Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.964

 12 Nisan 2013 - Fincanın İçindekiler


  • YAZ GELDİ KİRAZ KALDI–5 ... Seyfullah Çalışkan
  • Ne çektin be ..! ... Ahmet Şeşen
  • Psikolojik Analizler; Ben Hayattan Çok Fazla Şey İstedim ... Nevriye Hamitoğlu
  • ANAMALCILIKTA ÇOKSESLİLİK ... Bertan Onaran
  • Fidel Diyor ki... ... Cüneyt Göksu
  • OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ ... Nurten Demirel
  • Cumali Dayı ... Haşmet Şenses
  • UCU AÇIK BİR KONU ... Neslihan Minel
  • YANDAŞ YALAKA GENE ORTALIĞI KASIP KAVURUYOR: HER TAŞIN ALTINDAN ŞU HAİN KEMALİSTLER ÇIKIYOR ... Abuzittin Tırlak
  • Kant’ın Aydınlanma Görüşü ve Foucault’nun Eleştirileri Üzerine I ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Ben senden çok istiyorum!..


    Dün gece yaşadığım sevinç sonrası şu fanatizm üzerine birşeyler yazasım geldi. Hatta maç bitiminde arkadaşlarla yaptığımız, yarı şaka yarı ciddi, atışmalar beni buna zorladı diyebilirim. İki gün evvel Galatasaray'ın yenerek elenmesiyle başlayan en taze süreç Fenerbahçe'nin Lazio'yu berabere kalarak elemesiyle sürdü. Konu sporla fanatizm arasında gitgeller yaşayanların ortak sorunu aslında. Taraftar olmak, tuttuğu takımı desteklemek, başarılarıyla gurur duymak her sporseverin hakkı. Ama bu hakkı nasıl kullandığı ise kişisel kararı.

    Bir kere "yurtdışında Türk takımı olmak" diye bir kavramı, son dönemlerin global futbol endüstrisi yok etti artık. Bugün sınırlar dışında başarılı olmak istiyorsanız milyonlarca lirayı yabancı futbolculara yatırmak durumundasınız. Örneğin Galatasaray'ın Real Madrid'i 3-2 yendiği maçta golleri Eboue, Sneijder ve Drogba attı. Yani onlar olmasa iş zor. Bu durumda hangi Türk takımından söz ediyoruz? Her maçta 11 futbolcudan 6'sı yabancı olacak ve siz bu takımı sırf Türk takımı olduğu için destekleyeceksiniz. Buna olsa olsa hayalcilik denir. Taraftarlık milliyetçilik değildir. Bu durumda taraftar olmak beraberinde rakiplerin başarısız olmasını istemek anlamına da gelir. Buna fanatizm demek te külliyen haksızlık olur. Sadece kendi takımının başarılarıyla mutlu olmak, kendinden başkasının başarılı olmasını istememek, gelinen noktada, fanatizm değildir. Tıpkı iş hayatında aynı ürünü üreten rakip firmaların kıyasıya rekabeti gibi futbol fabrikaları da günümüzde kuşkusuz ve koşulsuz rakiptirler. Bu bizim memlekete has bir durum da değil üstelik, tüm Dünya için geçerlidir ve farksızdır. Onlarla bizim aramızdaki fark sadece taraftarlığı uygulama biçimimiz olabilir hepsi o. Neyse uzatmayalım, zira Silivri'de, Dicle Üniversitesinde olanlara ya da 13 yaşındaki küçük kıza yapılanlara sessiz kalanlar, konu futbol olunca bayramlık ağızlarını bir açarlar feleğimiz şaşar. Kısaca, benim için ne düşünüyorsan bir fazlasını ben senin için düşünüyorum deyip kapatalım bu konuyu.

    ...

    "Akil" insanlarımız çalışmaya başlamışlar. VIP salonlarından geçip, Business Class yolculuklarla lüks otellerine ulaşan akillerimiz, etraflarını çeviren onlarca polis ve korumanın arasından, Tayyip Bey'in haklılığını anlatmaya çalışıyorlar. Aralarında izan sahibi insanlar da var kuşkusuz ama iyi niyetin yetmediğini, kullanılmanın ne anlama gelebileceğini, bunun hesabını ağır ödeyebileceklerini henüz düşünemiyorlar. Bu çalışma başladığından beri yanlı yansız ama gerçekten sorunsuz yaşamaktan yana pekçok insanda bir tevekkül durumu var. Bekleyelim görelim, Allah yardımcıları olsun gibi iyi niyetli dilekler ağızlarından düşmüyor. Tam bu noktada sormak lazım bu insanlarımıza, "Peki biz barışı, sorunsuz yaşamayı, adaletli olmayı istemiyor muyuz?" Bunu istememek için ya deli ya da vatan haini olmak lazım. Biat etmişlere göre vatan hainiyiz elbette. Çünkü onlar gibi sorgusuz sualsiz kabullenemiyoruz. Soruyoruz, sorguluyoruz. Yapılmak istenileni öğrenmek istiyoruz. Verip kurtulmak, silip unutmak, içeri atıp unutmak sorunları çözecekse bunu da anlamak istiyoruz. Bizim akillerin benden bir fazla bildiğine inansam bekleyip görebilirim belki ama inanmıyorum. İnanmadığım için de kaygı duyuyorum. Olay budur.

    Dicle Üniversitesinde yaşanıp diğerlerine sıçrayan pekaka-hizbullah kavgasını endişeyle izlemek gerek. Bu öyle sıradan öğrenci çatışması değil. Silahı gömüp gitsinler diye taviz üsütüne taviz vermeye hazır yöneticilerin bu eli kulağında soruna dikkatlice eğilmeleri gerekiyor. Polis ve askerin durduğu yerden tutun da, yakalanıp derdest edilenlerin gittiği yere kadar titizlikle izlenmesi gereken olaylar bunlar. Tayyip ve ekibinin memleketi düşürdüğü ahvalin okullara yansıması da diyebiliriz. Bölünme, çatışma, kavga, gürültü hep kaybedecek hiçbirşeyi olamdığına inanan gençlerden başlar, bunu en iyi bilmesi gerekenler de yöneticiler olmalıdır. haydi kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      YAZ GELDİ KİRAZ KALDI–5

    Sınav saat yarım gibi sona erdi. Birkaç saat vaktim vardı. Acıktığımı hissettim. Büyük bir ihtimalle Canan ve Turhan sınav sonrası buluşacaklardı. Eğer Turhan garaja bizi uğurlamak için gelirse buluşma doğrulanacaktı. Yarasanlar Mahallesinden Hükümet Konağına doğru yürüdüm. Aklımda birlerce soru, kuşku ve belirsizlik dans ediyordu. Hükümet Konağı’nın üst kısmında bir lokantaya girdim. Karnımı doyurdum. Harcadığım her kuruş için cebimdeki paradan bir çıkarma işlemi yaparak dönüşümü garanti altında tutmaya çalışıyordum. Bir gün benim de çok param olacak ve sürekli hesap yapmak zorunda kalmayacağım. Bütün yorgunluğum, uykusuzluğum karnım doyunca üstüme çullandı. Neredeyse bir banka oturup uyuyacağım. Kendimi sokaktaki insan seline bıraktım. Araba sesleri, satıcıların müşteri toplamak için kopardıkları yaygara içinde kaybolup gittim. Parkların serin gölgelerine takıldım. Ne yaptıysam fayda etmedi. Bütün çabama rağmen Canan’ı aklımdan uzaklaştıramadım.

    Her şeye rağmen Manisa Garajı’na geldiğimde bu sabahtan ve dün akşamdan daha iyiydim. İçimin acısı biraz olsun azalmıştı. Canan’la Turhan garaj kahvesinin dışarı taşan masalarının birinde oturuyorlardı. Her dilimi ayrı renkte olan bir şemsiye altındaydılar. Güneşten birinin üstüne mavi, diğerinin üzerine turuncu bir ışık düşüyordu. Beni gördüklerinde Turhan yerinden kalkıp yan taraftan çektiği sandalyeyi masaya ekledi. Oturdum. Çay söyledim. Sıcacık ve tazeydi. Çayım, bu şehir, ağaçlar, garajda gezen kumrular hep beraber sus pus olmuştuk. Uzunca bir süre de konuşmadık. Zihnimizde karınca gibi kaynayan cümleler ordusu varken susmak ne zordur bilirsiniz. Konuşmak şöyle dursun birbirimizin yüzüne bile bakmadık. Üçümüzde ayrı bir açıdan garajdaki telaşı, koşuşturmayı izlior gibi dalgın dalgın etrafa bakıyorduk.

    Saatimiz dönüş vaktinin başlangıcını gösteriyordu. Canan doğruca otobüse bindi. Neden sarılmadılar, vedalaşmadılar? İşin içinde yüzlerinden okunmayan bir gariplik vardı. Turhan’a sarılıp vedalaşmak için kollarımı açtığımda;
    - Sana söyleyeceklerim var, dedi. Keşke böyle olmasaydı. Ama elimden hiçbir şey gelmiyor.
    Bitti işte, dedi. Hiçbir şey anlamadım. Başlamadan bitti. Onlarca mektup, güzel cümleler, çizilen çiçekler, kuşlar, yazılan şiirler uçup gitti. Hiçbir şey anlamadım.
    Bitmesi için bir neden yoktu;
    - Neden bitsin? Ne oldu ki? diye sordum.
    - Ben senin Canan’ı sevdiğini bilmiyordum. Dün akşam söylemeseydin de bilmeyecektim.
    - Bunun seninle ilgisi yok. Zaten aramızda olan bitene aşk demek de zor. Çünkü sevgi sözcükleri geçmediğini sana dün de söyledim. Ben daha çok kendi kendime gelin güvey oldum. Bu sizin ilişkinizi bitirmeniz için yeterli bir neden olamaz,.
    - Canan da okulda sürekli birlikte olduğunuzu söyledi.
    - Yan yana yürümek, kantinde beraber oturmayı kastetmişse doğrudur. Ama hepsi bu…
    - Senin O’na bu kadar yakın olmandan mektuplarında söz etmeliydi. Kendimi aldatılmış hissetim. Seni kenara ittiğimi, bencilce davrandığımızı düşünüyorum. Asıl sorun Canan. İkimizi de bir şekilde birlikte avucunda tuttu. İkimizi de kaybetmek istemedi. İşte yanlış bence bu,dedi.

    Ayak üstü makineli tüfek gibi daha yüzlerce cümle söyledi. Hepsini anlayamadım. Temel sorun bendim. Bu ne biçim bir işti? Ben Canan’ın elini bile tutmadım. Acaba kıskançlık fırtınasının ortasında mıydım? Sarıldım. Turhan’a neden son kez böyle sarıldığımı bilmeden üstelik. Otobüse bindim. Çileli dönüş yolculuğuna başladık. Kendimi sonsuz bir boşluğun içinde düşerken buldum. Eğer Canan konuşmasa boşluk büyüyerek sürecekti. Turhan akşam konuştuklarımızı Canan’a söylemiş. Canan;
    - Beni seviyor musun? Dedi.
    - Seviyordum. Turhan’dan önceama, diye yanıtladım.
    - Neden bir kez olsun söylemedin?
    - Söylemek istedim. Söyleyemedim. Çünkü okulumuz vardı. Büyüklerimizin beklentileri de. Eğer söyleseydim ilişkimizin akışı hızlanacaktı. Bir saçmalığın olmasından korktum.
    Önümüzdeki yıl okulun sonuna doğru söyleyecektim. Üstelik evlenme teklifim de peşinden gelecekti.
    - Bunu nerden bilebilirdim.
    - Bilemezdin. Sabretmeliydin.
    - Sen salaksın.
    - Biliyorum. Başka birinin olacağını, rakibim olduğunu bilmiyordum. Eğer bilseydim her şey başka olurdu. Her şeyi göze alıp söylerdim.
    - Lütfen eskisi gibi sürsün, dedi.

    Söylemek mi yalvarmak mı belli değildi. Cin şişeden çıkmıştı. Elbette sürmesini ben de istiyordum. Ama içimi kemiren aldatılmışlık duygusundan kurtulamıyordum. Ve ne zaman bir sorun olsa ben aynı duyguyu yeniden yaşayacaktım.

    Sonbahar Düşleri - 2003

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Ne çektin be ..!

    - Ne çektin be Türkiye’m ..!
    - Aaa, niye ayol ?

    - Yüz yıl bile olmadı daha kuruldun kurulalı... Gençliğini; bir yandan Cumhuriyet’i kurmaya diğer yandan Cumhuriyet düşmanı gericilerle mücadeleye verdin be yavrum.. Ezik büzük bir imparatorluğun küllerinden, başı dimdik onurlu bir ulusa dönüştürmediğin mi yoksa bağımsızlığını yedi düvele kabul ettirip diğer ülkelere bağımsızlık aşılamadığın mı kaldı ? Doğru düzgün gün yüzü göremedin be çocuğum... Ee, ömürler biter o Sevr hortlakları bitmez be evladım.. En ufacık fırsatı buldular mı yine yeniden sürerler piyasaya seni oradan buradan parçalayıp bölmeye..
    - Olsun... Alıştım artık...

    - Alışmayıp napacan.. ŞeyhMuz Bey’in gözü dışarıda.. Şeyh, Muz Cumhuriyeti peşinde, aklı dışarıdan gelecek paracıklarda.. Mecbur akıtacan elemini kederini bu güzel topraklara.. Yiyecek gibi bakmışlardır hep bu topraklara... Ne çektin be..!
    - Göz çapkınlığı işte.. Doyamadılar bir türlü, bakicekler tabi..

    - Ee, bakicekler tabi, bakmayı naapicekler..? Adamlara da yazııık.. Bakmadıkları ve hizaya sokmadıkları yer mi kaldı dünyada ? Sana bakmiycekler mi ? Onlar da haklı..
    - Anlamadım ..?

    - Ne çektin be..!
    - Niye ki ya ..?

    - Yıllarca kendi yağınla kavruldun, kendi ürettiklerinle mahalleyi doyurdun be yavrum.. Akilsiz adamlar eliyle hazırlanan çöreklerle, aymaz aydınlar koluyla pişirilen böreklerle, hele hele bir torba kömüre muhtaç vurdum duymaz yüreklerle Edirne’den Hakkari’ye yol olurdu be çocuğum...
    - Benim satışlarım tarihte bile meşhur olmuştur ki Tasfiye Teyze.. Sağolsun, komşular tavsiye ettikleri için yapıyorum ben..

    - Çok da güzel yapıyorsun, afferin.. İşte bi yerlere gelmek için ne didindin be..!
    - Tasfiye Teyze, senin haberin yok herhalde ki ben önce BOP’landım, üstüne üstlük bir de GOP’landım..
    - Yaa, tavsiye üzerine söz kestik Tasfiye... Biraz orta, biraz doğu, bütün kızlar TOP’landılar.. Bizim neyimiz eksik ki ?

    - Maşallah..! Tabi, ee iyi kötü birini bulup kendini bi kucağa atacan be yavrum...
    - Yeri gelmişken sen neden acaba o babama gidip; “Ben tahkik ettirdim, o çocuk senin kızı istemiyormuş, tezkere böyle dedin ki ?”

    - Hep iyi niyetimden...
    - Ne şekil bir iyi niyet ki bu acaba ? Biz hep buluşuyoruz ki..

    - Hmmm... Senin kızla o gözü dönmüş oğlan, her dakka kenarda kuytuda birbirlerini sıkıştırıyorlar mı diyeydim..?
    - Ya ne münasebet, bizim öyle bir...

    - Aşağı mahallede; 3 liraya kükrüyo, 5 liraya gülümsüyo diyorlar mı diyeydim ?
    - Ya ne demek ki bu yaaa... Anne, bi şey söyle...      
    - Aaaa Tasfiye, darilcem ama artık haa..!

    - Oldu demiyorum, öyle mi diyeydim diyorum... Aşkolsun haşa.. Olur mu ? Kim para vermeden rahat durur ki yaaa..?
    - Ney...?

    - Bana bak, oğlan için eli ekmek tutuyor dediler maşallah.. Kore’de, Vietnam’da, Küba’da, bir zamanlar Yugoslavya denen koca memlekette, Afganistan’da, Libya’da ve Irak’ta taş üstünde taş bırakmadığını söylüyorlar. Hatta; getirmediği demokrasi kalmamış diyorlar. Sen; ev kızısın çocuğum, kocan bakacak sen oturacaksın, doğurdukça doğuracaksın...
    - Haaa, onu dedin sen. Ama ayıp ettin ki Vahidettin; şu anda piyasanın en genç ustası...

    - Afferin çocuğa naapsın öyle böyle mecbur bi şekilde kendini geçindirecek..! İyi çocukmuş diyorlar ama.. Birini buldun iyi kötü bu da bişey... Demek ki onun da yapabileceğinin en iyisi bu ki ? Naaapacaksın ?
    - Ya Tasfiye Teyze küfür mü ediyorsun iltifat mı ? Güleyim mi, ki ağlayayım mı ki şaşırdım ben yaa..? 

    - Ağlama ya, kimse ağlamasın... Çok çektin be çoook, ondan diyorum...
    - Yaa ne çektim ben yaaa..!

    - Aşağıdan yetişemese yukarıdan, o da olmazsa içeriden. O baban var ya o baban, ne döverdi seni be kızım...
    - Ya bi kere sopa gösterdi, o da afra tafra yaptım diye...

    - Yoo, herşeyi bi kenara bırak o baban iyi adamdır..
    - Eveeet...

    - İyiliğin için.. Yakışsa dövmezdi.. Baktı bacaklar taşıyıcı kolon gibi değil, hatta taşeron gibi hiç değil, ee dövdü tabii, naapsın..?
    - Ühüüüü...

    - Akıt derdini tabiii akıt çocuğum.. Anan gibi atma içine, söyle ona o da ağlamasın artık..! Herşey düzelecek, her yer olacak güllük gülistan.. Ne çektin be Gülistan...

    - Ne paraladın kendini bi yerlere gelecem diye, hayır geldin de ne oldu ? Yetmişbeş milyon oldun belki ama akilin kaç be Türkiye’m ? Eğitim de mi çağ atladın, üretimi mi 3’e 5’e katladın, ihracat kalemlerinle mi patladın ? Taşıma su ile değirmen nereye kadar döner be çocuğum ? Ağlıcanız, naapıcanız ..? Mecbur... Ne çektin be Türkiye’m...

    Birkaç film seyredicez, belki de canımız çıkacak ağlamaktan...
    Çok merak ediyorum o Türkan yok mu ahh o Türkan,
    bu kez öptürecek mi acaba dudaktan..?

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Psikolojik Analizler; Ben Hayattan Çok Fazla Şey İstedim

    Denizi seyrettim bugün
    Dalgalar durgun baktı yüzüme
    Düşüncelerim çok uzaklarda
    Suskun martılar
    Suskun deniz, suskun ruhum
    Denizin ufuklarına baktığımda
    Kaybolmuş bir benlik gibi
    Sonu olmayan bir hayat görüyorum
    Kim olduğum?
    Nerede olduğum ve niçin yaşadığım?
    Yaptıklarım, yapamadıklarım?
    Ve ileride yapabileceklerim?

    Sonra aniden,
    Denizin yakamozları bir mutluluk doldurdu yüreğime
    Bu güzelliği görebilmek
    Ne kadar güzel?
    “Bunun için şanslıyım” dedim kendi kendime
    Her bir yakamoz tanesine diledim bana şans getirmesini
    Ben hayattan çok fazla şey istediğim gibi
    Bir o kadar da kaderime bırakıyorum geleceğimi
    Kader nedir?
    Benim yarattığım ya da kendiliğinden olanlar…
    İstediklerimi sorguluyorum
    Neyi istediğimi?
    Ve niçin istediğimi?
    İstediklerim sadece kendim için mi olacak?
    Gerçekleşen isteklerin ne ölçüde gerçekleşeceği?
    Ve ne kadar süreceği?
    Ya ölüm?
    Bu ise çaresizliği gösteren bir kavram…
    Merak arttıkça artar düşüncelerde
    Ne kadar yaşayacağım?
    Ve yapacaklarımı planlarken,
    Yaşamımın ve kendi hayatımın
    Bunlar için yetip yetmeyeceği?

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      ANAMALCILIKTA ÇOKSESLİLİK

    Semra Güzel Korver’in Multikulti (Çoksesli) Haberler belgeselini bana bağımsız sinemacılardan İsmet Arasan haber vermişti; Semra’yı kutluyordu.

    Dün akşam TRT 1’de gösterildi, izledim; Semra, Türklerin Almanya’ya çalışmaya gidişlerinin 50. yılı dolayısıyla  çekmiş belgeseli; çok iyi etmiş, önemli bir konu; çok iyi seçilmiş kişi ve örneklerle anlatmış; Almanya’nın ZDF, Bild gibi belli başlı iletişim araçlarının yöneticilerini, Türk gazetecileri, iki toplumun kaynaşabilmesi için çabalayan örgüt yöneticilerini konuşturuyor. Türk gazeteci ve televizyoncularını hanımlardan seçmesini ise ayrıca beğendim.

    Ele alınan çokseslilik konusuna gelince, yalancı talancı anamalcı düzensizlikte, çoksesliliğe de, çokulusluluğa da yer olamaz; çünkü yaşamın temeli yarıştır,hiç ağızlardan düşürülmeyen, salyalar akıtılarak yinelenen REKABET’tir; ve yarıştığınız kişi kurum ve toplumları geride bırakmanız, yenmeniz, yok etmeniz gereklidir; nitekim bunun için kullanılan sözcükler de çok amansız, çok yırtıcıdır, savaş terimleridir.

    Anamalcılık vebadır, toplumsal kanserdir. O yürürlükteyse, dillerden düşürülmeyen kavramların hiçbiri sahici olamaz, geçerli değildir, yalnız insanları iyice uyutmak üzere kullanılır.

    Gelin şimdi temel bir dirimbilimsel (biyolojik) bilgiyi paylaşalım: yeryüzünde yaşam oluşan ilk okyanuslardan türemiştir, su yosunu, amip olarak; sonra birbirine eklenerek balıklar, sürüngenler, kuşlar, memeliler, ağaçlar, bütün varlıklar ortaya çıkmış.

    Sürüngenlerin beyni yumru biçiminde; onların temel işlevlerini, çiftleşmeyi, üremeyi, beslenmeyi, avlanmayı düzene koymaya yetiyor.

    Sonraki basamakta ortaya çıkan maymunlarda, bu sürüngen beynine, yeni bir katman eklenmiş; o da onların bütün işlevlerini çekip çevirmeye yetiyor.

    İklim değişikliği maymunları ağaçtan yere, otlakların arasına inmeye zorlayınca, yaşamlarını sürdürebilmeleri için ayağa kalkmaları gerekmiş; o zaman, beynin alın bölgesine yaptığı basınç azalmış ve insana özgü yetileri, sözlü konuşmayı, düşgücünü barındıran alın-şakak bölgesi oluşmuş.

    Timsah çevresel koşullar çok olumsuzlaşırsa, yavrusunu bile yiyebiliyor; beynimizin dibinde o ilk yumru durduğu için, bu insan için de geçerlidir; öyleyse iyilik, yardımseverlik, barışçı olma bireye bağlı değildir, toplumsal yaşamın yırtıcılıktan, acımasızlıktan kurtarılması, dayanışmaya, yardımlaşmaya dayandırılması gerekiyor.

    AB’nin, o arada bu yapının temel direği olan Almanya’nın anamalcı çıkmazda nasıl debelendiğini, sulara gömülmemek için nasıl çırpındığını; bunun için üçüncü dünya dediğimiz yoksul ve geri bıraktıkları ülkeleri nasıl amansızca sömürmeye devam ettiğini hepimiz görüyoruz, dolayısıyla bilmemiz gerekiyor.

    Almanya, ucuz işçi olarak getirttiği Türkleri ya da öbür ulusları eskisi kadar yumuşak gözle görebilme olanağını yitirmiş; iş ise, önce sahici Alman’a demeye başlamış, yavrusunu yiyen timsah gibi – zaten onun yerinde kim olsa öyle diyecektir, biz de.

    Dolayısıyla, aradan geçen 50 yılda üçüncü kuşak çocuklar doğmuş; çok daha iyi eğitim almış, Almanca’yı kusursuz öğrenmiş de olsalar, işsizler arasından onların seçilmesi olasılığı gittikçe azalmış; ayrıca, işe alınsalar bile küçümseniyor, aşağılanıyorlar; tıpkı kadın-erkek ayırımında, kadınların erkeklerden 10 kat daha başarılı olmalarının beklenişi gibi, Türk kız ve oğlanlarının da  yerlilerden daha kusursuz olmaları isteniyor.

    Bir de daha tarihsel bir haksızlık sürüp gidiyor; dinlerarası diyalog, çokekinlilik gibi cicili bicili sözler dillerden düşmese de, hepsi gerçek özlemler değil, kandırma araçları olduğundan, Türklerin çoğu katı İslam kurallarına göre yaşıyor hâlâ – tıpkı anayurttakilerin ABD, AB ülkeleri tarafından hızla o yöne itilmeleri gibi.

    Ee, bu durumda, sanırım Bild yöneticisinin söylediği: “Türkiye artık 50 yıl önceki Türkiye değil, daha çok üreten, kendine güvenen bir ülke” demesi, sürüp giden uyutmanın aracı olmaktan başka bir anlam taşıyabilir mi?

    Semra Korver¸ hem buradaki hem oradaki yönetimlerin izin verdiği ölçüde yansıtmaya çalışmış gerçek olguları, doğruları; gösterilemeyenleri, söylenemeyenleri siz tamamlayacaksınız.

    Semra ile çalışma arkadaşlarına alkış.

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Cüneyt Göksu

     Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


       Fidel Diyor ki...

    31 Temmuz 2006’da Küba Cumhuriyeti Devlet Başkanı Fidel Castro Ruz, ameliyatı zorunlu hale gelen bir mide rahatsızlığı yüzünden, geçici olarak yetkilerini ikinci Başkan Yardımcısı olan kardeşi Raul Castro Ruz’a ve diğer devlet görevlilerine bırakmıştı. Bu zorunlu görev değişikliği başta ABD olmak üzere birçok ülkede, hem çeşitli yorumların yapılmasına hem de Fidel’e birşey olursa Küba’da nelerin değişebileceği konusunda farklı teorilerin üretilmesine neden oldu.

    31 Temmuz 2006’da ‘BAŞKUMANDANIN KÜBA HALKINA DUYURUSU’ başlığı ile yapılan duyuru metni aşağıdaki gibi bitiyordu.

    Emperyalizm asla Küba’yı ezemeyecektir.
    Fikirler Savaşı ileri gidecektir.
    Yaşasın Vatan!
    Yaşasın Devrim!
    Yaşasın Sosyalizm!
    Her zaman Zafere doğru!

    31 Temmuz 2006’dan beri Fidel, “Fikirler Savaşı”na düzenli olarak, yazdığı makalelerle katkı verdi. Çevre sorunlarından, Irak ve Afganistan savaşlarına, G8 toplantılarının değerlendirmesinden, Arap Baharı ve Terörizme kadar Küba’nın ve Dünya’nın meselelerine dair yazılar yazdı, yazmaya da devam ediyor. Son günlerde Kore Yarımadasında süregelen ve nükleer savaş riskinin yeniden canlandığı duruma ait Fidel’in değerlendirmesini aşağıda bulabilirsiniz.

    Bu ay söz Fidel’de...

    Kore'de savaşın önlenmesi görevi

    Birkaç gün önce insanlığın yüzleştiği büyük değişimlerden bahsetmiştim. Yeni bulgularla aksi kanıtlanmadığı sürece, akıllı yaşam, gezegenimizde 200 bin yıl önce ortaya çıkmıştır.

    Akıllı yaşamın varlığı ile temel biçimleri güneş sistemimizde milyonlarca yıl önce ortaya çıkan hayatın varlığı karıştırılmamalıdır.

    Hayatta olmanın sayısız yolu vardır. Dünyamızın en güzide bilim insanlarının karmaşık çalışmaları 13.7 milyar yıldan önce meydana gelen büyük patlama olan Big Bang’i takip eden sesleri türetme fikri artık tasavvur edebilmektedir.

    Şayet Kore Yarımadası’nda, şu an gezegenimizde yaşayan 7 milyar insan arasından yaklaşık 50 milyonunun yaşadığı bu coğrafi bölgede yaratılan o derece inanılmaz ve saçma durumun ciddiyetinden bahsetmeyecek olsaydım bu girizgahın gereğinden fazla uzun olduğu düşünülebilirdi.

    50 yıl önce Küba üzerinden yaşanan 1962 Ekim Krizi’nden bu yana ortaya çıkan en ciddi nükleer savaş riskinden bahsediyorum.

    Bu coğrafyada 1950 yılında milyonlarca hayata mal olan bir savaş patlak verdi. Savunmasız Hiroşima ve Nagazaki şehirlerinin üzerinde iki atom bombasının patlamasının ve dakikalar içinde yüz binlerce insanı öldürüp yok etmesinin üzerinden sadece beş yıl geçmişti.

    General Douglas MacArthur, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne karşı Kore Yarımadası’nda da nükleer silah kullanmak istemiştir. Harry Truman bile buna izin vermedi.

    İddialara göre Çin Halk Cumhuriyeti, ülkenin Kuzey Kore sınır bölgesine düşman ordularının yerleşmesini önlemeye çalışırken bir milyon cesur askerini kaybetti. SSCB ise silah ve hava desteği ile ekonomik ve teknolojik destek sağladı.

    Tarihi bir kişilik, son derece cesur ve devrimci bir kişi olan Kim II Sung ile tanışma şerefine nail oldum.

    Şayet orada savaş çıkarsa, yarımadanın her iki kesiminden halklar korkunç bir şekilde kıyıma uğrayacak ve bu durumdan bu halkların hiçbiri fayda görmeyecektir. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti her zaman Küba’nın dostu olmuştur; Küba da her zaman onun dostu olmuştur ve öyle kalacaktır.

    Şimdi teknik ve bilimsel gelişmişliğini ispatlamış olan bu ülkeye, en büyük dostu olagelmiş olan ülkelere ilişkin görevlerini hatırlatırız; böyle bir savaşın, gezegen üzerinde yaşayan nüfusun yüzde 70’inden fazlasını etkileyeceği unutulmamalıdır.

    Eğer orada bu çeşit bir çatışma patlak verirse, Barack Obama, hükümetinin ikinci döneminde kendisini ABD tarihinin en meşum kişiliği olarak gösterecek olan bir görüntüler tufanı altında boğulacaktır. Bunu önlemek kendisinin ve ABD halkının görevidir.

    Fidel Castro Ruz
    4 Nisan 2013
    23:12

    Cüneyt Göksu
    Cuneyt.Goksu@Gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nurten Demirel

     Kahveci : Nurten Demirel


      OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ

    Adam, "Ben sevilecek erkek değilim" demişti başta zaten.
    Kadın da sevdiğini sanmıştı zaten. Aşk sanmıştı.
    De, bu sanma neden bu kadar uzun sürmüştü?
    O sıralarda duygusal boşluk içindeydi, onu gördü, adam sandı, tutunmak istedi.
    Tutundu farkında olmadan o çürük dala. Yıllar geçtikçe gördüğü halde çürükleri, görmezden gelip sağlamlaştırmaya çalıştı boşuna.
    Şimdi kopmuşken o dal ve kadın fırlatıp atmışken çöplüğe çoktan onu, farkında olmayan bu kez erkek. O kadar farkında değil ki, hâlâ beklendiğini hâlâ sevildiğini sanıyor.
    Oysa sevilecek erkek değildi ki, niye şaşıracak şimdi kadının bırakabildiğine, başka biriyle olabildiğine?
    Tüm erkekler gibi o da göremedi kadının geçirdiği değişimi, içinde kopan fırtınaları, köprünün altından ne çok su aktığını.
    Aslında kadının sevgisini yok etmek için bilerek yaptığı onca şeye rağmen şaşıracak olması ilginç. Hem korktuğun sevgiyi yok etmeye çalış hem de "Nasıl olur?" diye şaşır.
    Çünkü bırakılamayacak bir adamdı o kendi gözünde. Ondan başka biriyle olması imkansızdı kadınların. Çünkü çok seviyordu ya kadın onu.
    Oysa bıraktı kadın, sildi attı, hatırlamıyor bile en özel anları.
    "Bir sihirli değnek olsa elimde değiştirsem dünyamı" diyordu. Geldi o sihirli değnek hem de çok uzaktan, yılların ötesinden.
    Artık aşk yok, sevgi var, ilgiye susuzluğun doya doya giderilmesi var.
    Gizlilik saklılık yok, aşikarelik var.
    Olması gerektiği gibi.

    Nurten Demirel (Karahasanoğlu)


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Haşmet Şenses


    Cumali Dayı

    "Bir devlet olacak Allah'ın izniyle" deyişine takılmıştım Cumali dayı. Hani 'ocak'çıyla girdiğin şu tartışmada, "Sizinkiler kız evlât düşmanı, kendi elleriyle öldürürler istemediler mi!" filan deyip seni yaraladığı... Damarına basa basa deyişini sevmiştim lafını ama takılmıştım işte yine de.

    Nasıl anlatmalı, ne demeli bilemedimdi.

    "Küresel şahinlerin kanatlarına yapışmış akreplerin, çiyanların ördüğü duvarlarla kurulacak devletin sana, kardeşlerine ne getireceğini umuyorsun Cumali dayı? Başınıza Amerikan çorapları örülüyor." diyebilir miydim sahi.

    Hani memleketlin mütehhidin inşaatı bitmeye doğru kara kara düşünmeye başlamış, sonra da bir gün ortada dımdızlak kalıp emekliliği tamamlayana kadar nerede bir inşaat bulabilirim diye çekip gitmiştin ya... Biz hep şunu düşündük seni anımsadıkça: Oralarda inşaat mı yok, çalışıyordur birinde.

    Sonra bir ara gelmişsin buralara ben görmedimdi. Petrolün oradaki bir inşaatı bekliyormuşsun da patron hazretleri ortaya çıkıp senin yanında, "Bizim adamımız var, neden bu adamı işe aldınız?" diyerek, elline tutuşturduğu üç-beş kuruşla göndermeye kalkınca yine yaralı ve dımdızlak kalmışsın ortalık yerde.

    Aylar sonra yine gözüktün o sevimli ve genellikle gülen yüzünle. Geçende maç sonrası gitmeden yanımıza uğradığında yine derin bir acı, ben hâlâ buradayım diyordu yorgun gözlerinin ardında. İki aydır para alamadığın yine memleketlin olan bazı çakalların bu kez biraz uzaktaki inşaatından ayrılıp gelemediğini söylemiştin. Sonra da hadi eyvallah deyip giderken, üç kilometre yol için 1,75 cebimde kalsın deyip yürüyüp yürüyemeyeceğini kafanda tarttığını düşünmüştüm, nedense emin olarak.

    İki gün önce durakta bir şeyler yapıyordun, ceplerini mi karıştırıyordun, ellerinde bir şeylere mi bakıyordun da tam bizi gördün gerisin geri kahveye doğru yürümeye başladın ya hani... hızlı hızlı. Epey sonra kahvenin girişine doğru dönüp bir an bakınca anladık bizimle konuşmaktan kaçındığını.

    Sonra ben bir sigara yakmak için elimde çayla kapının önüne çıktığımda, hâlâ ön taraftaki ağaçlardan birinin altında oturduğun masadaki adama, yer yer öfkeden sesini kontrol edemeden anlattıklarını pek anlamasam da belli ki kimbilir kaç bininci kez yaralamışlardı işte, bir türlü kaşarlanmayan ruhunu.

    Muhtemelen farkettiğin ben ve o ara sigaraya çıkan ocakçının senden konuştuğumuzu da anlamışsındır. Okuma yazması olmayan zihninin yordamını buradakilerden en çok ben biliyorum. Konuşurken çokça anlaşamadığımızda nasıl olup da eninde sonunda senin bizi, bizim seni tam tamına anladığımıza hem şaşar hem de derin bir erinç duyardım bundan. Neyse...

    Ocakçının bana ne dediğini biliyordun elbette.

    "Dövmüş kendi adamları, para isteyince... kovalamışlar."

    Pek dövülmüş gibi değildin, zaten o da kendi dilediğince söylemişti lafını bence. Yine de bir şey açıktı, asla vazgeçmediğin onurunu, bir çocuk gibi sevinçli ruhunu hırpalamışlardı besbelli.

    Şimdi ne aklıma geliyor biliyor musun?

    Telefonunun sesi duyulur duyulmaz önce dışarı seğirtip, sonra da karşındakiyle konuşarak caddeyi neredeyse sakınmasızca geçişin ve yılların yüküyle eğrilmiş bacaklarının gövdeni yuvarlanırcasına ikiyüzelli metre aşağıdaki inşaata yetiştirmeye çalıştığı koşuşun... Hem de atmışa dayanmış yaşınla. Asgari ücret denen sadakayla bekçilikten ayrı olarak her işe koşan o toprağın, o soydaşın çakalı hiç tanımadım ama senin belki bilmediğin şu aşağıdaki mekânlardan birinde her akşam toplananlardan biri değilse bile onların kankalarından olmalı. Hani şu önünde, her yıl bir model daha üstünü almadan hırsızlığının hakkını veremediğini hisseden adamların kullandığı pahalı arabaların açık hava şovrumuna çevirdikleri yer.

    Biliyorsundur ya neyse... İşte orada tomarla paralar bir takım esmer gençlerin elinde gidip geliyor bazen. Dışarıdaki modeli geçkince olan arabalar da o çocukların payı besbelli.

    O tomarların içindeki banknotlar gerçekte kimin, itiraf edemesen de içten içe biliyorsun değil mi dayı?

    Belediyeleri onay makamına çevirmiş o soydaşlarının ve onların ülkenin kuzeyindeki zeki, muzipçe gülmeyi hep bilen güzel insanlardan dönme kankalarının değil elbette.

    Kesik kesik ya da net ve kalın sürekli çizgilerle mi olacağını henüz bilmesek de biçimlenmeye başlayan ülkende rol dağılımı nasıl olacak dersin Cumali dayı? Artık o mafyozo bakışlı, çoktaan halkının erdemini yitirmişler burada mı devam ederler yağmaya, bakir bir ülkede mi mevzilenirler tez elden, o işin başka boyutu. Paranın vatanında ikâmet edenlerin göçebeliği, senin en derin yerlerine sinmiş de gülebilmeyi hiç unutmayan gözlerinde cayır cayır bir acıyla yansıyan göçebeliğine benzer mi dersin?

    Ben bütün bunları sana neden anlatamıyorum ki? Böyle az ötemde bir yerlerde olduğun halde, üstelik bazen de bir yerlerde yolumuz kesiştiğinde, neden?...

    Ne önemi var ki, birbirimizi biliyoruz ya. Ben bir Kürt emekçisi olmanın nasıl bir duygu olduğunu asla senin kadar bilemem. Ben en sevilmediğim yerde bile 'yalnızca bir canlı' gibi değil, 'insan' gibi görüldüm. Senin dilindeki karşılığını bilmiyorum ama yine de diyorum ki, gel senin deyişinle ve senin dilince birlikte söyleyelim:

    "Bunların hepsi, kahpe çocigi"

    Haşmet Şenses


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    UCU AÇIK BİR KONU

    Orhan Pamuk ile Umberto Eco’un Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen ”Gerçek, Kurgu, Tarih Üzerine Bir Diyalog” başlıklı söyleşisine katılamadım ama programı dün internetten izleme şansına eriştim. İtalyan uzman Prof. Patrizia Violi söyleşiye moderatörlük yaptığı programda; okuyuculukla, yazarlıkla, kültürlü insan olmakla alakalı birçok konu tartışıldı. Tabii tartışma ortamına, bu iki kültürlü insanın olgunluğu ve bilgisi hâkimdi. Yani yumurtasız, küfürsüz, hakaretsiz bilgi dolu bir program olmuştu.

    Toplantının sonunda Orhan Pamuk’un; “Eco burada olduğu için çok mutluyum. Kendisi büyük bir yazar. Bu sohbet toplantısı düzenlendiği için minnettarım. Kendisinden pek çok şey öğrendim. Kendisine şükranlarımı sunuyorum.” demesi ve buna espriyle karşılık veren Ego’nun; “Doğrusu onun sözlerini tekrar edemem, çünkü bu intihal olur” demesi, programdaki, seviyenin ve mütevazılığın göstergesiydi.

    Bununla beraber, programda yazarlar arasında geçen şu diyalog da çok güzeldi. Kitap koleksiyonlarından bahsedip; “üstelik bir de kötü alışkanlığı var, kitap biriktirdiği kadar, iyi bir okurdur da” demesi, o da ayrı bir espriydi. Espriden öte gerçekti de. İnsanların, televizyon karşısından kalkmadığı, kitapların çöplere atılıp, vitrinlerin gümüş şamdanlarla doldurulduğu bir çağda, kitap okumanın kötü alışkanlık olduğu çok doğru.

    Pamuk’un; “yazarın aynı anda hem saf, hem de düşünceli olabileceğini söylemesi ve yazarı hokkabaz olarak nitelendirmesi” bu da yazarların sahip olduğu, çift karaktere çok iyi bir örnekti. Çoğu yazar, yazarken yazdığı insanın kişiliğine bürünür, onun gibi düşünür, onun gibi yaşar. Bu süreç, kitabın bitimine kadar, hep bu şekilde devam eder.

    Buna en iyi örnekse; Dağlarca’dır: “Çocuk ve Allah” adlı kitabında, hayata ne kadar çocukça bakabildiğini görürsünüz yazarın. Çünkü kitabı yazarken, çocuk olmuş, o eski günlerine geri dönmüştür. Oysa ki gerçek hayatta olgun bir beyefendidir kendisi.

    Pamuk’un “Yalnız yaşamak için yazar oldum!” demesi, o da ayrı bir güzellik.
    Yazarlığın, başarısının sırrıdır; yalnızlık. Rus Edebiyatı’ndan tutunda, Alman Edebiyatı’na kadar, birçok başarılı yazar, en iyi eserlerini, sürgünlerde, gurbette ya da hapishane köşelerinde yazmıştır. Tolstoy’un toplumdan uzaklaşıp kendi haline çekilmesi, Hermann Hesse’nin savaş karşıtı tutumundan dolayı, ülkesinden uzaklaşıp eserlerini farklı ülkelerde yazması.

    Bizde de Mehmet Akif’in en başarılı yapıtlarını Mısır’da, sürgünde yazması. Aynı şekilde Nazım Hikmet’in, en güzel şiirlerini hapishanede ya da Moskova’da yazması vb...

    Toplantıda Orhan Pamuk, yazar olmayı seçme nedenini; “7 yaşından 22 yaşına kadar ressam olmayı istedim, ailemin kararıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’nde, resimle bağlantılı olduğu için, mimarlık bölümüne kaydoldum. Ama sonunda, yalnız bir hayat yaşamak istediğimi anladım. Bu nedenle, ressam olamayacağımı fark ettim. Ve romancı olmaya karar verdim.” demesi.

    Bence, insanın hayatında vereceği en önemli kararlardan biri meslek seçimidir. Bunun içinde; insanın ne isteğini bilmesi gerekir. “Ben neyi seviyorum, neden hoşlanıyorum?” Sorularına verdiği cevap doğrultusunda, kendi yolunu çizmesi gerekir.
    Maalesef ülkemizde sanat olgusunun tam olarak oturmamasında dolayı, insanlar çocuklarını resim, müzik, edebiyat yerine zoraki olarak, mühendislik, tıp, mimarlık gibi alanlara yönlendirmektedirler. O yönlendirmenin sonucunda da, insanlar istemedikleri meslekleri yapıp, hayatları boyunca mutsuz yaşıyorlar. Ya da o fakültede iki yıl, bu fakültede üç yıl okuyup, bitiremeden bırakıyorlar.

    Sonuç; devletimiz için mali kayıp, velililer ve çocuklar içinse kocaman bir hayal kırıklığı.

    Oysa ki bu çocuklar yeteneklerine göre yönlendirilseydi, sevdikleri meslekleri yapsalardı, kim bilir daha ne çok Fikret Mualla’mız, İdil Biret’imiz çıkardı dünya çapında.

    Umberto Eco’nun: “Çocukken hikâye yazmaya yeteneğim yoktu. Yıllar geçti ve doktora tezimden sonra yeteneğim ortaya çıktı” demesi. Bu da üzerinde konuşulması gereken önemli başka konulardan biri.

    Bu cümleden ben şu sonucu çıkardım; yazarlık doğuştan gelen bir yetenek değildir. Çalışmakla, okumakla olacak bir şeydir.

    Ben, ne yazarlar okudum, emekli olup, çocuklarını büyüttükten sonra, tecrübelerini birleştirerek, yapıtlarını ortaya çıkaran.

    Bir de eğitim açısından bakarsanız yazarlara; çoğunlukla asker kökenlidirler ya da mühendis. Dağlarca asker kökenlilere, Mehmet Eroğlu’da mühendis kökenlilere en iyi örnektir mesela.

    Benim, bu kadar güzel sonuçlar çıkardığım, çok kaliteli bir program olmuş dediğim Umberto Eco ile Pamuk söyleşisinin medyada en çok konuşulan kısmı ise Eco’nun şu cümlesi oldu; “Bence dünyadaki insanların çoğunluğu aptaldır.”

    Bu söz üzerine, epey düşünmek gerekli midir bilmiyorum ama benim söyleyeceğim şey şu:
    Bugün televizyondaki filmleri gerçekte karıştıran insanların sayısı az mıdır?
    Kendisine yakışanı ve ihtiyacı olanı değil de, Hürrem Yüzüğü, Sıla Tokası, Beren Çantası kullananların sayısı küçümsenir mi?
    Her habere inanan ve kendi ailesinden biri gibi her şeye ağlayanların, esprisi çatısı altında, güya komedyan diye soytarıların anlattıkları, belden aşağı şeylere, aile içinde ve çocuklarının yanında gülen; “adam iş yapıyor, işi bu!” deyip, her anlatılana sanki şartlanmış gibi kahkaha atan babaların ve onların yanında oturan annelerin sayısı az mıdır?

    Ya, yemek programı diye, aç insanları düşünmeden yapılan, ağız sulandıran programlara ne demeli? Bir de; “şunun şuyu yokmuş, söyle olmuş” diye eleştirenler var ya, onlar da cabası.

    Sokaklarda, geleceklerini düşünmeyip, çocukların eğitimlerine yatırım yapmayıp, moda peşinde koşarak; “falanca hanımın çantası, falanca reklamda görmüştüm ben bunu!” diyerek, sanki bedava veriyorlarmış gibi durmadan alışveriş yapan, eteklerini, kocalarını yarıştıran kadınların sayısı az mıdır?

    Kitapların okunma sayısı ile dizilerin izlenme rakamı arasında farkın, ulaşılmaz orantısızlara vardığı bir ülkede yaşadığımızı unutuyor musunuz?
    Bence bu; “çoğunluğu aptaldır” kelimesinin açılımı, televizyon izlenme rakamlarının altında saklı.

    İnsanlar, hangi programlara gülüyor, hangi dizilere inanıyor, hangi haberlere kanıyor bir bakın! Oradan çıkan sonuç, insanların yarısının mı, yoksa daha fazlasının mı? aptal olduğunu gösterir size…

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    YANDAŞ YALAKA GENE ORTALIĞI KASIP KAVURUYOR: HER TAŞIN ALTINDAN ŞU HAİN KEMALİSTLER ÇIKIYOR

    Engin ve derin araştırmacı, sokuşturmacı ve sırıştırmacı gazetecilik çalışmalarım sayesinde artıkın geçmişimizdeki her türlü melanetin Kemalistlerin başının altından çıktığı anlaşılmış bulunuyor.

    Hatta ve hatta, değil kendi tarihimiz evropa tarihinde ki bazı melanetleri bile aslında Kemalistlerin yaptığı ve suçu başkalarının üzerine attığını da dehşetle görerek sayıyla kendime geldim aziz ampülsever dostlarım.

    Örnek mi istiyorsunuz? Buyurun: Mesela şu ünlü Reyştag yangını! (o kelime aslında öööle yazılmıyor mu? Sana ne Lan editör olacak zatı muhterem! Elleme oluuum, kalsın yerinde. Sonuçta benim cahilliğime verecekler nassolsa. Sana no’luyor!)

    Bu yangını bilem aslında Kemalistler çıkardı biliyor musunuz? Sonra da suçu komünistlerin üzerine attılar!

    “Manyakmısın lan, neden böle bişi yapsınlar ki!” diyecek malum zevat için açıklıyorum efendim: Neden derseniz, daha o tarihlerde bu münafıklar istiyordu ki, şööle esaslı bir yeni dünya savaşı çıksa da, biz de sebeplensek şu iki günlük dünyada.....

    O engin ve derin içgörüsüne rağmen sevdiğim Hitler (Zati ben bi Hitler’i, bi de bizim mahalledeki itleri severim!) bile uyanamadı bu duruma ve de suçun zavallı komünistler üzerine atılmasını yedi benim canım kardeşim!

    Neysem ne....Yurt dışını fazla karıştırmayalım. Yoksam bu yazı bitmez abilerim....Benim tarih bilgim de yetmez zati....Kemalistlerin tüm dünyada karıştırdığı bilumum haltları sıralamaya!

    Onun için biz Evropadan hızlı trene binerek bu topraklara dönelim......

    Sonacıma bizim tarihimizde bildiğimiz her bi kötülüğün tamamını bu Kemalistler tezgahladı. Zaten bu yüzden Savcılar Ergenekonun kuruluş tarihini boşuna Malazgirt savaşına dayamadılar. Değil mi, ama efendim? Nedir ki bu “Ergenekon” denilen şey? Tabii ki, Kemalizmin askeri kanadı yani....

    Bir de tarihçileri de var bu adamların ha! Bi tarihlerde yutturmuştu kendini bi büyük gazteye yazar diye, habire sözde tarih yazıları döşenerek aklı sıra Kemalistleri gözlerden saklayacaktı! Nerden bilsin garibim günün birinde benim gibi cevval bir gazteci çıkacak da her şeyi açık ediverecek!

    Sonunda bunu da internet, site, apartman gibi bahanelerle Herrryerekon sporun yeni transferi olarak hooop içeri alıverdiler.......

    Ne dediniz? Duyamadım efendim....... Malazgirt savaşı eda edilirken, o tarihte Kemalizm filan yok muydu yeryüzünde? Siz ööle sanın, bu Kemalizmin kaynağı teee Adem babamız ile Havva anamıza kadar gider hattı zatında.....

    Mesela 31 Mart ayaklanması da aslında bunların eseridir. Kendileri ayaklanıp, kendi kendilerini, kendileri basarak padişah efendimizi mandepsiye bastırdılar!

    Zaten bugünkü padişah efendimizi de tufaya getirmeye çalışıyorlar, ama Allah kendisinden razı olsun, Dersimli Kılıç efendi kendi partisinde ki münafık Kemalistlere göz açtırmıyor da, Silivriye yollananlarla birlikte pek de ortalığa çıkamıyorlar bugünlerde.

    Genel Başkanların en şaşkını olan Dersimli Kılıç Paşanın yurt dışından ithal genel şaşkın yardımcısı, bence bir an önce söz verdiği gibi Kemalizmi kazımalı şu teörist eğilimli münafık muhalif partinin tabanından.....

    Yok “Yav bu iş çok zormuş, yemediler iki gözüm” diyecek olursa da bir an önce kendi kafasını daha da aydınlatarak açacak olan ampülün altına gelmeli ve de oradan devam etmeli Kemalizme karşı atışlara......Gerçi bunun malum partinin tabanına bir etkisi olmaz ama, olsun! Dışarıdan atışta, dışarıdan atıştır nihayet.....

    Sonacıma bu Kemalistler, Kurtuluş savaşından hemen sonra, adını asla anmak istemediğim kendi liderlerine suikast tertipleme dümenine yatarak, suçsuz, günahsız adamları bile asmışlardır ha!

    Daha sonra casusları aracılığı ile önce Kürtleri kışkırtıp ayaklandırdılar, sonra da üzerlerine bombalar yağdırıp öldürdüler.

    Ne kadar dini bütün Müslüman kardeşimiz varsa yok etmeyi kafalarına koydukları içinde, dümenden Menemen’de önce Kubilayın başını kestiler, sonra da sen kestin diye halkının göz bebeği, pirimiz nurumuz bir derviş efendimizi ipe çektiler.

    Hayır, bana bi faydaları dokundu aslında......Derin gazetecilik faaliyetlerim sırasında bu olaya muttali olmasam, Menemen’i hala yumurtadan yapılan bir yemek zannetmeye devam edecek, tarih bilgimi eksik bırakacaktım. Meğersem gavur İzmir’in böööle bi kazası da varmış yani! Ulan bu İzmir’in her tarafı kaza zaten. Bi zapteyleyelim bu münafık şehri, bakın göreceksiniz nasıl “güzel İzmir” olacak “gavur İzmir”!

    Ne ise artık yavaş yavaş yakın tarihe gelelim derim. Bu yazıyı daha fazla uzatmanın bir alemi yok. Unuttunuz mu, kendi gazetelerinde bomba patlattıkları ve de suçu Müslüman kardeşlerimin üzerine attıkları daha dün gibi yakın yani. Allahtan savcılarımız var da, hemen ortaya çıktı Herrrgenekon’un kendi kendisini bombaladığı.......

    Ayrıcana Cumhurbaşkanı bile öldürdüler bu Kemalistler! Ne yani Özal’ı kimin öldürdüğünü zannediyorsunuz! Hayır, herhalde kanal kanal gezerek yaptığımız dehşetengiz açık saçık oturum programları sayesinde konuyu yeterince anlamışsınızdır diye düşünüyorum.

    Hayır, anlamamışsanız kanallar arası yeni bir tur daha atabilirim yani..... Her ne kadar bugünlerde “Kemalistlerin Kubilay provokasyonu” turunda isek de, bunun yanında yeni bir “Zehirlenen Özal” turu da atmamıza engel bir durum yok yani! Biraccık yorulurum ama, eh o kadar da olsun artık.....

    Malum vatan, millet hizmeti yapıyoruz şunun şurasında......

    Velhasılı kelam, uzun lafın kısası, yakın tarihimizde ne kadar faili meçhul cinayet, işkence, köy yakma yıkma varsa; 1 Mayıs 77’den tutun da, Madımak yangınına, Maraş ve Çorum katliamlarına kadar, hepsi bu Kemalist hainlerin provokasyonlarıdır netekim.

    Tam da böyle demiş iken, beni zorla yeniden yurt dışına çıkardılar bu Kemalistler ya....

    Siz gidin durup dururken, Paris’te ki, akıllı uslu Kürt kızlarını vurun iyi mi?

    Hayır, anlamıyorum bazı medya zırtapozları habire senaryo üretip duruyorlar bu cinayetlere ilişkin. Ne gerek var kardeşim ya, neden kıt beynimi bi de bu işle yoruyonuz ki..........

    Bu işi de kesin Kemalistler yapmıştır. Nerede bir melanet varsa, altından kesin olarak bunlar çıkar zati.....

    Bu yüzden vakti zamanında Kemalistler yüzünden suçlanan, yargılanan, cezalandırılan ne kadar hikmet-i muhterem varsa hepsinin itibarları iade edilerek heykelleri dikilmelidir. Amma velakin bazılarının heykelini dikerken, malzeme olaraktan kullandıkları balta, döner bıçağı gibi şeyleri bu heykellere dahil etmekten imtina da etmeli, bunu unutmamalıyız!

    Dolayısı ile bir daha böyle felaketlerle karşılaşmak istemiyorsak, napcaz? İdam cezasını yeniden koycez ve de ben Kemalistim diyen herkesi yallah ipe çekcez. Her daim söylüyorum, hapse atmakla kurtulamayız bunlardan biz. Maazallah günün birinde bir serbest kalırlarsa, vallahülazim hacet gördüğümüz yere kadar kaçsak gene de kurtulamayız ellerinden! Onun için zamanında sallandırıcan, gidecek......

    Hayır, konu bunlar olunca AB, MB’de ses çıkarmaz, bizim Ortadoğu’daki kapı kulları ileri demokrasiyi pekiştirmekle meşgul diyerek bi süreliğine idare ediverirler durumu...... Yeterki bütün dünya kurtulsun bu münafıklardan.....

    İmam hatip ilk öğretmeme sistemimizde, “Kemalist Zulüm” konulu bir de kompoziyon yarışması düzenleyelim diyorum. Malum çocukların beynini en kaliteli detarjanlarla iyice yıkamalıyız ki, daha “Kem....” hecesini duyunca korkudan kaçacak yer arasınlar!

    Ancak böööle düzeltilir Ülkemizin bozuklukları........

    Zati o zamana kadar Şeyhülislam efendimiz de okyanus ötesinden yurda kesin dönüş yapmış olacağından, onun da fetvasını alırız artıkın.

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Kant’ın Aydınlanma Görüşü ve Foucault’nun Eleştirileri Üzerine I

    Batı felsefesinin on sekizinci yüzyıl kesitinde sıklıkla kullanılmaya başlanan aydınlanma terimi (İngilizce enlightenment, Fransızca l’Age de lumiéres, Almanca Aufklärung, İtalyanca Illuminismo), özel bir anlam ifâde etmektedir. Genel olarak bakıldığında aydınlanma, Batının bu dönemde yaşadığı tüm sosyal, siyasî ve kültürel dönüşümlere göndermede bulunur ve Aydınlanma’nın, 1688 İngiliz Devrimi’yle başlayıp 1789 Fransız Devrimi’yle doruk noktasına ulaştığı, feodal yapısı ve toplumsal düzeni nedeniyle Almanya’ya geç geldiği ve bu terimin esas olarak Batı burjuvasının gelişimiyle şekillenen temelli bir dönüşüme işâret ettiği yönünde genel bir kabûl vardır. (Çiğdem, 1997:17-9)

    Felsefî bağlamda ele alındığında ise aydınlanma, insanın geleneksel görüşlerden, yetkelerden, bağlılıklardan, vb. kurtulup yalnızca akla dayalı bir biçimde yaşamı kavrama ve düzenleme çabasını ifâde eder. (Akarsu, 1998:26) Bu yönüyle aydınlanma, aklın özerkliğini esas alır ve aynı zamanda da aklın kullanımına dâir bir eğitim sürecidir. Cassirer’in de işâret ettiği gibi, “Aydınlanma düşüncesinin gerçek doğası, belirli bir öğreti, aksiyom veya teorem olarak formüle edilmesinde saf ve açık bir şekilde görülemez; ama o, şüphe edip araştırılırken, yıkıp yeniden yaparken geçen süreçte görülür (...) ve ancak bu süreçte, Aydınlanma’nın iç entelektüel hayâtının nabız atışları hissedilebilir.” (Cassirer, 1951:9)

    Dolayısıyla aydınlanma, felsefî anlamda bir tavırdır ve her alanda aklın egemenliğini savunarak otoritelerin baskısından insanların kurtulmalarını amaçlar. (Cevizci, 2002:4) Aydınlanma felsefesine göre insanın mutlak anlamda tek rehberi akıldır ve akıl, mantık ve bilimle eğitilip geliştirilebilen ortak bir yetidir. Bu gelişim içinde, tüm insanlar tarafından ortak bir kullanıma sâhiptir; ancak, aklın özgür kullanımı, kamusal ve kültürel çevre ile belirli birtakım toplumsal mekanizmalar tarafından baskı altına alınır. Bu baskılar nedeniyle insan, kendi aklını özgür biçimde kullanamaz ve kendisini, otoritelere teslîm eder. Bu otoriteler arasındaki çıkar çatışmaları ise bireysel ve toplumsal hoşnutsuzluklara yol açar.

    Bu otoritelerden bağımsız olarak kendi aklını özgür bir biçimde kullanan bir kimse, bireysel ve toplumsal mutluluğu elde eder. (Cevizci, 2002:9) Akıl, aynı zamanda da bilimsel düşüncenin temelini oluşturur ve doğa bilimlerindeki ilerlemenin kaynağında da o vardır; deney ve gözlem verilerini inceleyerek genel yasalara ulaşmayı sağlayan akıl, doğa bilimlerinde olduğu gibi, insanı konu edinen bilimlerde de genel yasalara ulaşmayı amaçlamalı ve insan doğasının genel yasalarını bularak tüm insanların lâyık olduğu mutluluğun ne şekilde açığa çıkacağını göstermelidir. (MacIntyre, 2001:208-9)

    Bu yönüyle, bir Hıristiyan için “Tanrı’nın inâyeti” neyse, aydınlanma insanı için de “aydınlanma” odur. Fakat, kimi aydınlanma filozofları, ateizmin kitle üzerindeki “yıkıcı etki”sini dikkate alıp deizme yönelerek ahlâk ve Tanrı arasında örtük ilişkiler kurmaya çalışmışlardır. Yine de hemen hepsi, Tanrı’nın gerek evrende, gerekse de ahlâk alanında mutlak otoritesini temsil eden Kilise ve tüm iktidâr ilişkilerine karşı mesâfeli durmuşlar ve bunlar karşısında bireyin özgür irâdesini ve seçme özgürlüğünü savunmuşlardır. (Cevizci, 2002:9-11)

    Kant’a göre “aydınlanma, insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte, bu ergin olmayışa insan, kendi suçuyla düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil; fakat, aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude! ‘Aklını kendin kullanmak cesâretini göster!’ sözü, Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.” (Kant, 1984:213) Peki insan, bu ergin olmama durumuna nasıl ve niçin düşmüştür? Bu durumdan kurtulması olanaklı mıdır?

    İmdi “aydınlanmak isteyen”, insanın kendisidir ve bunu başaracak olan da yine kendisidir. Bu yönüyle Kant’ın aydınlanma kabûlü, insanın bunu kendi başına gerçekleştirebileceği yollu bir inancı barındırır ve bu konuda insana sonsuz bir güven içerir. “Aydınlatılması istenilen şey” ise bütününde bakıldığında insanın kurduğu ilişkilerin temelleridir. Bu yolla insan, hayâtın anlamını ve düzenini çözme olanağı elde eder ve erginleşir. Bu erginleşmede ise Kant, her türlü otoriteden bağımsız düşünebilmesini şart koşar; geleneksel düşünme kalıplarına, siyasî ve dînî dogmalara ve kurallara, konmuş tüm değer yargılarına mutlak hakîkat pâyesi vermeden düşünen insan, ergin hâle gelen insandır.

    Öyle ki bu insan, aydınlanma konusunda özel bir kararlılık ve yüreklilik göstermelidir. (Kant, 1984:213) Buradaki kararlılık, kendi aklını kullanması konusundaki bir sürekliliği; yüreklilik ise bu konuda karşılaşabileceği sorunların üstesinden gelme cesâretini içerir. Nitekim insan, belirli bir konu hakkında yalnızca bir seferliğine kendi aklını kullanma çabası içine girer ve sonra da bu çabayı bir kenara bırakırsa, böyle bir insan için aydınlanmadan bahsedilemez. Aynı şekilde insan, bu çabasının sonuçlarına katlanacak bir yürekliliğe sâhip olmazsa, bu durumda da yine aydınlanmış olmaz.

    Bu kararlılık ve yüreklilik vurgusuyla Kant aslında, aydınlanmanın insan için belirli bir zaman ve durumda tamamlanacak, olmuş bitmiş bir olgu hâline gelecek bir durum olmadığını, tüm yaşam boyunca dinamik olarak sürmesi gerektiğini anlatmak ister. Kitlenin kendisini aydınlatması ise insanın kendisini aydınlatmasından daha kolaydır. Bu “kitle”, bilginlerin eserlerini okuyan ve tâkip eden bir kitledir; sürekli olarak birbirleriyle iletişim içindedir ve fikir alışverişinde bulunur; hâliyle, kalıplaşmış yargılardan kurtulmayı teşvik eder.

    Bilginler, yazdıkları kitaplarla bu kitlenin aydınlanmasının olanaklı koşullarını sağlar ki, “kitlenin kendi kendisini aydınlatması, daha çok olanak taşır; hattâ, ona özgürlük; yâni, özgür olma hakkı tanınırsa, bu durumun önüne geçilemez de.” (Kant, 1984:214) Oysa, gücü ellerinde bulunduranlar, insana tam bir seçme özgürlüğü tanımaları hâlinde, iktidârlarını kaybedeceklerini düşünürler ve bu özgürlüğü insanın elinden alarak onu bağımlı kılmaya çalışırlar. Yine de kitlenin aydınlanmasına engel olamazlar. Kitlenin içinde bağımsız düşünebilen birkaç kişi, her zaman bulunur ve bu kimseler, belirli türden bir ödev duygusuyla hareket ederek kitlenin aydınlanmasını sağlarlar. (Kant, 1984:214-5)

    Bu boyunduruktan onlar da şüphesiz ki, kendi akıllarını kullanarak “kendi başlarına” kurtulmuşlardır. Aydınlanma için temel gereksinim, özgürlükten başkası değildir ve bu özgürlük, tüm özgürlükler içinde en “zararsız” olanıdır. Fakat, Kant’ın burada özgürlükten kast ettiği, insanın yalnızca kendi özel işlerinde bağımsız bir akılla düşünebilmesi değil, aynı zamanda kitlenin önünde de aklını apaçık bir biçimde kullanma özgürlüğüdür. Toplumsal yaşamda insan, bu özgürlükten uzak tutulmaya çalışılır; oysa, “yalnızca bu tutum, insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir.” (Kant, 1984:215)

    Örneğin bir bilgin, çalışması sonucunda ulaştığı bilgi ve görüşleri, kitleye yardımcı olacak biçimde özgürce sunmalıdır ve bu bilgin için bu tür bir faaliyet, hem bir kamu hizmetidir, hem de bir insanlık görevidir. Kezâ, tek bir kişinin kendisini aydınlatması, kitlenin kendisini aydınlatmasından daha zordur; ergin olmama durumunun yarattığı güvence ve rahatlık kişiyi, bu boyunduruktan kurtulma çabasından alıkoyar ve kişi, bu yönde ne yapması gerektiğine karar veremez. Gerçekleri kendi başına arayıp bulmaya çalışmak yerine, hazır yargılardan yola çıkarak anlamayı daha kolay bulur ve üstelik, sorumluluk almaktan da kurtulur.

    Kant’a göre ergin olmama, kendi aklını bütünüyle kullanamayan ve eylemlerinden sorumlu olmayan; bu yönüyle de yetişkin kavramının karşıtı bir kavram olarak kişinin belirli bir dönemde içinde bulunduğu durumu ifâde eder. Bu ergin olmayış ilk başta, insanın kendi yaşam kesiti içinde tecrübe ettiği doğal bir durumdur; doğumdan hemen sonra insan, aklını hemen hiç kullanamaz ve bunu yapabilmesi için belirli bir süreye ihtiyaç vardır. Bu dönemde insan, kendi kararlarını kendi başına almak için henüz yeterli olanaklara sâhip değildir. Bu nedenle, kendisi yerine düşünen birilerine; özellikle de anne ve babasına ihtiyaç duyar.

    Bu doğal durum, insanın kendi aklını kullanma yeterliliği göstermeye başladığı döneme girmesiyle “anormal” bir nitelik almaya başlar. Kant’ın ergin olmama kavramı da aslında, bu “anormallik”i vurgulama amacındadır ve insanın bağımsız düşünmeyle aşması gereken ergin olmama durumu budur. Ancak, “tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki insanların çoğu, bütün yaşamları boyunca kendi rızâlarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar.” (Kant, 1984:213-4) Bu rızâ nedeniyledir ki, insanların başına gözetici veya yönetici olarak gelmek kolaylaşır; kendi kaderleri de bu kimselerin tasarrufuna terk edilir.

    Buradaki anlamıyla ergin olmama durumu, insana aynı zamanda da büyük bir rahatlık sunar; kendisinin yerine düşünen ve karar veren kimselerin varlığı nedeniyle insan, hemen tüm sorumluluklarından ya kurtulur, ya da bunları en aza indirger. Kişinin kendi eylemleri üzerine düşünmesi ve bunlara kendi başına bir yön tâyin etmesi, “sıkıcı ve yorucu”dur ve bu kimselerin varlığı nedeniyle insan, kendi eylemlerinin öznesi olarak bunların sorumluluklarını üstlenmeyi “tehlikeli” bulur. Hâlbuki, kendi düşünceleri ve kararlarıyla çeşitli tehlikelerin içine düşmüş bir kimsenin durumu, ergin olmama durumuna rızâ gösterenlerin durumundan daha kötü sayılamaz. (Kant, 1984:214)

    Kant’a göre bu ergin olmama durumundan kurtulmanın zorluğu, bu durumun insan için ikinci doğa hâline gelmesidir. Burada “ikinci doğa”yla kast ettiği, insanın kendi doğal yapısının üzerinde yapay kural ve zorunluluklardan oluşan bir yasalılıktır ve insanın bunları gerçek sanması, kendi eylem ve kararları üzerinde kendi denetimini olanaksızlaştırır ki, bu olanak gerçekleşmediğinde, ergin olmama durumu aşılamaz. İnsanın bu duruma “seve seve katlanması” da yine bu ikinci doğa nedeniyledir. “Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle, kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.” (Kant, 1984:214)

    “Mekanik araç” nitelemesini Kant, özgürlüğün karşıtı bir zorunluluk içinde değerlendirir. İnsana dışarıdan dayatılan ve sorgulanmadan kabûl edilen yargılar, onun üzerinde bu doğayı yaratır ki, bu doğanın yasalarına insan, mekanik bir biçimde kendisini kaptırır. Bu mekanik, kişiyi her defâsında belirli birtakım otoritelere koşulsuz itaat etmeye ve her şeyi sorgulamadan kabûl etmeye zorlar. Nitekim mekanik, hareket hâlindeki nesnelerin düzene konulmasıdır ve bir kez bu tür bir düzen kurulduğunda, bu düzen içinde tüm nesneler, kendi varlık koşullarını bütünün işleyişindeki düzen ve uyum içinde bulur. İnsan söz konusu olduğunda da bu mekanik, gücü elinde bulunduranların dayatmalarının zorunlu bir sonucudur.

    Mekaniğin nasıl işleyeceğine, o mekaniği kuran irâde karar verir; insan yaşamında da gücü elinde bulunduran irâde, bunun ne şekilde kullanılacağına bağlı olarak bu bütünün işleyişindeki düzen ve uyumu tesis eder ve denetler. Hazır değer yargıları, hem bu irâdenin somutlaşmasını, hem de bunun gerçekleştirdiği denetimi ifâde eder ve bunların içselleştirilmesiyle insan çoğu zaman, nasıl bir çembere alındığının farkına bile varamaz. Ergin olmama durumundan kurtulmak, insan için bir ödevdir ki, bu engellerin irâde üzerindeki etkinliği nedeniyle bunu tek başına yapması da kolay değildir ve başkalarından yardım alması, onları rehber edinmesi kaçınılmazdır. (Kant, 1984:214-5)

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    FAHRİYE ABLA

    Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
    Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
    Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
    Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
    Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
    Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
    Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!

    Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,
    Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
    Güneşin batmasına yakın saatlerde
    Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
    Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
    Bahçende akasyalar açardı baharla.
    Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!

    Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
    Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
    İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
    Altın bileziklerle dolu bileklerin.
    Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
    Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
    Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!

    Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
    En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
    Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
    Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?
    Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
    Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
    Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla!

    Ahmet Muhip DRANAS

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Fernando
    ABBA









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20130412.asp
    ISSN: 1303-8923
    12 Nisan 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com