Modern ve Post-modern dönemlere işâret eder ve bunları karakterize eden epistemeler, birbirlerinden bütünüyle farklıdır.

    Ne var ki, epistemenin târihi ve genel olarak düşüncelerin târihi, birbiriyle her zaman tam olarak çakışmaz ve Foucault, her birini başka bir epistemenin işgâl ettiği târihsel bloklar arasındaki süreksizliklerin altını çizer. Nitekim, Kelimeler ve Şeyler’de epistemenin târihine ilişkin dönemselleştirmelerde, Ortaçağ’dan on altıncı yüzyılın sonlarına kadar devâm eden Rönesans epistemesini, on yedinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar devâm eden Klasik epistemeyi, on sekizinci yüzyılın sonundan yirminci yüzyılın başlarına kadar devâm eden Modern epistemeyi ve yirminci yüzyılın başlarından itibâren varlığını hissettiren Post-modern epistemeyi birbirlerinden ayırır ve bunlar arasında en çok, ilk üçü üzerinde durur.

    Bunlardan Rönesans epistemesini, benzerlik kavramıyla açıklar. Zîrâ benzerlik, Batı düşüncesinde on altıncı yüzyılın sonuna kadar yapıcı bir rol oynamış ve düşüncenin temel özelliği olarak değerlendirilmiştir. Benzerlik kavramını Foucault, belirli türden bir simgeler oyununu düzene sokan, görünen veya görünmeyen şeylerin bilgisine izin veren, onları temsil etme sanatına rehberlik eden olguyu açıklamak için kullanır. Kelimeler ve Şeyler’in ikinci kısmında, Rönesans epistemesinin temel özelliği olarak benzerliği ayrıntılı bir şekilde açıklar ve benzerliğin, içinde bulunduğu târihsel dönemin bilgi biçimlerini düzenleyen bir işlevi olduğunu belirtir. (2001b:45)

    Ayrıca, birbirlerine benzeyen sonsuz sayıdaki şeylerin en azından bâzılarına veya diğer bâzılarına benzediğini; onların benzer hâle geldikleri biçimleri saptayarak belirli bir dizge hâline getiren bir yönünün olduğunu da savunur. Kezâ benzerliğin, dört ayrı biçimi vardır; bunlardan ilki, convenientiadır ki bu kavram, mekân içinde yakından yakına bir benzerliği anlatır. (2001b:46) Başka deyişle, şeylerin evrensel yakınlığını, birbirlerine denk gelişlerini, uygunluklarını ifâde eder ve örneğin, yeryüzünde ne kadar hayvan ya da doğa ve insan tarafından üretilmiş nesne varsa, denizde de o kadar balık olduğunu ya da suda ve yeryüzünde ne kadar varlık varsa, gökte de o kadar varlık olduğunu düşündürür. (2001b:47)

    Dahası, yaratılmış olan her şeye vâroluş, iktidâr, bilgi ve aşk tohumları eken bir Tanrı’nın olduğunu da akla getirir ve bu da şeyler arasında dışsal bir ilişkinin değil, derin ve karanlıkta kalan bir akrabalığın olduğunu anlatır. Şeyler, birbirlerine komşu olur ve birinin sonu, ötekinin başlangıcı hâline gelir. Benzerliğin ikinci biçimi ise aemulatiodur ki, bu da benzerliğin, birbiriyle mekânsal bir bağlantısı ya da yakınlığı olmayan evrenin iki ayrı ucundaki iki ayrı varlık arasındaki bir rekâbeti anlatır. Bu rekâbet içinde, yansımaya ve aynaya ilişkin bir şey vardır; dünyâya dağılmış şeyler, onun aracılığıyla birbirlerine cevap verir ve örneğin gökyüzü, Güneş ve Ay’dan oluşan iki gözle insan yüzünü andırır. (2001b:47)

    Benzerliğin üçüncü biçimi ise kıyastır; convenientia ve aemulatio, kıyas kavramı içinde çakışır; yâni kıyas, hem ayarlamalar yaparak eklemlerden söz eder, hem de bu ilişkiler arasında belirli birtakım benzerlikleri sağlar. Örneğin, yıldızların içinde parladıkları gökyüzüyle olan ilişkileri, aynı zamanda da ot ve yeryüzü, canlılar ve oturdukları dünyâ, vb. ilişkiler kurulur. Yeryüzünde sonsuz sayıda kıyas bulunabilir; ama, kıyasların destek noktası bulabileceği ayrıcalıklı bir nokta vardır ki, bu da insandan başkası değildir. Benzerliğin dördüncü biçimi ise sempatidir ve sempatide, hiçbir yol önceden belirlenmemiş, hiçbir mesâfe tahmin edilmemiş ve hiçbir bağlantı hükme bağlanmamıştır. (2001b:50-2)

    Sempati sâyesinde birçok benzerlik ilişkisi, birbirleriyle ideal bir komşuluk oluşturmuş ve evrensel bir bütünlük sağlanmıştır. Örneğin ateş, sıcak ve kuru olduğundan, ılık ve ıslak olan suyla antipati içindedir. Buna benzer bir ilişki, sıcak ve ıslak olan hava ile soğuk ve kuru olan toprak arasında da vardır. Bu yolla hava, ateş ve suyun arasına; su ise toprak ve havanın arasına incelikle yerleştirilir. Hava, sıcak olduğu için ateşe iyi bir komşu olur; ıslak olduğu için de suyla uyum sağlar. Havanın sıcaklığıyla yumuşatılan suyun nemliliği, toprağın soğuk kuruluğunu hafifletir ve bu tür ilişkiler, böyle devâm edip gider. (2001b:53-4)

    İmdi, bu dört kavramla incelenen Rönesans epistemesi Klasik dönemde, sanki tümüyle yitirilmiş bir masal dünyâsını andırır gibidir. Bu kavramlarla bu episteme ne kadar anlatılırsa anlatılsın, Rönesans sonrası dönemde bunların içeriklerinin doğru bir şekilde ele alınabilmesine imkân yoktur. Bu epistemede kurulan tüm benzerlik ilişkilerin olanaklı koşulu ise “Tanrı’nın imzâsı”dır ve Tanrı’nın, karşılıklı benzerlikleri iyice göstermek için bütün şeylere imzâ attığına inanılır; ancak, bu imzâlar saklı olduğu için, ilişkilerin yorumu gerekmektedir ve Rönesans dönemi düşünürlerinin yaptığı iş, düşüncede bu anlamları yorumlayarak bulmaya çalışmaktan ibârettir. (2001b:67-9)

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Evimiz

    Bahçesinde kavak ağaçları
    Salıncakta bebeğim olsun
    Yolunu gözleyeyim gün boyu
    Alnında tomurcuk damlalarıyla gel
    Terini kurulayıp
    Ayağına tuzlu su koyayım
    Sonra, başını göğsüme yasla
    Gözlerime bak yürekten
    Sevecen
    Ben ninni söylerken
    Sevgi dolu
    Sen göğsümde
    Dizlerimde bebeğim
    Uyumuş olun.

    Gülizar Söğütçü Kurum

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Sev Kardeşim
    Şenay Yüzbaşıoğlu









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20130111.asp
    ISSN: 1303-8923
    11 Ocak 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com