Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 12 Sayı: 1.989

 22 Kasım 2013 - Fincanın İçindekiler


  • SONBAHARDAN ZEMHERİYE -4 ... Seyfullah Çalışkan
  • DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ’NDEN ÖĞRETMENLER GÜNÜ’NE ... Hamdi Topçuoğlu
  • SINANMA ... Nurten Demirel
  • Bekleyiş ... Nevriye Hamitoğlu


  • Dost Meclisi, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Bana bak sULANma dershanelerime!...


    Vatan hainliğinin sözlük anlamını araştırdım. Aynı kapıya çıkan çeşitli anlamlar yüklemişler. Ama hepsinin özeti; "Vatanın yüksek çıkarlarını hiçe sayarak onun aleyhinde iş gören kimse." Bir vatanın en yüksek çıkarı ne olabilir diye biraz düşündüğünüzde ise tek bir cevap var; "Toprak" ya da "Toprak bütünlüğü". Tüm savaşların ana konusu değil mi biraz daha fazla toprağa sahip olmak? Yerüstü ve yeraltı zenginlikleriyle toprağı ele geçirmek ya da tutmak değil mi "En yüksek çıkar"? Peki bu gerçeği tersten okumaya çalışanlara ne deniyor? Vatan Haini.

    Seksendokuz yıl önce türlü uğraşlar verilerek elde edilmiş bir vatan toprağını pazarlık konusu yapmak, ya da pazarlıksız, gözü olanların ekmeğine yağ sürecek söylemlerde bulunmak vatan haini olmak için yeterli değil mi? Örneğin ben, en ücra bir dağ köyüne gidip "Burası Cemistan'dır. Atalarım burada doğmuş büyümüştür. Dilimiz Cemce, dinimiz pastafaryanizm, tanrımız Uçan Spagetti Canavarı'dır." desem, sonum ne olur? Akıllı bulurlarsa dört duvar arası F Tipi, akılsız bulurlarsa Bakırköy, gene dört duvar arası. Ne vatan hainliğimi, ne dinsizliğimi, ne dangalaklığımı bırakırlar, yediğim sopa önümde yemediğim ardımda kalır. Gelelim bugüne.

    Bir koca ülkenin, bir doksan yıllık Cumhuriyetin, 10 küsur yıldır hüküm süren başbakanı, yanına topladığı yağdanlık takımıyla, aynı memleketin bir vilayetine ziyarete gidiyor. Bu gidiş nedense tarihi bir gün oluyor. Aşağı memleketin bitli başkanı da aynı vilayete zafer çığlıklarıyla geliyor. Daha birkaç yıl evvel, el etek öptüğü, öpemeyince sayıp sövdüğü yukarı memleketin başbakanıyla el ele göz göze takı merasimi yapıyor. Ve en önemlisi yukarı memleketin başbakanı, aşağı memleketin dünkü çulsuzuna "Kürdistan'a hoşgeldin." diyor. Kürdistan dediği yer neresi? Kars, Erzurum, Van, Muş, Malatya, Elazığ, Batman, Urfa, Gaziantep, Şırnak, Hakkari ve tabi Diyarbakır diye uzayıp giden vatan toprağı. Yani, uğruna savaşılmış, sınırları Lozan'da çizilmiş bir koca ülkenin 12 vilayeti bir başka memleketmiş gibi resmediliyor. Buna, başbakan olacak zat Kürdistan diyor ve yanındaki yöresindekiler alkış tutuyor.

    Ulan bu düpedüz vatan hainliğidir. Şamar oğlanına dönen ağlanç Arınç hala imamı savunmak için "Biz nasıl ki partimize, Akepe diyenlerin aksine, Ak Parti diyorsak, onlar da oraya Kürdistan diyor. Ne yani ben Belücistan mı diyeyim. Onlar öyle diyor diye ben de Kürdistan diyeceğim." diyebiliyor. Alçaklık, satılmışlık, vatan hainliği diz boyu. Konunun Kürt sorunuyla bir alakası yok. Konu, oy uğruna, ölü doğan bir saçılım politikasından nemalanma taktiği. Bu uğurda vatan hainliğini bile göze alma aymazlığı, ele geçirdiği adalet mekanizmasının kendisine ulaşamayacağına olan sonsuz güvenin eseri. Ulan bunun adı düpedüz VATAN HAİNLİĞİ.

    ***

    Dershane merkezli bir cemaat tayyip çekişmesi varmış gibi servis ediliyor ve milyonlarca insan bununla meşgul oluyor ya, ben hepsine ardımla gülüyorum. Aynı kaba pisleyenler arasında ayrı gayrı olmaz. Olsa olsa belki biri biraz midesini üşütmüştür, çıkanın niteliği farklıdır. Yoksa b.k aynı b.k. Hala bu adamların gizli bir ajandası olmadığına, kafalarında apayrı bir Türkiye özlemi duymadıklarına, haktan hukuktan, yetimden, kadından yana olduklarına inanan kaldı mı artık bilemiyorum. Ama "Yetmez ama evet" diyerek bu memleketin içine edicilere peşkeş çekilmesine ses çıkarmamış liboş tayfasına, sözde demokrat su samurlarına sadece "ALDANMAYIN" diyorum, o kadar. Tüm olup bitenler, dişlileri silerken araya sıkışmış üstüpünü çıkarıp temizleme ameliyesi. İyi polis, kötü polis oyununun İslami yansıması. Ben sana az kızayım, sen bana az ayar ver. Sonra ben seni affedeyim, sen biraz geri adım at, ben senin alnımdan öpeyim, sen benim elimi yala, diye sürüp giden bir çadır tiyatrosu. Bunların tenceresinde Türkiye kaynıyor, Türkiye. Biri Pensilvanya'da şükran gününde yiyor, diğeri ekmek arası az baharatlı Diyarbakır'a yolluk yapıyor. Zihniyet aynı, hedef aynı, pasta aynı, bıçak aynı, tabak aynı. Paylaşamadıkları dilimler arasındaki antep fıstığı sayısı. Sata sata bitirdikleri memleket servetini yeniden yapılandırmak, boyayıp boyayıp tekrar satmak için yapılan bir ali cengiz kurnazlığı. Cem dediydi dersiniz, ne dershaneler kapanır ne de cemaat oyları başka kanallara akar. Dedik ya, aynı kaba...

    Dershaneler kalkacakmış. Neden? Hangi eğitim sorununu aştın da, bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan dershaneleri kapatmayı istersin? Sınav sistemi kalkmadıkça, her okulda eşit eğitim verilmedikçe, öğretmenler doymadıkça, atanamamış üçyüzbin öğretmeni atayamadıkça hangi dönüşümü yapacaksın? Senin anladığın dönüşüm olsa olsa kızlarla erkekleri ayrı okullara göndermekten ibarettir. Dershaneleri kaldıracakmış, sen önce .... tövbe tövbe.

    ***

    Tiyatro aşığı olduğum yıllarda, özellikle erkenden gelip, üst salonda oyununu bıkmadan yeniden izlediğim Nejat Uygur'un anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Işıklar içinde yatsın. Ayrıca her türlü zorluğa rağmen görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışan öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü"nü kutluyor, büyük küçük hepsinin ellerinden öpüyorum. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      SONBAHARDAN ZEMHERİYE -4

    Bu eski televizyonu değiştirmeli artık. Bozulmuyor da nalet. Bazı huylarım babama çekmiş. O da olsa böyle yapardı. Hiç iki çift ayakkabısı olmadı onun. İki tane gözlüğü veya iki radyosu... Parası bile olsa yine de almazdı. Bütün gün öğleden sonra bulmaca çözmek sıkıcı oluyor. Bir iki diziyi takip etmeye başlamalı belki. Arada sırada evlilik programına da bakmalı. Emekli maaşından birkaç kuruş biriktirip kışın bile sımsıcak olan, güneşli kıyı kasabalarına kaçmalı bazen. İnsan hep aynı dört duvara bakmaktan usanıyor işte. Son günlerde acayip huylar edinmeye başladım üstelik. Eski fotoğraflara bakıyorum uzun uzun. Bütün çekmeceleri karıştırdım. Orada burada ne çok fotoğrafımız varmış bizim. Bir kısmını albümlere özenle yerleştirmişiz çok eskiden. Bir kısmını ise tıka basa sarı zarflara sokuşturmuşuz. Çocuklarımız doğduğunda daha sık resim çektirmişiz örneğin. Onlar büyüdükçe fotoğraflar da okul piyesleri ve mezuniyet törenleri ile sınırlı kalmış. Daha okula başlamadan önceki bir resimlerine takıldı gözüm. Bir divanda oturmuşuz. Oğlum ya üç ya da dört yaşında belki... Ayak parmağıma uzanmış benim. Beni dinle diyor olmalı. Ya da bana bir şeyler anlatırken çekilmiş. Kim çekmiş, nereden gelmiş anımsamıyorum. Fotoğrafa sarılıp ağlar mı eşek kadar adam? Ne tatlıymış o zamanlar. Ne güzelmişiz biz öyle. Güzel zamanlar çok çabuk geçip gidiyormuş meğer. Kıymetini bilememişiz.

    IV.

    Balık ve şarap keyfi epey uzun sürdü. Masayı toplayıp mutfağa girince içeriye sinip kalmış balık kokusunu fark etti. Pencereyi açtı. Balığı yedikten sonra kokusundan kendisi gibi rahatsız olanlar var mıydı? Sigara içtikten sonra kül tablasının kokusundan, balık pişen tavadan, sarımsaklı yoğurt koyduğu kâseden bile iğrenirdi. Saate baktı. Daha on bile olmamıştı. Kızına telefon etti. Torunun sordu. Konuşurken biraz başı döndürüyordu. Bir ara içinden geçmesine rağmen kızına şarap içtiğini söylemedi. Televizyonun karşısındaki divana uzandı. Yarım saat bile ekrana bakamadan uyuyup kaldı.

    Uyandığında hava yeni aydınlanıyordu. Pencereler öylece açık kamış, hem sabahın serini hem de içeriye taze bir sabah doluyordu. Kalkıp pencereleri kapattı. Üzerine örtecek bir şey aldı. Yeniden gelip bedeninin sıcaklığını bıraktığı yere uzandı. Uykunun tadı kaçmıştı. Birkaç kez sağa sola döndü. Gözlerini kapattı. Beynini boşaltıp uyumaya çalıştı. Baktı ki olacak gibi değil kendine eziyet etmekten vazgeçip kalktı. Çaydanlığı ocağın üstüne koydu. Sıcak suya hazır kahve karıştırdı. Sokağa bakan pencerenin önüne oturup kahve kupasını ellerinin arasına aldı. Yeni uyanan sokaklarda güvercinler dolaşıyordu. Bir de sarı çizme ve sarı yağmurluk giymiş balıkçılar.

    Belki gelecek ay kocasının yanına girerdi. Kışlık giysileri orada kalmıştı. Kazakları ve paltosu giysi dolabının üzerinde duruyordu hala. Genç kızlığından kalma fotoğrafları ve çeyizinden arta kalan birkaç parça dantelle bezenmiş havlu, çarşaf ve yastık kılıfları. Çocukların daha çok anneler gününde aldıkları armağanlar. Babasından kalma serkisof marka cep saatini mutlaka almalıydı hatta. Bir de yıllardır çıt çıkarmayan bir radyo. Birkaç kahve fincanı, takımı bozulmuş porselen tabaklar da... Geri kalan bütün eşyaları alıp geldiğinde bütün bağlar kopmuş olacaktı. Bir daha geri dönmek için hiçbir sebebi kalmayacaktı. Son günlerde aklını en çok kurcalayan soru buydu. Her şeyi, bütün geçmişi kesip atmalı mı? Yoksa şimdiki gibi enkaz halinde mi bırakmalıydı? Her iki seçenek aynı sona gidiyordu. Yine de kesip atan ben olmamalıyım.

    Eve döndüğümde Kemal Bey ona nasıl davranırdı acaba? Geldiğime sevinir mi yoksa? Hiç tınmayabilir de. Onun ne yapacağını önceden kestirmek çok zordur. Yine eskisi gibi somurtup televizyon karşısında heykel gibi uykusu gelinceye dek oturabilir. Geri, evimize dön diye yalvarsa ne güzel olur. Dönmeyi düşünmüyorum ama yine de yalvarmasını görmeyi ne çok isterdim. Ev leş gibi olmuştur çoktan. Yattığı çarşafları haftada bilemeden on beş günde bir değiştirmeyi aklının ucundan bile geçirmez o. Ömründe bir kez olsun banyoyu silmemiştir. Lavaboyu fırçalamamıştır. Makineyi çalıştırıp evi süpürdüğünü hiç anımsamam. Cam silmeyi çoktan geçtim çamaşır asmayı bile bilmez. Çünkü bütün yaşamı boyunca bu önemsiz işleri yapan biri vardı yanında. Ve o bunu fark etmeden öylece yaşayıp gidiyordu. Biraz yakındığımda, bir kadın tutalım dediğimde hep aynı cümleyi söylerdi. Ne yapıyorsan yap. Bozuk paraya aklım ermez benim.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ’NDEN ÖĞRETMENLER GÜNÜ’NE

    Size hiç büyük ikramiye çıktı mı?

    Bana çıktı.

    Aklınıza hemen şu piyangolar, lotolar, totolar, iddialar, televizyonlarda her gün bir yenisi başlayan zahmetsiz para kazanma ve köşeyi dönmeler geldi değil mi?

    Değil, değil… Kastım bunlar değil. Üstelik ben, emeksiz kazanmanın mutlaka birilerinin cebini gizli ya da açık, doğrudan ya da dolaylı tırtıklamak olduğunu bildiğim için böyle şeylere değer vermem.

    Bence en önemli ikramiye sağlıktır. Sonrası kendinizi daha iyi, daha mutlu, yararlı insan yapabilme şansını yakalamaktır.

    Sağlığımız aman aman olmasa da bizi bu günlere getirdiğine göre, şanslı sayılırız.

    Benim büyük ikramiyem, yararlı ve mutlu insan olmanın yollarını kavratan bir eğitim alabilmemdir. O eğitim sayesinde sormayı, sorgulamayı, düşünmeyi, araştırmayı, biçimlendirmeyi, sunmayı; güçlüklerden yılmamayı, insanı sevmeyi, yaşamın sürüp gitmesi için evrensel duyarlılığı öğrendim.

    Ben, bu ikramiyemi Tonguç’un “Gönensin diye çocuklarımız” diyerek açtığı Isparta Gönen Köy Enstitüsünün devamı Gönen İlk Öğretmen Okulu’nda okuma fırsatı yakalayarak kazandım.

    Bir okul düşünün; öğrenciler 1960’larda yirmi kişilik sınıflarda okuyor, kalorisi hesaplanmış yemeklerle besleniyor, sporun, sanatın ve bilimin her alanında kendi kapasitesini ve yeteneklerini sınayabiliyor; yaşama, yarın ne olacağım kaygısından uzak hazırlanıyor.

    Bir okul düşünün; binlerce kitabı, sanat, edebiyat dergilerini ve günlük gazeteleri okuyabileceğiniz kütüphanesi var. Öğrenciler daha on iki yaşlarında dünya klasiklerini okumaya başlıyor.

    Bir okul düşünün; fizik, kimya ve biyoloji laboratuarları var. Bu laboratuarlarda öğrenciler kendi deneylerini gerçekleştirebileceği araç gereci bulabiliyor, hayvan tahnit etmeyi bile öğreniyor.

    Bir okul düşünün; Türk ve dünya bestecilerinin eserlerini dinlediğiniz, yeteneğinize göre bir enstrüman çalabildiğiniz ses geçirmez odaları bulunan müzikhanesi var. Hayatında piyano görmemiş öğrenci, piyano çalmayı öğreniyor.

    Bir okul düşünün; demiri, ağacı işleyip araç gereç yapabildiğiniz işlikleri var. Öğrenciler avadanlıklar yapıyor; demire su vermeyi öğreniyor.

    Bir okul düşünün; gösteri salonunda öğrenci koroları, tiyatroları gösteriler sunuyor. Vizyona yeni girmiş filmler izleniyor, neredeyse her ay tiyatro grupları oyunlar oynuyor; öğrenciler ülkenin en ünlü oyuncularıyla söyleşiler yapıyor. Paydos’u, Kral Ouidipus’u oynuyor çocuklar.

    Bir okul düşünün; öğrenciler, resim atölyesinde daha 12 yaşında ulusal ve uluslar arası üne sahip ressamlarla tanışıyor; Çallı’dan, Rubens’e, Dali’ye kopyalar yapıyor.

    Bir okul düşünün; atletizm pisti, yüzme havuzu, voleybol, basketbol, futbol sahaları ve kapalı spor salonu var. Okul basketbol takımı Isparta’yı temsil ederek profesyonel takımlarla maçlar yapıyor

    Bir okul düşünün; doktoru, hemşiresi ve hastabakıcısı bulunan bir reviri var.

    Bir okul düşünün: bağlarından üzüm, bahçelerinden kiraz yediriyor öğrencilerine. Sabah kahvaltısında sunulan süt kendi ahırlarından; yumurta, kendi kümeslerinden geliyor.

    Bir okul düşünün: öğrencilerine her yıl bir yurt kösesine on günlük gezi armağan ediyor.

    Üstelik bu okul, öğrencilerine bunca hizmeti devletten çok az para alarak gerçekleştiriyor. Çünkü onun döner sermayesi var. Bahçelerinde gül ve kiraz; tarlalarında şeker pancarı yetiştiriyor bu okul.

    Söyler misiniz, günümüz Türkiye’sinde hangi öğrenciye böyle bir ikramiye vurabilir?

    Bizler böyle bir okula bir köy çocuğu olarak geldik, Cumhuriyetin, bir çağdaşlaşma projesi olduğunu kavrayarak öğretmen olduk.

    Hepimiz ülkemizin geri kalmış bölgelerinde öğretmenlik yapmak istedik. Çünkü yoksul halkın vergileriyle sırtımız ceket, ayaklarımız kundura görmüştü. Defterimizi, kitaplarımızı, aşımızı, sıcacık yatağımızı bize veren devlete her koşulda hizmet etmek boynumuzun borcuydu. Anadolu’ya gidecek, cehaleti yenecek, ülkeyi Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracaktık.

    ….Ve devlet, KPSS gibi sınavlara sığınmadı, okulu bitirdiğimiz gün atamamızı yaptı. Cebimize yolluğumuzu koyup görev yerimize gönderdi.

    Biz bir geleneğin devamıydık. Bize bırakılan meşaleyi daha iyi daha güze taşımaktı görevimiz. Bu gelenek bize Fakir Baykurtlardan, Ahmet Yamacılardan mirastı. Okuduğumuz sıralarda, yattığımız yataklarda, yemek yediğimiz masalarda, yıkandığımız kurnalarda, gölgesinde dinlendiğimiz ağaçlarda onların alın teri vardı.

    Bizler Köy Enstitülerinin yarattığı vahalarda yetişen köy çocuklarıydık. Bu yüzden aslımızı hiç unutmadık. Hâlâ Atatürk devriminin hedeflediği çağdaş insanın; ancak köy enstitüsü modeli eğitim sistemleriyle yetişebileceğine inanıyoruz.

    20 Kasım “Dünya Çocuk Hakları Günü”ydü. Pazar günü de “Öğretmenler Günü”nü kutlayacağız.

    Benim okulum da yukarıda anlatılan okul gibi bir okul diyen çocuklar, gençler el kaldırın! Ben, sizlerden daha iyi koşullarda öğretmenlik yapıyorum diyen genç meslektaşlarım siz de el kaldırın!

    …..

    Sahi siz bu ülkenin ilerlediğine inanıyor musunuz?

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nurten Demirel

     Kahveci : Nurten Demirel


      SINANMA

    Allah insanı üç şeyle sınarmış.
    Ya malıyla,
    Ya canıyla
    Ya da evladıyla.
    Şükürler olsun ki beni malımla sınadı.

    Hiçbir zaman para, mal mülk hırsım olmadı. Çok param olsun, yatım katım olsun demedim hiç. Ama işte, bir evim vardı, geçinebilecek kadar param vardı. Mesleğim de iyi, daha ne olsundu.

    Hayatımın maddi kısmını hep bu rutinde sürecek sandım. Yokluk çekeceğimi, bir kuruşun hesabını yapacağımı hiç düşünmedim. Sonuçta zaten tasarruflu bir insandım, gereğinden fazla harcamaz, lükse burun kıvırır, başkalarının parası üzerinde yorum yapmaz, imrenmezdim. Bu durumda neden yokluk çekecek hale düşeyim ki diye düşünürdüm.

    Hem sonra helaldi benim param. Neyim varsa tırnaklarımla kazıyarak elde etmiştim. Bu helal para kavramına o kadar çok inanırım ki, işyerimin kapısını kapamadan çıkabilir, çantamın iç fermuarlarını kapamadan dolaşırım. Param pulum çalınmaz benim.

    Tamam, bu şekilde çalınmadı param hiç, ama Allah’ın sopası yok; kendi ellerimle verdim hırsıza paramı.

    Bilemedim, filmlerde izleyip kitaplarda okuduğum çok kötü insanların bir gün gelip benim de karşıma çıkabileceğinin tahminini bırak rüyasını bile görmedim. Hep güvenilirdi insanlar aksi kanıtlanmadıkça benim kafamda. İyi insanların karşısına hep iyiler çıkmaz mıydı hem? Bunun aksi haksızlık olmaz mıydı, adaletsizlik olmaz mıydı?

    Kafama bak, ne kadar adaletsiz bir dünyada yaşadığımızı unutmuş, kendini rüya aleminde sanmış.

    Hayat sürprizlerle dolu sözü hiç boşuna söylenmemiş.

    Gün doğmadan neler doğar sözü de…

    Geçen akşam ilkokul hatıra defterimi aldım elime. Hani, arkadaşlara yazdırılan defterler var ya onlardan. İlk sayfadan başladım okumaya. Öğretmenimin inci gibi yazısıyla benim iyi özelliklerimi sıraladığı yazısını bir kez daha okudum. O kız ben miyim? O hassas, duygulu, düzgün, iyi ahlak sahibi kız. Sayfaları çevirdikçe okuduklarım şaşırttı, hatırlattı kendini utandıran yazılar. Fazla samimiyetimin olmadığı, hem fizik hem kişilik ve hem de varsıllıklarıyla göze batan, öne çıkan, imrendiğim sınıf arkadaşlarımın yerine kendim yazmıştım. Onların ağzından, beğeni ve övgü dolu satırlar. Değiştirmeye çalıştığım yazı karakterim ne kadar beceriksizce görünüyor şimdi.

    O zamandan başlamışım kendimi kandırmaya. Kendimle birlikte dolaylı da olsa başkalarını da kandırmaya.

    Yalan söylemeyen var mıdır? Hiç yalan söylemedim diyebilir mi bir insan?

    Yalan söyledim elbet, önce kendime ki, bence en büyük yalanlar bunlardır; bunu da yeni anlayışıma yazık….

    Hiç kimseye kötülük etmeyi düşünmemişken, herkese elimden geldiğince yardım etmeyi hayatım boyunca ilke edinmişken, maalesef iyi niyetim sebebiyle yalan da söyledim, kötülük de ettim. İstemeyerek demek mazeret değil tabi, biliyorum. Ancak gerçekten hiç istemedim kimsenin benim yüzümden zarar görmesini. Hayatımdaki eksiğin ne olduğunu şimdilerde çokça düşünür oldum. İlgi ve sevgi olduğunu biliyorum artık, fakat neden bu kadar çok ilgiye ve sevgiye ihtiyacım olduğunu hâlâ çözemedim.

    Yalnız kalmak istemiyorum, insanların benim hakkında kötü düşünmesini istemiyorum. Herkes beni sevsin, herkes beni iyi bilsin istiyorum. Ama olmuyor işte. Herkesin beni sevmesi ne mümkün ne de önemli. Sevmeseler ne olur? Neden dert ediyorum bunu bu kadar? Birileri benim için, “Aman o kadın mı, geç.” deseler ne eksilir benden? Onların ne dediği mi, benim ne düşündüğüm mü önemli?

    Kendimi sevemedim galiba ben. Gereken değeri veremedim kendime. Onun için başka insanların ne dediğini ne düşündüğünü önemsiyorum bu kadar. Bu yüzden aylardır utandım, söyleyemedim yaşadıklarımı en yakınıma. Sakladım, içimde bir yumru oldu, sırtımda yük. Birikti, birikti, içinden çıkılmaz bir dipsiz kuyu oldu ve ben mecbur kaldım sonunda. Gururu, utanmayı bir kenara bıraktım.

    Keşke…

    Keşke daha önce yapsaymışım. Ne o dipsiz kuyuya düşerdim ne bu kadar çok şeyimi kaybederdim.

    Her şeyimi kaybettim evet.

    Evimi barkımı, paramı pulumu. İtibarım kaldı bir tek bir de sağlığım.

    Para pul önemli değil, sağlığım iyi olduğu sürece çalışırım yerine koyarım. Evim de olmasa da olur.

    Ama canım yanıyor.

    Çok yanıyor.

    İstemeyerek zarar verdiklerim yüzünden canım çok yanıyor.

    Nurten Demirel (Karahasanoğlu)


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Bekleyiş

    Var olmayan bir yağmurun altındayım
    Damlalar düşüyor usul usul yüzüme
    Bunlar gözyaşlarım mı anlayamadım
    Yağmur hüznü çöküyor yüreğime

    Bir haberin bekleyişinde zihnim
    Geldiğinde karanlığı bırakırsa kollarıma
    Son bulacaktır işte o zaman kaderim
    Sayılı günlerimle bağlanacağım yaşama

    Zaman daralıyor, kum taneleri gibi saatlerim
    Tam iki saat var bekleyişimin sonuna
    Başımda inceden ağrı, sımsıcak ellerim
    Dayanmak ne zormuş zamana?

    Beyaz pamuk bulutlar uçuyor üzerimden
    Ne güzel diyorum yaşamak?
    Düşüncelerim kalbimi çarpıtıyor derinden
    Şimdi dünyada olmak ve birkaç gün sonra olmamak!

    Bir haberin bekleyişinde zihnim
    Vivaldi’nin Gizli Bahçesi kulağımda
    Hiç olmadığı kadar durgun ruhum, sessiz bedenim
    Yaşamım için dualar biriktirdim avuçlarımda.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Tadımlık Şiirler


    Düşen Ay

    Düşen Ay’a Şarkı
    Ay düşmüştür can gönlüme
    Parlar, yanar gümüşi mızraklarıyla
    Boz yollarını kalbimin sarıya çalar,
    Tozlarını yıldıza;
    Viranelerini saraya....
    Sakince uzatır ışıktan ellerini
    Saçlarına,
    Kıvırcık, küçük kız çocuğunun
    Can,
    Parçalar camdan minarelerini mabetlerin
    Can,
    Tuzla buz eder kilitleri, kaleleri.

    Düşüvermiştir ay gözlerime
    Papatyalar açtırır ufuklarında hayatın
             Umuda yenilir kavga
             Ve cesarete korkular

    Nasırlı parmakları yıkar,
    Siler atar yılların tortusunu

    Can, ay yürürken gökten kalbime
    Işığa keser tüm dünya
    Ateşböcekleri şiirler okur Ağustosunda başakların

    Can,
    Düşmüştür bir kere gönle ay
    Yakamozlar parıldamıştır okyanuslarda
    Nehirler semaya durmuştur
    Parçalanmıştır karanlıkları ufukların
    VE
    Bitmiştir acımasız, kanlı savaş,

    Can,
    Ay düşmüştür gönlüme...
    Gel.

    Özge YILDIZ

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Guantanamera
    Joan Baez









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20131122.asp
    ISSN: 1303-8923
    22 Kasım 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com