Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 12 Sayı: 1.998

 24 Ocak 2014 - Fincanın İçindekiler


  • ÇAMUR, ÇÖKELEK VE MARTAVAL -4 (SON)- ... Seyfullah Çalışkan
  • KUYU ... Hamdi Topçuoğlu
  • DU YU ANDIRSTEND? ... Gündüz Badak
  • ŞEHİR EROZYONU ... Neslihan Minel
  • "İNSAN"; UTANIR, SIKILIR ... Müfit Uzman
  • FLU SONLARA ... Betül Bulunmaz
  • Ayasofya Câmî Değil, Kilisedir! ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Salya sümük paralel akıyor?!...


    Kafam kazan gibi. Tayyibin ettiği yetmezmiş gibi bir de üstüne gripal enfeksiyon halleri. Velhasıl durum üzerinize afiyet. Oysa hafta başı başlayan zonklamaları püskürtmeyi becerdim sanıyordum. Ama seyrek bıyıklı asabi şahsiyet çıktığı dış mihraklara ağlama gezisinden döner dönmez, bir açtı ağzını, kapatabilene aşk olsun. O bir yandan biz yandan bağırınca oluşan alçak basınç ben de ne beyin bıraktı ne de burun. Gelin ben daha fazla saçmalamadan gidip yatayım. Siz de huzur içinde bir hafta sonu geçirin. Aman mikroplara dikkat. Her türlüsünden, özellikle ev sahibini bastıran yaman hırsız cinsinden.



    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      ÇAMUR, ÇÖKELEK VE MARTAVAL -4 (SON)-

    Çamur yalanların bin tanesini birbirine anlatmayı sürdürürken şarap, nemden ıpıslak olmuş tuzlu fıstıklar bitmişti. Önce burun kıvırıp yüzüne bile bakmadığımız ılık biralar da tükenmek üzereydi. Ayılmaktan, kendimize gelmekten korkuyorduk. Saatler sabaha yaklaşıyordu. Tan yeri ağarmaya başlayınca tepedeki zeytin ağaçları belirmeye başladı. Ağaçlar daldan, yapraktan çok dev gibi kara kocaman bir gövdeyi andırıyordu. Hava aydınlanmadan önce denizin rengi değişti. Karanlık sular mor ve sonsuz bir çarşaf gibi uzanıyordu. Çarşafın altında uyuyun dev ara sıra kımıldıyordu. Dakikalar içersinde mor sular önce kül rengine, ardından laciverte ve en sonunda yeşile döndü. Aydınlanan sularda arada bir kefaller sıçrıyordu. Hayranlıkla ve sarhoşlukla sabahın sırasıyla getirdiği bütün değişimleri görmek ve beynimde saklamak istiyordum. Resimler dönüyor, deniz dönüyor, zeytin ağaçları dönüyordu. Biraz sonra bütün zeytin ağaçları koyunlar birbiri ardına denize atlayacaktı.

    Çatlak birden ayağa kalkıp üstünü başını çıkarmaya başladı. “Ben denize gireceğim. Var mısınız?” dedi. Yerimizden kalkacak halimiz yoktu. Zar zor yerimden kalkıp bunun boynuna sarıldım. Bu haliyle kesin boğulup kalırdı. Hep bir ağızdan zorla giyinmesini sağladık. Ayakta zor duruyordu. Yarım yamalak giyinip kumlara oturmasa rahat nefes alacağımız yoktu. Ne kadar zaman geçti ayırtına varamadım. Güneşin ilk ışıkları denize düşer düşmez kumsalda tek tük insanlar belirmeye başlamıştı. Bunların çoğu yaşlı erkek ve kadınlardı. Sahilde yürümeye inmişlerdi. Önümüzden gelip geçenlerin kimisi küçümseyen gözlerle, kimisi de alaycı bakışlarla bizi süzüyordu. Her ikisi de çok rahatsız ediciydi. İstemeye istemeye boş şişeleri, piknik tüpünü, tavayı ve çöplerimizi toplayıp sahilden gitmeye çekilmeye karar verdik. Eve gitmek için çok erken, kumsalda içmek için çok geçti. Piknik tüpü hariç her şeyi çöpe atıp biraz hafifledik. Dere üzerindeki demir köprüden kendimizi sitenin tel örgülerinden içeriye attık. Yaşlı bir zeytin ağacı gölgesi seçip ayrıkların üzerine uzandık.

    Çökelek ile Çamur hala didişip duruyordu. Çatlak Hasan derin düşünceler ve kendi sarhoşluğu içinde sus pus olmuştu. Çökelek Osman biraz fazla üsteleyince Çamur ama yalan ama gerçek yeni bir martavala başladı. “Rasim’den aldığım Murat 131’i ona sattığımı biliyorsun. Rasim de arabayı Adiloba’lı Sinan’dan almış. Arabayı satın aldım ama kaydını üzerime almadım. Sanki dünyanın tek akıllısı o. Arabayı üzerine almak için araştırınca beş bin lira birikmiş sigorta, vergi, trafik cezası çıkmış. Çıkarsa bana ne? Yok efendim ben satmışım. Git Rasim’le konuş. Rasim de bunu Adiobalı’ya göndermiş. O zaten hepimizden fırıldak. Gelirim demiş, tamam demiş ama ara ki bulasın. İşte biz bu yüzden atıştık. Beş bin lirayı ben ödemeliymişim. Araba benim üstüme değil. Satsan o kadar etmez zaten. Ödersin ödemezsin derken birbirimize girdik. Bir güzel dövdüm hıyarı. Ama ne yapayım? Kendi kaşındı.

    Çökelek Osman dudağını büktü. “Şerefsizim gene yalan söylüyorsun,” dedi. “Eşek sudan gelene kadar dayak yiyen babam mıydı?” Çatlak ile ben ayrıklara uzandığımızda onlar zeytinin gövdesine sırtlarını dayamış laf yarıştırıyorlardı. Enseme köz girmiş gibi bir yanmayla gözümü açtım. Elimi enseme attım. Küçücük bir karınca terden sırılsıklam olan derime yapışmış bırakmıyordu. Çatlak Hasan’ın yerde duran telefonu alıp saate baktım. Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Gölge çoktan başını alıp gitmiş güneşin altında su gibi ter içinde kalmıştık. Diğerlerini dürtüp uyandırdım. Çökelek Osman bacağından çimdikledim. Yavru buzağı gibi bağırdı ama uyanamadı. Çok şükür içtiklerim baş ağrısı yapmamıştı. Sevindim. Kalkıp eve gitsem tatsızlık çıkacaktı. Kararsızlık içinde ağacın gölgesine geçip yeniden uzandım. Uyuyamadım, ysite bahçesindeki kantinin tuvaletine gittim. Dönüştü bir şişe buz gibi soğuk su aldım. Kana kana içtikten sonra kalanı uyuyanların başına döktüm. Son anda kendine gelen Çamur Kadir şişeyi elimden alıp tepesine dikti. Sonra da benim yaptığım gibi kantinin tuvaletine gitti.

    Kendimize gelip evlerimize dağıldığımızda neredeyse gün bitiyordu. Sundurmanın altında birkaç çocuk oturuyordu. Eşim mutfakta akşam yemeği telaşındaydı. Kızgın olduğu her halinden belliydi. Yüzüme bakmamaya, göz göze gelmemeye çaba harcıyordu. Dolaptan soğuk bir bira alıp karabiber bahçedeki karabiber ağacının altına oturdum. Ağustos böceklerinin yaygarası zeytinlerden duvarlara, duvarlardan denize taşıyordu. Bazıları bu sesten rahatsız olur. Aksine ben severim. Eşim çocuklarla sundurmanın altındaki masaya oturdu. Benim yemeğimi de bir tepsi içinde getirip önüme koydu. Yemeğimi yerken Çökelek Osman çıkıp geldi. “Bu akşam yine sahile inelim mi ?” dedi. Adım gibi biliyorum. Karısı kızmıştır buna. Hem tavayı attığı için. Hem de serseriler gibi kumsalda sabahladığından… Eşim ona da yemek getirdi. Üzerimize yıldızlar yağarken konuşmadan yemeğimizi yedik.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      KUYU

    Kuyu…

    Söylenişinde bile bir derinlik var. Bizi içine çekiveriyor: Gizemli. Çağlar boyunca kırsal yaşama can vermiş, kervanlara durak, şairlere esin kaynağı olmuş.

    Akşamdan beri yolumu bir şarkı kesiyor. Ümit Yaşar’ın dizeleri, Münir Nurettin’in ezgileriyle nasıl da güç kazanmış.

    Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
    Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
    Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
    Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın


    Oysa şiirin kendi dışında bir ezgiye gereksinimi olmamalı derim. Onun, ezgisi kendinde. Bir başka sanatçıya niye gereksinsin ki?

    Yaz, kuyulardan su içme mevsimidir. Kışın yal gibi olan kuyu suları, baharla birlikte serinlemeye başlar. Öyle kuyular vardır ki, suyu yaz ortasında dişlere kemane çaldırır. Tarlada, bahçede çalışanlar, köylerden köylere yol alanlar hararetlerini bu sularla dindirirler.

    Kırsalın kültürü, çeşme üzerine değil, kuyu üzerine kuruludur. Kuyuların hemen hepsi birer hayrattır. Bu topraklarda bin yıllardır, hayır yapmak isteyen kişiler, yol kenarlarına kuyu kazdırmıştır. Harman yerlerinde, yol kenarlarında gördüğümüz birçok kuyunun molla, hacı, bey, hanım… unvanlı adının olması bundandır. O kuyular, suyundan bir tas içenin hayır duasını almak için kazdırılmıştır.

    Anadolu’nun birçok yerinde köylüler evlerin su gereksinimini hâlâ kuyulardan karşılar. Bizim buralarda bile evlerdeki musluklardan su akmasının üzerinden çeyrek asır ancak geçmiştir. Çocukluğumuzda büyüklerimiz atla, eşekle ya da omuzlarında güğümlerle, testilerle evlerine su taşırlardı. Gençler manilerini, türkülerini çeşme başında değil, kuyu başında söylerdi.

    Evlerinin önü kuyu
    Uyu sevdiğim uyu
    Bana sarhoş diyorlar
    İçtiğim üzüm suyu.


    manisinin, Neyzen’in veya Hayyam’ın söyleyişlerinden eksiği nedir ki?

    Kuyu, deyimlerimize ve atasözlerimize de yerleşerek hayata ışık tutan kavrama dönüşmüştür. Biz, elde, amaca ulaşılacak bol araç varken emek harcayarak başka yollar arayanı “Çay kenarına kuyu kazıyor” diye eleştiririz. Birine güvenmiyorsak “ipiyle kuyuya inilmez” deyiveririz. Başkasına tuzak hazırlayan için “ el için kuyu kazan, evvela kendisi düşer.” atasözü ne kadar da uyarıcı bir sözdür. Çok güç bir işi, yetersiz araçlarla, sabırlı bir biçimde çalışıp başarmaya çalışmayı “İğne ile kuyu kazmak”; birini, haklarına kavuşturmayı, “kuyudan adam çıkarmak” deyimleri, ne de güzel somutlaştırıverir.

    Anadolu’da bostan kuyularının suyu, genellikle dolapla çekilir. Gözleri bağlı bir at (dolap beygiri), kuyunun çevresinde dönerek çıkrığa bağlı kovalarla suyu yalağa taşır. Dolap biteviye iniler. Yunus varıp derdini sorar, yanıt da kendi dilindedir:

    Benim adım dertli dolap
    Suyum akar yalap yalap
    Böyle emreylemiş çalap
    Derdim vardır inilerim.


    Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü Yunus da dolap da aynı aşk derdinden muzdariptirler. Aradan yüzyıllar geçer. Söz benim yürek şairlerimden Hilmi Yavuz’dadır:

    sümbül sinan! seni ağır
    kuyulardan derledim; seni
    aşklara, aşklara yolladım


    Bu dizeler “kuyu” ların, bizim düşün dünyamızın simgeleri arasındaki yerini hâlâ koruduğunun bir göstergesi değil midir?

    Necip Fazıl Kısakürek, Dipsiz Kuyu şiirinde, bizi ebedi uykularla buluşturur:

    Ağzıma soğuk kurtlar dolacak, gözüme kum;
    Dipsiz kuyu, sürdükçe zaman, sürecek uykum...

    O uyku, hepimizin tadacağı uykudur. Hal böyleyken anlı şanlı insanlarımızın üç kuruş daha çok kazanmak, iktidarda üç gün daha kalmak için yaptıklarına bakıp da “Eyvah, eyvah!” dememek mümkün müdür?

    Acaba şu La Fontaine masalı ne söyler bize?

    “Tilki, dostu tekeyle çıkmış yola. İki ahbap öyle susamışlar ki yolda, inmek zorunda kalmışlar bir kuyuya. İçtikçe içmiş ikisi de şapır şupur. İçemez olunca artık, tilki demiş ki:
    - Kuyudan su içmesi kolay; ama çıkması zordur. Sen, kaldır ayaklarını daya duvara, önce ben sırtına atlar, tırmanırım yukarıya doğru. Sonra atlayıp boynuzlarına çıktım mı yukarı; çekerim seni de dışarı.
    — Yuf benim sakalıma, demiş teke. Amma da akıl varmış sende! Ben dünyada bulamazdım doğrusu, böylesi bir kolaylığı.”
    Tilki, bırakıp tekeyi dipte, çıkıvermiş kuyudan böylece. Sabırlar dileyerek, tekeye,şöyle bir nutuk da çekmiş üstelik:
    — Allah sana sakal vermiş yalnız, babalık! Sakalın kadar aklın olsa, hiç iner miydin bu kuyuya? Ben çıkmasını bildim, Allahaısmarladık. Sen de kullan aklını,bul yukarı çıkmanın yolunu.Sana yardım etmek isterim ama, acele işlerim var, kusura bakma.Susadın mı kuyuya inmesine inmeli;ama, nasıl çıkacağını da düşünmeli.

    Birilerinin yine içimizdeki yalakalarını kullanarak, bizi bir kör kuyuya itmeye çalıştığını görmemek için kör olmak gerek. Yazık, o kör kuyuda yalnız tekeler olmayacak, gönüllerinin pasını Yunuslarla, Mevlanalarla, türkülerle, manilerle silen, Mustafa Kemal ışığında çağdaşlığa koşan Anadolu halkı da olacak.

    Dilerim yanılırız. Kimseye:

    “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
    Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın”
    demeyiz.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Gündüz Badak


    DU YU ANDIRSTEND?

    Biliyorsunuz belki, sıradan bir Avrupa’lı devlet memuru bile, ülkemize gelince, kendisini çok yetkili hisseder. Karşılanmak, ağırlanmak gibi eylemlerin dışında gazetecilerle konuşmak için can atar.

    İşte geçen gün, ben böylesine bir Avrupa’lının (yani havadan sudan bir sebeple yurdumuza gelmiş bir Avrupa’lının) karşısına dikildim:

    “Selamünaleyküm!”
    “Vat?”
    “Türkiye’ye neden geldiniz, diyorum?”
    “Araştırmak istemek insan hakları!”
    “Peki Suriye’ye neden gitmediniz?
    “Orası tehlikeli olmak çok! Esad bombaları düşmek havadan! Bu nedenle ülkeniz olmak… Nasıl denir? Olmak daha güvenli!”
    “Siz, insan haklarını güvenli yerlerde mi arıyorsunuz?”
    “Ne demiş olmak sizin atalarınız: ‘Önce can, sonra canan!’”
    “Maşallah, bizim atasözlerini de iyi biliyorsunuz?”
    “Biz bilmek çok şeyi sizin hakkınızda.”
    “Ben gene de aynı şeyi soracağım: neden Suriye’de işkence edilen, öldürülen, yerlerinden yurtlarından edilen insanların haklarını aramıyorsunuz? Yoksa onlar Avrupa’lı olmadığı için mi onların hakları girmiyor insan haklarının kapsama alanına?”
    “Kapsama alanı, deyince var hatırlamak; ben almak istemek sizin lokumlardan.”
    “Lokumla kapsama alanının ilgisini anlayamadım!”
    “Bir de kebap istemek. Yani şöyle fır fır döneninden!”
    “Ya insan hakları?”
    “Ben söylemek kulağına; ama var aramızda kalmak, sakın yazmamak presinizde! Nasıl denir Türkçe’de? Ha gazetenizde yazmamak. Okey?”
    “Ben okey sevmem. Ben satranç severim. Okey kahvehane oyunudur.”
    “Ben anlamamak siz ne demek? Ama madem ki demek ‘okey!’ ben de güvenmek sözünüze. Söylemek size düşüncemi: Bizde, Avrupa’lılar içindir, var olmak insan hakları! Diğer insanların olmamak fazla hakları. Du yu andırstend?”
    “Yes!”

    Evet sevgili Kahve Molası okurları, siz de “du yu andırstend?”


    Gündüz Badak


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    ŞEHİR EROZYONU

    Alışveriş merkezlerinin sayısıyla beraber çarpık yapılaşma da hızla artıyor...
    Beyoğlu’nun eski sokakları arasında dolaşırken nüfusun ne kadar kalabalıklaştığını, bununla beraber de, binaların çirkinleştiğini görebiliyorsunuz.(Bu kalabalıklar arasında, eski İstanbulluların olmadığı, onların yerini Suriyeli, Afrikalı insanların aldığı bariz bir şekilde görünüyor. Bu da beraberinde kültür çöküşünü getiriyor.)

    Hızla yayılan bu alışveriş hastalığından dolayı artık her yerde, insanları kandıran, oyalayan, albenili mağazalar arttı. Bu mağazaların tüketim toplumu olmamıza sebep olduğu kaçınılmaz bir gerçek...

    Ve deprem…
    Bu virane sokaklarda gezerken acaba bunlar kaç şiddetinde bir depreme dayanabilir diye düşünüyorum?

    Bu kadar eski yapıların bulunduğu, binaların üst üste olduğu bir alanda deprem çadırı kurulacak yer bile yok!

    Öyle büyük çabalar gösterdik ki yaşadığımız şehri mahvetmek için, galiba sonunda da başardık!

    “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler görmeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz.” Diyen Sait Faik Abasıyanık’ın anlatımı gerçek oldu.

    Şehrin her tarafı betonlarla, çarpık bir şekilde genişlerken bundan nasibini almayan, bir tek Karadeniz kıyıları kaldı. Yakında onları da mahvedip, yerlerine kalıplaşmış blokları dikersek işlem tamamdır. Artık bütün şehir sadece bir beton yığını olmuştur.

    Ondan sonra biz de yazarın bahsettiği; “Son Kuşlar”ı "Uçurtma"yı yalnızca kitaplarda görebiliriz ancak…

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Müfit Uzman

     Telve : Müfit Uzman


      "İNSAN"; UTANIR, SIKILIR

    Bostancı'daki caminin önünden aldığım "hoca"ya da sordum: "Hocam, 7'si, 40'ı, 52'si.. dinsel inanışların ötesinde, ne anlamı var bu törenlerin, cesedin çürüme süreciyle var mı bir ilgisi?"

    "Bence, yok.." dedi. "Maksat yalnızca anmak, hatırlamak. Yaşamın herkes için bir gün son bulacağını düşündürtmek, katılımcılara göçüp giden kendi yakınlarını da hatırlatmak. Hiç kimsenin sonsuza dek yaşamayacağını, çıplak geldiğimiz dünyadan aynı şekilde çıplak gideceğimizi unutturtmamak, belki."

    Dua töreni başlamadan arabayı uygunsuz park ettiğimi bahane ederek kaçmaya çalıştım. Başaramadım. Aşağıya haber saldılar, hoca beni bekliyormuş. Mecbur kaldım, çıktım, bir sandalyeye oturdum.

    ***

    Aklımda çocukluğumdaki, ilk, orta, lise yıllarımdaki 10 Kasım törenleri. Katılınması zorunlu, her yıl aynı sözler, şiirler... Sessizce dinlenecek. Anlamını bilmeden, önemini farketmeden. Mecburen. Ezbere.

    Çocukluk. Bilinçsizlik. Zoraki matem ortamında bir-iki öksürük sesinin ardından, kimden geldiği önemsiz bir kıkırdama ile iyice gerilen sinir telleri. Isırılan dudaklar, ceza korkusu, terbiyesizlik, saygısızlık kavramlarının kontrol dışı kahkaha krizlerine doğru akışı.

    ***

    Hoca duaya başladığında başımı öne eğdim, tırnaklarımı avuç içlerime sapladım. Kimselere bakmadım. Okuduğu Arapça dualardan bir şey anlamadığım yetmiyormuş gibi, ne yazık ki müzik biliyordum ve hocanın ne makamdan, ne notadan haberi vardı. Sürekli detone oluyordu.

    ***

    Korktuğum olmadı. Gülmedim. Bu imkansızdı.

    Ağlayamadım da.

    İçim sevgi dolu, saygıyla gülümsüyordum. O'nu şimdi daha fazla anlamaya başladığımı düşünüyordum.

    ***

    Bizler Mustafa Kemal'i anlayamadık. Bu topraklarda, bu bayrak altında özgürce nefes alabilmeyi kime borçlu olduğumuzu on yılda unuttuk, Onuncu Yıl Marşı'nda kaldık. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Efendi... dendi durdu her 10 Kasım'da. Atatürk'ün sevdiği şarkıları dinledik. Annesinin, karısının başörtülü olduğunu, Kulüp rakısı içtiğini, perde arkasından Safiye Ayla'yı dinlediğini dillendirdik de verdiği büyük mücadeleyi, felsefesini, yok olmaktan kurtulmuş bir ülkeyi kime borçlu olduğumuzu önemsemedik.

    O'nu, ideallerini, düşüncelerini yaşatmayı beceremedik. Çocuklarımıza anlatamadık, aktaramadık.

    ***

    Doğu, Güneydoğu Anadolu'ya ayrı bayrak, özerk yönetim istiyorlar. Pasaportlarını bile hazırlamışlar.

    Bu vatanın her karış toprağında şehit kanı var.

    Kimilerine rahat batıyor. Kimileri rahatları bozulmasın diye vatanı satıyor.

    Kurtuluş Savaşı'nda yenik düşenler savaşa kaldıkları yerden devam ediyor, kardeşi kardeşe kırdırıyor, takiye üzerine takiye yapıp her gün gündem değiştiriyorlar.

    Mustafa Kemal'in fotoğraflarını dahi duvarlardan indirenleri, bayrağımıza, İstiklal Marşı'mıza saygı göstermeyenleri Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne oturtmuşuz...

    ...”Atatürk'ü sevgi ve saygıyla anmalarını bekliyormuşuz.

    Hangi sevgi, hangi saygıyla, hangi yüzle? İnsan biraz utanır, sıkılır.

    "İnsan" utanır, sıkılır.

    Müfit Uzman
    m.mufituzman@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Betül Bulunmaz


    FLU SONLARA

    Demlik demlik acılarla yürüyorum dar sokaklarda. Ardımda bıraktıklarımın takip mesafesine aldırmadan. Bir o kadar da iki adımım arasındaki yaşanmışlıkları hiçe sayıyorum. Ardımdakilerle aynı kefeye koyarcasına. Yürürken kurduğum senaryolara nefret içmek ihmal etmediğim tek şey kafamda. Ne zaman kendime başrol çizsem karşılaştığım tek tablo önümde:
    Çekim hatası senaryolarda.
    -güldürmeyeninden ama.

    Avuç avuç haykırışlarla koşuyorum çıkmazlara. Dilimin dönmediği harflerden kelimeler üretiyorum. Sözlük oluyorum akşama. Çünkü biliyorum ki kendi dilini döndüremezsen karanlığa, bİr başka dilin esiri olursun. Ve biliyorum ki bir dil, küçüğü olmadan hiçbir anlam ifade etmez bu hayatta. Haykırıyorum. Dünyaya. Sen de haykır. Yaşanmışlıklara.
    -diyebileceğim varlıkların hepsi, toprağın kollarında.

    Bindiğim bütün toplu taşıtların son duraklarında iniyorum. İşlek caddelerin puslu geçmişini soluyorum çünkü son duraklarda. Şunu da iyi biliyorum ki işlevini yitirmeyen tek duyun koku almandır, bütün sonlarda. Diğerleri çoktan koşar adım. Hiçbir sonun başlangıcı da yoktur, iyi biliyorum.
    Başlangıçların dahi burnu havadadır. Seninle aynı havayı solumaz bu hayatta. Ki senin her başlangıcın sonundur aslında.

    Ve bir içimlik hayat sunuyorum insanlara. Karışımında ’değer’ içeren fazla dozda. Yaşanmışlıkları da tatlandırıyorum aynı zamanda. Yaşanacakları deliğinden çıkarsın diye. Ama biliyorum ki beynini uyuşturur bu hayat, ruhlarını unutanlara.

    Dupduru bir uykuya yatıyorum az sonra. Suların ortasında. Lapa lapa ölüm yağarcasına karanlığa uzanıyorum. Tek bir ay ışığında. Geceyi örtü yapıp çekiyorum kafama. Gündüzleri bağışlıyorum dünyaya. Düşler, hisler bir o kadar dürtüyor beni. Kalk dercesine. Çok yorgunum ama. Senaryolarım yok yeni çekim hatalarına.
    Beni, anlasanıza?
    Başıboş dalgalardan ritim tutuyorum uykuma. Öyle ki bir karış tebessüm kalmış suratımda. Şöyle bir göz atıyorum da ardıma :

    Dumanlarıyla ruhlarını boğarak kopkoyu bedenler alevleniyor hızlıca.

    Ve hayata gözlerimi açtığım ilk andan beri, hakkını vererek yumuyorum gözlerimi şu defa. Çok iyi bildiğim bir diğer şey ise :

    Bulutlar/Bile/Burun kıvırıyor/Şu an/Bana.

    Betül Bulunmaz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Ayasofya Câmî Değil, Kilisedir!


    Trabzon’un incisi Ayasofya Kilisesi’nin câmî olarak yeniden ibâdete açılması, hem bir Trabzonlu olarak, hem de Müslüman bir Türk olarak kalbimi derinden acıtan bir olaydır.

    Gerek dînî, gerek siyasî, gerek kültürel, gerekse de târihî açıdan bu ayıba bir an önce son verilmesi için, Ayasofya Kilisesi’nde çektiğim fotoğraflarla şu hususları kamuoyunun dikkatine sunmak istiyorum.

    Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in sünnetinde, kiliselerin câmîye dönüştürülmesi gibi bir uygulamaya yer yoktur; böyle bir şeyin düşünülmesi bile câiz değildir.

    Üstelik, yaşadıkları coğrafyada İslâm egemenliğini kabûl eden zımmîlerin canlarını ve mallarını olduğu kadar, ibâdethânlerini korumak da İslâm hükümdârlarının görevidir.

    Nitekim, Hac suresi 40. âyette, içlerinde Allah’ın adının anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitlerin korunması emredilmiş; bunları ortadan kaldırmak konusunda Allah’ın kimseye görev ve sorumluluk vermediği/vermeyeceği açıkça belirtilmiştir.

    Başka deyişle, İslâm devletlerinde zımmîler, haklar ve özgürlükler bakımından Müslümanlarla eşit konumdadır ve ibâdet özgürlüklerinin gereği olarak ibâdethânelerinin korunması da devletin sorumluluğundadır.

    Oysa, Arap fanatizminin bir yansıması olarak Emevîlerden itibâren “fetih hakkı”, “kılıç hakkı”, vs. uydurma gerekçelerle kiliselerin câmîye çevrildiği; Türk-İslâm devletlerinde de bu uygulamanın, savaş yoluyla ele geçirilen bir ülkenin en büyük mâbedinin câmîye dönüştürülmesi şeklinde devâm ettiği görülmektedir.

    Fakat, İslâm hukukuna göre meşrû zannedilen bu uygulamanın, dinde hiçbir karşılığı olmadığı gibi, bunun açıkça yasaklandığı da ortadadır.

    Hz. Peygamber, bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: “Baban Hıristiyansa, onu kiliseye götürmeden câmîye sakın gelme!”

    Bu hadis, hem gerçek İslâmiyet’in kilise kurumuna bakışını, hem de din ve vicdan özgürlüğü konusundaki tutumunu apaçık biçimde özetlemektedir.

    Bizim dînimiz, başkalarının dînine ve ibâdethânelerine karışmayı yasakladığı gibi, kendi gereksinmelerini karşılamak konusunda onlara yardımcı olmamızı da emretmektedir.

    Kezâ, şu hadîsi de hatırlatmak isterim: “Zımmîlere karşı kim zâlim ve sert olursa, onların haklarını kısarsa veya tahammül edebileceklerinden fazlasını yüklerse veya özgür irâdeleri dışında onlardan bir şey alırsa, kıyâmet günü onlardan ben dâvâcı olacağım.”

    Türkiye’de İslâmî totalitarizmi kurumsallaştırmak isteyenler ve onlara yardım edenler ise bu gerçekleri anlamak istememektedir.

    “Fetih hakkı”, “kılıç hakkı”, vs. uydurma gerekçelerle kiliseleri câmîye çevirmek, hem dînimize aykırıdır, hem de İslâm medeniyetini hafife almaktır.

    Kaldı ki bu tanımların, mevcut hukukumuzda hiçbir karşılığı da yoktur.


    Bizler, Ayasofya’dan daha görkemli eserler yaratamayacak bir millet miyiz ki, bu kiliseyi gasp ediyoruz?


    “Fetih hakkı”, “kılıç hakkı”, vs. uydurma gerekçeler, ne bu gaspın, ne de ayıbın üzerini örter.


    Şunu açıkça belirtmek isterim ki dînimiz, bugün kiliselerde şov amaçlı namaz kılan zevâtın mârifetiyle değil, Hz. Peygamber’in din ve vicdan özgürlüğü konusunda bu gibi hadisleriyle yükselecektir.


    Bu bağlamda, İstanbul’daki Ayasofya Kilisesi’ni yeniden câmîye dönüştüremeyen zevâtın, tamâmen hınç duyguları ve artan egoları sonucu Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi’ni câmîye dönüştürmeleri, aslâ kabûl edilemez.


    Burada yayınladığım fotoğraflar, bu zevâtın nasıl bir hınç duygusu ve ego artışı içinde olduğunun resmidir.


    “Câmî”(!) diye bu denli baştan savma hazırlanmış bir mekân, tüm bunların yanı sıra, Türk-İslâm medeniyetine de hakârettir.


    Bizim medeniyetimizde, bu sözde câmîdeki gibi üstün bir zevksizlik ürünü bir mihrâba ve minbere, sanırım daha önce hiç rastlanılmamıştır.


    Aceleyle kaplandığı belli olan tavan, âdî stor perdelerle örtülen freskler, aydınlatmada kullanılan sokak lâmbaları, vs. büyük Türk milletini hem İslâm âlemine, hem de tüm dünyâya rezil etmektedir.


    Bu ayıba bir an önce son verilmesi için, başta Diyânet yetkilileri olmak üzere Trabzon Belediyesi’ni ve tüm hemşehrilerimi göreve dâvet ediyorum.

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    10 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Anason
    Zakkum









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20140124.asp
    ISSN: 1303-8923
    24 Ocak 2014 - ©2002/23-kmarsiv.com