ABONE OL!



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 767

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 17 Haziran 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Babalar günümüz kutlu olsun!..


Merhabalar,

Kahve Yanında Dergi!Yoookkk! O kadar da uzun değil!.. Geçen gün Atatürk Üniversitesinde yaşanan başörtüsü sorunu nedeniyle birşeyler karalamış, kafam karışık demiş idim. Tamamen insana, bir babaya ait duygularla beynimde oluşan düşüncelerdi. Oysa o gece yarısı, uyku mahmurluğu olsa gerek hep söyleyegeldiğim durumu es geçmişim. Yani bir şeyleri eksik bırakmışım. Neyin eksik olduğunu ise ertesi gün gazeteleri elime aldığımda anladım. Asıl sorulması gereken soru şuymuş meğerse; "Bu olaydan kim fayda sağladı?". İşte düğüm soru bu. Bu olaydan nemalanan tek taraf, bu olayda mağduru oynayan iktidarın ta kendisiydi. Bu tezin doğruluğu dün birkaç türbanlı Çankaya'ya yürüyüp, ellerindeki Kur'an-ı Kerim'i Cumhurbaşkanına vermek isteyince ortaya çıktı.

Bu inceden inceye yazılan bir senaryonun sahne üzerinde temsilinden başka birşey değilmiş, anlaşıldı. Başörtüsü nedeniyle içeri alınmayan o ana da gönülsüz bir figüran sadece. Kimden yana tavır aldığı anlaşılan bir katı kural uygulayıcısının kurbanı. Yavaştan yavaştan damarlarımıza zerkedilmeye çalışılan bir yaşam tarzının başımıza neler açabileceğinin ipuçlarını görerek başladık güne. Önce, kaçak kurslara verilen ceza kaldırıldı. Tayyip Bey, abisini ziyaretinde kızlarının neden ABD'de okuduğunu açıklamak için Türkiye'de türbanlı öğrencilerin özgürlüğü olmadığını beyan etti. Tayyip Bey'in Bilal'i, İmam hatip mezunu olduğu için Türkiye'de değil de ABD de okuduğunu açıkladı. Anneannemin pırıl pırıl eşarbını nedense(!?) türbanla bir tutup bir ana üniversite bahçesine alınmadı. Ve böylece türban üzerinde oynanan sözde oyunun aslında eşarplıları da kapsadığı beyan edilerek hedef büyütüldü, benimki dahil, kafalar allak bullak edildi. Tayyip Bey bu işi referanduma kadar görüreceklerini kameraların önünde bağırdı. Ve dün, birkaç eşarp ve türban takmış genç kız Çankaya'ya yürüdü. Yoookkk! O kadar da uzun değil!.. Ve bu iş hiçte onların sandığı gibi kolay değil. Yasak olmasına rağmen sokaklarda şalvar, yeşil takke, çember sakalla dolaşan ticani kılıklı din tacirleri, baştan aşağı simsiyah hamam böcekleri özgürce dolaşıyor, kimsenin sesi çıkmıyor, yetmiyor bir de benim kamusal alan diye belirlediğim yerlere siyasal kimlikler taşınıyor öyle mi? Yemezler. Referanduma gitmek yürek ister. Eğer o yürekliliği gösterirseniz sonucun değerlendirmesini de iyi yapmanız gerekir. Çünkü işin ucunda bir daha konuşmamak üzere o ağzı kapatmakta var, unutmayın. Mutlaka kurunun yanında yaşta yanıyordur, onlar için üzgünüm ama eğer dinimiz türban altına kot pantolona, dudaklara ruja, tırnaklara ojeye, erkek arkadaşlarla el ele kol kola dolaşmaya, sokak ortasında sigara tellendirmeye izin veriyorsa, devletin koyduğu kurallara uymak için açılan başa da cevaz veriyordur hiç merak etmeyin. Açarsın kafanı girersin içeri, hem belki o açık kafadan içeri ışık girer, aydınlanırsın. Biraz sert olacak belki ama, dün Çankaya'ya yürüyen kızların benim indimde meşhur olmak için Çankaya önünde soyunandan hiçbir farkı yok. O da reklamdı bu da. Reklamın iyisi kötüsü de olmaz. Varsa aksini söyleyebilen buyursun.

Babalar günü arifesinde bu tür bir yazı yazmak istemezdim ama dayanamadım işte. Her neyse biz tüm halihazırda ve müstakbel babaların bu anlamlı günlerini kutlayalım isterseniz. Babalar günümüz kutlu olsun. Ilık bir haftasonu dileğiyle hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

18 Mesaj/Yorum var. Mesaj/Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Anadolu

İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de ofislerimizin içinde bilgisayarların önünde bütün günü geçirip, medyanın anlı şanlı yazarlarının uygun gördüğü biçimde bilgilenip, gece televizyon dizilerimizle dinlenip, uykuya çekiliyoruz.

Cebimizle konuşup, para hareketlerini izleyip, nikahlarda, cenazelerde boy gösteriyoruz.
Taksitler, tatiller… Avrupa Birliği, Bush'un istekleri, Cumhurbaşkanlığı seçimi…

Benzin istasyonu ruhsatı alıyorlar, kaçak katın affedilmesi için görüşüyorlar, kapanıyorlar; faizli, faizsiz kazançlarını arttırmaya çalışıyorlar. Dizilerle ağlayıp, dizilerle gülüyorlar.

Belediyenin dağıtacağı erzakları ve kömürleri bekliyorlar, temizliğe gidiyorlar, devlet dairelerine girmeye çalışıyorlar.

Anadolu ?

Yozgatta Yimpaş'ın adı kalmış yadigar. Enflasyonun fena halde düşmesinin etkisinin oralara da ulaşmasını bekliyorlar. Bir de kentin girişlerine konulan afişler: "Wellcome. Kendi müstakil üniversitemizi istiyoruz. Yozgat Halkı."

Sivas'ta şeytanın bacağı kırılmış, futbol takımı süper lige çıkmış. Madımak Oteli, Vilayet ve Belediye Binalarının yanıbaşında Turizm Bakanlığı'nın denetimde konuklarını ağırlamayı sürdürüyor. "Yeni bir Sivas Kongresi mi toplamak gerek?" diye dolaştığınız müzede "Kimlerle toplanacak , artık bir metre bezle uğraşılıyor." sözünü duyuyorsunuz.

Halkımızın bazı hassasiyetlerinin korunması için çaba harcandığı belli de, acaba o çabayı harcayanlar ve kendileri için harcananlar, seksen kusur yıl önceki dedeleri, nineleri kadar; onların özgürlük, bağımsızlık gibi hassasiyetlerini de koruyorlar mı, korumaya çalışıyorlar mı?

Erzincan; depremler sonrası konutlarını, devlet dairelerini, askeri birimleri yeniden kurmuş, yaşamı ise kocaman çarşı ve pasajlarda sürdürüyor!

Yol boyu kuzeye Tokat'a, güneye Tunceli'ye geçişler jandarma kontrolü altında. Sansa Geçidi'nden şimdilik sessizce geçip gidilebilir.

Erzurum'un, Sivas'ın sekizyüz yıllık çifte minareli medreseleri, Selçukluluların külliyeleri yerinde duruyor. İzzettin Keykubat, Moğol saldırları öncesinde çok genç yaşta veremden ölürken; taşlara, ozan sultanın şu dizeleri kazınmış:

"Büyük saraylar derdimize derman olamadı, küçük mezarlara giriverdik."

Beşyüzbin nufuslu Erzurum'un yanıbaşında Palandöken. Buranın tutkalı milliyetçilik olduğu bilinirde, insanları üretime ve yaşama bağlayan tutkallar ne? İstanbulun Fatih, Kasımpaşa, Eyüp'ünde yaşayanların karar verme özgürlükleriyle Erzurumdakilerin ki ayrı mı?

Aynı mı?

Pasinler'de bayram kutlaması, çocuklar tören giysileri içinde. Horasan'da kahve sandalyeleri neredeyse ana yolun üzerine konmuş. At arabaları, yağmur yağıyor, her taraf balçık. İnsanlar dolaşıyorlar.

Sarıkamış şehitliği. Yüzbinlerce insan nasıl, neden can vermiş? Sivas'ta Cumhuriyet, Erzurum'da Atatürk, Kars'ta ise Kafkas Üniversiteleri. Sovyetler tarih olmuş. Elli kilometre ötesi Ermenistan, ikiyüz kilometre kuzeyi Gürcistan sınırı. Damal'da Pazar kurulmuş, Posof'ta ilköğretim öğrencileri çantalarını okulda bırakıp, öğlen yemeğine evlerine gidiyorlar.

Nehir yatakları, geniş platolar, kalabalık hayvan sürüleri. TIR'lar, şeker fabrikası. Şu Seydişehir'i, Erdemir'i, Tüpraş'ı satarken alıcılara yanında böyle ufak tefek şeker fabrikaları da mı versek, eğer kaldıysa. Çok mal alan müşteriye fazladan teşekkür hediyesi. Ne iyi olur?

Şarkışlada'da yollar bölünüyor. Pınarbaşı ise; bir pazar günü olmasının, yoksa ilkyazın mı bilinmez, rehaveti içinde. İlçenin iki lokantasından biri hafta sonu nöbetçi kalıyor. Geben'i, Andırın'i, Nurhak'i. Maraş Dağlarını nasıl bilirsiniz, Maraş'ı nasıl hatırlarsınız?. Yöre çileği çıkmış, Göksun öncesi şu an işsiz sıva ustası Mehmet Balaban yol boyu tarlasının çileğini satıyor binbaşyüze, küçük kızı Çemşitte ona yardım ediyor. Afşin Elbistan Santralini kimseye satıp kurtulamayacak mıyız?, aman unutmayalım!

Kadirli'ye, Ceyhan'a yaz gelmiş. Çukurova'da, tarlaların hasatı. Kısa pantolonlar çocukların, şalvarlar erkeklerin üstünde. Her kavşağa Türk Bayrakları dikilmiş, nedense burada yol boyu mezarlıklarda yine bayraklar göze çarpıyor. Şehit mezarları mı? Yerleşim kenarlarında tezgahlar, tekerlekli el arabaları. Kullanılmış şişelere şalgam doldurulmuş. Yeniden satışta!

Nihayet Feke. Adana'nın ilçesi ancak ona uzak. Dağın başında dörtbin nufusu ya var ya yok. Kozan'dan sonra, Saimbeyli'den önce. Mefruşat dükkanının önündeki küçük hasır sandalyelerde öğle üzeri, ilçeye yeni atanan müftü ile artık orada eskimiş ilçe eğitim müdürü esnafla laflıyorlar. Bakkalda, çuvalda unlar, şekerler, kilo ile tartıp veriyorlar. Keçi etinden 'kıyma'; bu da Adana Kebabın buradaki yerel ismi. Neyle geçinirsiniz? Hayvancılık, yapılabildiğince tarım.

Atari ve bilgisayar, internet oyun salonu ile çağa adım atılmış! Ancak rahmetli anneciğimin kırk yıl önce burada da taktığı eşarp ve yöreye özgü çarşaflar var yine kadıncağızların üstünde. Birçok anadolu köyü ve kasabasında da benzer doğallıklara aşinayım.

Fekecik. Anadolu'nun küçük köyleri, kasabaları. Kimileri uzak ve tepelerde oldukları için buralara ne türban, ne duble yol, ne özelleştirme ne de 'stratejik ortaklık' hamleleri ulaşabilmiş henüz.

Yıllar önce Cumhuriyet'in getirebildikleri ile sanki zaman tünelinde sıkışmışlar. Medeniyet; yeni özgürlük, demokrasi tarifleri buralara gelememiş henüz.

Geri kalmışlar!

Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              8 Kahveci oy vermiş.
3 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Rana Aslanbay Aydın

 Mektebişahane : Rana Aslanbay Aydın


   DEYİMLERLE KONUŞMAK

Türkçe'nin en güzel yanı deyimlerin zenginliğidir bence. Sözcüklerin kendi anlamlarının dışında bir anlam için biraraya gelmesi ve söylene söylene kalıplaşmasıdır deyimler. Bir durum ya da kavramla ilgili ayrıntıları içererek, az laf ile çok şey anlatılmasını sağlarlar. Bir dilin gücünün göstergesi , bir zenginlik kaynağıdırlar. Toplumun geçmişi, yaşam biçimi, kültürel ve sosyal yapısı, deyimlerle kendini gösterir.

Çoktandır dikkatimi çeken bir nokta ise şimdilerde insanların bu deyimleri kullanmıyor olması. Eğitim sürecindeki eksikler mi, yoksa yeni kuşağın bu deyimlere gereksinim duymaması mı bunun nedeni, karar veremiyorum ama şurası bir gerçek ki, günümüzde konuşulan Türkçe, son derece düz ve kısır. Günlük konuşmalarda artık ne deyimler ne de atasözleri yer alıyor. Örneklemeler ve benzetmelerle konuşmak sanki edebiyatçılara has bir davranışmış gibi, bu biçimde konuşanlar garipsenmeye başlandı. 30-40 yıl öncesinin eğitiminde, deyimlere çok önem verilir, Türkçe'nin zenginleşmesine yaptıkları etki ve önemi anlatılır, öğrenciler buna teşvik edilirdi. Ne oldu da, bundan vazgeçildi, ne oldu da insanlar bu konuya ilgilerini kaybettiler, ne oldu da Türkçe'yi bırakıp yabancı dillerin deyimlerini bizimkilere tercih etmeye başladılar, anlaşılması zor. Oysaki Atasözü ve deyimlerimiz, o kadar nükteli, o kadar hoş ve o kadar güzeldir ki...

Bir dil uzmanı olmamakla birlikte, kendimi Türkçe'yi iyi kullanan biri olarak tanımladığımdan, bir kaç güzel örnek vermeye ve bunları açıklamaya çekinmiyorum;

-"şahdı şahbaz oldu":
Eskiden de kötüydü ama şimdi daha da kötü oldu anlamında bir deyimdir. Cümle içinde kullanırken "saçları, (makyajı, giyim tarzı, vs. vs.) eskiden de kötüydü ama şimdi daha da kötü oldu" ifadesi çok net ve anlaşılır olmakla birlikte, konuşmanın gelişinden hangi konunun konuşulduğu belirginken söylenecek "adam şahdı şahbaz oldu" söyleyişindeki zenginlik, fonetik ve melodik ifadenin güzelliği yadsınamaz.

-"altı kaval üstü şişhane":
Birbirine uyumsuz, beceriksizce seçilmiş giysiler giyilmesi durumunda kullanılan bir deyimdir. Söylenen söze, anlam katkısının yanısıra, bir espri katdığı da muhakkak.

-"abayı yakmak":
Birine aşık olmak, tutulmak anlamında kullanılan bu deyim Tasavvuf öğretilen bir tekkede, Tanrı aşkını anlatmakta olan ustasını dinleyen bir dervişin, Tanrı aşkı ile dinlediklerine dalıp, sırtındaki abanın, yanında bulunduğu ocağın ateşi ile tutuştuğunu dahi fark etmemiş olması ile söylenmeye başlamış ve dilimize yerleşmiştir.

-"hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya aşık olur":
Çevresindeki herkesten etkilenip, kim ne yaparsa onu yapmaya meyilli insanlar için kullanılır. Dümdüz bir ifadeyle de bu durumu anlatmak mümkün ama, bu deyim ne kadar da hoş ve esprili değil mi?

-"müslüman mahallesinde salyangoz satmak":
Yerleşik değerleri hiçe sayıp, imkansızı yapmaya uğraşmak anlamında kullanılır.

-"deniz suyu gibi, ne içiliyor ne geçiliyor":
İşte bir güzel deyim daha, hiç bir öneriyi kabul etmeyen, hiç bir koşulda mutlu olmayan kişileri tanımlayan bir ifade zenginliği.

Bunlar gibi daha pek çoğunu sıralamak mümkün. Okuduğumuz bir metin içinde bunlardan birine ya da bir kaçına rastlamak nasıl hoşsa, iletişim dilimizde de bunları duyabilmek, kullanabilmek çok güzel bence. Okumak deyince sırası geldi ; kitap dilinde daha fazla rastlanılan deyimlerimizin, genç nesilce güncel dile adapte edilememesinin önemli bir nedeni de okumamak değil mi?

Ülkemizde çekirdek aile yapısının değişmesi de bir etken diye düşünüyorum. Eskiden anne-baba-çocuk ve nine-dede kapsamlı ailelerde, bu güzel deyimleri büyüklerimizden duyar, bizlerde kullanmaya heves eder ve özen gösterirdik. Modernleşen yaşam biçimimizle birlikte, çekirdek aileyi oluşturan bireyler iş hayatının temposuna kapılmış, eve ulaştıklarında yemek-TV izlemek ve uyumak tekdüzeliğine girmiş anne-baba ile şehir yaşantısının curcunasına ayak uydurmaya çalışan çocuktan ibaret olunca, ev içi sohbetler, dost ziyaretleri gibi muhabbet nedenleri ortadan kalktıkça, bu çılgın iletişim çağında iletişimsiz bireyler olarak büyüklerimizden aldıklarımızı çocuklarımıza aktaramıyor, dolayısıyla da konuşma biçimimizi bile sığlaştırmıyor muyuz? Televizyon reklamlarında duyduğumuz her türlü slogan bizim ve çocuklarımızın beynine yer ediyorken, bizim olan değerlere yer açamamak çok üzücü.

Bunlar gibi pek çok neden bulmak mümkün ama öncelikle nedeni ne olusa olsun yitirdiğimiz güzellikleri yeniden kazanmaya çalışmak ve dilimize bir çeki düzen vermemiz gerekiyor. Bu da ancak kendini AYDIN kabul eden bireylerin çabalarıyla gerçekleşebilir. Okur-yazar olmak sadece önüne sıralanmış harf dizilerini okuma becerisine sahip olmak değil, aynı zamanda okuyup yazdığı dili hakkıyla konuşmaktır.

Rana Aslanbay Aydın
rana@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              11 Kahveci oy vermiş.
11 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Deniz

 Kahveci Bungo : Ahmet Deniz


   BÜYÜLÜ KOKU

Sevgi sözcükleri fısıldamaktan zevk alacağım kulakları, küçük ısırıklarla izler bırakacağım kulak memeleri, pürüzsüz boynu, boynundan aşağı doğru göğüs bölgesinde yer alan minik çıkıntılar, hafif şişkin bir göbek, göbeğinden aşağı inildikçe kaybolup giden kasıkları, pürüzsüz teni, şişkin üst bacakları, küçük ayakları, ayaklarıyla orantılı aralarında hiç boşluk yokmuş gibi duran minik parmakları, dolgun ayak topukları...

Saçları...

Sadece saçlarını bile düşünmek cennette olmakla eş değer benim için.

Kalemle çizilmişcesine kusursuz, her zaman parlatıcı sürülmüş gibi ıslak duran, etli, dolgun dudakları. Kıvrık kirpikleri arasından pırıltılı ışıklar saçan gözleri. Minik kusursuz burnu. Benim iri ellerimin arasındayken ufacık kalan, ince uzun parmakları. Işıkta belli belirsiz parlayan minik sarı tüylerle kaplı kolları. Yuvarlak omuzları...

Sadece ense kökünün her daim nemli olması ve ekşi bir koku yayması bile O'nu çok sevmeme bir sebep olabilir.

Pürüzsüz tenine her dokunuşum beni bahtiyar etmekle kalmayıp, her seferinde yepyeni duygularla tanışmama sebep olacak, bunu biliyorum. Ve beni kendine esir edecek. Kalbim bitmek bilmeyen telaşıyla bu anı bekliyor.

Bu aralar sık sık bahsedilen her bebek konusundan sonra onunla ilgili hayallerimin aklıma gelip, göz yaşlarımı engellemeye çalışmam, benim O'na olan muhtaçlığımı açıkça gözler önüne seriyor. O'ndan her bahsedilişte ağlamamı engellemek için belli bir zaman süresince ağzımda ister istemez oluşan yamuk gülüşümle bir süre bekleyip, gırtlağımdaki düğümcüğün gittiğini anladıktan sonra konuşmalarıma devam edebiliyorum. Gözümün önünde sürekli O var. Artık, başka hiçbir şey O'nun kadar etkili değil yaşamımda.

Bir yandan O'na kavuşmayı hayal ederken, bir yandan da onun gizli varlığıyla birlikte yaşıyorum.

Daha çok çalışmalı, daha fazla para kazanmalı, onun geleceği için daha iyi bir ortamda yaşamalıyım. Acaba bu şarkıyı beğenir mi? Evde en çok bu tarz müzik mi dinlemeliyiz? Yoksa Vivaldi mi dinlemeliyim? İnşallah, O da bu grup gibi gruplar dinler. Tarkan'ın tüm müzik arşivini mi almalı?

Beni her zaman dinç görmeli, daha sık spor yapmalıyım. Genç kalmalıyım ki, onun enerjisine ayak uydurabileyim. Futbol oynarken topa kafamı daha isabetli vurmalıyım ki, babası ile gurur duysun. Tüm spor dallarını bir parça da olsa yapabilmeliyim. Daha bakımlı olmalıyım. Babasını her zaman beğenmeli. Arkadaşlarının yanında 'İşte bu benim babam' diyebilmeli.

Daha fazla kitap okumalı, daha fazla film izlemeliyim. Ona anlatacak çok şeyim olmalı. Sadece filmleri izlemekle kalmamalı, yapımcısından, yönetmenine kadar her şeyini didik bilmeliyim ki, bana sorduğu her soruyu yanıtlayabileyim. Henüz 10 ülke bile gezmedim, daha çok gezmeli, dimağımı sürekli zengin tutmalıyım. Tüm sanat dalları hakkında yeteri kadar bilgim olmalı. Aldığım büyük ressamların hayat hikayelerini anlatan kitap setine ilaveten, büyük heykeltraşlar dizisini de edinmeli miyim?

İçinde en çok kelimeyi bulunduran sözlüklerden birini mutlaka yakınımda bulundurmalıyım. Bana soracağı her 'Baba, bu ne?' sorusuna, doğru yanıtlar verebilmeliyim. Bir gün geldiğinde, 'cızzzzzz' sözcüğü yetersiz kaldığında, ona 'zararlı' sözcüğünü de açıklayabilmeliyim. Ya, anlamını sözlükten de bulamayacağım kelimeler sorarsa ne yapacağım? Oturup tüm kelimelerin anlamlarını birer birer, şimdiden düşünmeliyim. Bildiğim kadarıyla anlamadığı her kelimeden sonra 'HI' diye tuhaf bir ses çıkaran, bacak kadar ufaklığın yanında rezil olmak işten bile değil.

Mesela ben yıllarca kompostoyu Pepsi Cola diye içmiştim, acaba O'nu da kandırmamız mümkün olabilir mi? Sahi, ben bile Ritmix'in ne olduğunu tam olarak anlamamışken, O'na bu yeni nesil aromalı malt içeceğini nasıl anlatacağım? Offf of. İşler giderek zorlaşıyor. Buradan Meydan Laurosse yöneticilerine sesleniyorum; lütfen ansiklopediyi bir hap haline getirip bize yutturun, yoksa işimiz iş!

Eskiden ne kolaydı; telefon ahizesini kaldırıyor, çevir sesini bekliyor, numaraları sırasıyla çeviriyorduk. Şimdi öyle mi; Gprs şudur, Wap böyle bir şeydir, Folka 55678'in özellikleri; 18 satır grafik ekran olması ve aynı anda bulaşık yıkamasıdır, o da şöyle oluyor… diye devam ediyor en basit bir telefonu izah etmek.

E, bir de şey meselesi var; Tolga'nın babası saatte 13 km koşuyor, Bekirsu'nun babası ise saatte 12 km koşabiliyor. Aralarındaki mesafe 49 km ise ve Tolga'nın babası, Bekirsu'nun babasından 1 saat 10 dakika önce, ters istikametten yola çıkarsa, nerede ve kaç saat sonra buluşurlar? Ya peki, bu problem farklı bir şekilde sorulursa ve her baba kendi arabasıyla yola çıkacak olursa, ya babaların arabalarının marka model ve hızları bu problemin çözümünde etkili oluyorsa. Ya Bekirsu'nun babasının jeep'i Tolga'nın babasınınkinden hızlı ise?

İşte bu kadar çok cevapsız soru ve endişe varken, 'hayatımda bir bebek olmalı mı?' sorusuna cevabım:

Ense kökünün her daim nemli olması ve ekşi bir koku yayması bile yeterli benim için. O'nu koklayabilmek için önümde ne kadar zorluk (!) varsa hazırım yaşamaya.

Ahmet Deniz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              22 Kahveci oy vermiş.
23 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Gülcan Talay

 Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay


   Sessiz Postalarda Bir Mektup -2-

Bu sana yazdığım ikinci mektubum... Belki de bininci. O kadar mektup yazıp gönderdim ki sana yüreğimden; hep sessizdi, sessiz postacılardan iade geldi...

Yokluğunu
çocukluğuma
kefen diye
giydim..
Senli anlarımı
üşüdükçe
üstüme
yorgan...

Bir damla yaş bıraktın ardından, kalbimin en körpe zamanında damarlarından fışkıran... Yokluğuna hazırlıksız yakalanmıştı ufacık bedenim... Büyüdü boşluğunda erkenden; gençlikmiş, ergenlikmiş, şımarıklıkmış yaşamadan. Suçlusu sen değildin elbet babacığım bu erkenden gidişin... Ne yazık ki erken düşmüştü alnına ilahi adalet. Yüreklerimiz yansa da bitmeyen hasretinle çaresi yoktu bu ebedi gidişinin, hep dilimizde umarsızca tekerrür etti "sabret".

Gittiğinde damarlarım susuz kaldı,
Gözlerimde hala seni andıkça akar bir pınar.
Hiç bilmezsin ki ne kadar çok,
Seni hatırlatan her lahzada özlediğim kadar.

Sen"Ağlama kızım" derdin en ufak üzüntümde... Şimdi de diyebilsene..! Görmüyor musun her yanım özlem... Bana hiç kızma, darılma, gücenme... Sen yoksun diye neden bu kadar güçsüzüm diye. Yokluğun ne zor bir bilsen babacığım... Hiç bilmezdim seni yitirmeden yokluğun ne kadar çok acıtırdı yüreğimi... Keşke yaşamadan görebilseydim acını. Önlemler alabilir miydim sanki; "ne gelirse elden".

Kaç mart takvimlere gömüldü ardından,
Kaç mart sensiz kalbimden teğet geçti.
Kaç yitik yılın soğuğu içime esti,
Kaç yangın seni dile getirirken,
Yokluğunda kaç kutlu günün daha bitti.

Yıllar önce yittiğinde, senli hayallerim sönerken erkenden, ölümün revamıydı küçücük düşlerimi soğuk taşlara adınla tarihe kazıyan. Alışamadım yokluğuna babacığım... Asla alışamayacağım gibi.

Şimdi senden arta kalan
Eksik bir an göz kapaklarımda,
Seni andıkça zuhur ederken boğum boğum,
Bin bir hıçkırıkla düşecek pınarlarımdan,
Sen ilahi adaletine tecelliler sunarken,
Düşeceksin defalarca,
Siyahlardan beyazlara sarınıp,
Gözlerimde asılı kalarak toprağa.

Her sene sana dair sözler verdim kendime. Her babalar gününde yemin ettim, seni tebessümle hatırlayacağım diye. Her hatırlayışımda yaşlarımı gizledim de bir bir, kendime bile itiraf edemedim gecelerce. Niye hala sızın kalbimde biliyor musun? Cevabını bulabilir misin kendinde? Merhem sürebilir misin kalbime? Keşke kötü bir baba olsaydın... Keşke dövseydin, kırsaydın... Keşke bu kadar iyi bir adam olmasaydın da, yedi kat eller bile anmasaydı seni benim binde birim gibi. Olamazdın dimi? Sen bu kadar iyi bir insan olmasan, bende olamazdım senin gibi. Yok üzülme şimdi kendimle çelişiyorum diye... Hepsi yokluğunda delirmişçesine, beynimden fırlayan istemsiz çığlıklar sadece.

İşte bugün,
Sensizlik vurmuşken başıma,
Sen rahat uyu topraklarında.
Yeşiller, renkler sarsın duvarlarını,
Serviler korusun başını
Kızgın güneşlerden.

Bugün yine babalar günü... Senden sonra sevemediğim karalarımın günü. Olmasan da şu an yanımda, benden sana bir kutlu günün daha armağan olsun... Mermerlerinin başında ettiğim dualarım kır çiçekleriyle gönlüne dolsun. Bir gün kavuşana dek biz, başucunda bir damla yaş hep seni bekleyecek, üşüdükçe sen kara toprakların damarlarında içini ısıtan kan olsun.

İşte bugün,
Sen rahat uyu,
Bil ki özlemler taşsa da yüreğimden,
İyiyim ben özlemim,
Çok iyiyim.

İyi ki yedi kat eller bile anar seni benim binde birim gibi...
İyi ki seni sevdi yedisinden yetmiş yedisi...
İyi ki yanmadın bizim gibi kurak çöllerde...
İyi ki gördüm yüzünü on beş yılın üç yüz altmış beş gününde...
Dahası; iyi ki babamdın...
İzini sevgi dolu ruhunla kazıyarak ömrüme.

Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              12 Kahveci oy vermiş.
13 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Tuğba Çamlıbel

 Saklı Kahve : Tuğba Çamlıbel


  BABALAR GÜNÜN KUTLU OLSUN BABA - HESAPLAŞMA

Bakıyorum vitrinlere, gazetelere, haberlere bir telaş. Babalar günüymüş bu pazar.

Takvimime göz atıyorum. Altı sene...Altı koca sene olmuş kutlamayalı bu günü. İçim buruk mu? Hayır baba...Hiç burkulmadı içim bu altı sene içerisinde. Çünkü diğer sebep olduğun döküntülerimi toplamak ve yapıştırmakla uğraşıyordum bunca sene.

Geçen gün otobüste gördük birbirimizi. Bir evlat ve baba arasında geçen en kötü anlardandı belki de o sahne. İkimizde gözlerimizi kaçırdık birbirimizden. İki yabancı gibi birbirini tanımayan. Yokladım yüreğimi...Küçük bir cız...

Kıskandım arkadaşlarımı. Babasıyla dost olabilenleri. Baba gibi baba olabilenlere gıptayla baktım. Sıcaklığını aradım. Göğsünde ağlamak istedim. Ama sen hiç o kadar yakın olamadın evladına. Kızmıyorum sana. Önceki yaşamın nasıldı, nedendi, niçindi kimse yargılayamaz, soramaz bunun hesabını sana. Ama ya bizden sonra. Ne eksikti baba. Neyi kuramadın. Terazinin bir kısmı neden hep boş kaldı ya da sordun mu bize, sordun mu kendine önceki hayatının bedelini ödemeyi kabul edecek miyiz biz? Mutsuz geçen çocukluğunun, anne baba sevgisinden yoksun yaşamanın cezasını çekecek miyiz biz?

Geçen gün düşündüm. Tabi ki kader çizgimiz belli daha doğmadan. Ama hele de bazılarında o kadar keskin ki bu çizgiler. Ne olacağı, nasıl yaşanacağı... Benim de daha doğumumda belliydi değil mi baba sensiz bir hayat yaşayacağım. Doğduktan bir hafta sonra görmüştün beni. Hiç sormadım bunun nedenini sana. Neden gelmedin, neden o gün coşmadı için? Sabırsızlanmadın. İlk evladını görme ateşiyle yanıp tutuşmadın...

Okusan bu satırları yine inkar edeceksin. Kendince, kendini haklı göstereceksin. Ama ben yüreğindeki sızıyı öyle çok biliyorum ki. Kendinle baş başa kaldığında düştüğün hesaplaşmaları...Hayatının en büyük hediyesi olan yuvanı kendi ellerinle nasıl dağıttığının o iç sızlamasını. O kadar biliyorum ki...

Hayır senden asla nefret etmedim baba. Hep anlamaya çalıştım. Hep sorguladım. 'Neden' en önemli soru şeklim oldu. Neden baba? Verebilecek misin bu sorunun yanıtını bana...

Altı koca sene geçmiş akşam işten eve gelişinde sana kapıyı açmayalı. "Hoş geldin, günaydın, iyi geceler baba" demeyeli. Altı koca sene...Yepyeni hayatları var şimdi hepimizin de. Ama ben seni hep bekleyeceğim baba. Baba gibi baba olarak bana gelmeni, başımı okşamanı, kaybettiğimiz yılların acısını çıkartmanı hep bekleyeceğim. Umudumu hiç yitirmeyeceğim. İçten içe hep iyi, hep mutlu olman için dua edeceğim. Hatta belki bir gün seni affedeceğim şu deli gençliğim bittiğinde. Ama senden eserler aramayacağım yaşamımda. Sen benim kahramanım olamadın ki baba. Bu yüzden aşklarım senden hep uzak diyarlarda. Hiçbirisi benzemiyorlar sana. Benzemeyecekler. Gözlerimin toz pembe perdesini görmeyecek hiçbiri. Ne yazık ki anlatamayacağım kimseye bendeki hatıralarını. 'Babam' diyemeyeceğim yeri göğü inleterek. Ama baba seni hep özleyeceğim. Karabiberim deyişini, ilk göz ağrım diye sevişini... Hep bekleyeceğim. Ve bir gün hayalimde yaşattığım kahraman baba gibi seni göndereceğim.

Altıncı senede yine yanında yokum. Üzgünüm döküntüleri hâlâ toplayamadım baba.

İçim yanarak, gözlerim dolarak,

Yanımda olsaydı keşke diye için için ağlayarak;

Babalar günün kutlu olsun baba...

Bu hesaplaşmadan başka hediye vermek gelmedi aklıma.

Ve yüreğimde küçük bir cız daha...

Tuğba Çamlıbel
tugbacamlibel@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,189,189,189,189,189,189,189,189,18
              17 Kahveci oy vermiş.
34 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  O da bir Martı

Hemen hemen çoğu 1997 yılının Eylül ayında bu kapıdan içeri girmişlerdi. Ve hatırladığım kadarıyla toplam 250 kişiydiler. Henüz 11 yaşın tıfıllığı ile bakan gözleri, kocaman bahçeyi süzüyor ve oynayacakları oyunları düşlüyorlardı hiç kuşkusuz. İlk günlerde anlatıkları hikayelerin çoğu yine o bahçe ile ilgiliydi.
- Orman koydular baba yaa !
"O da ne demek oğlum ?"
- Basketbol oynuyorduk. 8-10 tane pota var biliyorsun bahçede. Bizden 2-3 yaş büyükler geldiler ve "Bu potaya orman kanunu koyduk, gidin başka yere !" dediler. Seneye yeni gelenlere de ben orman koyacağım baba ..!

Zavallı oğlum, orman koymasını bilemedi, zira seneye ondan yaşça küçük hiç kimse gelemedi. Beş yıllık ilkokulun yerini 8 yıllık ilköğretim almıştı. Birkaç sene daha "orman yemek" zorunda kalmıştı. Benim okuduğum yıllarda "orman koymak" diye birşey yoktu babama anlatacak. Ortaokulumun potası bile olduğunu sanmıyorum. Ama mahallede rahat rahat oynamıştık basketbolu da, diğer tüm oyunları da. Mahalleye yeni gelenlere yaptığımız mikropluk yok değildi elbette. Özellikle; "kukalı saklambaç" oyununda. Yeni geleni ebe yapar, sözde saklanırdık. Daha önceden tezgahladığımız üzere başka mahalleye oyun oynamaya giderdik bu mikroplukta. Zavallı ebe; sabahtan akşama kadar bizi arardı sobelemek için. Akşamüstü mahalleye dönerken şen şakrak, o zavallı seslenirdi "sobe sobe !" diye çığlık atarak...

Haziran'ın 3'ünde o bahçeye inerken aklıma gelenler ve beni gülümsetenlerin başında bu husus geliyordu. Bahçeye inen merdivenleri beyaza boyadıklarını ve sarı-yeşil-beyaz balonlar astıklarını gördüm. Sınıflar, ikişer ikişer sıra olmuşlar, merdivenin başında bekliyorlardı. Orman koydukları kocaman bahçede düzenleme yapmışlardı. Öncelikle; merdivenden başlayan yürüyüşü ve mutlu yüzleri görüntüledim. Sırayla indiler ve bahçede onlar için düzenlenmiş bölüme yerleştiler. Elbette çoğu oturmaktan ziyade ayakta fıkır fıkır olmayı seçtiler.

Bu sene 50.yılı imiş okulun ve bizimkiler 42.dönem mezunları oluyorlarmış. Her sınıftan ikişer öğrenciyi kürsüye davet ettiler. Onlar da yaşadıkları 8 yılı özetlediler. Tıfıl çocuklar olarak girdikleri okullarından birer yetişkin olarak çıkıyorlardı. Elleri öpülesi öğretmenleri de aynı heyecan ve gururu yaşıyorlardı. Biz veliler zaten çoktan ağlamaya başlamıştık. Kadıköy Anadolu Lisesi'nin simgesi "Martı" idi ve hepimizi ağlatan sahnede, bir kutuya koydukları Martı'yı uçurdular. Tıpkı Martı Jonathan Livingston gibi. Diğerlerinden farklı, meraklı, yerinde duramayan, kabına sığamayan Martı Jonathan. Tek kaygısının yiyecek bulup denizi seyretmek olmadığını anladıktan sonra tüm dünyayı keşfetmeye çalışan, farklılığını özgürlüğe dönüştürüp, zor süreçte kendi kapasitesini yükseltmeyi hedefleyen Richard Bach'ın Martı'sını çoğunuz biliyorsunuzdur. O bahçede bu martılardan bir tanesi de sevgili oğlum idi ve uçmaya hazırlandığı her halinden belliydi. İlerleyen saatlerde temsili diplomalarını birer birer sınıf öğretmenlerinin elinden aldılar, bahçenin ortasına daldılar, sarı-yeşil-beyaz balonları gökyüzüne saldılar. Kep'ler atıldı havaya ve Martı'lar neşeli çığlıklar eşliğinde veda etti 8 yıllık yuvaya.


1974 yılının Haziran'ı geldi aklıma. Bu kez Martı ben idim, o günlerde sevgili babam neler demişti acaba ? Onun beni kovalamadığına ama hayatın beni epeyce ovaladığına tanık olmuştum. En son ovaladığının üzerine tam 2 yıl geçmiş. Yine böyle bir "Babalar Günü" arifesinde hayatı kovalamaktan artık vazgeçmişti yorgun bedeni. Sizlerle paylaşmıştım.
http://www.kmarsiv.com/sayilar/20030620.asp#sesen

Öncelikle; tüm Martı'lara bu Pazar günü başta olmak üzere bol şanslar diliyorum, yolları açık olsun. Martı'lı Martı'sız tüm babaların Babalar Günü'nü kutluyorum.

Boğazımda düğümlenen Martı gibi çığlığım da sana Baba'm, bana Baba olmasını öğreten Baba'm, bana Martı olmasını öğreten Baba'm, keşke görebilseydin Baba'm...
O da bir Martı...

asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              11 Kahveci oy vermiş.
15 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Yıldız Sırma

 Kahveci : Yıldız Sırma


  İşsizliğin dayanılmaz ağırlığı

Ayol şeffaf kapaklı tükenmezinin nerde olduğunu ben nasıl bileyim?! Eşşek kadar oldun hala bana soruyorsun... Her taraf senin ıvır zıvırınla dolu zaten, bak bul. Kitaplar, dergiler, dosyalar, kalemler...Yetmiyormuş gibi boya kutuları, fırçalar....kasetler sidiler...Bıktım vallahi. Okul bitmiş bizim kız hala kitap okuyor. Okuduklarını ver gitsin, kütüphane biraz boşalır diyorum...Ne gezer. Bari bi işe yarasalar. Tabi doğru, ne yani? O kadar resim yaptın da sergi mi açtın? Şiir yazdın da kitap mı bastırdın? Söyle? Kaç aydır işsizsin, iş arıyor musun? Dört ay orda, üç ay burda çalışıyorsun sonra tekrar işsizsin. Tabii ki gene başlama dersin, başlıyorum da ne oluyor ha!..Ekmek elden su gölden. Baban sağolsun değil mi? Adamı beğenmezsin cahil dersin ama verdiklerini alırsın değil mi? Nerede babasına tenezzül etmeyen gururlu, kendi ayakları üzerinden durmak isteyen kız?!..

.....Herkes bir işin ucundan tutmuş gidiyor, mutlu ya da mutsuz. Senin gibi kaç donkişot kaldı ideallerinin peşinden giden? Bakkalı, kasabı senin benim ideallerimiz ırgalamıyor... Herkes aldığı paraya bakar. Bir de işsizim diye yakınıyorsun. Sen bunları urdu dilini okurken düşüneydin. Urdulu bile dilini unutmuştur. Herkes ingilizce konuşmaya çalışıyor... Urdulu kim Allahaşkına? Elalem soruyor kızın iş buldu mu diye, söyleyemiyorum ki, hala evde ööyle oturuyor diye...

.....Senin üç ay zor dayandığın monoton, yaratıcılıktan uzak, hergün yüz kişiye laf anlatılır mı diye beğenmediğin bankada Necla hanımın kızı da çalışıyor. Ben üniversite mezunuyum ne işim var bankada diye bunalıma giriyor mu? Mis gibi iş, sigortası, ikramiyesi, emeklisi...

Sucuya telefon ettin mi? Su bitmiş. Asma suratını, bunları senin iyiliğin için söylüyorum. Elişi torbam nerde benim, dantelim yarım kaldı. Formasyonuum yok diye başvurmuyordun. Bu bu sene formasyonu olmayanlar da öğretmenlik başvurusunda bulunabilirler dedi bakan, neyi başvurmadın? Yok İstanbul dısında yaşayamızmış, yok ilkokul öğretmenliği çekilir miymiş...Seninkisi hep bahane. Bu sene öğretmenlik için kaç doktorun, eczacının, mühendisin başvurduğunu biliyor musun? Daha geçenlerde gazete yazdı.

.... Muhasebeciliği, halkla ilişkileri beğenmedin. Girdiğin işlere sıkıcı dedin, müdür bana taktı dedin, hak hukuk dedin çıktın. Ayol herkes tutturabildiğini...Tövbe yine ağzımı bozacaksın, memleketin halini görmüyor musun? Çay kaynadıysa, demle de altını kıs. Hak hukuk diyene galak gulak diye arkasıyla gülüyor herkes. İşini bilmeyen çavuşlar, döner kıçını avuçlar....

.......Şu televizyonu açsana, cesur ve çirkin başlayacaktı. Aaman işte herneyse. Aşktan seksten başka dertleri yok, dinlendiriyor beni. Bıktım bütün gün aynı şeyleri konuşmaktan...

.......Aslında bütün istediğin sinemaye gitmek, kitap okumak, arkadaşlarınla gırgır muhabbet...İyi ama bunlar için de para gerekmiyor mu yavrum? Hem çalış hem de bunları dilediğin gibi yap. Görüyor musun lora yine geri döndü, riçi baştan çıkarıyor, yoksa riçin babasını mı? Ben de karıştırdım vallahi ... Bir de bilgisayar çıktı başımıza. İşimiz olmasa da teknolojiyi günü gününe takip ederiz değil mi? Gözlerini devirme öyle yalan mı? Hergün başına oturup birşeyler yapıyorsun ama daha hayrını görmedik?!

.... Hayır birşey değil, millet evde koca beklediğini düşünecek. Haklılar tabii, okul bitti iş yok güç yok, kız kısmısı neyi bekler...Ama koca bulmak için bile mücadele etmen gerekir, elin oğlu aptal mı ki, hazır yiyiciye nikahı bassın? Hoş kimseyi beğendiğin de yok ya...Mehmet efendinin oğlu seni beğeniyormuş ne diyorsun diyorum, kıro diyorsun. Ahmet efendinin oğlu diyorum, eşcinsel kılıklı diyorsun, onun oğlu bodur, bunun ki çirkin...Aaa sane ne elalemin kültüründen dübüründen, eli ayağı düzgün mü, kendi parasını kazanıyor mu? İşte o kadar. Hem sen kimsin? Sindi kıraford mu? Bıktın vallahi ne iş buluyor ne koca. Bari boşsun gel de şu... Nee, hayır efendim ben kitap okumayı işten saymıyorum, alim mi olacaksın başımıza. Gel de şu kırlentlerin dantelinde yardım et bana, daha çabuk biter. Şu sehpanın üzerindekileri kaldır da kütüphaneye götür, illaki söyleteceksin. Bana bak nereye gidiyorsun?? Bu saatte ne arkadaşı böyle? Aferin, kaç yine, gerçekler tatsız değil mi? Bak beni hiç dinliyor mu! Haberin olsun bir daha seni soran herkese evet kızım evde çalışmıyor, gergef işleyip koca bekliyor diye bağıracağım! Anladın mı?...

.....Gitti...Şunları ben toplayayım bari. Ah düştü! Tırak ne? Tıraktatüs? Ne ayol bu? Bu neymiş ceymis coys...Aferin oku oku belki bunlar sana para verir. Zıpır!

Yıldız Sırma
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
              4 Kahveci oy vermiş.
5 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

Elif Eser

 Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak)


  BİR HAYAT & BİR HİKÂYE...(ÜÇ) (2)

"Böyle Bir Kara Sevda..."

Yeni bir ev, yeni bir düzen. Her yeni evlenen çiftin zorlukları oluyordu elbette, onlarda da oldu. Ama atlatılmayacak sorunlar değildi hiçbiri. İlk hayalleri, bir ev sahibi olabilmekti. Kendilerine ait, başlarını sokabilecekleri nohut oda, bakla sofa bir evceğiz. Başka ne isterlerdi ki Allah'tan. Şükürler olsun, herşeyleri vardı, sağlıkları yerindeydi. Ali'nin dünya güzeli bir de yeğeni olmuştu. Gülhan'ın kızı pek sevimliydi. Aile uzun yıllar sonra ilk defa bebek görüyor, minik kızı, kucaklarından indirmiyordu. Bu arada Redife'de hamileydi. Ali, bebek doğmadan bir ev sahibi olma niyetindeydi ama parayı bir türlü denkleştiremiyorlardı.

Zülfiye Hanım oğluna;

- Sen merak etme oğlum. Bankadaki paramız var ya, onun üzerine biraz da borçlandık mı, iyi kötü bir daire alırız size.
- Ama anacığım, o para, babamla sizin...

Zülfiye Hanım, oğlunun bacağına dokundu;

- Bak oğlum, bu para hepimizin. Hep beraber çalıştık, kazandık, biriktirdik. Hiç itiraz etme. Ne yapıp edip bir ev alıcaz size. Borç yapmak ayıp değil ki! Sen borcuna sadık olduktan sonra. Yine çalışır, öderiz.

Öyle veya böyle Zülfiye Hanım, yine yapacağını yapmış, resti çekmiş, borçtan delicesine korkan oğlunu ve kocasını ikna etmeyi başarmıştı. Bebek doğmadan, Ali ve Redife şehir merkezinden biraz uzakta, yeni yapılan sitelerden birinde daire sahibi oldular. Bir kaç aya kalmadan da kızları Nihal dünyaya gözlerini açtı.

Rengârenk bir hayattı Nihal onlar için. Bambaşka bir soluk. Ali, Redife'nin "illâ Sema olsun" demelerine aldırmadan "yok, Nihal olsun, kulağa daha hoş geliyor. Anlamı da güzel. Narin kızım benim, anası gibi" dedi ve bebeğin adı Nihal oldu. Ali, babalık görevlerini fazlasıyla yerine getiriyordu. Çok düşkündü kızına. Öyle ki, gece bebek huysuzlandığında, Redife'nin ayaklarından alır "Bırak, ben bakarım kızıma" derdi. Sabaha dek yarı uykulu ayaklarında sallardı kızını. Ertesi günde uykusuz, bitkin giderdi işinin başına.

Nihal iki yaşındayken feci bir kaza geçirdi. Redife mutfakta akşam için kızartma yapacaktı. Aksilik değil mi, üç gözlü ocağın tüpü bitmişti. Tezgahın altından küçük tüpü çıkardı, tavayı üzerine koydu. O sırada kapı çaldı. Redife kapıya koştuğunda Nihal minik adımlarla mutfağa yöneldi ve tavanın kulbundan tutup, kızgın yağı üzerine boca etti. Ani bir çığlık sesiyle arkasına döndü ki Redife, Nihal baştan aşağı yağ içinde. Evin içi feryat, figan. Herşey bir anda, bir kaç saniye içinde olmuştu. Üzerindeki fırfırlı elbise kızgın yağın etkisiyle bedenine yapıştı bebeğin. Redife ne yapacağını bilemiyor;

- Ali beni öldürecek, Ali beni öldürecek!, diye sayıklıyordu.
Komşuların yardımıyla telefon olan evlerden birinden telefon açılıp Ali'ye ulaşıldı, oradan en yakın hastaneye yetiştirildi Nihal.

Herkes bir anda seferber olmuştu. Gülhan, eşi, anneanneler, babaanneler... herkes pürtelaş, ne yapacağını bilemeden evin içinde çıplacık minik bedeniyle ağlayan Nihal'in etrafında dört dönüyordu. Ali, kızı için İstanbul'un o dönem en iyi cildiye uzmanını evine getirip, kızının tedavisini yaptırdı. Nihal'in omuzunda ve sağ bacağında çok az yanık izi kaldı.

Redife ikinci bebeğini bekliyordu...

Geçen yıllar boyunca hayat ikisinin aşkını yutmayı başaramamış, aksine, daha da kuvvetlendirmişti. Oysa ki, bir çok beraberlikte evlilikle sonsuzluğa yelken açan aşkların sonu nedense hüsranla biter, yelkenlerden birinin halatı kopar ve dağılırdı. Yine de o yıllarda boşanmalar az olduğu için, kimse eşinden boşanmaya cesaret edemez, "kaderin cilvesi" deyip, dizlerini kırar oturur, ömür törpülerdi. Ali ve Redife, bu önyargıyı yıkmak istercesine hayatın acımasız dalgalarına karşı pupa yelken tam gaz ilerliyor ve hiçbir gücün onların aşklarını soldurmasına izin vermiyorlardı.

Mutlu yuvalarına, yeni bir soluk daha katıldı. Bir oğulları oldu. Oğlunun şerefine bir de araba aldı Ali. Haklıydı annesi, borç, ödemeyi bildikten sonra nasıl da çabucak ödenip bitmişti. Biricik karısını ve çocuklarnı arabayla gezmeye götürebilecekti artık. Zülfiye Hanım ve Mehmet Bey; keza Redife'nin anne ve babası Ayşe Hanım ve İbrahim Bey bu ikinci torunu daha bir coşkuyla karşıladı. Ailenin ilk erkek torunu olma şerefine nail olmuştu küçük bey. Bebeğin adını Nihal'e uysun diye "Nihat" istemişti Redife. "Olmaz!" dedi Ali. "Benim çalıştığım ustalardan birinin adı Nihat, hiç hazetmem kendisini." Hesapta, anlaşmalarına göre bu bebeğin adını Redife koyacaktı ama Ali yine baskın çıkmıştı; "Serdar olsun" dedi.

Nihal her çocuk gibi, hele ki babasına fazla düşkün bir çocuk olarak başta Serdar'ı kabullenmekte zorlandıysa da, kardeşini zamanla sevmeyi, korumayı, sahiplenmeyi öğrendi.

Serdar bebek dokuz aylık olmuştu. Her tarafa gülücükler saçmaya, emeklemeye başlamıştı. Bir akşam Ali yemekte;

- Redife... yarın akşam arkadaşlar hep beraber bir yemeğe gidelim diyor. İstersen seni de çocuklarla anneme bırakayım, ben geç gelicem, sende evde yalnız kalmamış olursun, dedi.

Yüzünü buruşturdu Redife;

- Gitmesen olmaz mı?
- Niye? Hem annemlerde çocukları özlemiştir, görüşürsünüz.
- Onu demek istemedim be Ali. Annenlere gidelim tabii, yemeğe gitmesen olmaz mı?
- Canım, ayıp olur şimdi..., bir süre sustu Ali, gözleri dalgın dalgın, sayıklarcasına;
- Aslına bakarsan... benim de canım hiç istemiyor ya..., dedi.
- Gitme o zaman Ali'm... Sen eve geç kaldığın zaman bile yüreğim daralıyor benim.
- İyi de, her zaman yaptığım bir şey değil ki. Kırk yılın bir başı. Merak etme, fazla geç kalmam, erken gelmeye çalışırım. Çok ısrar ettiler. Geri çevirmek tuhafıma gider. Ne zamandır söyleyip duruyorlar, erteliyorum. Bir kere gideyim de, hiç değilse 'gelmedi, adam yerine saymadı bizi' demesinler.
- İçki de içersiniz siz şimdi.
- Bir tek atarım be Redife. Olsun o kadar..., bıyık altından gülmüştü Ali.
- Çok içme bak! Nihal anlatır sonra her yerde "babam sarhoş oldu" diye. Kızının diline düşersin sonra, diye güldü Redife'de. Sonra aklına gelmiş gibi;
- Ali!
- Efendim.
- Arabayı sen mi kullanacaksın?
- Yok be güzelim. Hasan'ın arabasıyla gidicez, merak etme. Ohoo, amma uzattın ha...
- İyi, tamam tamam...

Masayı topladı Redife. İçinde amansız bir sıkıntı vardı günlerdir. Sanki derin bir rüyadaydı ve ne işle uğraşırsa uğraşsın bu rüyalı halinden bir türlü ayılamıyordu. Omuzlarından sırtına uzanan tuhaf bir ağırlık taşıyor, ne kadar silkelense de o ağırlığı atmayı başaramıyordu.

Ertesi akşam çocuklarını alıp kayınvalidesine doğru yola çıktılar. Sıcak bir Temmuz akşamıydı.

Hala aynı göçmen evindeydi Zülfiye Hanım. Oğlunun taşındığı, daha çok odalı diğer eve geçmişlerdi. Kiradaydılar. Niyetleri bir an evvel kendilerine de ev almaktı. Dilinin ucuyla Mehmet Bey'e köyde kalan tarlalardan bir kaçını satmasını söylediyse de, Mehmet Bey oralı olmadı. Sonra düşündü Zülfiye Hanım; "biraz daha bekleyelim, paramız biraz daha biriksin bakalım" dedi. Emekliliğine az kalmıştı. Tekavüt parasını da birleştirince epey bir para toplanmış olacaktı.

O akşam çocukları getirdi Ali. Nasıl da özlemişti torunlarını. Nihal'in en sevdiği yemekleri hazırladı. Güzel bir sofra donattı torunlarına, gelinine. İç geçirdi, keşke Gülhan'la öbür torunları ve damadı da burada olsaydı. Gülhan'ın kızı da büyümüştü. Bir de daha yeni kırk günlük bir oğlu olmuştu. Lohusaydı daha, doğumu çok zor olmuştu. Daha yeni toparlıyordu kızcağızı kendini. Kıyamadı. "başka zaman inşallah" dedi içinden. Sarıldı yanındaki iki torununa. Biri kucağında, öbürü eteğinde.

Gece Redife usulca kapısını tıkladı Zülfiye Hanım'ın;

- Anne, uyudun mu?, dedi fısıltıyla.
- Yok, uyku tutmadı. Sen de mi uyumadın?
- Ali gelmedi daha....
- .....???.....

-Devam edecek-

Elif Eser
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 9,899,899,899,899,899,899,899,899,899,89
              9 Kahveci oy vermiş.
10 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Leyla Ayyıldız

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.798 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


MADENCİ BABA'NIN FOTOĞRAFI (I)

Güneşi hiç bilmezdi
Oniki yedi vardiyasındaydı babam
Gözleri masmaviydi
Karanlık mavi derdi
Babam hiç gülmezdi fotoğraflara
Karanlık gülmez derdi
Anası ayrılır mı yavrusundan !
Kömür ayrılır mı dağlarından !
Ayrılışa gülünmez derdi

MADENCİ BABA'NIN FOTOĞRAFI (II)

Pazen gömlek üzerinde
Masmavi gözlerinle
Düşler sofrasından uyanış gibisin babam
Fotoğraftan bakarken bize

MADENCİ BABA'NIN FOTOĞRAFI (III)

Neredesin
Eski zaman olur ki diyerekten
Anılar yokuşuna tırmanıp hevesle
Gençlik günlerinde misin ?
Puslu karanlıkların aydınlığa koştuğu
Maden ocaklarında
Paydos sirenlerinde misin ?
Sefer tasını kavramış bir elin
Bir elin
İki ekmek biraz üzüm biraz et
Canım babam
Bize mi getirmektesin ?

Kömür sevdim seni. Ama hep ihanet ettim sana.

Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Ankara için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
İzmir için Son Hava Durumu
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan       Yamağı : Cem Özbatur

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz adreslere bir yenisi eklendi. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

http://www.buybye.com/detail.asp?PRODUCT_ID=F102A9K935M714ID1
"ALIŞVERİŞİN GÜLER YÜZÜ". Kahve Molası Dergimiz artık Buybye.com'da. Kredi kartınızla derhal satın alıp adresinize gönderilmesini sağlayabilirsiniz. Hatta dergiyi taksitle almanız bile mümkün. Tabi hepsi bu kadar değil. Dergi için gitmişken tüm reyonları dolaşmakta yarar var. Pekçok ürünün yanında hormonsuz doğal domatese özellikle dikkatinizi çekerim.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Piky Basket 2.0 [495 KB] All Windows Free
http://www.conceptworld.com/piky/pkysetup.exe
Harika bir yardımcı programı. Değişik klasörlerden değişik dosyaları kopyalayıp bir başka klasöre yerleştirmek ya da CD'ye yazmak istediniz mi? İstediyseniz bunun oldukça güç olduğunu da bileceksiniz. İşte bu programla tüm dosyaları önce sanal bir sepete atıyor daha sonra istediğiniz yere kopyalıyor veya taşıyorsunuz. Sağ tuşla açılan menüye yerleşen program son derece kullanışlı. Bir takım ek özellikleri de var. Mutlaka deneyin.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20050617.asp
ISSN: 1303-8923
17 Haziran 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com