Suyu Boşa Harcama



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 6 Sayı: 1.266

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 5 Eylül 2007 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : Zirvenin Muhteviyatı!..


Merhabalar,

Dün zirvenin muhtevasına kadar gelmiş, orada mola vermiştik. Şimdi bu zirve için rivayetler muhtelif. Demokrasini zaferi diyenden tutun, şeriatın daniskası diyene kadar geniş bir fikir yelpazesi var bu konuda. Herkesin fikri kendine, kendi çalsın kendi söylesin de denmiyor, çünkü her fikir yellendikçe yanındaki nezle oluyor. Buraya bir çentik atıp duralım konunun biraz etrafında dolanalım.

4.5 yıldır bizi idare edenlerin mühürü ikinci defa eze eze almalarından sonra beyni buruşanlar ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Öyle ya, adamların yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. Şeriat mi getirdiler? Yooo... Adam mı kestiler? Yooo... Ekonomiyi mi batırdılar? Yooo... E o zaman derdin ne kardeşim? Bir 5 yılı daha madem hakettiler, o zaman kes sesini otur değil mi? İşte o beyni buruşanlar bu zılgıtı yeyip susup oturmaktalar şimdilerde. Ama bir de beyin hummasına aşılı olanlar var, mesela ben ve benim gibiler. Biz bu oyuna bir türlü dahil olamıyoruz. İşin tuhafı, eskiden çoğunluğun biz gibilerde olduğunu sanar, yenilmez, olmaz bu sancak bükülmez diye avunurduk. Şimdi baktık çoğu gitmiş azı kalmış, buruşuklar çoğunluk, aşılılar azınlık olmuş. Yalakalık farz, muhaliflik vatan hainliği olmuş.

Ne demeye çalıştığımı anlamayı kolaylaştırmak için dışarıdan olayın nasıl göründüğüne bakmakta yarar var. Avrupa, Amerika Türkiye'yi nereye koyuyor? Hangi sıfatlarla anıyor onu iyi bellemek lazım. Ben şeriat geliyor, vatan bölünüyor desem, tek bir Allahın kulu iplemez çünkü. Ama Coninin biri Washington Post'ta bir makale yazarsa yer yerinden oynar değil mi? "Müslümanın tokadı", "İslamın zaferi", "Laik Cumhuriyetin sonu", hep onların zikrettikleri sıfatlar, benim değil. Abartıyorlar mı? Belki... Ama ateş olmayan yerden duman çıktığı nerede görülmüş? Tüm Dünya hemfikir olmuş, Türkiye'nin İslami anlayışa teslim olduğunu söylüyor. Değişip geliştiğini söyleyenler piramidin tepesinden aşağıya her noktayı ele geçiriyor. Cumhurun başı daha ilk demecinde laikliği 2 başlı ejderha gibi tasvir ediyor. Ne diyor? Din ve vicdan özgürlüğünün teminatıymış laiklik. İnsanların ibadet özgürlüğü ellerinden alınmışta laiklik buna karşı kalkanmış sanki. Sıradan vatandaş Cumhurun başına alkış tutuyor. İşte laiklik, işte özgürlük, işte türban kardeşliği diye bağırıyor. Ey güzel Allahım, biz dedik mi anlamıyorlar, sen şunlara rüyalarında anlat n'olursun. Laiklik dini devletten ayıran, özünde özgürlüğü kısıtlayıcı bir tanımdır. Kişisel ibadet hakkını istediğin yerde ve şekilde yerine getirebilirsin, kimse karışamaz ama ucu devlete dokunduğu anda özgürlük kalmaz. Öyleyse laiklik dini özgürleştiren değil, disiplin altına alan bir olgudur. Bırakın takiyyeyi de adam gibi söyleyin amacınızı sayın büyüklerim, yemeyin bizi olur mu? Tayyip Bey değişmesine bir kala, kürsüden yandaşlarına "Hem laik hem müslüman olunmaz, ya müslümansındır ya da laik." dememiş miydi? Ben mi yanlış hatırlıyorum? Öyleyse, şimdilerde üç kelimeden birinde Atatürk diyen, laik cumhuriyete yeni sivil anayasa hazırlama telaşına giren amma velakin uzlaşmayı nalıncı keseri gibi kendine yontup ilk "Dindar" Cumhurbaşkanını seçtiği için övünen başka birileri mi? Yoksa bu da mı küresel ısınmanın sonucu? Cevabını yarına araştıralım isterseniz. Şimdilik esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








Yukarı


 


 Kahveci : Yeliz Hısım


VARLIK

Domates, biber, salatalık, süt, yoğurt... Salatalık kalmamış.. Başka ne eksikti... Keşke liste yapsaydım. Kupalık hazır çorbalardan mı alsam, işe götürürüm. Tatlı bir şeyler de alayım bari, çikolata.. Bir şeyler.
- Migros kartınız var mı?
- yok.
- Şurayı imzalar mısınız?

Evin yolu gözümde büyüyor, özellikle de torbalarla. Iki çocuk kavga ediyor, iki kız çocuğu:
-" Ver bebeği, o benim"
-" Hayır, o benim"
Benim, senin, onun, bizim, sizin, onların. Iyelik eki en eski ek olmalı, ve en sık kullanılan. Benim toprağım, benim krallığım, benim karım, benim kocam, benim evim, benim sevgilim, annem, babam, benim çocuğum, benim elbisem, benim arabam...
Evime geldim. Alışverişleri dolabıma yerleştirdim, Küçük bir salata yaptım kendime, yedim. Televizyonu açtım, filmler var. Sıkılıyorum. Biraz daha beklemem gerek. Etrafın dönmesi dursun. Sonra devam edeyim yaşamıma. Saatlerce geçmiş öylece, bana ait hiçbir değeri simgelemeyen o kutunun karşısında. Iş olsun diye makarna yapıyorum, domates soslu. Domatesler bitti. Bana ait olan bir şey daha eksildi.

-"Buna katlanabilecek misin peki?"
Bir erkek bu soruyu soruyordu, karşısındaki aşık kıza. Kahvaltı etmek için girdiğim pastanede oturuyorlar. Konuşmayı bu cümleden yakalıyorum, merak ediyorum. Kız da diyor ki:
" Teoride benim değilsin, doğru. Ama bu sadece teoride böyle. Ben şu yüzüğü kaybedebilirim, ya da bir başkasına verebilirim ve artık benim olmaz. Peki onu şimdi benim yüzüğüm yapan nedir?"
Beni en çok etkileyen, erkeğin o bakışıydı kıza. O ciddi, o ateşli bakışıydı. Paylaşamadıkları, sahip olamadıkları neydi bilemiyorum ama o erkeğin, o kıza o şekilde ilk defa baktığı belliydi. Kız uyuşmuş gibiydi. Sözlerine devam ediyordu:
" Işte seni de benim yapan şey, gerçekler değil. Ortada olan durum değil, insanların nasıl gördüğü değil, seni benim yapan şey, benim nasıl hissettiğim sadece. Bu yüzden de katlanılması zor olan bir şey kalmıyor ortada."
Erkek de tutulmuş gibiydi. Karşısında gördüğü kararlılık, ona hem çok yeniydi, hem de tanıdıktı da. Beklemediği bir şey sanırım. Onları nasıl bu kadar iyi anladım bilemiyorum, çünkü birbirlerine söyledikleri her şey dışarıdan dinleyen herkes için anlamsızken, onlar her şeyi anlıyorlardı. Benim gördüğüm bu sanırım. Erkek de konuşmaya başladı: "Ama ben, senin benim olduğunu hissedemiyorum" dedi. Gözlerim parladı. Sahip olmak üzerine düşündüğüm her şey bir cevap bulmuş gibiydi. Sahip olmanın, tek taraflı bir eylem olduğu... Ait olmak ile el ele gitmediği.. Oysa ben hep, sahip olmak ait olmanın doğal bir sonucu sanırdım. İkisi teker teker, birbirinden bağımsız, tek bir kişinin, kendi içinde yaşadığı, asla paylaşamadığı eylemlermiş. Anarşizmin siyasete uygulandığında başarısız olmasının sebebi belki de.
" Oyun oynamıyoruz ama oynar gibiyiz aslında. Çünkü sen eve gittiğinde, ben eve gittiğimde, birbirimizi yok edeceğiz beynimizde. Ama sen ve ben, biz, buradayken her şey gerçekten var. Oyun oynanmadan. Yine de oynuyor gibiyiz"
Daha fazla dinleyemiyorum. Çiftleşme içgüdüsüyle, biz insanlar, en temel sorulara bile aşkı sokuyoruz. Bunu yapıyorlardı. Daha fazla dayanamadım.
Eve vardım, buzdolabımdan sütümü çıkarıp cezvemde, sadece sütten bir neskafe yaptım. Oturdum bilgisayarımın karşısına başladım yazmaya. Neskafe bitti. Nereye ait şimdi? Gelip geçen neskafe, kalan ait olan, sahip olunan fincan mı? Fincanı yere attım. Kırıldı. Fincan kimin şimdi?
Beynim iyice bulanmaya başladı. Kafamı nereye çevirsem dönüyor. Sabit tutmam gerekiyor, yoksa dönüyor. Televizyonda bir film oynuyor:
-" kollarını çek kız arkadaşımdan!"
-" Ona soralım istersen, kimin olduğunu..."
-" Ben kimseye ait değilim!....

...
Sahip olmak kadar güzel değil sanırım ait olmak.
Kanalı çeviriyorum, kafamı çeviriyorum, bir sürü obje geliyor gözümün önüne. Bordo bir lamba, moulin rouge filminin resmi, ekmek sepeti, tarot kartları. Bütün bunlar neye dönüşecek. Kimin olacak ki?
Gerçekle hayali sanırım karıştırmaya başlıyorum. Yattım, iyi gelmeli.
Alışverişimi yaptığımın üçüncü günündeyim. Sütü yarılamışım, yoğurt duruyor. Çorbaları içmişim. Yine sütlü bir neskafe yapıyorum, süt az kalıyor. Akşama misafir var, mantı yapacağım. Televizyonu açıyorum. Bir fanus var televizyonda, kapağı açılıp içine yem atılıyor ara sıra. Bilimsel bir araştırma herhalde, deney fareleri yerine insanlar var. Onların davranışlarını, davranış bozukluklarını ölçen bir deney olmalı. Etki- tepki yasasını belki de... Bir evlenme progarmı yine. Sanırım artık kaynanalar da var içinde. Insanlar o programda kendi sınırları için, sahip olduklarını düşündükleri şeyler için, etrafına işedikleri alanlar için birbirlerine havlayıp duruyorlar. Dayanamıyorum. Saatlerce güneş batana kadar pencere karşısındayım, kafamı çevirince dünya dönüyor. Güneş batıyor. Evdeki bütün saatleri atıyorum. Bir anlamları yok. Kimin olacakları şimdi. Onlar da isyan etmezler mi sahip olunmaya? Zaman birisine ait olabilir mi ki?
Mantıyı koyuyorum fırına. Yoğurdunu hazırlıyorum. Misafirlerim geldi, konuşuyoruz.
- " Bakın yeni telefonum.."
- "Aaa ne güzelmiş, ne özellikleri var?"
- "Sesimi tanıyorr, bir tek benim sesimle açılıyor."
- " Kızın nasıl bu arada?"
- " ıyidir ne yapsın, ev alıyorlar onlar da kendilerine.."

v.s........ v.s...........................

Gittiler. Yoğurt da bitti. Son kalan sütle, bir neskafe yaptım kendime.
Sıcak su dolduruyorum küvete, filmlerde yapıyorlar, güzel görünüyor.
Neskafem bitiyor. Alışverişimin dördüncü gününün sonunda o alışverişi yaptığıma dair bütün kanıtlar siliniyor. Artık benim olan bir şey kalmıyor aldıklarımdan. Kamerayı kuruyorum banyoya. Ben de bir deney yapmak istiyorum.
"Alo... Efendim"
" Salih hanımla görüşebilir miyim?"
" Evet, ben kendisiyim"
" Salih hanım, kızınız intihar etmiş..."
"............"

Telefon kapandı.
Ben aslında sadece bir deney yapmıştım. Intihar etmedim. Bilemezler elbet. Kamera kaydını izlediklerinde bile, sadece:" Demek ki ciddiymiş, küvete girmeden önce, dikey olarak kesmiş bileklerini" dediler.
Ama kafamı duyamadılar, çünkü benimdi galiba. Ben şimdi, kime aitim, .bu bedenin sahibi kim şimdi? Kafamdaki sesin sahibi kim?
Şu saniye benim sahip olduğum tek bir şey var mı? Hep sahip olduğum tek şey, yavaş yavaş akıp giden varlığım mı?

Yeliz Hısım


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
5 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahveci : Armağan Tekdöner


Millî Eğitim

21 Kasım 1980, Cuma
Karşı duvardaki organ çizimlerine yetmiş santimlik bir yenisi eklenmiş, hocalara güzellemelere de bir beyit daha. Helâdaki son gelişmeler işte bunlardı. Tümseğe dönüşmüş deliğe direkt işendiğinde dolgu malzemesi geri sıçradığından, yan duvar aktarmalı işedim ve ilk dersin finişine dakika kala sınıfa girdim. Ders dedikleri seanslardan birini daha hayatımdan eksiltmiştim, hem de sadece "geç kalmış" sayılıp "devamsız" yazılmadan.
Atlattığım bu belâ - geciktirilen "burada" cevaplarıyla ders süresinin onda birini aşan "Var mısın, yok musun?" oyunuyla başlayan, sonra öğretmenin tahtaya diyelim x+1=2 yazarken, bir yandan da yazdığını ne bir eksik ne bir fazlasıyla "iks artı bir eşittir iki," diye seslendirerek müfredatı öğretmeye geçtiği, havaya yeterince tebeşir tozu kattıktan sonra da en az bir öğrenciyi sözlüye kaldırıp alaya alarak zincirleme reaksiyonu başlattığı ve neden güldüğünü kendileri bile bilmeyen diğerlerinin dalga dalga havlamalarla zil çalana kadar sınıfı inlettiği süreç - matematikti.

İkinci ders İngilizce, ya da yaşanmamış saatler. Kürsüye çöreklenmiş bir başka zirzop moruk, akla ziyan gevelemeler. Bu seferki Tarzan bize soru sormayı sadece sene başındaki ilk dersinde, bir kere denemişti. Çift dikiş Ömür ona "Pardon Mister Sikister?" diye cevap verdiğinde, ben bambaşka bir nedenle pişmiş kelle gibi sırıtıyordum zaten, ağzımı örtmekteki elimi sıraya şaklatmakta kullanmaya başlayarak olaya müdahil olmuştum. Vehbi ise, gülmekten yere devrilme numarası çekmişti. İngilizceciyle olan bu iletişimin neticesinde sınıftan atıldığımızda kaynaşmıştık üçümüz. Bugünkü evelemece rüzgâr gibi geçti, zilin ilk salisesinde ayağa fırladık.

İşte bu ders harbiden kafa düzmenin Allah'ı. Öğretmenimiz "Güneydoğu Anadolu'da hayvan çoktur, hayvancılık yapılır," veya "Zavallı Belçika'daki en yüksek tepe anca şu kadar metre eder, biz oysaki yükseklik olarak..." gibi cümlelerle bize coğrafya öğretiyordu. Rehavet sınıfının en arkasında, köşedeydik. Geçen sene belgenin kenarından dönen Vehbi solumda, defterine ders notları alır pozlarda, yazıyla soruyordu bana: "Ot var, Ömürlerin ev müsaitmiş, akşama içelim mi?" Kafayla okeylememle coğrafyacının olay mahalline doğru ok gibi fırlaması bir oldu. Herifçioğlu sanki içilecek otun veya sıra altında açmış olduğum pornonun kokusunu almıştı, tepemde soluyordu. Sınıf sütlimanlaştı, kara sineklerin sesini duydum.
Aniden hareket başladı, hoca ön sırada oturan kızın kitabını kaptı ve özenle incecik bir rulo haline getirip suratıma çaktı. Kucağımdaki dergi yere uçtu, kafam duvardan top gibi sekti. Porno dergi ortaya çıktığında bir an için duraksayan rulo, yeniden harekete geçti. Coğrafyacı "Şu..." diyerek kaldırdığı ruloyu, "...bir!" diyerek suratıma indirmeye başladı. Tek sayılar sağdan, çift sayılar soldan. "Şu," sesi esnasında başım boşlukta yer değiştiriyor, sayı ise uğultu, patlama, ışık demek.
"Şuuuuuuuuu dokuz!"u duydum ama sonraki sayıları nedense duyamadım. Hocam ruloyu yere bırakıp ağzıma tebeşir doldurmaya başladığında, gözümün hizasına denk gelen rulonun yeniden kitap formuna dönemediği dikkatimi çekti. Sınıftan dışarıya sürünme vakti geldiğini tekmeyi yiyince anladım ve temsildeki rolüm sona erdi.
Hemen arkamdan sınıftan atılan Vehbi ve Ömür, beni koridorun sonundaki folklor kolunun odasına taşıdılar, orada uzandım biraz. Vehbi kanamakta olan kulaklarımı etraftaki rengârenk mendillerle sardı. Derken Namık Kemal fıkraları, el şakaları, kostümleri giyip çıkartmaca, sigara ve zil. (Daha doğrusu zil çalmış.) Odadan çıkarken sigaramı davullardan tekine bastırmaya kalkışmama itiraz eden Ömür, ta derinlerden gelen bir sesle folklor etkinliklerinin ülkelerin imajındaki önemini anlatmaya başladı bana. Sigarayı yere attım.

Girdiği sınıflardaki herkesin (ama istisnasız herkesin) kendisini ayakta (ama gerçekten ayakta) karşılamasını içeren ve sadece bu egzersizin yaptırılmasının ince detaylarıyla sınırlı bir öğretmenlik anlayışı vardı dincinin. Dördüncü ders zevkli başladı, zira din hocasının yapışmış bakışlarına rağmen Ömür oturmaya devam ediyordu. Bir süre sonra âdet olduğu üzere, yorgun sınıftaki bütün gözler oturmaktakine çevrilince, Ömür ağır çekimde doğrulmaya başladı. O doğruldukça, Vehbi de aynı hızla çöküşe geçti. Sınıf cık-cık-cık sesleri çıkararak dikilmeye, hoca susmaya ve bakmaya devam ediyor, Ömür kalkıyor Vehbi oturuyor, ya da Vehbi kalkıyor Ömür oturuyordu. Yüzümü iki avucumla yukarıdan aşağıya sıvazlamamla beraber sübhanekeci ateş açtı:
"Ohaaaaaaaaaaaaaaa."
Bu güfteyi öyle gür, öyle makamlı seslendirdi ki, beş dakikadır ayakta dikilmekten çuvallaşma eğilimine girmiş olan herkes toparlandı.
"Amin."
Cevap verirken sanırım kendi sesimin yüksekliğini ayarlayamamışım, tam gülüşmeler duymaya başlamıştım ki, hışımla yanıma ulaşan herifin kulağıma şaklayan avucu sınıfı benim için sessiz sinemaya döndürdü, o kulağımdan yine kan geldi. Dördüncü derslerden yırtmak bir kazanımdır, çünkü öğlen teneffüsü vakitlice başlar, kokoreç ve biraya hasret midelerimize gün doğar. Öğleden sonraki derse de geç girileceğine göre, birkaç ekstra saat yaratılmıştır. Velhasıl, hicrete zorlandık.

Ama keşke dersten atılmamız sayesinde erken ulaştığımız biracı Kayınço'da şakalaşmanın ya dozunu ya da zamanlamasını daha iyi ayarlasaydık. Vehbi önceden birbirine lastiklediği bir kutu dolusu kibritle Ömür'ün sigarasını yakmasaydı, alev arşa yükselmemiş, müessese de bizi dışarıda tercih etmemiş olacaktı. Zürafa sokakta şöyle bir turlayıp kerhanelere baktık, 1.ordu da oradaydı sanki. Sonra adım başında kurulu mantarlı hedeflere tüfekle atış yaptık. Paralar ve teneffüs biterken kulağım biraz açılmıştı.

Milli güvenlikçi albayın dersine geç girmenin riskiyle, derste bulunup da hayatı idâme ettirmenin güçlüklerini karşılaştırınca, A şıkkını tercih ettik. Sertçe ve eşit aralıklarla üç defa tıklattığım kapıdan son derece ciddi suratlar takınmış vaziyette dersin sonuna doğru girip, esas duruşa geçtik. Millî Güvenlik Konseyi üyelerinin bir fotoğrafı yakama iğnelenmiş vaziyette, kafayı havaya dikip anırdım:
"Mazeretimizi arz etmek istiyorum komutanım."
Atış talimlerimizi anlatıp takdir göreceğimizi hesaplıyordum ama albay duymazlıktan geldi, top-tüfek dersine devam ediyordu. Bu, "Esas duruşu bozma!" demektir. Birkaç dakika sonra bitecek dersin sonuna kadar da öyle yaptık.
"Uygun adım, ileri."
Talimat bizeydi. Albay arkada biz önde tek sıra, raprapa başladı manga. İstikamet müdürün odasıydı belli ki, kızların helâsından sonra yolunu en iyi bildiğim yer. Öğleden sonraki ikinci dersi müdüriyette nasihat dinleyerek kaynatacağımızı varsaymaya başlamış, gevşemiştik. Pinpon müdürün odasına ulaşınca albay bizi kapıya dikti ve içeriye önce sadece kendisi girdi, albay kısa süre sonra uzayınca müdür bizi aldı.
"Çocuklar, sizinle konuşmamız lâzım."
Müsamereye hazırdık. Gözlerimiz yere bakıyordu, âdeta pişmanız ve utanmışız.
"Vehbi, kendine acımıyorsun bari annene acı. Baban vefat edeli kadın çaresiz, perişan. Ne olacak hâlin senin?"
"Emredersin komutanım."
Vehbi herifleri mi karıştırmıştı acaba? Müdür yâ sabır çekiyordu. Sakin olmaya çalışarak bu kez Ömür'e hitap etti:
"Sen de gelmişsin 19 yaşına, hâlâ lisedesin. Buradan emekli mi olacaksın?"
Daima yanımda bulundurduğum H2S ampulünün belki de görev zamanı gelmişti. Adam laga lugayı lastik gibi uzatıyordu ve bizi acayip bayacak gibiydi. Kumaş parçası arasındaki ampulü cebimde sessizce kırdım önce.
"Çıkart oğlum elini cebinden!"
Bu adam Ömür'le konuşmuyor muydu? Sesler giderek uzaklaşıyordu yine sanki. Elimi cebimden çıkartırken kumaşı düşürdüm(!), artık kesinlikle tüyme vaktiydi yani. Vehbi tezgâhı çakmıştı bile, müdüre "Komutanım çişim geldi, çıkabilir miyim?" dediğinde doğrusu yaratıcılığını takdir ettim. "Defolun!" komutunu beklemeye koyulduk. Müdür konuşmaksızın odada volta atmaya başladı. Beş saniye, on beş saniye, kırk saniye. Ve müdür odanın uzak ucundayken çürük yumurta kokusu bana ulaştı! Neden kovulamamıştık bir türlü? Allah'tan o anda ne telefon geldiyse geldi, herif tek kelime söylemeden odadan dışarıya vınladı.

Hocanın bacaklarını dikizlemek ve sunulan manzarayı birbirimize methetmek üzere sonraki derse girip ronta yatmıştık ki, beklendiği üzere müdür damladı - hatta geç bile kalmıştı - ve üçümüzü dışarıya aldı. Ama neden bize "Siz bittiniz," diye avaz avaz bağırıyordu bu çatlak? Bize, ihtarların, tekdirlerin, tartların çocuklarına... Hem çürük yumurta kokusu yüzünden kim bitmiş? Adam avucunu yumruklayarak suçlarımızı saymaya başladı, saydıkça sinirleniyor, sinirlendikçe bağırıyordu, bağırdıkça...
Sınıfların kapılarından birini yumrukladı. Kapının camı indi ve bir anda kan... Birkaç saniyelik hareketsizlikten sonra, müdür kısık bir sesle "Dersinize dönün," dedi. Camı kırılan sınıfın öğretmeni koridora fırlamış, müdüre bakıyordu. Müdür kan damlatarak uzaklaşırken arazi olmak da vardı ama Vehbi bacak seyretmenin daha makul olacağını hatırlatınca, sınıfa dönmeye karar verdik.
"Yaş mı da kuru mu?" ritmindeki "kapı tıklatmamıza" kimyacı cevap vermedi. Ama biz yine de kapıdan itişerek dalıp, locadaki yerlerimizi aldık. Ne bacaklardı ama! Sürekli "Hüfffffffff" diye ağzımızla hava çekerek belli-belirsiz sesler çıkartıyorduk ki kafamdan tebeşir sekti, sanırım hüflemeyi biraz abartmışım.
İkinci tebeşir kafayı eğince ıskaladı, üçüncüsüyse öndeki inek kızın gözüne saplandı. Kimyacı hıçkırıklar eşliğinde "Allah bin belânızı versin," diye bağırarak sınıftan kaçarken, herkes susmuştu. Gözüne tebeşir yiyen kız sıraya kapanmış haykırarak ağlıyordu, yanına gudubet tayfasından birkaç yardım meleği üşüştü.
Bu arada tahtadaki geometrik şekillere dalmışım. Sıkıldım sonra, sohbet etmek istedim:
"Lan Ömür, kimyacı başımıza iş açmasın?"
"Bağırma oğlum. Ayrıca o kadın fizikçi."
"Ne?"
"Fizik, fizik, kimya değil!"
Tüh çarkına, meğer karı fizikçiymiş, bu dersler de fizikmiş!
"Hay belâsını... İyi ama fizik sandığım ders neydi pekiyi?"
"Lan ne aptalsın be, bu ders tabii ki kimya, tahtayı görmüyor musun?"
Tahtaya bir daha ve dikkatle baktım. Tabii ya! Bal gibi de kimyaydı işte; bayır niyetine çizilmiş bir üçgen, onun uzun kenarına ilişmiş dikdörtgen bir yük, elipslerle bağlanmış daireler, oradan buradan çıkartılmış oklar. Aşkın kimyası olur da hırdavatın olmaz mı?
"Ömür yahu, şaka maka derken bir şeyler de öğrenmişiz icabında, üniversite sınavında özellikle kimya sorularında bayağı iddialı hissediyorum kendimi aslında."
"Tabii oğlum, hele alkolleri sorsalar..."
Vehbi'yle beraber neye sırıtıyordu bu herifler? Kimyacı dönmedi.

Son dersten aklımda, folklor odasındaki tuhaf yangın haberi ve bölük pörçük cümleler kalmış sadece. Kapıdan sızan dumanı öğlen teneffüsünde fark eden bir hademe odaya dalıp, için için yanmaktaki kostümlere tekmeyle müdahale ederken dumandan etkilenmiş. Yangın büyümeden sönmüş ama adam oracıkta kendinden geçmiş. Onu ancak bir saat sonra yerde baygın bulmuşlar ve hemen müdürü aramışlar. Hademe hastanelik olmuş. O kostümleri kim yakmışmış acaba?
Atlıydı-akınlardı-çocuklardı-şenlikti derken, ayrıca adam mektup yazmış da kudurmuş köpek mi ne demiş, berikisi de demiş ki... Ve zil! Nihayet iple çekilen paydos! Avluya dıgıdık dıgıdık.

Ayakta sallanarak dinlediğimiz yarım saatlik tıraşı müdür bitirince, mikrofon müzikçiye geçti:
"Çift sıra, kollar öne hiza al, gülme lan gülme it, ses veriyorum..."
O tabiatüstü bestenin bir detone kanon uyarlaması daha. Ah-hah-hah!

Beyoğlu'nda bir sinemaya çıkış kapısından kaçak daldık, araya koydukları miki filmi esnasında çekerken fenerci ışık tuttu, iş de film de yarım kaldı, sonra Yüksek Kaldırım'dan aşağıya yuvarlanıp Karaköy'de vapura atladık, evlere dönüyorduk. Her zamanki şekilde köpekler gibi koşuşturarak, daha iskele sürülmeden vapura zıplamıştık yine. Terslik bu ya, Vehbi yere sıvaşık mazota bastığı için kayarak halata kapaklandı. Çocuk bozuntuya vermeden ayağa kalkmaya çalışırken orada malafat gibi dikilmekteki çaycı "Höst lan," deyince tepem attı. Çaktırmadan arkasına dolaşıp ensesine sokuldum ve kulağına "Pat!" diye bağırdım. Çaylar boca. Halatçı dibimde bitti.
Vapur yola koyulmuş, biz ikinci mevkide birer Kent yakmış, somurtuyorduk. İskeledeki kimlik sapığı askerler olmasa, soykırıma kurban gidecektik. Ömür oturduğu yerden kalkıp can yeleklerini sökmeye başlayınca keyfimiz geldi ancak ve yanımızdaki beden çantalarına birer yelek atıp, neşeyle yukarıya çıktık. Kontrolörle köşe kapmacaları tamamladıktan sonra lüksteki bir masaya çöreklendik.
Çeşitli gazete arkası beyefendilerin arasında, masanın tekinde kişnemekte olan üç ibne dikkatimizi çekti. Mosmor ve daracık kotlusu kıpraşıp duruyordu. Derken hepsi birden bize bakıp ağızlarını açıp-kapatmaya başladılar. Işıklar pırpır ediyor, camlar zıngırdıyor, çeşitli satıcılar ve askerler girip-çıkıyor, biz de tıslayarak çektiğimiz sigaraların dumanlarını tanjulara üflüyorduk. Gazeteler teker teker kapanıp nüfus seyrelmeye başladığında, sıska bir bücür hışımla lükse daldı ve şoroloların yanına oturup bir şeyler konuştuktan sonra Vehbi'ye "Ne var lan lavuk?" dedi. Vehbi ayaklandı, ağır adımlarla ulaştığı pezonun sandalyesinin tek ayağına, bir yanlama tekme koydu.
Vapur Haydarpaşa mendireğinin arkasında hız kesmiş ölü denizanalarını ittirirken, Vehbi lüksün arka kapısından dışarıya sürüklediği pezoyu denize atmaya çalışıyor, askerler gülüyor, etraftakiler de kaçışıyordu. Ben de, babanın tekine oturmuş "ay-ay-ay," diye bağırmakta olan hötöröflerden tekine yanaşıp, pandik attım. 1.90'lık bir ayı olduğunu ayağa fırlayınca dehşetle gördüğüm kodoşun cevabı sözel olmadı. Daha doğrusu benim ölü denizanalarıyla kucaklaşmam pek ani oldu. Yanlış teşhis, "ay-ay-ay," diyen o değilmiş.

Sırılsıklam ve buz kesmiş vaziyette evin kapısına yıkıldığımda, saat akşam altı civarıydı. (Ayakkabısının tekini ve montunu denizde bırakmışsa insan, kıyıya çıkarken yara bere içinde kalmış, bol miktarda mazotlu deniz suyu yutmuş, taksiler almadığından bir zombi gibi düşe kalka eve kadar koşturmuşsa, algılama güçlüğü yaşayabilir.) Hâlimi gören pederin dili tutuldu bir an, ben dosdoğru banyoya daldım. Banyonun kapısını kilitleyip suyu açmama rağmen babam kapıya dayanmış, bağırarak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu: Okuldan müdür mü atılmış, yangın mı yanmış, ölü mü ölmüş neymiş... Yırtınıyordu ama su sesi onu bastırıyordu, meseleyi kavrayamadım.
Ben banyodayken başlayan bağırış çağırışın özünü ancak yemekte anladım. (Anlaşılan kulağımın teki pek iyi duymuyor, diğeri de tam sağırlaşmış.) Peder sakinleşince sorgulamaya başladı, ben anlattıkça içti, kâh güldü kâh bağırdı, yalvardı, azarladı, nutuk çekmeye başlayıp ikinci cümlede bıraktı. Sonra bana "Değil mi?" şeklinde biten sorulardan sordu ve bunlara kendi verdiği "Yazıklar olsun..." formunda başlayan karşılıklara giderek sinirlenip, sonunda bana tokat atmak üzere kaldırdığı eliyle bitmiş rakının şişesini kaptı ve şişeyi duvarda parçaladı.
Biraz sonra yerinden kalktığında sessizce ağlıyordu, ecza dolabına gidip malzeme getirdi, kulağımdaki yaraya ve vücudumdaki çeşitli kesiklere pansuman yaptı, sonunda beni bırakıp televizyonun karşısına yerleşti, sıkıyönetime küfrederken ekran karşısında uyuyakaldı.
Artık top atsalar uyanmaz. Annem bizi terk edeli bu adam böyle dengesizleşti işte. Sofrada "sağlık olsun, bakarız çaresine boş ver," gibilerden de konuştu bir ara. Acaba yarın akşam da yemeği bir kez olsun ben mi yapsam bu evde?

Arka sokaktaki Ömür'e geçip Vehbi'nin getirdiği esrarı içmek için, sokağa çıkma yasağı olan şu saatler ideal zamanlar netekim. Bizim bahçeyle onların arka bahçeyi ayıran duvarı atlıyorum, o kadar. Asker masker de olmuyor ortalıkta. Pederin söylediği şu bizim okuldan atılmamız vaziyetini de konuşuruz çocuklarla, güya benimle beraber Vehbi ve Ömür de atılmışlar. Sakın beni hizaya getirmek için babam işkembeden atmış olmasın?

Gazete A - 22 Kasım 1980
İstanbul Kadıköy'de, gece 02.30 sularında dur ihtarına uymayarak kaçmaya kalkışan Ertürk Türker isimli sol örgüt üyesi, güvenlik güçlerinin havaya açtıkları uyarı ateşiyle yaralandı. Derhal kaldırıldığı askeri hastanedeki müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

Gazete B - 22 Kasım 1980
Bir şâki daha ölü ele geçirildi. Sabaha karşı 04.00'te Üsküdar'da duvarlara slogan yazarken güvenlik güçlerince görüldü. Teslim ol çağrısına ateşle karşılık veren yasadışı sol örgüt üyesi Ertürk Türker, çıkan çatışma sonucu otomatik silahlarıyla beraber ölü ele geçirildi.

Gazete A - 23 Kasım 1980
İstanbul'da dün sabaha karşı evinin bahçesinde vurulan 17 yaşındaki Ertürk Türker'in babası Türkmen Türker (52), olayın soruşturulmasını talep etmiş, oğlunun hiçbir siyasi görüşe mensup olmadığını öne sürmüştü. Ertürk'ün kulağındaki bir rahatsızlık nedeniyle dur ihtarını duyamamış olabileceğini iddia ederek, oğlunun yazdığını öne sürdüğü bir günceyi kanıt göstermek istemişti. Dün gece evinde yapılan arama neticesi Türker gözaltına alındı. Evin duvarlarındaki yasadışı pankartlar indirildi, bildiri yazmakta kullanılan bir daktiloya ve aralarında Marksist-Leninist yabancı mihrakların da yer aldığı çok sayıda yasak yayına el konuldu. Türker'in sorgulanması sürecek.

Gazete B - 13 Aralık 1980
Türkmen Türker, 20 günlük sorgulamanın ardından askeri mahkemeye çıkarıldı. Basına kapalı yapılan duruşmada, 22 Kasım'daki silahlı çatışmada ölen oğlu Ertürk Türker'in ve kendisinin yasadışı sol örgüt militanı olduklarını itiraf etti. Aldığı 103 yıl ceza, iyi hâli ve sabıkasız oluşu göz önünde bulundurularak 22 yıla çevrildi. Türker'in avukatı temyizden feragat ettiklerini bildirdi.

Armağan Tekdöner


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
3 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahveci : Serra Topal


7 dakika

"bir tane daha alayım."
"tabii."

"buyrun efendim.."
bardağı uzattı. aldım.

ve baktım. oradaydı.
yeşil, kalabalık bahçede. gülüşler, karışık sesler..
hep düşlediğim gibi. içimin yanmasına söz verdiğim gibi.

ona bakınca onu değil elleriyle biçim verdiği zamanımı görüyordum.
onsuz geçen, onsuz geçirmekle övündüğüm, bana güç kattığını düşündüğüm, benden aldığı beni bana geri verdiğini sandığım her zaman kırıntılarının bir tanesini bile değil.

oradaydı..
değişmemiş. biraz kırlaşmış saçları. aynı.
deliler gibi kaçtığım, hatta kaçan ayaklarımı birbirine dolaşan beyaz tüller içinde gözlerimin önünde görür gibi olduğum adam. zamanlar boyunca.. inkâr ettiğim ve işlerime daldığım gündüzler; inkârın, boynuma o gibi dolandığı ve bundan -ondan- kaçamadığım geceler boyunca. her kaçışın günü ve teslim oluşun gecelerinin birbirine eklendiği yıllar, yollar, şimdi kısalmış, işte, karşısında elbisemi düzeltiyordum; onun kentinin yeli yüzümedokunuyordu, zaten hep rüzgârla konuşur gibiydi o.

acı dolu bir defter gibi bir gönülle ardımda bırakıp gittiğim..
orada işte.
bu hava aslında mavi ve yeşil değil.. sanki bahar sonu değil.. içi hayatla dolu bir yaz öğlesi değil. bir yağmur öncesi kadar dolu, ıslak, gebe, umutlara, akmaya hazır gözyaşları gibi, taşıyamayacak kadar, sevinçli, içten içe,yeniden dirilmiş, bir insanın ölümü sırasında anlayabileceği kadar buruk.

elinde kadeh. akıp geçen yaz gününde çevresindekilere, başı olmayan sonu gelmeyen sohbetlere kaptırmış kendini. uzun boyuyla dal gibi.

birileri bana bir şeyler söylüyor. soruyorlar.. özlemişler beni. buralar ne kadar değişmiş? ben?
onunlayken beni işlemediği kadar işlendim onsuzlukta.

beyaz masalarla kır.. yürüyor.. çocuklar ortalarda koşuyor, birgörünüp bir kayboluyorlar.. o bakıyor bazen. içtiğim her neyse boynumu yakıyor.

meyve suyu?

eli cebinde. arkamı dönüyorum. bu elbiseyi bir daha giyemeyeceğim. alışılmış gibi gelmiş, onunla anımsadığım her kötü ân, ben meğer umut ekmişim.

sadece kısa bir selamlaşmıştık. oysa zaman, bitmez tükenmez bir konuşmaya iter bizi sanıyordum. etrafında bir kadın.. koluna giriyor. ona bakıyor. kırlara, insanlara bakıyorum.
yanımdakilere dönüyorum. sanki ılık, tazelenen ağaçlar kokan hava, içimden birkaç kelimeyi ona taşıyor gibi korkuyorum. rüzgârla anlaştı, buna eminim. kelimelerim görünecek diye alelacele içiyorum.

evet, buradayım. döndüm.
ne umuyordum?

*

geldi...

kısa bir zaman evvel giderken, tüm o yollarda giderken, aslında geliyor olduğunu sanırdım. her gün, bu yürek taşmasının sevinciyle delidolu başlardı. ve ölümün tüm umutları çekip götüren örtüsüne boğularak sessizce biterdi.
ben buralarda kendimsiz yaşadım. yaşamadım. ölmedim. onu bekledim çünkü.

Serra Topal


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
7 Kahveci oy vermiş.

 


 


Arzum Günay

 Kahveci : Arzum Günay


  YUTKUNMALAR (1)

Hoş geldin bahçeme yaban gülü. Dalındaki yeşillikler göz kamaştırıcı. Bugün başka bir şehirde başka bir gecede şiirler yazarken ansızın geldin, ben gelişine motifler döşemeden sen oturdun yanı başımdaki divana.

Olup biteni hızlı hızlı anlatırken , ben mimiklerine daldım tüm saatlerimi tüketircesine. Bildim sonu olmayan, gelmeyen ve nefesini terimde hissettiğim bir anlık aşkın kapattığım mizandan farksız oluşuna. Seyirlik bir izleyici kitlesinden herhangi biriydim , ve sen adeta tüm günlere inat bugünde gözlerimin içine bakıyordun. Yırtıp geçiyordu sessizlik kahkahalarının sabit okundan. Ve onlarca kez seni seviyordum , bilmiyordum söylemesini , hissettirmesini ama seni seviyordum. Gözlerinin yana çevirip usulca beni yakalamandı seni sevdiren , farkında olup sevdana kara kalem çekmendi beni sana yaklaştıran.

Kalemimi aklımla karıştırıp bir hayal çıkarttım senden. Hayalini sevdim düşümde sıkıca…

Kapısız hayallerim sana tutsak , şiirler sana asi…Değme benim gönlüme , kanar akar durduramam. Kanar ki kan kırmızı siyaha çalar . türküler söyler arkandan susturamam. Ağlar kayarım yıldız tanesi gibi gözlerinden.

Arzum Günay
Rize


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
4 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Dost Meclisi


YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
Yorumlarınız için bekleriz.

Fotograf : Işık Şerifsoy (Etkin)

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı


 


 Tadımlık Şiirler


Sen Şiirlerini Yaz...

Şimdi sen şiir yazıyorsun ya
ben parmaklarımınn ucuna basarak
kaçıyorum usulca...
Ne zaman konuşmalı insan
ya da ne zaman susmalı...
veya ne zaman haykırmalı.

İstanbul İstanbul olalı
kaç sevda gördü gerçekten
geberiyorum aşkından diyen
ne kadar geberdi sahiden

Kaç kucak boşluğa dayanabildi
Kaç yürek gerçek gözyaşı döktü
nerdeyiz biz
Sevdaların ortasında mı
sevdasızlıkların zamansızlıklarında mı

Bitirtmeli miyiz umutları
Terketmeli miyiz yüreklerimizi
Kapanıp kapılar arkasına
görmezden mi gelmeliyiz

Mutluluk bu mu?
Böyle mi yaşamalıyız
Yaşanan "an"...
diye bir türkü tutturmuşuz işte
peki var mı sence
o türküye gönül gözüyle eşlik edip
"an"ı "anlayan...

Önce bozulan neydi?
Ekmekler mi?
Yok be güzelim...
Ekmeği yapan eller
ekmekleri bozanlar!

Şimdi sen şiir yazıyorsun ya...
ben usulca gidiyorum
parmaklarımın ucunda.

Sen şiirlerini yaz...

Ayşegül Erden

 


 Bulmaca - Sudoku




SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.



 


 Biraz Gülümseyin




KMTV Sunar...

Yukarı


 


 Kıraathane Panosu


ben.sen.o@kahveciyiz.com

Böyle bir adresiniz olsun ve Google rahatlığıyla kullanayım diyorsanız, adınızı soyadınızı ve kullanmak istediğiniz kullanıcı adını editor@kmarsiv.com adresine yollayın. Hemen alıp 2GB kapasite ile kullanmaya başlayın. Neye benzediğini gmail.com adresi kullanan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.

Tamamen ücretsiz, sadece siz kahvecilere özel.


İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı


 


Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Günlük hem de 14 günlük hava durumu bilgisi için http://www.havadurumu.com.tr/ web sayfasını ziyaret edebilirsiniz. Kişiselleştirebilme özelliği sayesinde, istediğiniz şehri belirleyip hem hava tahmin raporunu alıyor, hem de belirlediğiniz sayfayı giriş sayfanız yapabiliyorsunuz. Ben detaylı inceleyip saymadım ama 10.000'den fazla şehrin hava tahmin bilgisine ulaşmanız mümkün görünüyor.

Mp3 uygulamasının yasallığı tartışılmaya devam ediyor etmesine ama, bir yandan da kaynak sayıları günden güne artmaya devam ediyor http://music.download.com web sayfası mp3 indirmek isteyen ve bilgisayarına herhangibir program yüklemek istemeyenlerin yeni gözdesi olmaya aday. Siz yine de güvenilir kaynakları kullanarak ve emeğe saygı göstererek müzik marketlerden cd temin etmeye devam edin.

İşte bu da bizden, yani Türkiyeden bir internet radyo hizmeti http://www.yurttansesler.com Sadece Türkçe müzik dinlemek isteyenlerin beğeniyle tercih edeceklerine inandığım bir platform. hazırlayan arkadaşların ellerine sağlık. klasik internet radyo mantığıyla çalışan bu yapıda, verdiğiniz oylarla kendi profilinizi belirliyorsunuz.

İnternet üzerinde video paylaşım uygulamaları iyice arttı ve aldı başını gidiyor. http://www.izlesene.com/ bunlardan en çok izlenen yerli web sayfası olma özelliğine sahip olanı. Popüler videolar kısmını özellikle tavsiye ediyorum

Yukarı


 


 Damak tadınıza uygun kahveler






http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı


 


KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
KM-abone-unsubscribe@googlegroups.com
(Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
E-posta:


Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


Kahve Molası MS Internet Explorer 5.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - 2002-07©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

 






Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM




Aprends Moi
Mireille Mathieu









Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20070905.asp
ISSN: 1303-8923
5 Eylül 2007 - ©2002/07-kmarsiv.com