Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.956

 15 Şubat 2013 - Fincanın İçindekiler


  • KALBUR SAMAN İÇİNDE -5 ... Seyfullah Çalışkan
  • Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 8 ... Nevriye Hamitoğlu
  • SOFİA TOLSTOY ... Bertan Onaran
  • Gözleri Anadolu'yu Gören Adam ... Neslihan Minel
  • KATİLE AÇIK MEKTUP ... Abuzittin Tırlak
  • Bağışla Srebrenitsa! ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Birşeyler değişsin artık!..


    Memleket havasını yeniden solumak güzel ama birbiri ardına gelen alışılageldik garip olaylarla tekrar karşılaşmak insanı yoruyor. İnsan biraz uzaklaşınca döndüğünde farklı bir ortamla karşılacağını sanıyor, tabi aldanıyor. Değişen yok mu? Var. Var ama gördüğünüz değişim daha da iç karartıyor.

    Avrupa'da millet at eti skandalı ile karalar bağlamışken, bu haberlere gülüp geçebilen bir toplumun çocuğu olmak hiç te kötü değil. Ama son on yılda intikam çığlıklarıyla yerleşik düzeni alt üst etmeyi farz görenlerin, bilemediğimiz çıkarlar uğruna üzgünmüş gibi yapmalarını izlemek insanı sinirlendiriyor. Mesela Tayyip Bey bir anda "kelle" ailelelerinin yanındaymış gibi yapabiliyor ya da beş yıldır içeriye tıkıp süründürdüğü generali hastahanede ziyaret edip elini okşuyabiliyor. Samimiyetsizlik almış başını gitmiş. Terörü sona erdirmeye yönelik açılımların ters tezahürünü önleme ameliyesi olarak açıklanabilecek bu gibi davranışlar, hoşgörü yerine nefreti beraberinde getiriyor. En azından benim için öyle. Dün ak dediğine bugün kara diyenlere alışkınız, yadırgamıyoruz amma velakin sırf sesleri fazla çıkmasın diye verilen, pekçoğu zaten varolan, taviz ve hediyelerle, timsah gözyaşlarıyla salak yerine konmayı hazmedemiyorum. Terör açılımına "İmralı" diyerek hedef saptırmaktan tutun da, şehit ailelerine verilen harçlıklara kadar, hepsi biz vatandaşları dangalak yerine koymaktır. Bunu yapmaya hakları var mı? Var tabi. Sebep sonuç ilşkisinden bihaber, cahil insanların yaşadığı toplumlar, akıllı, ne istediğini bilen, hedefe varmada her yolu mübah sayan liderler karşısında ezilmeye mahkumdur. "Cahil" sıfatını bilerek ve isteyerek kullandım. Cehalet okuryazar olmakla giderilmez. Televiyonla uyuşturulmuş, alması gerekeni değil, sadece verileni alıp mutlu olan insan da cahildir. "Yetmez ama evet" diyenlerin bugün düştükleri durum bunun en güzel göstergesidir.

    "Zehir içmem gerekse içerim." buyurmuş Sultan Süleyman Han. 1500 tane korumayla gezen biri için bu lafı etmek ne kadar kolay. Elbet biri elimi tutar diye düşünmediği ne malum. Barış için senin zehir içmene gerek yok, sen üzerine düşeni yap. Kırk bin kişi o zehiri zaten içti, içmeye de devam ediyor. Diyalogsa diyalog, tavizse taviz, açık seçik, millet önünde olduğu sürece mesele yok, hepsine eyvallah. Ama başkanlık uğruna, bu memleketin başında ölene kadar kalma uğruna, teröre taviz vermeye hayır. Karşı taraf ne istediğini, ne planladığını ayan beyan söylüyor. Almadan bu iş olmaz diyor. Sen ne diyorsun? İstenenleri vermeye hazır mısın? Değer mi? Yatınca bir düşün bakalım.

    ...

    Doktorlar, hani şu "Allah muhtaç etmesin ama başımızdan da eksik etmesin." dediğimiz insanlar. Yeni sağlık politikalarıyla içine düştükleri kör kuyudan, "kimseye muhtaç olmadan" çıkmaya çabaladıkları yetmezmiş gibi bir de hasta yakınlarından dayak yiyorlar. Sağlığı özelleştirince hastayı da patron edersiniz tabi. Parayı verdim, ister döverim ister severim diye düşünür adam elbet. Canı yanan adam çileden çıkar denebilir belki ama bir de madalyonun öbür yanı var. Tacize uğradığınız, aşağılandığınız, görevinizi adam gibi yapma şansından mahrum olduğunuz durumlar da var. Ve bunun müsebbibleri hastalar değil, bizzat meslektaşları. Performans adı altında süpermarketlerle yarışan devlet hastahanelerinde, birbirinin üzerine basma, yıldırma, bezdirme konulu tiyatrolar sahneleniyor. Bu tür davranışlara maruz kalıp bundan mağdur olan bir kardeşimiz var bizim. Menemen Devlet Hastahanesinde görevli bu kardeşimiz, her devrin adamlarınca yıllardır yönetilen bu hastahanede görev yapmaya çalışıyor. Yaşadıkları gazetelerin üçüncü sayfalarına bile konu olabilecek cinsten. Sessiz kalmayalım istedik. Bir imza kampanyası başlatarak, kardeşimizin normal çalışma koşullarına dönmesini, buna sebep olanların cezasız kalmamasını sağlamaya karar verdik. Sizden ricam burayı tıklayarak gideceğiniz change.org sitesine bir sanal iz bırakmanız. Bir işe yarayacak mı? Elbette yarayacak. Hiç birşey olmasa bile kardeşimize yalnız olmadığını hissettirecek. Bu bile herşeye değer. İlginize peşin peşin teşekkür ederim. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KALBUR SAMAN İÇİNDE -5

    Sinop Cezaevi zindanıyla ve mahkûmları birkaç yıl içinde bitirip tüketmesiyle ünlüdür. Duvarlarına deniz vuran cezaevinin soğuk ve nem yüklü taş duvarları içine hapsedilenleri veremden telef edermiş. İçerden çıkanlarda çok yaşamazmış. Kale duvarları içine yapılmış hapishane için fazlaca kaçak öyküsü anlatılmaz. Elbette deneyenler çıkmıştır. Anlatılanlar içinde kaçmayı güç bela başarıp yakalanalar çoğunluktadır. Kaçmayı güç bela başaran mahkumlardan biri kale duvarının yüksekliğini yanlış hesapladığı için atlayıp ayağını kırmıştır. Kırık ayakla kaçacak değil ya elbette yakayı ele vermiştir. Sinop Cezaevinde yatıp çıktıktan sonra memleketine dönmeyip bu küçük kentte kalanlar vardır. Bu sayı iddialara göre epeyce fazladır. Yaşadığı yerde adı doksana çıkmış biri niye geri dönsün? Sil baştan başlamak bazen en iyisidir. İşte bu yüzden Gerze ve Ayancıklılar Sinoplulara “dedesiz” derler. Kökleri olmayan, soylu olmayan şeklindeki bu yakıştırmayla kendilerini bir nevi aristokrat sayarlar.

    Benzinli Cemal cezaevinden çıkıp burada kalanlardan biridir. Herkes onu Benzinli diye çağırdığı için tanıyanların birçoğu adının Cemal olduğunu bile bilmezler. Şimdi yetmişini çoktan geçmiştir. Memleketi neresi, kimdir, necidir bilen yoktur. Merak edip sorup, soruşturanı da… Şişe cam fabrikasında yıllarca pipocu olarak çalıştığı biliriz. Fabrika kapanınca ne iş bulursa onu yaptı gariban. Becerikli biridir üstelik. Balıkçı olduğu halde ağ tamiri yapmayı bilmeyen çoktur. Benzinli’nin elinden çilecilik bile gelir. Bir başka mesleği daha vardır. Ramazanda davul çalar.

    Benzinli Cemal eski öyküleri sever. Yaşlı adamlardan cami kahvesinde dinlediği öyküleri kendi yaşamış gibi birinci ağızdan anlatır. Herkes anlattıklarını başkasından dinlediğini bilir. Bilir bilmesine ama sohbeti de, öyküleri de tatlıdır. Şerefiye köyüne hiç gitmemiştir. Gavur ovasını ise ya bilir ya bilmez. Gitmese de görmese de anlatır işte. Palavra olduğunu bile bile dinleyeni de pek çoktur. Kahveci Seyhan arada bir “Hay senin yalanın …yim,” dese de anlatılanların tek bir cümlesini bile kaçırmaz. “…Babam, İdris Dayı ve ben akşamın alaca karanlığında yola çıktık. O zaman yol nerde? Araba nerde? Sabaha karşı İncirpinarı’ na vardık. Öğleye kadar bir kuytuya çekilip uyuduk. Köyün aşağı yanındaki gürgenlikte kendi başına otlayan inekleri önümüze kattığımız gibi ver elini Şerefiye.. Sahile insen gemiciler görür. Dere içlerinden gitmek lazım. Dere içleri hem kaygan hem dikenli. Sineği var, kurbağası var, yılanı var. Kablumbağa desen gırla. İnekler akıllı hayvanlar. Köyden uzaklaşınca bağırmaya başlıyorlar. Huysuzlanıyorlar. Bizi nereye götürüyorsunuz diye manalı manalı bakıyorlar. İdris Dayı’nın Kangal köpeği olmasa bunları zapt etmenin imkânı yok. Neyse ki; karanlık çökünce sesleri kesiliyor.

    Şerefiye’ den Abdülkadire, oradan ta Dereköye… Hep gizli gizli, hem ormanların içinden, vadilerden... Gece orman içinden yürümeyi herkes beceremez. Ağaç köklerine takılıp kırk kere, elli kere düşersin. Uçurumlardan yuvarlanırsan ölünü bile bulamazlar. Abdurahmanpaşa sırtını geçince rahat bir nefes aldık. Artık ne jandarma bulabilir bizi, ne de köylüler. Onlar kaybolan inekleri ormanlarda değil aşağılarda ararlar. Malların çalındığını anladıklarında ise biz çoktan Avlağısökü’yü tutarız. Tatlıcak deresini geçtiğimizde kocaman bir ay çıktı. Gavur Ovasında olsak kesin yakalanırdık. Gündüz gibi mübarek... Gürgenlerin gölgesi sakladı bizi. Baykuşlar, gece öten öteki kuşlar bile göremedi. Bütün gece durman dinlenmeden yürüdük. Ekmeğimizi bile yürürken yedik. Tütünümüzü yürürken sarıp içtik. Avlağısökü köyüne varamadan sabah oldu. İnekleri bırakıp uyusak kaybedeceğiz ama gözlerimizden de uyku akıyor. Beygirler gibi ayakta uyumaya başladık. “Azıcık dayanın,” dedi babam. Yamaçtan aşağıya inince tanıdık bir ev varmış. Birazdan oraya varırmışız. Ne yamaçmış arkadaş git git bitmiyor. “Az kaldı dayanın, hadi biraz daha gayret,” dedikçe yol uzadı.

    Yamaçtan aşağıdaki eve varamadık ama köye ulaştık. Olduğum yere çömelip uyuyabilirdim. Öylesine bitip tükenmiştim. Boynunda kocaman top gibi şişliği olan bir yaşlı adam geldi. Babama sarıldı. Hayvanları bahçedeki çitinin içine salıp eve çıktık. Yemek hazırlamışlar, çay demlemişler. Ben oturduğum divanda öylece uyuyuvermişim. Bir gözüm uykuda bir gözüm uyanık bir şeyler yedim. Çayı içmeye bile kalmadan yeniden uyudum. Uyandığımda akşamın karanlığı çökmüştü. Bize yeniden yemek verdiler, çay verdiler. İşte o zaman canım geri geldi. Bizi misafir eden yaşlı adamın adı Şaban’mış. Boynundaki şişliği sordum. Guatra dedi. Samsun’da gün vermişler. Kasımda ameliyat olacakmış. Sonra açıp karnını gösterdi. Boydan boya dikiş izleriyle doluydu. “Ur vardı karnımda. Tam bir buçuk kilo, şöyle karpuz gibiydi. Aldılar ama şimdi de bu illet çıktı,” dedi.

    Avlağısökü köyünü çok az insan bilir. Ormanın ortasında, bütün dünyadan uzaktır. Uçakla, helikopterle bile bulamazsın. Köyün alt başına gelindiğinde ormanlar tükenir. Tarlalar başlar. İşte o zaman tek tük evler görünür. Yamaçta dizili evler diş sırası gibi dizilmiştir. Hiçbir ev ötekinin güneşini kesmez. Her evin dibince kocaman bir ağaç vardır. Kimisi kestane, kimsi kiraz... Alt katları taş, üstü ağaçtan bütün evler iki katlıdır.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 8

    Şumen şehrinden ayrılıp akraba ziyareti için köyün yolunu tutuyoruz. Ağaçlı yollar yine önümüzde. Yol kenarlarında sıralanmış meyve ağaçları çoktan meyvelerini vermiş, boş yapraklarıyla yola gölge yapıyor. Bunlar kiraz ağaçları, benim en çok sevdiğim. Aslında dut ağacını da çok severim, dut çok faydalıdır. Ama kiraz da bir o kadar antibiyotiktir. Kiraz ağacı çok güzeldir, kızıl kahverengi kabuğundan onu tanırım. Gövdesi parlaktır, kaygandır da dokunduğunuzda. Nazlıdır bu ağaç, öyle kolay kolay tutmaz ilk dikildiğinde. Bakım ister, sulamak ister. Belki de konuşulmak, okşanmak ister. Kiraz ağacı, ne kadar nazlı olsa da dayanıklı bir ağaçtır. Bu nedenle ondan mobilyalar, hatta müzik aletleri bile yapılır. Bu değerli ağaçlar Bulgaristan’ın yollarında boy gösterir. Bahar aylarında beyaz çiçekleri ile yoldan geçenleri karşılar. Ama ben şimdi geçerken ne yazık ki sadece yeşil yaprakları ile bana merhaba diyorlar.



    Köylere giden yollar bakımsız. Çukurlar kapatılmaya çalışılmış ama yine de dikkatli gitmek zorundayız. Gideceğimiz köy, şehirden kırk kilometre uzaklıkta. Yol boyunca etrafı seyretmek bana mutluluk veriyor. Alabildiğine tarlalar, uzakta görünen büyük uçurumlu dağlar, nehirlerle birleşen göller gözlerimi dolduruyor. Kalabalık şehirden gelen bizlerin bu dinginliğe gerçekten ihtiyacı var. Küçücük bir kasabanın içine giriyoruz, köye gitmek için buradan geçmemiz gerek. Bahçeli eski evler bizi selamlıyor. Bu evlerden bazılarının pencereleri karanlık, ya terk edilmiş ya da sahipleri yok. Bu evlerin Bulgar mı, Türk evi mi olduğunu bahçe kapılarından anlarız. Bulgarlar, ölmüş insanlarına çok saygı duyarlar. Her Pazar mezarlıkları ziyaret ederler. Evde cenaze olduktan sonra kapılarına merhum kişinin resmini asarlar. Bu resmin bir köşesine doğum ve ölüm tarihi, bazen sebebi, bazen şiir bile yazılır. Bu kağıt, yağmur suyundan etkilenmeyecek şekilde muhafaza edilir ve yıllarca kapıda asılı kalır. Demir kapılara asılı bu merhum resimlerinden anlarız ki burası bir Bulgar evidir. Gençlerin resimlerini gördüğümde ürperiyorum. Yaş 31, vefat eden kıvırcık saçlı bir genç. Donuk bakışıyla karşılaştığımda aynı yaşlarda olmanın hissettirdiği acı, yüreğime taş gibi vuruyor. Ölüme bu kadar yakın olmak ise, gerçeğin ta kendisi…

    Bulgar olsun Türk olsun herkes toprakla uğraşmayı sever. Evlerin bahçeleri aynıdır, çiçekler yetiştirilir, çeşitli sebzeler ekilir, bahçe toprağının en uç köşeleri bile değerlendirilir. Bu bahçelerin üzerinde kubbe gibi üzüm dalları birbirine dolaşır. Zamanı gelince asma yaprakların arasından büyük taneli salkım üzümler toprağa doğru sallanır. Hangi eve göz atsam görüntü aynıdır. Bahsettiğim bahçeler evlerin önündekilerdir, bir de arka bahçeler vardır ki hangi sebze istersen, hangi meyve ağacı varsa buradadır. Oturmak için çardak vardır. Küçük havuzları olan taş çeşmeler, yaz kış hep işe yarar. Tuvaletler de bu arka bahçededir. 1990’lı yıllara kadar bütün müstakil evlerin tuvaletleri dışarıdaydı. Maddi gücü olanlar daha sonra tek tek evlerin içine tuvaletleri yapmaya başladılar. Onlar da günümüzde yüzde yirmi kadar. Hala tuvaletlerin çoğu dışarıdadır.



    Kasaba ve köylerde evlerin mimari yapısı hep aynı. Bu durum sosyalizm zamanından kalma, yapı standardı... Kimse kimseden daha görkemli bir eve sahip değildi. Ancak bu evlerde büyük aileler oturmaya başlayınca ek binalar da yapılmaya başlandı. Evlerin bitişiğinde uzantı odalar, yaşlılara ayrıldı. Gelinler iki katlı bu evleri altlı üstlü paylaştılar. Evler torunlarla da daha fazla büyüdü. Çardaklar genişletildi, yemek odaları yapıldı. Evlerin kalabalık zamanları 1980’li yıllardaydı. Şimdi ise boşalan evlerin karanlık camlarına hüzünle bakıyorum. Bazı evler çok eskimiş, bazıları restore edilmiş, bazıları da yıkılarak apayrı bina olarak inşa edilmiş. Eski evlerde oturanlar genelde yaşlılar. Genç nüfus çalışmak için dış ülkelere gittiğinden odalar boş kalmış durumda. Yurt dışında para kazanıp anne babalarını tatilde ziyaret eden Bulgar ya da Türkler evlerini restore edebilmiş. Bu kişilerden bazıları da evlerini komple değiştirerek katlar ilave etmiş ya da baştan sonra yenilemiş. Araba ile ilerlerken bu yeni evlerin arasında kalmış eski evlerin hüzünlü bakışlarına tanık oluyorum. Ama onlardan daha da kötüleri var, sahiplerinin tamamıyla terk ettiği ve pencerelerinin bile söküldüğü yağmalanmış evler… Bu evlerde tek canlı olan baharda çiçek açan meyve ağaçları ve kediler…

    Köylere daha fazla yerleşen Romenlerin evleri, Türk ve Bulgar evlerinden çok farklı görünürler. Onları bulmak kolaydır, çünkü mutlaka bir mahallede toplanmışlardır. Ya yukarıki mahalle ya da aşağıki mahalle, aslında onlar için söylenen Çingene mahallesi. Türk ve Bulgar evleri sessizdir, gün içinde insanlar işlerine ve tarlaya gitmişken, Romenlerin evinden müzik gelir. Bir müzik duyarsanız bilin ki orada Romen vardır. Evler renkli boyalıdır, mavi, pembe duvarlar karşıdaki mahalleden görülür. Kapı önlerinde görebileceğiniz insanların elbiseleri renklidir, sarıyı çok severler, parlak şalvarlar ve etekler giyerler. Boyunlarında iri taneli boncuk, kollarında nazarlık vardır. Onlar daima süslüdürler. Bulgaristan’daki en önemli özellikleri altın kaplama dişleridir. Orta yaş itibari ile her Romen’in mutlaka bir altın dişi vardır. Henüz duyulmamış mezar hırsızlıklarını düşünemiyorum. Bu kesinlikle bir muamma… Romenlerin çalışanları da var çalışmayanları da. Tarlalarda gündelik işçisi, satıcı, ama çoğunlukla müzisyenliktir işleri. Çok ilginçtir ki bu ülkede inanç olarak ikiye ayrılmışlar. Bazıları Müslüman bazıları Hıristiyan… İnançsızlar da vardır mutlaka ama onları saymıyorum, çünkü Bulgarlardan da inançsız olanlar var. Ülke rejimi, zamanında dini yasakladığı için bazı insanlar neye inandıklarını bile unutmuş. Görünüşleri de farklı olabiliyor; bazı Romenler, gerçekten yüzyıllar öncesine dayanan tarihlerini kanıtlarcasına Hintli tipindedir. Fakat bazılarının gerçekten Romen olduğuna inanmak zor; sarışındır, renkli gözlüdür, beyaz tenlidir. Sadece giysileri, konuşmaları ve yaşadığı mahalleden ayırt edilebilinir. Ben daima şunu söylerim, “insanlar öz ırklarından savaşlar nedeniyle uzaklaşmıştır.” diye. Bu benim sözüm, benim düşüncem. Çünkü savaşlarda gasp edilen köylerde, kasabalarda neler olmuş, herkes az çok bilir? Dediğim gibi Romen evlerinin önünde beyaz ya da kara yüzlü çocuklar toprakla, çamurla oynar, evlerin pencerelerinden neşeli şarkılar yükselir. İplerde asılı renkli çamaşırlar da rüzgarda bu müzikle kıpır kıpır oynar, tıpkı sahipleri gibi.

    Novi Pazar, adındaki kasabanın merkezinden geçiyoruz. Türkçe adı “Yeni Pazar” . Burası eskiden büyük bir kasabaymış. Halka ekmek parası kazandıran cam fabrikası hala faaliyette. Birkaç fabrika daha var, fakat bazıları açık değil. Kasabada büyük okullar var. Köylerde verilen sınırlı eğitimi çocuklar burada tamamlayıp üniversiteler için büyük şehirlere gidiyor. Yine dev ağaçların olduğu çok büyük bir meydanı var. hangi mevsimde gidersem gideyim bu meydanda insan kalabalığı hiç görmedim. Daima sakin, sessiz ve yeşil kokulu, çünkü her yerde park ve ağaç var. Adım başı kafeteryaların arasında butik dükkanlar, bir eczane, birkaç büyük market var. en sevdiğim ise Bulgarlara özgü hediyelik eşya satan küçük dükkanlara gitmek. Mutlaka ziyaret edip bir şeyler alırım. Kaybetmeye başladığım Bulgarca dili ile alışveriş yaptığımda benim turist olduğumu anlıyorlar. Bulgar dilini bilen komik bir turist… Kasabadan çıkınca yol geniş tarlaların arasından gidiyor. Başka bir köy sapağından geçince yavaşlıyoruz. Çünkü köye giden ağaçlarla örtülü ince yolu kaçırmamamız gerekir. Ben hep söylüyorum, bu köy gizli bir cennet yeri, ama fark edebilene? Dağların arasında kalan küçücük bir köy… Adı Tsırkvitsa, yani Türkçe anlamı “Kilisecik”. Eskiden küçük bir kilise varmış, şimdi ise bir taşı bile yok. Köyde sadece Türkler yaşıyor. Daha önce on kadar Bulgar aile varmış, zamanla hepsi de göç edip gitmiş.



    Köye tepeden bakan küçük ve eski cami, kendisinde dua edecek insanları bekliyor. Köyün imamı, hocası bizim dedemiz. Ahmet dede, ezan vakti camiye gidip ezanı okuyor, mevlitlerde duaları okuyor. Ramazanda derme çatma minarenin ışığını yakıyor, ezanını okuduktan sonra orucunu açmak için taşlı yoldan evine gidiyor. Oruç zamanı gittiğimde hala Müslümanlık dininin vazifelerini yerine getiren Türkler olduğunu görmek beni çok mutlu etti. Bütün engellere karşı, inançlarını unutmamaları çok güzel. Ancak bu kişiler hep yaşlılar, onlar da bu topraklardan göçüp gidince köyün küçücük camisisine kilit vurulacağından eminim. Bu da korkunç bir durum olur. Çünkü ebediyete gidenler duasız toprağa verilecek demektir. Allah Ahmet dedeye uzun ömür versin ama onun da zamanı tükeniyor. Camiye küçük de olsa yardım etmişliğim var. Birkaç tespih, namazlık, dini kitap, mevlit kitabı vs. vermiştim Ahmet dedeye. Bu küçücük yardımı cennet yolu için yapmadım, sadece bu köyü dualarla karanlıklardan korudukları için…

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      SOFİA TOLSTOY

    İmge Kitabevi’nin yöneticisi Şebnem Çiler Tabakçı’yla eskiden yazışır haberleşirdik; ama şifremi kırıp haberleşme kutumu kullanılmaz duruma getirince, giden adresler arasında o da vardı elbet; neyse ki yeni iletişim yolu yüz defterine girdim geçenlerde ve Şebnem’le yeniden buluştuk.

    Görüşmediğimiz sürede bir sürü kitap yayınlamış; bunlar arasında, Tahsin Yücel dostumun Julien Green’den çevirdiği Yeryüzünde Bir Yolcu; İsmail Yerguz’un Georges Perec’ten aktardığı Yaşam Kullanma Kılavuzu ile Ücret Artıyı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi; Meltem Tayga’nın çevirdiği Ursula K. Le Guin’in Yanılsamalar Kenti; Sadun Aren’in Puslu Camın Arkasından’ı;  Cemil Büyükutku’nun Neil McKenna’dan çevirdiği Oscar Wilde’ın Gizli Yaşamı; sevgili Bilge Karasu’nun Simone de Beauvoir’dan aktardığı Sessiz Ölüm; İlkay Kurdak’ın yine Beauvoir’dan çevirdiği Mandarinler’i; yine TahsinYücel’in güzelim Türkçesiyle dilimize kazandırdığı Pierre Louys’un Kadın ve Kukla’sı falan var; son olarak, Cemil Büyükutku’nun Alexandra Popoff’dan çevirdiği Sofiya Tolstoy’u basmış, gönderdi.

    Güzel basılmış bu ilginç kitap, Sofiya Tolstoy’un Yaşamım adlı kitabından alınmış şu satırlarla başlıyor:

    Ona ait olmayan tek dönem çocukluğumdu, ama aslında o bile onundu…En değerli hatıralarım, ona duyduğum o ilk çocuksu aşkla ilgili olanlardır.

    Sofiya, 1906 yılında rahminden fibroid tümör alınması için aile malikânesi Yasnaya Polyana’da girdiği acil ameliyattan çıktığında, Tolstoy sonucu yakındaki koruda bekliyordu. Eğer ameliyat başarılı olursa çanı bir kez, başarısız olursa birkaç kez çalmalarını istemişti. Eşi, ameliyat sonrası yatak istirahatindeyken ona şöyle demişti: ‘Yataktasın; evin içinde ayak seslerini duymuyorum, okumak yazmak bana zor geliyor.’ Daha sonra, Savaş ve Barış için araştırmalarını sürdürürken Moskova’dan Sofiya’ya şunları yazdı: ‘Yukarıda, odamda tek başıma oturuyorum; mektubunu biraz önce okudum… Tanrı aşkına yazmaya devam et…Sensiz, ben ölü bir adamım.’

     Tolstoy, Sofiya’nın bitmek tükenmek bilmeyen enerjisine hayrandı, ona ‘yaşam kudreti’ derdi. Sofiya, Tolstoy’u yazmak için gereksinim duyduğu duygularla yüklüyordu. Edebi açıdan en üretken olduğu, Savaş ve Barış ile Anna Karenina’yı yarattığı dönemde, Sofiya onun ilham perisi, yardımcısı ve ilk okuruydu.

    Onunla on sekiz yaşında evlenmesinden sonra Sofiya, bütün çalışmalarında, hattâ çiftlik işleriyle sosyal projelerinde bile Tolstoy’a yardım etmeye başlamıştı. Bunlara ek olarak Sofiya’nın kendi sorumlulukları da vardı: on üç çocuğun bakımı, evde eğitimi, böylesine büyük bir ailenin günlük işleri, bir de para ve işle ilgili bütün meselelerin yönetimi.”

    Görüyorsunuz, hele 19. Yüzyıl’ın sonunda, 20.Yüzyıl’ın başında, dünyanın her yerindeki ataerkil düzenin kaçınılmaz ayrıntıları; üstüne üstlük, Rusya’da o sırada Çarlık var, kölelik var, Türklerle bitip tükenmez savaşlar var, dünyayı sömürmekte pazar kavgası var.

    Gerçi Tolstoy yetenekli bir insan; sıra dışı bir toprak ağası; öbürleri kadar acımasız değil, buyruğundaki insanlara daha iyilikçi yaklaşıyor; yeryüzündeki düzensizliğin kaçınılmaz sonucu olarak zaman zaman açlıklar, kıtlıklar belirdiğinde, Sofiya’ya birlikte, paralar topluyor, yoksullara dağıttırıyor.

    Ama onun birey olarak aşamayacağı büyük çelişkiler var ortada; o sırada bütün dünyayı kasıp kavuran toplumsal haksızlığı tek başına gideremez, köleliği ortadan kaldıramaz; kadınla erkek arasındaki 6000 yıllık ataerkil eşitsizliği de yok edemez; ayrıca, inanan bir insan olarak, yeni uç vermekte olan toplumcu arayışla, o günlerde din konusunda çok önemsenen yeni ilkelerde de bağdaşamaz.

    Dolayısıyla kitabın ilk satırlarındaki masalsı mutluluk süremiyor elbet; sonrasında neler olduğunu, ne acılar yaşandığını kitabı alıp okumanız gerekiyor.

    İmge Kitabevi’ni, Şebnem Çiler Tabakçı’yı bu ilginç kitabı seçip bastıkları için kutluyorum.

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Gözleri Anadolu'yu Gören Adam

    Uzun zamandan beri gitmek istediğim Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun resim sergisine dün nihayet gidebildim. Yazma, gravür, seramik, heykel, vitray, mozaik, hat, serigrafi, litografi gibi çok yönüyle tanımış olduğumuz ressam; “Oğlum Mernus / Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun” diyecek kadar da, çok iyi bir şair ve yazardır.

    1911 – 1975 yılları arasında yaşayan sanatçının eserleri, başarıları anlatmakla bitmez.

    İlk gençlik yıllarında, Zeki Kocamemi, Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi olan sanatçının yeteneğini ilk keşfeden, resim öğretmeni olmuştur. Türkiye’de aldığı eğitimden sonra ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu'nun yanına Paris'e gitmiş ve çalışmalarını burada sürdürmüştür daha sonra evleneceği eşi Eren Eyüboğlu ile burada tanışmıştır.

    Her insanın hayatında belli dönüm noktaları olduğu gibi Bedri Rahmi’nin hayatında da İnsan Müzesi'ndeki ilkel kavimlerin sanatını incelemesi bu dönüm noktasını oluşturmuştur. Bu incelemeleri güzel'in aynı zamanda yararlıda olabileceği, yararlı olmanın güzel'in gücünü eksiltmeyeceği düşüncesine ulaşmış ve düşünce doğrultunda da sanatını oluşturmuştur.

    Resimlerinde tema olarak; halay çekenler, han avluları, gecekondular, kahvehaneler, çocuk emziren kadınlar, saz çalan aşıklar, köy manzaraları, köy kahveleri, faytonlu yollar, kilimler, başörtüler ve tarihi motifler yer almaktadır.

    Başörtüsü ve kilimin hem güzel, hem de yararlı olacağını düşünerek tuvaline yansıtmış, böylece de yazmacılık geleneğine yeni bir yorum getirmiştir. Çırağan Sarayı’ndaki sergisinde dikkatimi çeken en önemli şeylerden birisi, onun motifleri işlemesi ve boya ile diğer malzemeleri iyi kombine etmesi oldu. Plastik tutkal, kum ve talaş kullanması, resimde destekleyici unsur olmuştu.

    Sergide beğendiğim en önemli unsurlardan biri de; Anadolu motifleriyle beraber işlenen ozanlardı. Elinde sazıyla Aşık Veysel resmi vardı mesela, gözü ayak altına çizilmiş olan. Sonra Yunus Emre vardı sevgiyi, aşkı anlatan...

    Kemençe çalan bir kadın, çocuğunu emziren bir anne, başının altında asası bir çoban ve bir Kız kaçırma fresk’i. Toplumsal içeriği ağır basan, Anadolu resimlerinden bazılarıydı…

    Şiirlerinde de halktan, Anadolu’dan beslenmiştir Bedri Rahmi; masallardan, türkülerden, doğa ve insan sevgisinden…

    En ünlü şiirini barındıran, Karadut adlı aşk şiir kitabı vardır, sevdadan yana. Bu kitabı Tuz, ardından 1956'da yayımlanan ilk düzyazı kitabı Canım Anadolu, 1957'de de Üçü birden takip etmiştir.

    Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun başarısının sırrı; geleneksel süsleme ve halk el sanatlarındaki seçtiği motiflerle, Anadolu insanını iyi gözlemleyip, batı teknikleri ile doğru malzemeleri bir arada kullanarak, doğu ile batının sentezini yapabilmesinde gizlidir.

    Bu yetenek, onun gerçek sanatçılar sınıfına girmesini sağlamış ve bu özgün insanlar arasında yükselmiştir.

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    KATİLE AÇIK MEKTUP

    Bay Katil;

    Size böyle hitap etmiş olmam sorun yaratmaz sanıyorum. Hem belli bir adınız da yok zaten, o kadar çok adınız var ki, hangisini söylesem diye de düşünmedim değil, Aslında sayabilirdim isimlerinizi de klavyemin tuşları kirlensin istemedim.

    Kod adınızın “ADALET” olduğunu söylemem yeter bence.

    İşlediğiniz cinayetler sizi tatmin etmemiş olmalı ki, bugünlerde hepimizin gözünün içine baka baka fütursuzca yenilerini gerçekleştirmek üzeresiniz.

    Evet cinayet işliyorsunuz. Ancak öldürerek insanları yok edebileceğinizi sanmıyorum.

    Çünkü bay Katil bir insan sadece et ve kemik yığınından ibaret değildir.

    Bir insan o kısacık ömrüne sığdırdıklarının bir toplamıdır aslında. Sizin yapabildiğiniz tek şey ise, düşünen ve üreten bir beyni üzerinde taşıyan o vücudu bir et ve kemik yığınına dönüştürmeye yetmektedir sadece.

    Evet, hiçbir zaman sokaktaki beyni ve yüreği bomboş, mideleri dolu küçücük insancıklarla uğraşmadınız. Hep İNSAN gibi adam ve kadınlar oldu hedefinizde. Tutsak evleri ile toplama kampları oldu avlanma alanlarınız. Ne de olsa Hitler ve Mussolini artığı bir zavallısınız. O kadar büyük bir kin kaplamış ki zihninizi, kendinizi aydınlanmaya, bilime ve Ülkemin geleceğine düşmanlık yapmaktan alıkoyamıyorsunuz.

    Bilim ve gelecek düşmanlığıdır yaptığınız. Çağdaş bir yaşam ve aydınlık bir ülke için ortaya konulabilecek nice yeni ürünü de yok etmeye çalışıyorsunuz cinayetlerinizle.

    Ama o güne kadar üretilmiş olanlar, işte onlara dokunmaya gücünüz yetmiyor ne yazık ki!

    Bay Katil,

    Size böyle hitap ediyorum. Çünkü içinizde hiç kadın olmadığından eminim. Özenenler olduğunu görüyorum, ama siz kadına hiç değer vermediğinizden olsa gerek onların da sizin gibi “Bayan Katil” olmasına bir türlü izin vermiyorsunuz.

    Bay Katil,

    Tamamlamak üzere olduğunuz son cinayetleriniz nedeniyle yazıyorum size. Bunun son olmayacağını da biliyoruz hepimiz. Bu canları almayı başardığınızda -ki çok zorlanacağınızı hissediyorum- yenisi için hazırlanacaksınız.

    Çok iyi biliyorum ki “ADALET” kod isimli bay katil, cinayeti durdurun demenin hiçbir yararı olmayacak.....

    Her cinayetten sonra, tam da cinayet mahallinde elinizi kolunuzu sallayarak suçüstü yakalanmanıza rağmen, sanık olmak yerine kendi kendinizi tanık, savcı ve yargıç ilan ederek bizlerle büyük bir fütursuzlukla alay ediyorsunuz her seferinde.

    Bu cinayet işleme özgürlüğünü sonsuza dek elinizde tutacağınızdan çok emin gibisiniz. Sizin tarih ile ilgilenmek gibi “gereksiz” alışkanlıklarınız olmadığını biliyorum ama gene de Hitler ve Mussolini’nin başına gelenleri anımsamanızda yarar olduğunu söylemeden edemeyeceğim.

    Unutmayın ki Bay Katil, öldürenler de günün birinde ölürler.

    Üstelik toplum o kadar çabuk siler ki hafızasından sizi! Öldürdükleriniz her yıl anılırken sizin adınız bile hatırlanmaz çoğu kez.

    Siz küçücük bir virgül bile olamayacak kadar zavallısınız. Belli belirsiz bir nokta olarak kalmaya mahkum bir zavallı....

    Öldürmeye kalktığınız her aydınlık yüzlü insan, cinayete engel olamayacağını bile bile meydan okuyor size. En küçük bir korku bile yaratamıyorsunuz kurbanlarınızın yüreğinde.

    Tam tersine korkan sizsiniz her seferinde. Korkudan titreye titreye işliyorsunuz aslında bu cinayetleri ve çok zorlanıyorsunuz. Çünkü her hedefiniz sonuna kadar kararlılıkla mücadele ediyor sizinle ve canınızı çok acıtıyorlar.

    Ancak maktül cansız bir bedene dönüştüğünde rahatlıyorsunuz, o zaman kalkıyor ancak omuzlarınız yukarı, zavallılığınızdan o zaman sıyrılıyor, cebinizdeki unvanlarınızı çıkartıp bir madalya gibi asıyorsunuz odanızın kapısına.

    Hiçbir cani sonsuza kadar özgür kalamaz Bay Katil, bugün almaya kalktığınız canlardan biri, yarın Malatya İnönü Üniversitesinin topraklarından onlarca, yüzlerce, binlerce genç fidan olarak boy verip üzerinize üzerinize yürüdüğünde kaçacak delik ararsınız.

    Siz kolay ölemeyeceksiniz Bay Katil. O pahalı giysilerinizin altında saklamaya çalıştığınız şişko ve iğrenç vücudunuz, yüzlerce ayakaltında paramparça olarak toz zerrelerine ayrılacak ve gömülecek bir parçanızı bulamadıklarından hayaletinizi koyacaklar tabutunuzun içine.

    Öldürdükleriniz dimdik ayakta sonsuza dek yaşarken, siz tek bir yararlı hücreniz bile olmadığı için küçücük bir karıncaya can verme şansını bile bulamayarak tamamen yok olacaksınız.

    Yeni cinayetlere hazırlansanız bile siz aslında yoksunuz Bay Katil

    Korkmayın, gölgenizden bile korkuyorsunuz!!!

    Ben size bir şey yapamam. Bugün hiç kimse size bir şey yapamaz. Ama gene de korkudan tir tir titriyorsunuz.

    Haklısınız aslında. Geleceğinizin olmadığını, olamayacağını yok olmaktan sizi hiçbir gücün kurtaramayacağını biliyorsunuz Bay Katil.

    Bu yazının harfleri “artık yeter!” diye haykırıyorlar Bay Katil. Onlar bile isyan ettiler.

    Siz o kadar değersizsiniz ki, Türkçemin harflerine konu olmaya bile değmezsiniz.

    Yeter bu kadar!

    Köpekçe kalın ve cehennemin dibine kadar yolunuz var Bay Katil.

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Bağışla Srebrenitsa!

    Gurbet kuşları yuvasına döner
    ve kapanır perdeler.
    Yağmurlar çekilir sonra;
    kral, seyre durur kendisini
    çıplak ve soğuk gerçekliği içinde.
    Kulak kesilir yıldızlar merak içinde.
    Dinle, vicdânının sesidir bu.

    Ecel çağırır, iki ateş arasında;
    kalıp savaşmak isterler.
    Nedenler, sözünü yıkar önlerine;
    korkuları içlerinde titreşir,
    nice yiğidin ahdını duyarsın.

    Alıp başını gitmek istersin.
    Kaçıp kurtulmak için değil,
    kendi kaderine sıkışırsın.
    İsyânlara dayanmaz yüreğin.
    Bilirsin ki, tek başına bir hiçtir insan!

    Hangi taşlar bunlar, içimi derinden sızlatır,
    hangi yerinden milim sapmaz?
    Hangi sevmelerin nutkunda şâirler,
    hangi geçmişin izine saklanırlar?
    Hangi coşkulara bakıp aldanırlar,
    hangi ölümün nefesini solurlar?

    Avrupalıları insan sandık;
    Rönesans ve Aydınlanma’yla ilerlediler sandık.
    Bilemedik, genlerine işlemiş barbarlık;
    kolayca söküp atmaları ne mümkün.
    Bir film karesi gibi izlediler;
    ölüm davulları, aylar öncesinden vurmaya başladı.
    Yanıldık, yanıldık Srebrenitsa!

    Önce silâhları istediler,
    “Sizi koruyacağız!” dediler.
    “Güvenli bölge” diye,
    “toplama kampı” kurdular.
    Mladiç kapılara dayandı.
    Kuruldu can pazarı;
    Boşnaklar için pazarlık başladı.
    Satıldık, satıldık Srebrenitsa!

    Çekildi emperyalistlerin dört yüz koruması;
    Mladiç’in önüne çıkan olmadı.
    Şehrin güvenliğinden sorumlu Thom Karremans;
    yirmi beş bin Boşnağın umut bağladığı zat,
    yirmi beş dakika bile direnmedi.
    Sırblarla el sıkıştı, üstüne bir de hediyeler aldı.
    Harcandık, harcandık Srebrenitsa!

    Poz verip resim çektirdiler ardından,
    bir emâneti sevinç içinde teslîm eder gibiydiler.
    Müslüman katlinin hizmet olduğunu düşündüler.
    Sırb akrepler, sardı dört tarafımızı.
    İğneleri bile kendilerinin değildi üstelik;
    emperyalistlerin silâhlarıyla geldiler.
    Akrepler için ne de güvenli bir bölge!
    Kurşunlandık, kurşunlandık Srebrenitsa!

    Mladiç’in çizmeleri, ezdi geçti bizi.
    Dünyânın gözü önünde taradılar hepimizi.
    Kadınların ırzına geçtiler,
    sonra da kafalarını kestiler.
    Davar sürüleri gibiydiler.
    Ellerinde kalaşnikoflar,
    altlarında ise Amerikan papuçları vardı.
    Savrulduk, savrulduk Srebrenitsa!

    Telsizdeki baykuşlar,
    şarkı söyler gibi konuşuyordu.
    Dağlara saklandık, ormanlara kaçtık;
    yaktılar, yıktılar, taş üstünde taş bırakmadılar.
    İnsanlık, bir kez ayaklar altına düşmeyi görsün;
    sâdece kadınlara değil, erkek çocuklara bile
    tecâvüz üstüne tecâvüz ettiler.
    Yetmedi, ölülere bile tecâvüz ettiler.
    Kirletildik, kirletildik Srebrenitsa!

    Kimlikleri anlaşılmasın diye
    cesetleri parçaladılar,
    altmış beş ayrı yerde
    altmış beş toplu mezar açtılar.
    Toprak bile, utandı bu ayıba;
    sıkı sıkı sarıp bedenlerimizi,
    korumaya çalıştı bizi.
    Parçalandık, parçalandık Srebrenitsa!

    Acılarım seninle kalacak,
    vedâ sözlerim eksik.
    Ciğerime kor gibi düştü;
    bileğini bükemeyecekleri yiğitlerin,
    bir hafta içinde canlarını aldılar.
    Ölüm günleri boyunca çanlar,
    “Müslümanlara Ölüm!” diye çınladı.
    Aç kollarını, aç kollarını Srebrenitsa!

    Ateşi tutar dumanlı dağların,
    bahtımıza kan çiçekleri düşer.
    Ömrümüzden çalınan günler,
    utanç ırmaklarına akar.
    Her yer karanlık, her yer kan;
    dönüp baktığım bu yerler,
    yürek hoplatır binlerce kez.
    Sakla bizi, sakla Srebrenitsa!

    Küçükken, bir duâ okurdum her gece;
    güneşin yeniden doğacağını bilsem de
    yeniden batacağını da bilirdim.
    Yeniden doğması için güneşin,
    her gece duâ ederdim.
    11 Temmuz 1995’te,
    Srebrenitsa’da zaman durdu.
    Anlat bizi, anlat Srebrenitsa!

    Burada günler, geriye sayıyor hâlâ.
    “Medeniyet” denilen Batı,
    Ortaçağ’da hızla ilerliyor.
    Düşünceleri ve inançları nedeniyle
    insanlar katlediliyor.
    Buna aldırış etmeyen Batı,
    bize “medeniyet” dersi vermeye kalkıyor.
    Unutma bizi, unutma Srebrenitsa!

    Kalem değil elimdeki,
    vicdânımı kanatan bir balta.
    Söylemek istediğim onlarca şey var.
    Gamdır bu, yürek sâkinliklerinde
    buzul sessizliğine çağırır beni.
    Dokunduğum toprak bağrımı yakar;
    kan sesini duyarım, içinde yarım hayatlar.
    Yetişemedik, koşup gelemedik yanına.
    Bağışla bizi, bağışla Srebrenitsa!

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    13 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Size…

    Varacak bir siz olmayınca
    Kendimde şaşırıyorum
    Zaman upuzun
    Uzayıp gidiyor sokaklarca
    Bir çimenlik bulsam
    Güneşli bir ilkbahar vakti
    Hadi sonbahar da olur
    Oturup, sizinle ettiğimiz sohbetlerden
    Birinden aşırıverip
    Çay içeceğim dinlenerekten
    Yoksunuz

    Koca bir benle kelimeler
    Küçülüp beton binalar arasına
    Giriveriyor
    Gri sokaklar
    İçimde belki
    Önümde bir diğerine kesiyor
    Dar kaldırımlı, duraksız
    Otursam
    Yaşlı bir teyze yol isteyecek gibi
    Yol yok
    İçimde belki

    Nefes nefese
    Sizden bir kelime
    Bir kaldırımda düşüvermişse
    Ulaşıversem
    Yeniden cümleler kursam da
    Belki o zaman bir apartman kapısı
    Açık olur da
    Merdiven başında

    Rastlarsam oturan birine
    Belki apartman görevlisine
    Bir kelimelik ben
    Olur

    Ama siz,
    Siz toplayıp gitmişiniz
    Ben bilmiyordum ki
    Bilsem ben de
    Size ait olduğunu
    Benden, verirdim

    Bilsem cümleler kurardım
    Başı sonu belli
    Yüklemli
    Özneli
    De
    Özne nerede?
    Varacak bir siz olmadığından

    Aslı Sarıoğlu

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Sev Kardeşim
    Şenay Yüzbaşıoğlu









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20130215.asp
    ISSN: 1303-8923
    15 Şubat 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com