Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 9 Sayı: 1.846

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 28 Ocak 2011 - Fincanın İçindekiler


  • ZAMAN MEKAN, PATATES - SOĞAN 7 ... Seyfullah Çalışkan
  • CİNAYETLERDEN CİNAYETE ... Hamdi Topçuoğlu
  • KORKU ... Banu Aksoylu
  • BİLEN VAR MI? ... Nurten Demirel
  • BİR BABA ARIYORUM!... ... Erhan Tığlı
  • Nar-ı Aşk -3 ... Seda Han
  • ERİKA YENGE ... Mehmet Önder
  • Toplantı Notları - TAPDK 2 ... Ahmet Şeşen


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : "HALKIM BİLMELİ!"


    Merhabalar,

    Padişahlık kesmedi hazreti. Çağdışı buldu zahir. Saltanatın en yeni söyleniş tarzını kendine uygun gördü. Karizmatik adam, ne giyse yakışıyor(!?). Başkan olacakmış. "Halkım bilmeli." diyor. Obama'ya var da bize yok mu? diye de ekliyor en anlaşılırından. Amerikan demokrasi anlayışı ile kendi despot, acımasız, hoyrat demokrasi tarifini birbirine benzer buluyor. "Halkım bilmeli." derken halkın hakkını mı savunuyor yoksa halkı mı sahipleniyor, haydi gelin bulun cevabını. Onun anladığı anlamda başkanlık bir tek Amerika'da yürüyor, gerisi hep dikatatörlük. Bilmiyor mu, biliyor. Ama seviyor. Tek adamlığı kendine yakıştırıyor. Hesap ortada, 2023'e kadar memleketi yönetmeye talip Tayyip. En tepede sembol olmayı değil, en tepede hükümdar olmayı istiyor. Daha yeni sağda solda olanlardan da ders çıkarmıyor. Tunus'un Yasemin'i, Mısır'da Mübarek'e dolandı, onu da umursamıyor. Onsuz AKP'nin bir hiç olacağının farkında, memleketi Çankaya'dan yönetebilmenin formülünü arıyor. Bulduğunda çekinmeden içecek, hepimizi de buna hazırlıyor.

    Erzurum'daki açılış törenlerini izledim, gurur duydum. İstenirse neler yapılabileceğinin en güzel örneğiydi. Gençlerin çoşkusu, organizasyonun mükemmelliği göz yaşartacak cinstendi. Ama o açılıştan daha birkaç saat önce, Ankara'da, İstanbul'da coplananlar, gazlananlar da o gençlerdi. Demokrasi adına, başkanlık sistemini "Halkım bilmeli." diyecek kadar özümsemiş bir adamın, protesto kültüründen bu kadar uzak olmasını kendisi nasıl açıklar acaba? Açıklar mı ki?

    ...

    Süheyl Batum'un Silivri çıkışını başta zamansız bulmuştum. Olmamalılar diye değil, iktidar yalakalarının ağzına çiğnenecek bir sakız daha vereceği için. Oysa, Ergenekon denmesi yasak koca davanın içinde olan bitenler son günlerde Manakyan Tiyatrosu'nu geçince farklı düşünmeye başladım. Yanlışlıkla(!?) telefona yapılan kayıtlar, döşeme altında bulunan düzme belgeler, terhis olmuş askerlerin itiraflarına(!?) binaen yapılan içiboş kazılar, bana neden olmasın dedirtti. Avukatı olmakla suçlandığı bir davanın mağdurlarına sembolik te olsa adaylık vermek bana kalırsa yerinde bir protesto şekli. Hele bir de aday gösterilmek istene gazeteciler bunu reddedip, dokunulmaz olmaktansa, yargılanıp aklanmayı seçerlerse yeme de yanında yat. Ben ikisinin de olacağına ihtimal vermiyorum ama keşke olsa. Haydi kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      ZAMAN MEKAN, PATATES - SOĞAN 7

    Saat tam on üçte topal Hacı'nın köpeği apartmanın kapısından sokağa fırladı. Tombul bir tekir kediyi kovalıyordu. Her gün aynı saatte sahibi onu kulübesinden dışarı çıkarırdı. Topal Hacı ne olduğunu bile anlamadan köpek caddeye çıkıvermişti. Kedi olacakları önceden sezmiş gibi aniden fırlayıp caddeyi geçti. Kaldırımdaki akasya ağacına tırmanıverdi. Benekli av köpeği caddenin ortasında hevesi kursağında öylece kalakaldı. Belediye otobüsü az kalsın köpeği pestile çevirecekti. Zar zor durabildi. Köpek gözlerini ağaca dikmiş öylece duruyordu. Otobüs, fren sesi umurunda bile değildi. Hiçbir şeye aldırmadan ağacın dallarına bakarak havlayıp duruyordu. Bütün yolcular otobüsün içinde kapıya doğru çalkalandı. Ayaktaki yolcular neredeyse birbiri üzerine yığılacaklardı. Saat tam on üçte tıka basa yolcu dolu otobüs köpeğin yoldan çekilmesini bekliyordu. Korna çaldılar, hışt pışt dediler. Derken bu birden herkesin derdi oluverdi. Yolcular ellerini kollarını sallayıp otobüsün içinden köpeği ürkütmeye çalıştılar. Köpek tınmadı. Görülmeye değerdi. Yolcular öfkeden deliye döndüğünde Bakkal Ziya gülmekten geberiyordu. Biraz bekledikten sonra caddenin ortasına yürüdü. Köpeğe, "Hoşt," dedi. "Hoşt buradan, doğru evine…" Hayvan isteksizce apartmanın bahçesine yöneldi. Otobüs sürücüsü bakkala teşekkür niyetine korna çalıp yoluna devam etti. Kedi hala akasya ağacının dikenli dalları arasında bekliyordu.

    Saat tam on üçte postacı Ataevler Mahallesindeki Çimen Apartmana geldi. Zillerin üzerinde yazılı isimleri okudu. Zarfın üzerindeki ismin yazılı olduğu zili çaldı. Kapı otomatiğinin sesi ta sokağın karşısından duyuldu. Postacı asansöre binip apartmanın dördüncü katına çıktı. Salih Bey kapıda bekliyordu. Postacı zarfı uzatıp imza almak için defterinin taramaya başladı. Adam birden titremeye başladı. Rengi sararıp soluverdi. "Oğlum," dedi. Sesi cılız ve fısıltı gibiydi. Postacı adamın mırıldandığını duyamadı. Bunu bir kaç kez daha tekrarladı. "Oğlum," dedi. "Biraz bekle, dur biraz oğlum…" Postacı başını defterden kaldırıp adama baktı. Dehşete kapıldı. Yaşlı adamın şu anda bir kalp krizi geçirip ölmesi işten bile değildi.

    - Söyle bey amca, ne oldu?
    - Bu zarfı şimdi almasam. Birkaç gün daha geçse...
    - Neden bey amca?" dedi ve zarfın üzerine bakıp hemen düzeltti.
    - Neden Salih Amca?
    - Para meselesi işte anlarsın. Birkaç gün zamana ihtiyacım var. Bana bir iyilik yapıver.
    - Olur Salih Amca, En fazla Cuma'ya kadar bekletirim ama.
    - Tamam evladım, çok teşekkür ederim.

    Postacı defterine küçük bir not aldı. "Adresinde bulunamadı. Birkaç gün içinde dönecekmiş…" yazdı. Asansör ile aşağıya inip caddeye yürüdü. Saat tam on dörtte Teferrüç İlköğretim Okulunda Türkçe öğretmeni Halide Hanım öğrencilerine bir çalışma yaprağı dağıttı. Kâğıtta yer alan soruları öğrenciler on dakika içinde kendi başlarına cevaplayacaklardı. Sonra bütün sınıfın katılımı ile bu cevaplar herkes tarafından kontrol edecekti. Elbette kontrol sırasında kâğıtlar gruplar arasında el değiştirecekti. Öğretmen bütün öğrenciler demişse bile bunun küçük bir istisnası vardı. Bu etkinliğe Sinan Can dâhil değildi. O sadece canını istediği çalışmalara katılma ayrıcalığına sahipti. Okulun açıldığı ilk iki ay sadece canı istediği günler, canının istediği derslerde okula gelmişti. Kapıda güvenlik olmasına rağmen bir yerlerden sokağa çıkıyor, kaşla göz arası okuldan kırabiliyordu. Bunu nasıl yaptığı henüz açığa çıkmamıştı. Bin bir çaba ve emekle okula sürekli gelmeye ikna edilmişti. Yaklaşık bir aydır sektirmeden de geliyordu. Sinan Can her zaman yaptığı gibi yuvadan uçmasın diye bütün öğretmenler toplantıya çağırılmıştı. Tartışmaların ardından öğrencinin suyuna gitme kararı alınmıştı. Okulda sorun çıkaran bir çocuk değildi. Hatta fazlasıyla sakin ve içine kapanıktı. Zamanla okula iyice ısınacağını umut ediyorlardı. Bütün kayıtsızlığına ve haylazlıklarına göz yumacaklardı. Yeter ki okuldan yeniden kaçmaya başlamasın.

    Saat tam on dörtte okulun karşısındaki evin çatısındaki kümesten onlarca güvercin birden havalandı. Renk renk, çeşit çeşit onlarca güvercin... Paçalılar, taklacılar, süt beyazlar ve ateş kırmızı güvercinler. Sinan Can büyülenmiş gözlerle sınıfın penceresinden karşıki çatıya bakıyordu. Dalışa geçen, havada oyunlar yapan güvercinlere… Şimdi sınıftan çıkıp gitse, çatıdaki adamın yanına, duvarın üstüne otursa, güvercinlere yem verse ne güzel olurdu. Ama öğretmenlere söz vermişti. Hem de müdür amcaya. Annesine babasına verdiği sözlerin haddi hesabı bile yoktu. Okuldan kaçmayacağına söz verdikleri için ona bilgisayar bile almışlardı. Kaçamazdı…

    Saat tam on dörtte Dikkaldırım Sokağından önce bir minibüs geçti. Sonra bir kamyonet… Mavi otomobilin ardından da B44 numaralı otobüs. Saat tam on dörtte iste o otobüsten güzel bir kız indi. Güzel demek ne kelime? Fazla güzel, acayip güzel, ultra güzel… Otobüsteki kadınlar ona imrenerek baktılar. Genç kızlar da kıskanarak.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      CİNAYETLERDEN CİNAYETE

    Bazı zamanların şerri, hayrından daha çok oluyor sanırım. Tarihin tozlu sayfalarını çevirdiğimizde ocak ayının son haftasının özellikle toplumumuz için hiç de hayırlara vesile olmadığını görüyoruz.

    24 Ocak'tan başlayarak bu son haftada ülkemizde yaşanan cinayetler tarihine şöyle bir bakalım:

    24 Ocak 1993 Gazeteci ve yazar Uğur Mumcu otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi.

    24Ocak 2001 Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, 4 koruması ve şoförü, silahlı saldırıda şehit edildi.

    26Ocak 1973 - Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir Ermeni terör örgütü ASALA tarafından öldürüldü.

    29 Ocak 1983 Sol görüşlü Ramazan Yukarıgöz, Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan ve Mehmet Kambur İzmit'te idam edildi.

    29 Ocak 1921 Mustafa Suphi ve on dört arkadaşı öldürüldü.

    31 Ocak 1990 Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türk Hukuk Kurumu Başkanı Prof. Muammer Aksoy, evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü.


    Ancak ben bu yazımda toplumumuz için bir farklı cinayete, Türkiye Cumhuriyetinin en kökten aydınlanmacı eğitim girişimi olan Köy Enstitülerinin 27 Ocak 1954 tarihinde kapatılmasına değineceğim.

    Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940'ta 3803 sayılı kanunla kurulmuştu. Amaç sosyal değişim ve eğitim seferberliğini gerçekleştirmekti. Dr. Fay Kirby bu amacı "… tek tip bir idealist ya da üstün insan yetiştirmek değil, çağdaş bir iş bölümünün gerçekleştirilmesini kolaylaştırmaktır. Bu, Kemalist devrimin özlem ve gereksinmeleri ile uyum içinde olacak türlü kişilikler ve meslek adamları yetiştirmek demektir." sözleriyle açıklamaktadır.

    CHP içinde Köy Enstitülerinin kurulmasına karşı çıkan bir kesim vardı. Oylama sırasında 426 milletvekilinden başta Celal Bayar, Adnan Menderes olmak üzere, sonradan Demokrat Partiyi kuracak olan 148 milletvekili meclise gelmemiş; ama yasa, gelen 278 vekilin oyuyla kabul edilmişti.

    Yasaya karşı çıkanlar daha sonra da enstitülere karşı propaganda yapmaya devam ettiler. Bunların arasında Van Milletvekili Kinyas Kartal gibi Aşiret reisleri, Eskişehir Milletvekili Abidin Fotuoğlu gibi toprak ağaları da vardı.

    Kinyas Kartal, yıllar sonra, Köy Enstitülerinin neden kapatıldığına ilişkin bir soruya şu yanıtı verir:

    - Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. DP ile pazarlığa girdik, kapattık.

    Abidin Fotuoğlu'nun Köy Enstitülüler için söylediği "Bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler" sözü de bu gerçeğin bir başka ifadesidir.

    Şu anı da yukarıdaki görüşleri desteklemesi bakımından önemlidir:

    İnönü, Kızılçullu'ya partinin sağ kanadındaki eğitimci R. Şemsettin Sirer'i de alarak gider. Amacı Sirer'in görecekleri ile Enstitüler hakkındaki olumsuz düşüncelerini etkilemek ve yanındaki heyetle bir tartışma ortamı yaratmaktı. Yolda Sirer, Tonguç'a

    - Bindiğim atın benden akıllı olmasını istemem. Kapımıza kazma kürekle dayanmalarını mı istiyorsun bu köylülerin, der.

    Akşam yemekte Tonguç bu konuşmayı İnönü'ye aktarır. İnönü kahkahayı koyuverir.

    - Nerede o günler keşke öyle gelseler, der.

    İnönü'nün Savaştepe ziyaretiyle ilgili şu anısı da Köy Enstitülerini kapattırmak için her türlü yolu deneyenlerin neden korktuklarının güzel bir açıklayıcısıdır:
    "İsmet İnönü, Savaştepe Köy Enstitüsünü gezerken, kümes nöbeti tutan öğrenci Hatice Kolukısa'yı görür. Hatice, boz tulum giysisi, boynuna asılı torbası, kalın Sümerbank ayakkabısı ile İnönü ve yanındakileri selamlar. İnönü, Hatice'ye:

    - Ne var torbanda, diye sorar.
    Hatice:
    - Ekmeğim, peynirim ve köftem var, der.
    İnönü:
    - Başka,diye sorar bu kez.
    Hatice, torbasından MEB klasiklerinden Sofokles'in Antigone'si çıkarır.
    İnönü'nün gözleri dolar. Tonguç'a dönerek:
    - Daha Ankara'da bile okumuyorlar bunları, der.
    Hatice:
    - Bunları, yalnız ben değil, bütün okul okuyor, diyerek enstitülerde okumanın niteliklerini ve boyutlarını gözler önüne serer.


    Bizler, Isparta Gönen İlköğretmen Okulunda, kütüphanede dünya klasiklerini yutarcasına okurken, laboratuarlarında bilimi tanıyarak, spor sahalarında sporun her çeşidiyle uğraşarak, müzikhanede Mozart'ı, Brahms'ı dinleyerek, piyano çalmayı öğrenerek, resim atölyelerinde Degas'dan, Monet'den röprodüksiyonlar yaparak yetişmiştik. Tüm bu olanaklar, enstitülü büyüklerimizin emekleriyle oluşturduğu bir kültür mirasıydı.

    Doğu batı ayrımı yapmadan köylere dağıldık. Öğrendiklerimizi çağdaş uygarlığı yakalaması için halkımızla paylaşmaya çalıştık; ama başarılı olamadık. Aydınlanmaya karşı çıkanlar, öğretmen okullarına bile tahammül edilemedi. Ağalar, beyler, şeyhler, dervişler, işbirlikçiler enstitülerden öylesine korkmuşlardı ki öğretmen okullarının kökünü kazımak, köylerden öğretmenleri uzaklaştırmak için gerekeni yaptılar.

    Şimdilerde meydanlarda "Benim halkım" diye nutuk çekenler yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü bu halk, şeyhlerinin, aşiret reislerinin, medya patronlarının ve din bezirganlarının işaretine ve efendilerin verdiği sadakalara göre oyunu veren, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, tam da onların istediği bir halktır.

    Yıllarca savunduğumuz, uğruna sürgünlere gittiğimiz, hapislerde yattığımız, hatta öldüğümüz demokrasi, özgürlük gibi kavramlar artık, enstitüleri kapattıranların torunlarının elinde çığırtkan kuştan başka bir şey değildir.

    Yeni bir seçim dönemine daha giriyoruz. Halkımız sürü sürü, öbek öbek o aldatıcı, acıklı ötüşlere doğru uçacak, sandıklar açıldıktan sonra nasıl bir ökseye yakalandıklarının farkına bile varamayacaktır.

    Aslında yukarıdaki andığımız cinayetlerin ardında yatan gerçeklerle Köy Enstitülerinin kapatılmasının ardındaki gerçek aynı siyasal ve sosyolojik pazılın birbirini tamamlayan parçalarından başka bir şey değildir. İşte bu gerçeği iyi bildiğimden, daha 11 yaşında söylemeye başladığım bir marşı, her gün daha gür söylemeye çalışıyorum:

    Candan açtık cehle karşı bir savaş
    Ey bu yolda ant içen genç arkadaş
    Öğren öğret halka hakkı gürle coş
    Durma durma koş!

    Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
    Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Banu Aksoylu


    KORKU

    "Bir kedi gördüm rüyamda…"

    Ya ölecekti ya da çekip alacaktım çukurun içinden…

    Etrafıma bakındım. Yardıma ihtiyacı vardı. Yardıma ihtiyacım vardı.

    40 yaşındayım ve bugüne kadar bir kediye elimi sürmedim. 40 yaşındayım ve bugüne kadar "herhangi" bir kedinin olduğu bir ortamda huzur içinde oturmadım. 40 yaşındaydım ve kediden korkmamayı bilmiyorum.

    Kimsecikler yoktu etrafta. Günün bu saatinde şehrin en civcivli mahallesindeki tuhaf sessizlik bile, kedinin hayatının bana bağlı olduğu gerçeğinden alamadı beni.

    Çaresizlik…

    Bir yanım "yapamam" derken diğer yanım "belediyenin başaramadığı çukur kapama işlerinin ceremesinin bir canlının çekmesine sessiz kalma, şansın varken hala, en azından kediyi kurtar" diyordu. "Dümdüz ağaca tırmanabilen bu hayvan nasıl oluyor da çamurla dolmuş bu çukurdan çıkamıyor" diye hayvanlar âleminin derinliklerine dalma arzumu da bir kenara atamıyordum.

    Kedi fobikim ben. Bunun bilimsel bir adı da var; "ailurofobi".

    Kendimi bildiğim son 33 yıldır kedi, "bahsedilmez" bir konu oldu benim için.

    Ve şimdi, pis sularla dolu, belediye eseri bir çukurda çırpınan ve yavru olduğunu tahmin ettiğim bu kedi, iç dünyamın korkularıyla dış dünyanın gerçeklerini buluşturdu.

    Elimi uzattığım anda alabileceğim derinlikten fazlası vardı çukurda. Yere uzandım. Çırpınıyordu hala. Pislenmiş ve aptallaşmıştı. Bedeninde bir eksiklik var gibiydi sanki.

    "Hadi" dedim. "Hadi yapabilirsin. Kısacık bir zaman dilimi. Çek, çıkar onu."

    Kolumu çukura doğru uzattım, elim çamura değdi. Pis sular bile etkisiz kaldı kedi korkumun yanında. Kedinin karnı avucumun içinde, kalakaldım öylece. Elimle onu kavramam ve pis sulardan çıkarma çabası içinde olduğumu kendisi hatırlattı. Korkumu yukarı çekip çıkarmamla yere koymam arasında geçen saniyeler "bilinç dışı" bir zamana aitler…

    Güzelliğini çamurla bile gizleyemeyen kedi, minik bir hareketle beni dürtünceye kadar yüzükoyun uzanmış çukura bakıyor halde durakaldım.

    Tir tir titremeye başladım. Küçücük ışıl ışıl gözleriyle baktı bana.

    Bağıra bağıra, çığıra çığıra ağladım. Kucağıma oturdu. Kafasıyla sevdi beni…

    Ellerimin arasına aldım, sarıldım ona…

    Kurtulmuştu…

    Kurtulmuştuk…

    Banu Aksoylu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Nurten Demirel


    BİLEN VAR MI?

    Bazı gün kalktığımda yatağımdan, "Allah'ım ne kadar güzel bir gün, şükürler olsun sana sağlıklıyım, elim ayağım tutuyor, mutluyum, daha ne isterim?" diyorum.
    Çünkü o sabahın öncesinde beni mutlu eden küçücük de olsa bir şey olmuştur.
    Bazı gün "Of, yeni bir gün, yeni sıkıntılar, aynı monotonluk, niye sabah oldu ki?" diyorum.
    Çünkü o sabahın öncesinde beni mutsuz eden, yerle yeksan olmama yol açan küçücük de olsa bir olay olmuştur.
    Ya da aynı gün, küçücük bir şeyden mutlu olup yine küçücük bir şeyden mutsuzluk duymuşumdur.
    O günümün ertesi sabahında nasıl olacağım ise, günün sonunun hangisiyle bittiğine bağlıdır.
    Tam, 'ne zaman nasıl yemek yiyeceğim, işimi nasıl yetiştireceğim?' diye düşünürken bir sürpriz simit ikramı gelir mesela, gel de mutlu olma. Ama tam, harika bir çay içeceğimi düşünüp de istemediğim olumsuzluklar yaşayıp o çayı içemem mesela. Gel de mutsuz olma.
    Bunlar çok basit ve küçük örnekler. Ama, yukarıda sözünü ettiğim olumsuzluğun niteliğine bakmak gerek tabi. Daha büyük ve zorlayıcı örnekler de olabilir, her şey olabilir.
    Genel çerçeveden bakmalı aslında, olayın bütününe. Genel olarak mutlu musun, mutsuz musun?
    Genel olarak mutluysan, bu küçücük şeyler seni ne çok mutlu ne de yerle yeksan eder. Sıradan, hayatının akışını bozmayacak olaylar olarak geçer gider. Teflon tip ve sünger tip insan modeli yani.
    Sünger tip insan modelinden teflon tip insan modeline sancısız geçmenin formülünü bilen var mı acaba?
    Hayat Güzeldir dediği, hayatı çok sevdiği halde, yıllar yılı sünger gibi stresi çekmeye alışmış bir bünye, bu stresi teflon gibi atmayı öğrenebilir mi acaba?

    Nurten Demirel (Karahasanoğlu)


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      BİR BABA ARIYORUM!...

    Bir baba arıyorum ama mafya babası değil
    İskele babası ise hiç değil!
    Dert babası da aramıyorum.
    Bu devirde herkes o kadar dertli ki, başkasının dertleriyle uğraşacak zamanı yok.
    "Dertleri zevk edindim, bende neşe ne arar?" şarkısını söylüyor, "Ne haber?" diye sorunca...
    "Şam Babası" da aramıyorum ha! Arabam yok ki, petrole ve bu tür bir babaya gerek duyayım.
    Sizi daha fazla merakta bırakmamak için işte açıklıyorum:
    "Yeşilçam Babası" arıyorum ben.
    Bu baba da nereden çıktı demeyin, pasta börek varken aklınızı peynir ekmekle yemeyin.
    Türk filmlerine düşkünseniz böyle bir babaya rastlayabilirsiniz muhakkak...
    Genellikle Hulusi Kentmen oynardı bu tür baba rollerini. Serttir ama babacandır. Eser, kükrer ama sonunda yumuşar, ne kadar kızarsa kızsın çocuklarının yaramazlıklarını affeder.
    Geçenlerde bir Türk filmine gittim. "Baba Beni Eversene" adını taşıyordu film. Orada da babaydı Hulusi bey. Zengin ve fabrikatör bir baba hem de.
    Yoksul bir gençle sevişiyor diye kızına kızdı, ceza olarak onu uçakla Avrupa'ya gönderdi. Dikkat edin; ceza olarak...
    Bu film beni çok etkiledi. Keşke benim de böyle bir babam olsaydı, dedim. Olsaydı da cezalandırmak için Avrupa'ya gönderseydi...
    Yanlış duymadınız, baba arıyorum baba! Sakın babamdan memnun değilim ya da iki babalı olmak istiyorum sanmayın. Varsa böyle bir baba, bana babalık etsin. Ödül, armağan istemiyorum kendisinden. Kızsın bana, cezalandırsın beni...
    Çünkü yaşım yarım asır oldu, hâlâ ne uçağa binebildim ne Avrupa'ya gidebildim. Fakülte mezunuyum ama ilkokuldan sonra okumamış, Almanyalı bir işçinin evinde kiracıyım. Atım, arabam, hatta bisikletim bile yok. Bunları namusumla övünmek, beceriksizliğimle dövünmek için söylemiyorum. Babaya kolaylık olsun diye belirtiyorum.
    Bana o kadar kızar ki, belki köşklerinden birine sürgün eder, yabancı arabayı altımdan çekip alır, beni yerli arabaya binmeye mahkûm eder. Artık orası babalığına kalmış!
    Ah baba, vah baba, ne olur bir babalık et bana, yoksa oturacağım şapa!

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Seda Han


    Nar-ı Aşk -3

    Fettan Efsun, bakışları Osman'a çivili, olduğu yerde dona kalmıştı. Afet Fatma yerinden hızlıca doğruldu, Efsun'a odayı gösterdi, siniye bırakılan keseyi cebine indirdi ve yardımcısına, emirleri yerine getirmesi için işaret etti. Yirmi senelik çengilik hayatında bunun gibi nice vak`alara rast gelmiş, nasıl halledeceği konusunda ustalaşmıştı. O sebepledir ki sakinliğini koruyordu. Lakin Efsun, daha toy bir çengiydi ve ilk kez bir erkek ondan yüz çeviriyordu.

    Ola ki, Efsun Kıpti kıza bir şey yapar endişesiyle, Fatma odaya gitti. Efsun'un gözleri dolmuş, elleri titriyordu. Osman onun gönlünü verdiği ilk ve tek erkekti, ama o, nasıl olurdu da, ondan bu kadar kolay el çekebilirdi. Afet Fatma'nın onlara her lahzada hayta kabadayılara gönül vermemek, kendi çengi kolunu koruyup kollamak ve kendini zanaatine nezretmekle ilgili ettiği kelamlar geldi aklına. Yüreğinde bir acı dalgası kabardı. Tüm akşamki neşesi söndü. Gözleri, bir köşede sessizce oturan, çehresini yere eğmiş, ellerini kenetlemiş Kıpti Simay'a ilişti. İleri doğru atıldı. Saçlarına yapışmak, üzerindekileri yırtıp çıkartmak, yüzünü tırmıklamak istiyordu, sonrasında onu Osman'ın önüne atabilirdi:
    "Al bakalım, buna mı gönül koydun?".
    Bir daha da ne mendil vermek vardı o nanköre, ne de aynı döşeğe baş koymak. Bundan sonra o da kendi taliplerine bakacak ve Osman için raks etmeyecekti.

    Afet Fatma, Efsun'un elini Kıpti'nin saçlarına yapışmadan son anda yakaladı. "Soğukkanlılığını muhafaza et," dedi.
    "Her yaranın bir merhemi, her derdin bir dermanı var. Bu gece civanın senin koynunda olacak, kaygılanma."
    Efsun, o dakika boşalttı gözlerinde biriken yaşları.
    "Nasıl olacak o?" dedi.
    "Baksana, ilk kez benden elini çekiyor."

    Afet Fatma, cumbalı odaya bir göz attı. Yardımcısı tömbekileri tazelemiş, içkileri doldurmuştu. Osman, kehribar tesbihinin taşlarını öyle sert vuruyordu ki; sabırsızlığı çıkardığı sesten anlaşılıyordu. Selim, geldiği zamanki gibi başını önüne eğmiş, oturuyordu.
    "Ağam, kızın hazırlanması için bize biraz zaman bahşet. Bir rakslık hazırlık edilmişti. Çalgı takımıyla hangi şarkıyı çalacaklarına da karar kılalım," dedi.
    Maksadı zaman kazanmaktı. Çalgıcılar çağrıldıkları üzere odaya gittiler. Çetrefilli bir durum olduğu belliydi.

    Afet Fatma'nın yapmayı aklına koyduğu şey tehlikeli bir oyundu. Eğer ki zokayı yutmazsa, ünlü külhanbeyinin oğluna böyle bir haraket etmek hem zor kurtarılacak bir vaziyet olurdu hem de meşkhanesinin raconunu keserlerdi. Fakat Afet Fatma, babası ile aralarındaki muhabbete güveniyordu. Tek yol, kızın Osman'ın yanında başkasına mendilini vermesiydi. Bu düşüncesini kızlarına anlatmaya koyuldu.

    Kolbaşı olarak Afet Fatma ne derse o olacaktı. Olacaktı olmasına ama, mendilin kime verileceği konusunda sıkıntı vardı. Selim'e verilmesi en iyi çözüm gibi görünse de, aralarında çıkacak olası kavganın sonu pek tatlı bitmeyecekti. Osman, Selim'i çiğ çiğ yerdi ve buna da kimsenin sesi çıkmazdı. Geriye sadece kızlardan birine verdirmek kalıyordu. Ama, kimse, gazabından korktuğu bu adamın hiddetini üstüne çekmek istemiyordu. Koltukta oturmuş, konuşmalara seyirci kalan Efsun yerinden fırladı ve "Ben," dedi "Bana versin. "O, Osman denen kaypaktan korkmuyorum."
    Bir an, sessizlik kötü bir koku gibi yayıldı etrafa, herkesin yüzünü buruşturmasına sebep oldu. Acısı, öç almak için yanıp tutuşan bu Çerkez dilberinin kanına girmişti. Afet Fatma bir şey söyleyecek olduysa da, yapamadı. Doğrusu, en iyi çözüm de buydu. Hem Osman yaptığı hatayı anlayacak, hem de bu yeni çenginin Efsun'u seçmesinden sonra, ona farklı bir gözle bakacak, kıskanacak, kuduracaktı.

    Kadınlar odada konuşurken Osman'ın aklına, Efsun'un mendilini kabul ettiği geldi. Onu, elinin tersi ile itmek olmazdı. Bu yeni çengi, acaba mendil dağıtıyor muydu? Kimilerinin daimi efendisi olur, başkalarına bakmazlardı bile. Ama Osman'nın istediği hatunu ona yedirtmeyecek bir babayiğit düşünemedi. İçi rahatlamıştı. Aklından;
    "Ya Selim'i seçerse? Ne yaparım o vakit?" diye geçirdi.
    Hal bu ya, onun gecesiydi bugün, hem kıyak yapıp hem de çelme takmak raconda yoktu. "Yok, yok. Bu kadar aşka düşmüş biri, bir çengiyi görünce mi fikrinden dönecek? Sanmam."
    Yine de içini kemiren bir şeyler vardı, adlandıramadığı bir şeyler.
    "Yandım Selim, bu gece sana dünyada nice nimetler olduğunu göstermek istedim; ama insanın gönlü bir kere aşka düşmeye görsün, tek ilacı o yarin kendisi değildir de nedir?" dedi.
    Selim'in ne düşündüğünü anlayıp tartmak istiyordu.
    "Estağfurullah," dedi Selim, başı öne eğik.
    Osman bir şey anlayamadı; açıkça sormaktan başka bir çaresi kalmamıştı:
    "Eğer gönlün kızlardan birine düştüyse derdini söyle ki sana bir kıyak yapalım," dedi. Osman'ın kalbi yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu, kendini hiç bu kadar aciz hissetmemişti. Hem de Selim gibi birinin yanında. Selim, Osman'ın neşesinin gittiğini, yerini endişe aldığını görünce işkillendi. Bu kadar fellik fellik sormasında bir anlam olmalıydı.
    "Haşa!" dedi.
    Osman rahatladı. Şimdi sırtını güzelce yaslayıp, raksın keyfini çıkarabilirdi. Gerisini halletmek çocuk işiydi.

    Efsun, Fatma ve çalgı grubunun ardından odadan çıktı, arkasını cumbaya vererek, Osman'ın tam yanına sandalye koyup oturdu. Osman rahatsız olmuştu durumdan, lakin kıskanıldığını düşünüp önemsememişti. Çalgıcılar hareketli bir parçaya başladılar. Osman, Fettan Efsun'un çehresini inceledi. Acaba ona kızmış mıydı, kırılmış mıydı, küsmüş müydü? Ama hatun gayet iyi görünüyordu. Yüreğine su serpildi Osman'ın. İşlerin bu kadar kolay yoluna gireceğini düşünmemişti. Tesbihini şevkle çekmeye başladı, mey kadehini bir dikişte bitirdi. İşte, tam da o sırada çıktı zilli Kıpti raks etmeye. Bacaklarını tamamen kapatan bir pantolon üzerine bol beyaz ipekli bir gömlek giyinmişti. Şimdi ne kolları ne de bacakları görülebiliyordu. Saçlarını toplamıştı. Ellerindeki ziller defin ritmiyle yadın kurun çalıyor, kulağı tırmalıyordu. Hem, makam hareketlenince Efsun kadar da iyi titretemiyordu bedenini. Nerde biraz önceki Kıpti, nerde şimdi ki!

    Osman'ın yüz ifadesinin değiştiğini gören Fatma, Simay'a işaret çaktı. Aralarında anlaştıkları üzere, Osman'ın işkillendiği vasıl olursa, o vakit diğer taktiğe geçilecekti. Simay gömleği çözdü yavaştan ve yere attı. Biraz önce giydiği cepkeni ile kalmıştı şimdi. "Ha şöyle," dedi Osman sevinerek yüksek sesle.
    Zilleri de çıkartıp attı ve ellerini kıvırarak bir tavana bakar, bir yere bakar şekilde aşağıdan yukarıya doğru yükseltmeye başladı. Bu çengi dansında bilinen bir figürdü. Tavana bakan ellerle dans ederse çengi, bu, istiyorum demekti; eğer avuç içleri yere bakarak dans ederse istemiyorum demekti. Osman heyecanlanmıştı.
    "Pek de nazlı bu Kıpti. Ama sen bir benim olsan, o avuçlar bir daha yere bakmaz, seni gavur kızı," dedi içinden, başını hınzırca salladı.
    Kıpti, cepkenine elini soktu ve mendili çıkarttı. Osman'ın yüreği ağzındaydı; ama rahat davranmaya çalışıyordu:
    "Ne yani, benim gibi dalyan yiğit varken şu sümsük Selim'e mi verecek?"
    demesine kalmadan, Kıpti kızı hızla çevresinde döndü, döndü, döndü ve mendili savurdu. Mendil, Osman ve Efsun'un arasına düştü. Osman beklediğinin olduğunu görünce sevinçli ve kendinden emin bir ifade ile doğruldu, elini yavaşça uzattı; ama Efsun'un ondan önce mendili aldığını görünce beyninden vurulmuşa döndü:
    "Bu da şimdi ne demek ola?" dedi kaşları çatık.
    "Görünen köy kılavuz ister mi, yiğidim," dedi Efsun.
    Öcünü almanın neşesiyle içinin yağları erimiş, kendine güveni gelmiş, sandalyesine bir ayrı kurulmuştu. Osman ne gördüklerine ne de duyduklarına inanamıyordu.

    Osman, yanı başında cereyan eden hadiseye anlam veremiyordu. Bir hatun, nasıl ola ki başka bir hatuna mendil verir idi? Ne yapmaya çalışıyorlardı? Efsun, kadınca gurura kapılıp ondan öç almaya mı çalışıyordu; yoksa cidden aralarında bir şey mi vardı? Mantık yürütemeyecek kadar çok içmişti o akşam. Aklı, cümleleri ardı ardına sıralıyor olsa da, bundan bir sonuç çıkartamayacak kadar yorgun düşmüştü. Gözü pencereye takıldı. Sabahın gelişini müjdeleyen tan kızıllığının kırmızı, turuncu ve mor renkleri cama yansımıştı. Zaman durmuştu sanki. Kimseden ses çıkmıyordu. Efsun, Kıpti'ye:
    "İçeri git sen," dedi sertçe.
    Osman, o an ayılır gibi oldu hülyali halinden. Selim'e döndü. Ne yapması ya da ne söylemesi gerektiğine, onun karar vermesini ne kadar da çok isterdi. Bir lakırdı etse, cengaverce çıkışsa ve onlara hadlerini bildirse! Nafile yere, suratında ne düşündüğüne dair izler aradı. Ancak o muhlis surette okuyabildiği, sadece, gözlerinde gezinen uykunun katmer katmer demleri oldu.

    Fatma yerinden kalkmadan,
    "Meyleri tazeleyelim mi?" dedi.
    Osman'dan cevap alamayınca ekledi:
    "Hangi makamı istek buyurursunuz Ağam?"
    Endişeliydi ama sesinin titrememesi, olan bitenden haberi varmışcasına kendinden emin konuşması gerekmişti. Osman, Selim'e dönerek:
    "Sabahı ettik Selim Efendi, gayrı eve gitme vakti geldi," dedi.
    Fatma'nın üzerinden bir yük kalkmış; o kalkan yük, Efsun'un üzerine binmişti. Hayal kırıklığını, demirden bir zırh gibi ruhuna doladı. Omuz başları çöktü, bedeni külçeleşti, kolları dermansız iki yanına düştü, elindeki mendil kaydı ve yere serildi. Osman, gözleri yerdeki mendilde ayağa kalktı, mendilin üzerinden yürüyerek geçti ve merdivenlere yöneldi. Selim arkasından, Fatma ve yardımcısı da onun ardından indiler merdivenlerden. Fatma öne geçerek kapıyı açtı ve önceden kafasında tarttığı konuşmaları bir bir sıraladı:
    "Anladınız ya, Kıpti kızın gönlü varmaz er milletine. Güzel olmasına güzel zilli, ama kusurlu. Elden bir şey gelmez. Yarından tezi yok göndereceğim onu. Efsun'a takmış şimdi de kafayı. Hülyalı hülyalı bir süzüşü var ki senin dilberi! Lakin, Efsun'un gözleri senden başkasını görmüyor, bilesin. Bu gece, gitmekle kalbini," derken Osman eliyle susturdu onu.
    Tek kelime etmeden çıktılar kapıdan. Yardımcısı, dış kapıya kadar geçirdi onları.
    "Uğurlar ola Beyler! Bu meşkhane yine yolunuzu gözler," dedi esneyerek.

    Osman ve Selim sessizce yürüdüler taşlık yollardan. Geçtikleri sokaklar, günü karşılamak için uyananların ayak sesleri ile çınlıyordu. Kadınlar çalı süpürgeleri ile bahçelerini süpürüyorlar; erkekler sabah namazı için hızlı adımlar ile camiye gidiyorlardı. Selim halini düşündü. Kanayan yüreği, aşk dergahında Kıpti kızın raksı ile yıkanmış; aşkın başka bir türü ile derman bulmuştu. Henüz içinde isimlendiremediği bu tür, Tasavvufi bir aşktan başka bir şey değildi. Osman'ı düşündü sonra. Dermansız bir aşka düştüğü, gün kadar aşikardı. Birkaç lakırtı etmeye yeltendi ama sonra kelimeleri yuttu. "Bazen," dedi "Bazen en iyisidir aşkla pişmek. Ruhun bilinmeyen dehlizlerine ancak onunla varır, onunla aydınlanırsın. Bu gönlüne düşen ilk cemredir. Bilmezsin ışığına biraz daha yaklaştığını. Arafta sanırsın kendini."

    Osman acı çekiyordu, ama bunu Selim'e göstermeye niyeti yoktu. Onunla o kadar alay etmiş, o kadar haline gülmüşken, benzer bir kozu eline vermek istemedi. Yüreği, seher kızıllığı gibi alev alevdi. Kıpti kızı, tüm güzelliği ile raks eden o ahu dilber, zehirli hançerini saplamıştı sinesine. Artık iflah olmazdı bu deli gönül. Hele ki dermanı addettiği o sinsi, çaresizliğe terk eyleyerek gidecekti buralardan, aşkı zerk ettiği bu nefsin yavaş yavaş solacağını bilerek. Hele Efsun, bir tekme de o vurmamış mıydı? Tüm bu olanlar izzetinefsine dokunmuştu. Cebinden Efsun'un mendilini çıkarttı ve yere attı. Bir daha Afet Fatma'nın meşkhanesine ayak basmamaya ant içti içinden. Döndü arkasını ve üç kere tükürdü yere. Bu da andının nişanı olsundu.

    Cebinden çıkarttığı çakısıyla, Selim'in kolunu tuttuğu gibi çizdi. Selim şaşkın, bir koluna bir Osman'a bakarken Osman kendi kolunu da kesti.
    "Ne garip," diye düşündü, " Aşk acısının yanında bu acı, sadece zerreden ibaret."
    Selim'e döndü:
    "Aşk bizi birleştirdi, varsın kanlarımız da birleşsin. Bundan gayrı, kan kardeşimsin,"dedi.

    Sabahın aydınlattığı, evlerden ekmek kokuları gelen yollarda, yüzlerinde gülümseme, Osman'ın eli Selim'in omzunda yürümeye devam ettiler. Biri aşka tutsak, diğeri aşktan azade.

    -SON-

    Seda Han


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Mehmet Önder

     Kahveci : Mehmet Önder


      ERİKA YENGE

    Komşu Fatma Yenge'nin berduş oğlu Niyazi Alamanya'ya işçi yazılıp yılına varmadan, kolunda sarışın bir dilberle dönünce, mahalleliyi bir meraktır sardı.

    Biz küçükler de ilk kez bir gevur görmenin heyecanından komşu Fatma yengenin ev ahalisi ve konuklarından oluşan meclisin çevresinde daire oluşturup incelemelere koyulduk. Öyle ya, incelemeden olur mu? Gevur bu, eli yüzü nasıl, gözü kulağı bizimkilere benziyor mu, benzemiyor?

    Şimdilik tek bildiğimiz, Alaman kızının adının Erika olduğu.

    Biz heyecanla gözlemlerimizi sürdürürken, büyükler de boş durmuyor. Bizden büyükler delikanlılık, genç kızlık çağındakiler bizden sonra ikinci bir daire oluşturdular. Yaşlı başlılarsa daha geride, kendini göstermemeye çalışarak üçüncü dairede yerlerini aldılar. Böylece Erika yengeyi inceleme komisyonları eksiksiz oluşturuldu ve yoğun biçimde çalışmalara başladı.

    ...

    Niyazi Abi Almanya'yı fethetmiş, üstüne bir de yavuklu bulmuş muzaffer komutan edasıyla köylüye biraz yukarıdan bakarken, annesi FatmaYenge, oğlu kedi olalı bir fare yakaladığı için gururlu. Hatta tüm aile aynı. Yeğen tembel Kadriye bile çokça havalanmış, yengesini yiyecekmişiz gibi, en kibarlaşmış tavrıyla uyarılarda bulunuyor:
    - Lütfen Eriki yengeme ırhatsızlık vermeyin, geri durun.

    ...

    Karşılama, hoşbeş sonrası yemek faslı başladı. Sofra kuruldu; önce tarhana çorbası geldi. Niyazi abi tahta kaşığı Erika Yenge'nin eline tutuşturup yedirmeye çalıştı önce. Kaşık Erika yengenin ağzına sığmadı mı ne, "Glukk!" diye bir ses çıkarıp eliyle iteledi. Arka dairelerden "Çiğnine vurun, çiğnine vurun, gancık boğuluyo!" sesleri yükseldi. Neyse ki, o da boğuluyormuş da son anda kurtulmuş gibi, derinden bir "Ohhh" çekti. Biz de izleyici katmanları olarak derin bir soluk aldık.

    Herkes tarhana çorbasını iştahla içip darı ekmeği ile karnını doyururken Erika Yenge'nin kursağına bir kaşık yemek girmemesi kaynana adayı Fatma Yenge'yi çok üzmüş olmalı, torununa bağırdı:
    - Gız Gadiryee! Yeni süslü gaşıkla aldıdım onladan geti yengene.

    Ne de olsa gelin adayı, itibar görecek. Kadriye bir koşu, sarı renkli kibar mı kibar, süslü mü süslü kaşık destesini kaptı geldi. Ama ne çare, yine başarısızlık. Ne denli çabalasalar olmuyor. Tadı da bir tuhaf mı geliyor ne? Yüzünü ekşitiyor, buruşturuyor.
    Bu arada, arkamızda oturan üçüncü daire gözlemcilerinden bir yaşlı teyze de Erika Yenge'nin tarhana çorbasını içmeyişini yorumluyor:
    - Bunla cavır, çobu içmezle. Yalınız et yir bunla; domuz eti, oğlak eti, toklu eti, guş eti.



    Sofrada kimi saygıdeğer konuklar da var. Örneğin, köy imamının izinli olduğu günlerde namaz kıldırınca adı derin hocalığa çıkan Abdullah hoca. Olaya o da bir yorum getiriyor:
    - Bunların mensubu olduğu Hıristiyan tarikatında tarhana çorbası içmek mekruh olmalı. Yosam, neye içmesin mis gibi çorbeyi? Deriiin bir alimden dinlediydim; bunların kimi tarikatlarında tarhaha çorbası, kuskus pilavı, eşşek zeytini dilmesi yimek mekruh sayılımış.
    Herkes "ona ne şüphe" anlamına başlarını sallarken, hocaefendi de yaptığı ilmi açıklamanın kıvancıyla çalakaşık çorbaya yumuldu. Bu arada Niyazi abi de boş durmuyor; Almanya'dan getirdiği salam, sosis, çikolata ne bulduysa yavuklusunun ağzına depmeye başladı.

    Buraya kadar bir yaramazlık yok. Ancak, Erika Yenge karnı doyar gibi olunca bombayı patlatıverdi:
    - Şaraaap! Niyazi.
    Bu söz Fatma yengeyi doğal olarak şaşırttı. Çevredeki herkesin gözü de faltaşı gibi açıldı. Önce birbirlerine, sonra hepbirlikte Erika Yenge'ye, daha sonra da, sanki Erika yengeye şarabı o alıştırmış gibi Fatma Yenge'ye baktılar. Ortalıkta buz gibi bir sessizlik kol gezdi. Abdullah Hoca sessizliği dağıtmak için iman gücünü denedi:
    - Elhamdülillah şükür, yarabbiii!
    Nafile.
    Fatma Yenge huzursuz ve huzursuzluğu hiçbir şeyle tanımlanabilecek gibi değil. Düşünün bir kez, "Fatma'nın gelini şarapçı çıkmış" dense, neye yarardı. Nasıl çıkardı bu kadın insan içine. Yüzü gözü mosmor oldu. Soru sorma, azarlama arası bir sesle Niyazi abi'ye seslendi:
    - Niyaziii! ne istiyor senin bu yavuklun?
    Niyazi abi telaş içinde, toparlamaya çalıştı:
    - Bir şey istediği yok. Hayal kırıklığına uğramış da onu söylüyor.
    - Neyini gırmışız durduk yere?
    - Öyle değil anne, ben Erika'ya buraları çok daha güzel anlatmıştım. Oysa o, övdüğüm gibi, gelişmiş modern bulmadı. Onun için çok şaşırdı. Buraları düzenli beklerken bakımsız, yıkıntı halinde görünce "Harap!" diyor. "Memleketiniz harabeye dönmüş, niçin bakmamışlar?" diyor.
    Niyazi abi çevredekilere bakıyor:
    - Doğru değil mi şimdi! Ben canım memleketimi bir yıl sonra böyle mi bulacaktım? Şimdi ben koskoca Alaman kızına ne diyecem?

    O telaşla hiç kimsenin aklına "Bir yılda ne değişti ki!" demek gelmedi. Herkes başını eğdi; memleketi güzelleştirememenin, güzellikleri koruyamamanın ezikliği, hatta utancı içinde. Bereket versin, Abdullah Hoca böyle durumlarda cankurtaran gibi yetişiyor; kıvrak zekası ve kariyerinin verdiği birikimle utancımıza, çaresizliğimize neşteri vuruyor:
    - Üzülmeyin gardeşler, ben cavır gelinanım gızımı dikgatle dinledim.
    Abdullah Hoca'nın bir ara Almanya'ya kaçak işçi olarak gidip on beş yirmi gün oralarda kalması yabancı dil bilme gibi bir üstünlük kazandırmıştı. Öyle ya bir lisan bir insan. Hoca bu güvenle sürdürdü:
    - Kendileri şarap demediği gibi harap da demedi.
    Şimdi herkes merak içinde. Bu Erika yenge onu da demediyse ne dedi?
    Herkes hocaya dikkat kesildi:
    - Eee ne dedi?
    - Aksine köyümüzü çok beğenmiş. Cennete benzetmiş. Yarabbilalemine "Gözlerime dünyada cenneti alayı bahşeyledin, beni cennetine vasıl eyledin, ben daha ne isterim?" diyor.
    Her ne kadar kalabalığın içinden "Gız bu necap cavır, oralada bizimkilere mi garıştı, ne oldu?" gibi gereksiz lakırdılar duyulsa da, hiç kimse "Ufak at hocam!" gibi bir kabalık yapmadığından, hoca devam etti:
    - Yani hanım kızım "Yaarab!" diyor.
    Fatma yenge bu güzel açıklamaları dinleyince cesarete geldi:
    - Pekeyi hocafendi dinimizi nasıl buluyormuş, müslüman olacak mıymış?
    Hocafendi bu ciddi soru karşısında ne diyeceğini bilemese de, hemen durumu toparladı:
    - O mevzuyu daha araştırıyormuş, "Mehile muhtacım" diyor.
    Olumsuz yanıt almayan Fatma Yenge yine de umudunu korumuş oldu:
    - Eh, bu da bir şeydir. Niyazim onu da başarır evvel Allah.

    Erika Yenge'nin şarap marap istemediği, güzel memleketimize harap da demediği, cennet gibi köyümüzü gösterdiği için "Yarab!" diye başlayan sözle dua ettiği anlaşılınca ikramlara yeniden başlandı.

    Çocuklar bir sepet erik getirdi. Kebap, Formoza, İtalyan eriği. Niyazi abi tek tek erik adlarını saydı. İtalyan eriği deyince Erika Yenge'nin hoşuna gitti, o eriği biraz daha yakın buldu kendisine. Yüzü güldü:
    - Komşu erik!

    Ev halkı ve saygın konuklar erikleri hapur hupur yemeye başladılar. Biz birinci dairedeki komşu çocukları, bu kez de erik yenmesini seyrediyoruz. Bir şeyleri düşer diye ikram eden filan yok ama, köyümüzde sinema olmasının yararlarını da burada gördük. Erol Taş'ın haince kahkahalar atıp kuzu budunu kemirişine alışık olduğumuz için, erik yenmesi gibi basit şeyler bizi hiç etkilemiyor.

    Bizde hiç sorun yok da, sorun Erika Yenge'de. Bizimkiler gibi hapur hapur yemesini beceremiyor. Neymiş efendim; çatal bıçak istermiş. Alın size yeni bir koşuşturma. Bir kalaylı kap bulup sudan geçirdiler. Evin çocukları iç odalardan, ihtimal önümüzdeki kurban bayramında kullanılacak, ışıl ışıl Bursa yapısı bir kurban bıçağı bulup getirdiler. Ama çatal yok. Üstelik o konukomşuda da yok.

    Bu sorun karşısında da yine Niyazi Abi'ye bakıldı; çözüm yok. Abdullah Hoca'ya bakıldı ııh. Yok, çözüm yok. Alman gelini ağırlama çalışmaları çatala gelip tıkandı.

    Erika Yenge, bir çatal bulunup erik yiyemeyince, bari boğazımı ıslatayım diye düşünmüş olacak, yine o ne idüğü belirsiz sözü yineledi.
    - Şaraap! Niyazi.

    Ortalık yine buz kesti. Herkes birbirinin gözünün içine baktı, ses yok; topluca Niyazi Abi'nin gözünün bebeğine bakıldı, yanıt yok. Abdullah hoca sus pus. Fatma Yenge dayanamadı artık:
    - Gızım Erika, sen şimdi şarap mı dedin, başga bir lakırdı mı ettin?
    Erika yenge zorlansa da sonunda derdini anlatmayı başardı:
    - Ben var, şarap demek. Haa, ben içmek bir de viski.
    Fatma yenge içinden "O da ne haltsa" diye geçirip o kızgınlıkla:
    - Çatı arasında bir şişe ağı var. Damak zevkinize hitabeder miydi?

    Mehmet Önder


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Toplantı Notları - TAPDK 2

    Neyin kısaltması idi TAPDK ?

    T üttürenin
    A ğzına
    P aprika
    D emlenene
    K ötek

    http://www.kmarsiv.com/sayilar/20080516.asp#sesen

    Böyle yazmıştım vakti zamanında, haklı çıktım. Yeni uygulamalar nedeniyle pek özlediğim, telefonlarını gözlediğim Edi'ciğime de dayanamayıp ben telefon edeyim bari dedim. Hay demez olaydım..!
    - Sevgili EdiCem, özledim yahu, bir buluşsak ve de 2 kadeh tokuştursak... Hani derler ya: "İç bade güzel sev var ise aklı şuurun, dünya var imiş yok olmuş ne umurun.."
    - Hayat badeden ibaret değildir İhtiyar...

    - Oha yani..! "Yanımıza 2 tane de hatun alalım demeyeceğim" zira sen uçmuşsun...
    - Deme sakın, ibret-i alem için hayat hatundan ibaret değil diye girişirim...

    - Bak oğlum, hani çocuklar büyüdü ya, hani mürüvvet felan durumları kapıda. Bu güzel günlerde 2 kadeh şeyttiremeyecek miyiz ?
    - Hayat tıskırıncaya kadar şeyttirmekten ibaret değildir...

    - "Yuh sana !" diyorum da başka birşey demiyorum...
    - Hele bir demeye kalk ..! Bade ne zaman oldu elzem, neyine yetmiyor zemzem ?

    - Fiyuuuuuuvvvvvv...!
    - Bir de ıslık ha..! Bittin ihtiyar sen... En az 1 tire 3 yıl...
    - Bu arada sana yılbaşı sepeti göndermiştim, aldın mı ?
    - Aldım canım.. Bir de yumurta koysaydın sepete, doğru müebbete...

    - Şampanya koymuştum, patlatasın diye...
    - Yok artık canım öyle şampanyadan hediye...

    - Akşam gelemiyorsun bari bir öğlen çık gel. Bir balıkçı var sahilde; peynir, roka...
    - Yanyana kullanma o kelimeleri artık, hepsi tu kaka..!

    - Yahu öğlen yemeği dedim, rakı felan içmem ben...
    - Ben anlamam, bu haltları önceden de yemiştin sen..!

    - Her şeyden kıllanıyorsun, nedir sende bu ahval, nereden esiyor bu yel ..?
    - Belli mi olur ? Evveliyatın belirtiyor ki sende var yüksek bir potansiyel...

    - İki gözüm önüme aksın, oturup 3-5 hasbıhal edeceğim ?
    - Söylemedi deme ilk kadeh siparişinde alkol polisine gideceğim..

    - O da yeni mi çıktı ? Ne yapıyor bu adamlar ?
    - Çocuğunla yemeğe mi gittin bunlar hemen damlar...

    - Yahu, bu hoşgeldin Deli Murat gibi bir şey desene...
    - Saltanata laf söyleme, patlatırlar ensene...

    - Yani diyorsun ki; eskiden evde ibadet, dışarda muhabbet...
    - Evet, şimdi evde işini hallet, dışarıda ibadet ..!

    - Peki, Kayseri ne oldu ..?
    - Gaaak..!

    - Ya, denizin feneri ..?
    - Guuuk..!

    Neyin kısaltması idi bu TAPDK ?

    T üm
    A ğızlara
    P apara
    D illere
    K östek

    "İleri Demokrasi" safsatası da bu olsa gerek ..!

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler


    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    KALMAK TÜRKÜSÜ

    Daha gidilecek yerlerimiz var
    Şu sohbetini dinler gideriz.
    Coştukça şarkılar, türküler, sazlar
    Rakı mı, şarap mı, içer gideriz.

    Geçse de umudun baharı yazı
    Gözlerde kalıyor yaşanmış izi
    Kimseler kınamaz burada bizi
    Ne varsa hesabı öder gideriz.

    Söyleyecek sözü olan anlatsın
    İsterse içine yalan da katsın
    Yeter ki kendinden, bizden söz etsin
    Yalanı doğruyu sezer gideriz.

    Neler gördük neler bu güne kadar
    Daha gidilecek yerlerimiz var
    Bizi buralarda unutamazlar
    Kalacak bir türkü söyler gideriz.

    Sevgiye var olduk sevdik sevildik
    Kavgalara girdik öldük, dirildik
    Bir anlam fırını içinde piştik
    Anlamlı güzeli sever gideriz.

    Özdemir ASAF

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio



    BUĞU… Temiraga Demir - Buğu

    Gazeteci-Yazar Temirağa Demir'in, şiir albümü tadındaki çalışmasını sizlerle buluşturmaktan mutluyuz. Bir süredir üzerinde çalıştığı, kendi yazdıklarını ve farklı şairlerin şiirlerini seslendirdiği albüm tadındaki eser çıktı. Uzun süredir Gazetecilik mesleğini yürüten, ülke çapındaki birçok dergide yazarlık yapan, edebiyat üzerine çalışmalarda bulunan, şu anda Orhangazi Belediyesi Basın Danışmanlığı görevini de halen yürüten Temirağa Demir yeni eserinin hayata geçmesinin mutluluğunu yaşıyor. Daha önce "Her Kardan Adam olmaz" ve "Edepli Fahişeler" isimli iki kitabı bulunan Gazeteci-Yazar Temirağa Demir İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuvar öğrencileri ve hocaları ile birlikte hazırladıkları bu çalışmada kendi yazdığı eserleri ve farklı şairlerin eserlerini seslendiriyor.

    "BUĞU" ismini verdiği şiir albümünün dağıtımı ekip arkadaşları tarafından yapıldığından dolayı size ulaştırılması da bu sayede gerçekleşiyor. CD bedelini 10 tl olarak belirledik eser size ulaştıktan sonra bedelini aşağıdaki hesap numarasına yatırmanız bizleri memnun edecektir. İyi dinletiler dileriz.

    Halk Bankası h.no: 0285 0100 8382
    Kart numarası: 4475 0536 8714 3773
    İletişim istek ve menejer için 0546 424 23 23 - 0535 453 99 88

    Saltt12@hotmail.com ulaşabilirsiniz


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Geniş bir tencereye üç parmak yüksekliğinde su doldurup kaynatın. 6 yumurtayı birer birer kepçenin içine kırın. Dağılmamalarına dikkat ederek kaynayan suya aktarın. 2-3 dakika sonra pişen yumurtaları kevgirle sudan alıp servis tabağına yerleştirin. Üzerine sanmsaklı yoğurt ve tereyağında kızdırılmış kırmızıbiber gezdirip servis yapın. Bu Çılbır tarifi ve birçok yemek tarifi için http://www.nepisirsem.com/ afiyet olsun.

    http://tr.giveawayoftheday.com/ Giveaway of the day projesi takipçilerine her gün bir bedava yazılım veriyor. Hem de herhangi bir kısıtlama olmadan! Düzenli olarak takip edildiğinde mutlaka işinize yarayacak bir program bulabilirsiniz. Download için gerekli bağlantı sitede önceden kararlaştırılmış olan indirme süresi boyunca aktif kalıyor. Bu sitede hem programın açıklamaları, hem de hakkındaki yorum ve incelemeler de yer alıyor. Yani beğenip beğenmediğiniz konusunda yorum yapabiliyorsunuz.

    Matematik sever misiniz? Ben ne severim, ne de sevmem. İhtiyacımı giderecek kadar bilgi sahibi olmak yeterli diye bakmışımdır. Ama bu konuyu gayet iyi bilen ve bilgilerini paylaşanlar bir web sayfası kurmuşlar http://www.cebirsel.com/ . Geçenlerde oğluma ders çalıştırmak için bilgilerimi tazeleme amaçlı rastladığım bu web sayfasının çok faydasını gördüm. Site sahiplerine bu vesileyle teşekkür ediyorum. İhtiyacınız olduğunda danışmanız gereken bir bilgi kaynağı olarak sık kullanılanlar listesine ekleyebilirsiniz.

    Mutfakta olmayı sevenlere özel bir web sayfası http://www.mutfaktayiz.biz/ . Aslında reklam amaçlı hazırlanmış bir web sayfası ama, kullanım ve sunum şekli hoşuma gittiği için sizlerle paylaşmak istedim. Ayrıca "bir bilene sor" başlığı altında dayanışmayı teşvik eden bir çalışma bölümü var. Bu bölüm web sayfasına ayrı bir değer katmış. Hazırlayan ekibin ellerine sağlık.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.21.4846 Released [2009 11/05] / Windows / 5.77 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.4 / 18 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 4.65 (2009-02-03) for Windows / 913 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Sen Bensiz Ben Sensiz
    Coskun Demir









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20110128.asp
    ISSN: 1303-8923
    28 Ocak 2011 - ©2002/23-kmarsiv.com