Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.920

 11 Mayıs 2012 - Fincanın İçindekiler


  • KEMİK-1 ... Seyfullah Çalışkan
  • SÜT İÇTİM DİLİM YANDI ... Hamdi Topçuoğlu
  • Martı ve Adam ... Nevriye Hamitoğlu
  • Kakava Hıdrellez Şenlikleri ( Edirne ) ... Ahmet Şeşen
  • ANNE HALİM ... Banu Özgüç
  • www.eskiesmagdurlari.com ... Cem Polatoğlu
  • UNUTTURAMAZ SENİ HİÇBİR ŞEY: DEPREM ... Abuzittin Tırlak
  • İlk önce sorgulayıp, sonra yargılayalım! ... Neslihan Minel
  • GLOBAL YAPTIRIM VE YAŞLI ÇİFTÇİNİN KIZI ... Hasan Tülüceoğlu
  • Hobbes ve Özgürlük ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Biraz Gülümseyin, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Ben bir küçük yalakayım!..


    Bu günler benim için bol acılı günler. Çile çekiyorum çile. Ağzımın içinde inşaat var, sızım sızım sızlıyor. Başlayalı 2 hafta oldu, 2. katı çıktık, yarın hayırlısıyla oturmaya başlıyoruz. Kesip biçme, temel atma sırasında geçici olarak prefabrik kutular koydular ağzımın içine. Alıştım, fazla feveran etmiyorum. Ama bir maruzatım var ki sormayın, ya da sorun söyleyeyim. Zira gündeme uyan bir maruzat. Efendim, ağzımdaki yabancı cisimlere karşı cephe alan tükürük bezlerim fazla mesai yapıyor. Olurmuş, normalmiş. İyi de, konuşurken dudak kenarından süzülen gözyaşından hallice sıvı muhteviyatını ne yapacağız? İçeri çeksen konuşamıyorsun, salsan ayıp oluyor, yani ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Akıl akıldan üstündür dedim, bir bilene sordum. Bir bilen; "İdareli kullan, şimdilerde pek revaçta, yalakalığın doğal solüsyonu" dedi, inandım.

    Başladım yalakalığa. Pirim, üstadım Yılmaz Erdoğan. Gündemi hallaç pamuğu gibi atan "günde beş kez ezan okunur ama filmlerde ezana yer verilmez" cümlesini duyunca bir nida çıkarasım geldi ama tükürük bezlerim el vermedi, sustum. Dört bir yanında dolaşıp, sağdan soldan yukarıdan aşağıdan baksan, anlamsız, adamı tersyüz eden bir cümle. Kel alaka. Dedim ya pirim, ders aldım. Başladım düşünmeye. Müminler cami helasında hacet giderirler, sen bunu filmlerde göstermezsin. Üç dinine bağlı adam bir araya gelir, Cumhuriyeti yıkar hilafeti getirir, sen bunu göstermezsin. Atatürk'e söver, filme koymak aklına bile gelmez. Bu zalimliktir, dinimize sövmektir. Haklı Erdoğan, yanındayım. Üç beş tane kendi yaptığı filmi de var, onlarda neden kullanmamış acaba diye sormak ta aklımın ucundan geçmez. Çünkü hidayete ermiş, paranın ucunu görmüş, değişmiştir. Olabilir, insan değişebilir, dün ezanı sevmez bugün sevebilir. Ve bunu soyadıdaşı Tayyip Bey'e göz kırpmak için kullanabilir. Ben de kullanacağım. Aslanım üstadım Erdoğan, sakalına kurban, yerim seni ben be.

    Merdivenleri koşar adımlarla tırmanan adamı sevmeyen ölsün. İstikrar paçalarından akıyor. Ne dediyse o. Herşeyin başı istemek. İstemek başarmanın yarısı. Padişahlığa giden yol, başkanlıktan geçer. Yürü ya Tayyip, yürü cihan padişah görsün. Salya sümük peşindeyim. Sanatçıya zavallı dedin, bak bi zavallı sana biat etti. Ben kimim ki Yılmaz'ın yanında. Kıytırık bir adem. İzin ver ayağının türabi olayım. Sana yaltaklanayım, sen de bana para ver, ünvan ver, pastandan pay ver, mağdurun mağduru olayım.

    Ben bir de Tayyip Bey'in asıl işini pek merak ediyorum. Boş zamanlarında başbakanlık yaptığını biliyorum ama asıl mesleği konusunda tam aydınlanmış değilim. Sıkılmış bir hali var. Hobilerinin arasına başkanlığı da katmak için Anayasa'yı bize dayatmaya hazırlanmasından belli. Toplumu kucaklayacak(!?) bir anayasa üzerinde çalışıyormuşlar da, acaba başkanlığı da araya sıkıştırabilirler miymiş? Yahu kim takar parti tüzüğünü. Boşver, Anayasa uzun iş. Önceden hesap edemediği için 3 dönemle sınırlamıştı kendini, şimdi bundan çıkış yolunu arıyor. Şimdiye kadar kaç kere döndün ettiğin yeminden, verdiğin sözden be Paşam. Değiştir maddeyi, hatta 3'ün yanına 1 koy, olsun sana 13 veya 31. Müslüman mahallesinde başkan olsan ne değişecek? Başbakan olmaya devam et, canımızı al, feda olsun.

    ...

    Önümüz bayram, yok 19 Mayıs değil, artık onu kutlamıyoruz Allah'ın izniyle. Benimkisi futbol bayramı. Cumartesi günü dananın kuyruğu kopuyor. Baktım da, bu sezon birkaç cümle dışında pek futboldan dem vurmamışım. Şu şikeli sezonu bir de ben yorumlayayım dedim, alttaki gibi bir metin çıktı. Ben bitaraf olan bertaraf olur diyenden yanayım. O nedenle tarafım. Objektif yazmaya çalışmadım ve bu konuda tevazu da gösterecek değilim. Zira ben Fenerbahçe'liyim.

    Fenerbahçe, son 10 yılda yaptığı akıllı yatırımlarla, amatör branşlara verdiği önemle, kazandırdığı tesislerle uzak ara şampiyondur. Bunu başta Cimbom ve diğer tüm takımlar itiraf etmiş ve gerektiğinde saygı göstermişlerdir. Gündem temasına uygun olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan dönüşüm politikasından payını alması için düğmeye basılmıştır. İstedikleri, Başkanı ve yöneticileri içeri atılmış, şampiyonluğuna şike damgası vurulmuş, Avrupa’dan menedilmiş, sportif başarıları artık rüyasında görecek bir takımın, kendilerinin de içinde yüzdüğü nehirde sıradan bir balık olmasıydı. Demoklesin kılıcı gibi başlarının üzerinde sallanan “Havuzdan çıkarız ha” tehditinden ilelebet kurtulmaktı.

    Oysa hesap tutmadı. Aziz Yıldırım bir şovalye gibi 1 yıldır içeriden takımı yönettiği gibi, taraftar ve futbolcular kenetlendi, Fenerium para basmaya devam etti, amatör branşlarda başarı sürüyor, 30 yıldır alamadığı kupaya çok yakın, hatta şampiyon bile olabilecek konuma geldi. Yani silah geri tepti. Bakın bu Ergenekon ve Şike davalarının ortak bir noktası var. Bu davalar önünde sonunda bitecek, ve bu işten kazançlı çıkanlar sadece ilk günden beri dik duranlar, şovalye ruhunu kaybetmeyenler ve boyun eğmeyenler olacak. Hadi Ergenekon’u bir kenara bırakalım, şike davasının kazananı şimdiden Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe’dir.

    İşin özü para. Bu ligte paranın sorun olmadığı belki de tek takım da Fenerbahçe. Yani her zeminde gerekli geliri elde edebilecek altyapıya sahip anlamında. Durum böyle olunca, bunca dökülen benzine rağmen yanıp tutuşmayan Fenerbahçe’den artık herkes daha fazla korkuyor ve çıldırdıkça çıldırıyor. Ve sırf bu yüzden Cumartesi günkü derbi beni fazla ilgilendirmiyor. Dedim ya, Fenerbahçe zaten uzak ara şampiyon.

    ...

    Tüm annelerin, anne adaylarının, anne olmayı henüz hayal edenlerin bilcümle tüm kadınların Anneler Günü Kutlu Olsun. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KEMİK-1

    Yaşlı ve fotür şapkalı bir adam kasap dükkânına girdi. O sırada kendisinden önce gelmiş elli yaşlarında bir kadın köftelik kıyma çektiriyordu. Kadına hiç aldırmadan kasaba baktı. Elinde bedeni iyice incelmiş sivri bir bıçakla kırmızı etleri bölen usta “Buyur bey amca ,” dedi. “Kemik Var mı? İçinde ilik olan kalın kemiklerden istiyorum. Usta “Var Bey amca. Şu kıymayı çekeyim de bakarım.” Sonra usta kıymayı terazinin üzerinde bırakıp içerideki soğuk hava deposuna gitti. İki tane kalın kaval kemiği ile döndü. Bu kemikler büyük bir ihtimalle iri bir tosuna aitti. Elindeki satırı kemiklere yan çizgiler bırakacak şekilde vurdu. Kemik ikiye ayrılıp iliği sarkınca kıyma bekleyen kadın koşarak dükkândan çıktı. Arkasına bile bakmadan kaçıp gitti.

    (Yaşlı Kadın)

    Belanın nerden geleceğini kim bilebilir? Birkaç gündür buzdolabının kapağını açtığında burnuna gelen kokudan rahatsız oluyordu. Burnunun direğini sızlatan cinsten olmasa bile kötü bir koku vardı. Boşaltıp içini temizlemeliydi. Birkaç gündür erteliyordu. Bazen kendini iyi hissetmiyordu. Bazen de en olmadık zamanda komşular ziyarete geliyorlardı. Onlardan şikâyet etmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. İyi ki onlar vardı, iyi ki gelip yokluyorlardı. Yetmiş yaşında biri yalnız başına bu kocaman şehirde iki gün bile dayanamazdı. Sağ olsunlar bütün faturalarını onlar yatırırdı. Hastalandığında yanına yoldaş olurlar ya da kendi arabalarına bindirip hastane götürürlerdi.

    Sabahları hep kuşlardan bile önce uyanırdı. Bu sabah her zaman yaptığı gibi ocağı açıp çayı üzerine koymadı. Aklındaki her şeyi erteleyip dolabın kapısını açtı. Önce kapağın gözlerindeki eski ilaç tabletlerini, yarım kalmış limon dilimini, küçük baharat poşetlerini, misafir şekerlerini, şirke ve kolonya şişesini çıkardı. Sonra üst raflardan başlayarak bütün kavanozları ve tencereleri boşaltmaya başladı. Mutfaktaki masa bir yana evyenin de üzeri dolmuştu. Farkında değildi ama burada yıllardır el sürülmemiş bazı yiyecekler vardı. Örneğin şu küçük ezilip zeytinyağı içene konmuş kudret narı vardı. Bunu komşulardan birisi mide ve bağırsaklara iyi geliyor diye önermişti. Hazırlayıp birkaç kez aç karınla içtiği olmuştu. Tadı hoşuna gitmediği için bırakmıştı. Bir kiloluk öteki kavanozda da közlenmiş yağ biberi vardı. Özellikle kuru fasulye ile közlenmiş biber salatasını birlikte yemeyi severdi. Önüne başka kavanozlar koyunca o arkalarda gözden kaybolmuş. Unutulup gitmişti.

    Dolabın sürekli gözden uzak kalan arka kısımlarında küçük kararmalar olmuştu. Kokuyu yapan da salamura üzüm yapraklarının suyuydu. Nasılsa salamura yaprakların bidonu kapağından su sızdırmış. Dolabın dibini yeşile boyadığı gibi üstüne üstlük koku yapmıştı. Kadın eline bulaşık deterjanı döktüğü süngeri alıp siyahlıkları ve yeşil zemini temizledi. Arkasından ıslak bir bezle duruladı. Asıl iş dolabın temizlenmesi değil çıkardıklarının ayıklanmasıydı. Örneğin bu sarma yaprakları atılmalıydı. Eski ilaçlar ve salça kavanozu da… O sırada dışarısı buğulanmış turşu kavanozunu gördü. Bu turşular geçen sonbahardan kalmıştı. Kapağını açtı ve bir tane salatalık çıkardı. Salatalıklar çıtır çıtır ve dipdiriydi. Renkleri de harika görünüyordu. Yıllardır kendine yetecek kadar birkaç küçük kavanoz turşu yapardı. Bu güne kadar üzeri köpürmeden ve gevşemeden bu kadar zaman dayanabilen hiç olmamıştı. Küçük bir tabağın içine birkaç tane salatalık çıkarıp kavanozu dolaba kaldırdı. Atılacaklar ayrılıp dolabı yeniden düzenlediğinde çıktı kapının önüne oturdu. Salatalıkları çıtır çıtır yemeye başladı. Turşu ona yıllardır yasaktı. Tansiyonuna dokunuyordu. Aldırmadan tabaktaki bütün salatalıkları yedi. Çeşmeye ağzını dayayıp kana kana su içti. Şu dolap işini hallettiğine göre artık kahvaltı edebilirdi. Kalkıp artık çayı koymalı diyerek oturduğu< yerden doğruldu. Ayağa kalkar kalkmaz dünya birden fır fır dönmeye başladı. Olduğu yere yığılıp kaldı. Yere düşerken sağ kalçasında bir şimşek çaktı. Sonra inanılmaz bir acı bütün vücuduna dağıldı. Olduğu yerde sol kalçası üzerine döndü. Ayağa kalkmak istedi. Kolları hareket ediyor ama bacakları onun sözünü dinlemiyordu. Birkaç dakika sonra sağ kalçasından gelen acı dayanılmaz hale geldi. “Oy anam, yardım eden yok mu? Yandım anam, öldüm bittim, hu komşular…” diyerek ağlamaya başladı. On dakikaya yakın beton zemin üzerinde çırpınıp durdu. Sesini duyup gelen komşular sokak kapısını açamadıkları için içeri giremiyorlardı. Bahçe duvarının üzerine küçük bir çocuğu çıkarmayı akıl ettiler. Çocuk nar ağacının dikenlerinin verdiği acıya aldırmayarak bahçeye indi. Arkası sürgülü demir kapıyı açtı.

    Kiracı Hacer

    Bahçeye girdiğimizde yaşlı kadın yerde boylu boyunca yatıyordu. İnsanlar “Ne oldu sana teyze, neyin var teyze?” diye sordular. Kadıncağız sadece sol kalçasını gösteriyordu. Bağırmaktan sesi soluğu tükenmişti. Birkaç kişi onu ayağa kaldırmak için eline ayağına sarıldık. Sarılmaz olaydık. Kadın öyle bir çığlık attı ki mahallenin ta öteki başından duyuldu. Kadının sağ bacağına dokunmamıza dayanamıyordu. Mutlaka kırık vardı. Ne olduğunu nasıl olduğunu anlayamadık. Gençlerden biri hemen eve koştu. Telefonla ambulans çağırdı. Biz onu sakinleştirmeye çalışırken ambulans şansımıza çabucak geliverdi. Herkes birbirine baktı. Herkesin işi gücü vardı. Kimse ambulansa binmeyi istemiyordu. Kimse kimseye bir şey diyemedi. İş başa düştü. Evin anahtarını komşumuza emanet edip arabaya bindim. Yaşlı kadınla birlikte hastaneye gittim. Böyle zamanlarda insanın aklı başından uçuyor. Kadının nüfus kâğıdını almayı bile akıl edememişiz. Yaşlı kadının adını, soyadını biliyordum ama öteki soruları cevaplamam mümkün değildi.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      SÜT İÇTİM DİLİM YANDI

    İktidar okul çocuklarına süt dağıtmaya başladı. Ne iyi değil mi?

    Hangi vicdan sahibi oy için kömür dağıtmakla bunu aynı kefeye koyabilir?

    Ellili yıllarda, bugünkü iktidar sahiplerinin amcaları, dayıları, dedeleri, babaları iktidardaydı. NATO’ya girmiştik. Lozan Barış antlaşmasına imza koymayan tek ülke olan ABD ile kanka oluvermiştik. İktidar, her köşede bir milyoner yaratmak için yola çıkmış, kankaları Marshall yardımı adı altında kesenin ağzını açmış, önce süttozları okulları, sonra da barış gönüllüleri köylerimizi, kasabaları mesken tutmuştu.

    “Bedava sirke baldan tatlıdır” felsefesine bayılan necip milletimiz, bu Amerikalılar bizi niye öpüyor diye sormazdı elbette. Soranları susturmanın da kolayı vardı: “yarı aydın”, “millet düşmanı”, “vatan haini”, “solcu” , “Allahsız”, “ırz düşmanı”, “komünist”…

    Yakında piyasaya çıkacak Çiftçi Diplomat – Ömer Aras kitabımızdan o yıllarla ilgili bir alıntı yapalım:

    “Birkaç yıl öncesi Amerikalı bir kız tanımıştım. Kendisinin barış gönüllüsü olduğunu biliyordum. Ama barış gönüllülerinin neden buralarda oldukları konusunda bir fikrim yoktu. O kız, özellikle lop yemiş yedirmek için annesini de getirmişti. Akşam sofrada beraberdik. Kendisinin artık barış gönüllüsü olmadığını o görevden ayrıldığını söyledi. Biraz şarap içmiştik. Onun verdiği rehavetle sordum:

    “Bunca zamandır buralardasınız. Girip çıkmadığınız ev kalmadı. Bizi bizden iyi tanıyorsunuz. Size göre bizim en önemli özelliğimiz nedir?”

    Kadın, belki de artık görevli olmadığı için “beslenme”den söz etti. Ürettiğiyle hayatını sürdürebilmek, bir toplumun en güçlü özelliklerindendir. Siz sabahları adaçayı, süt, çökelek, soğan, kaba hamurlu ekmekle kahvaltı yapıyor; öğleyin domates, zeytin, soğan, az da biber karışımı bir salata yiyor; akşamları da çorba, ayran içiyorsunuz. Halk, kendi ürettiğiyle yaşamını sürdürebiliyor, dedi.”

    Çinli düşünür Konfüçyüs: İnsanlara balık vermeyin; ballık tutmayı öğretin, der. Başkalarının bağışlarıyla geçinmeye alışan adam, kendi ayakları üstünde duramaz. Başkalarının yardımlarıyla yaşamaya alışan toplumlar, güdümlü toplumlardır. Onların kendi gelecekleri ile ilgili bağımsız karar verebilme gücü yoktur.

    Acaba Amerikalılar ineğimizin, keçimizin, koyunumuzun sağlıklı sütü dururken o süttozlarını bize karakaşımız, kara gözümüz için gönderdiğini söyleyebilecek bir Allah kulu var mıdır?

    Gelin dört yıl önce bu köşede 14 Mayıs Dünya Çiftçiler Günü kapsamında Milas’ta yapılan bir panel üzerine yazdığımız yazıdan bir alıntı daha yapalım: “Panelistlerden Tire Süt Kooperatifi Başkanı Sayın Mahmut Eskiyörük, tarımda çıkış yollarından birinin en güzel uygulayıcılarındandı.

    Eskiyörük, 1850 ortaklı kooperatiflerinde süt kalitesini AB standartlarına nasıl çıkardıklarını, kooperatifleşmenin tarımda kurtuluşun önemli çözüm yollarından biri olduğunu anlattı. Bizler onu dinlerken, yalnız tarımda değil, tüm sektörlerde en gereksinim duyduğumuz “yakınan değil, çözüm arayan, çözüm üreten” bir önderle karşı karşıya olduğunuzu anladık. Bu bilinçlenmenin arkasında bilimsel dayanışmanın olduğunu anlayıp sevindik. Bu bilimsel desteğin önemli figürlerinden birinin panelin yöneticisi Prof Dr. Ayhan Çıkın hocamızın olması bu sevinci bir kat daha arttırdı.”

    Şimdi bir adım daha ileri gidelim.

    İzmir Büyükşehir Belediyesi, yıllardır bu kooperatiften süt alarak her gün iki yüz bin öğrenciye süt dağıtıyordu. Çok şükür hiçbir İzmirli çocukta bugüne dek protein zehirlenmesi falan da olmadı. Ancak Büyükşehir Belediye Başkanı, bunun için suçlandı. Şimdi 397 yıl hapis istemiyle yargılanıyor. Şimdi 60 yıldır bu ülkede iktidar nimetlerinden yararlananlara soralım:

    Bu ülke bugün, kurbanlıklarını bile ithal ediyorsa, köylünün ürettiği sütü çocuklara aracısız içirenler mahkeme kapılarında sürünürken, iktidar sahiplerinin süt içirdiği çocuklar hastaneleri dolduruyorsa, sizce bu işlerde bir yanlışlık yok mu?

    Var var! Siz de biliyorsunuz bunu; ama

    “Süt içtim dilim yandı, yar sana hayranım
    Döküldü kilim yandı, ben sana kurbanım”

    türküsünü söylemek işinize geliyor.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Martı ve Adam

    Deniz, rüzgara yenik dalgalanıyordu baş döndürürcesine. Rüzgar bazen yavaştı bazen hırçın. Dengesizdi işte. Büyük kanatlarını açarak göğsünü rüzgara siper eden martılar, ilerlemek istiyorlardı inatla gidecekleri yere. Rüzgarla çarpışan savaşçılar gibiydiler. Boğazın mavi sularında gemiler geçiyordu, kimileri büyük, kimileri küçük. Minicik balıkçı tekneleri kayboluyordu büyük gemilerin yanında. Kıyıda bir ağacın altındaki bankta bu manzarayı seyreden bir adam oturuyordu. Elleri dizlerinin üstünde kenetlenmişti. Pardösüsünün rüzgardan açılan yakasını düzeltmek için elini boynuna götürüyordu. Mavi gözleri çakmak çakmak, kocaman açılmıştı. Düşünceleri çok ama çok uzaktaydı. Bir heykel gibi duygusuz otururken birden bire kenetli ellerini ayırdı ve cebinden bir paket sigara çıkardı. Sonra elini rüzgara siper ederek sigarasını yaktı. Duman, yüzünü yaladıktan sonra siyah dik saçlarının üzerinden kayboldu gitti. Bir nefes daha çekti ve gözlerini ilk defa mavi derinliklerden ayırarak etrafta baktı. Sabahın çok erken saatiydi. Biri bastonlu iki yaşlı adamın yürüdüğünü gördü. Başına bandana takan uzun boylu genç bir kız koşarak yanından geçti. Orta yaşlarda bir adam elinde tasma ipi, labrador köpeği ile yavaşça koşuyordu. Onlar belki de bu semtin insanlarıydılar. Mavi gözlü adam, bu sahildeki yabancılığından sıkıntı duymuş gibi kıpırdandı. Biten sigarasını yere attıktan sonra ayağı ile söndürdü. Satın aldığı simitten bir parça kopardı ve mavi gözlerini yine boğazın serin sularına çevirdi. Rüzgara karşı uçan martılardan biri, ona doğru uçarak önüne kondu ve adama küçük gözleriyle baktı. Adam kuşun aç olduğunu düşünerek bir parça simidi yere attı. Martı korkusuzca simit parçasına yürüdü ve bir hamlede boğazına atarak midesine indirdi. Adam bir parça daha attı ve martı yine aynı şekilde yedi. Martı adamdan korkmuyordu.

    “Simidi beğendin galiba?” dedi adam.
    Martı cevap vermiş gibi ses çıkardı. Adam ardından ekledi:
    ”Sen şanslı bir kuşsun. Tek derdin bir parça yemek.” Birden bire martı ona yaklaştı ve:
    “Neden şanslıymışım ki?” diye cevap verdi. Adam önce duyduğuna inanamadı ama cevap bekleyen martıya şunu söyleyiverdi:
    “Çünkü özgürsün maviliklerde, istediğin zaman istediğin kadar uzağa gidebilirsin.”
    Martı bilgiç bir şekilde adama baktı ve simit kırıntısının üstünden geçerek adamın yanına banka kondu:
    “Hım, sen ne bilirsin ki bizim hakkımızda, bizim de hayatla ilgili sıkıntılarımız, korkularımız var.”dedi. Adam martı ile konuştuğu için kendisini çılgın hissetti, etrafına baktı ve martıya cevap verdi:
    “Havada özgürce uçarken ne korkuların olabilir ki? “Sen donarak ölmenin ne demek olduğunu bilir misin?” diye sordu martı. “Ya yalnızlığı, sürüden ayrılmayı?”
    “Donarak ölmenin hissini bilemem ama yalnızlığı bilirim” dedi adam.
    “Hım, yalnızlığı da bilemezsin ki?” dedi martı, sonra devam etti: “Sen insan kalabalığının içinde yaşar durursun. Bense ailemi kaybedebilirim bir kış gecesinde, sonra yapayalnız kalabilirim, bazen dışlanabilirim üzerime gelirse diğer martılar öldürürler beni, doğduğum yerleri terk edebilirim biranda…”
    Mavi gözlü adam, gülümsedi martıya ve sonra konuştu:
    ”İnsanlar onca kalabalığın içinde yalnız olduklarını anlayamazlar. Herkes aslında yalnızdır, kendisiyledir. Ben öyleyim sevgili martı ve farkındayım yalnızlığımın. Ama bir o kadar da kalabalığın içindeyim. Sonsuz sevgi ve aşkın içinde…”
    “Sonsuz sevgi ne demek?” diye sordu martı.
    Adam öyle bir gülümsedi ki kalın dudakları inceldi ve mavi gözlerinin kenarları kırıştı:
    “Ben sevgiyi en derinden tadarım, yakaladım mı bırakmam. Öyledir ki bu sevginin içinde aşklar vardır. Hem de hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim aşklar.”
    Martı başını kaldırarak maviliklere baktı:
    “Benim bildiğim bir kez aşk yaşanır, bizde öyledir. Siz insanlar hayatınızda farklı aşklar mı yaşarsınız?
    Mavi gözlü adam martıya doğru eğildi:
    “Ben sadece kendimden bahsedeyim, ben öyleyim sevgili martı, aşkı seven bir adamım.” Martı yerinde kıpırdandı, kafası karışmıştı. Konuşmaya devam etti adam:
    “Ben farklı aşklar yaşamayı seviyorum. Bu aşklarda gözler, tenler, sesler, düşünceler ve kalplerin atışları farklıdır. Bir aşkta tavla oynamayı seviyorsam, başka bir aşkta şiir okumayı seviyorum, diğer aşkta ise fısıltılı şarkı söylemeyi, başka birinde sohbet etmeyi, bambaşka bir aşkta gün batımını seyretmeyi ve diğer bir aşkın tenine dokunmayı severim. Bazen de farklı iki aşkı birlikte yaşarım. Aynı zamanda fakat farklı mekânlarda… Bu bir sırdır içimde, yazla kışı aynı anda yaşamak gibi. Seviyorum işte sevgili martı, aşkı, aşık olmayı... Kalbimin atışları çoğalır aşkı yaşarken. Mutluluğun içinde küçücük sıkıntılara sokan heyecanlar olur yüreğimde ve kısacık hayatı bulutların üstünde yaşamak haz verir bana. İşte böyle sevgili martı, ben aşkların içindeyim ama bazen de yalnızlığın içine gömülürüm, şimdi olduğu gibi…”
    Martı aniden banktan yere atladı: “Beni hiçe mi saydın, ne zamandır yanındayım, yalnız değilsin!” Mavi gözlü adam gözlerini kısarak kahkahayla güldü martıya.
    “Doğru” dedi, “Sen yanımdasın ne zamandır.”
    Martı adama doğru yürüdü: “Yine gelecek misin buralara?”
    Adam, kısacık bir anda denizin maviliğine bakarak düşündü:
    “Ben başka şehrin insanıyım, bir aşkın rüzgarı attı beni İstanbul’a. Buradaki aşk başkaydı sevgili martı, ama hepsi gibi İstanbul’un aşkı da bitmeliydi başka aşklarım için. Biraz sonra gideceğim kendi şehrime. Ama bir gün gelirsem buralara, söz veriyorum senin için yine oturacağım bu bankta, yine böyle sohbet ederiz.”
    “ Bana aşklarını anlatmanı çok isterim” dedi martı ve büyük kanatlarını açıp diğer kuşların yanına gitti.
    Mavi gözlü adam, yavaşça ayağa kalktı, pardösüsünün yakasını düzeltti. Maviliklere ve martıya son bir kez baktı, bir daha buralara geleceğine içten söz verirken gülümsedi ve geldiği şehre gitti.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Kakava Hıdrellez Şenlikleri ( Edirne )

    Yıllardır gitmek istemiştim sonunda muradıma erdim ve geçtiğimiz haftasonu “Kakava Hıdrellez Şenlikleri” için Edirne’ye gittim. Öncelikle; sözlük anlamına bu denli uyumlu kaç kelime vardır bilmiyorum ama “Kakava” bana çok enteresan geldi doğrusu. Sözlük anlamlarından; “Kokulu hava, kahkaha” kısmı beni en çok hayrete düşüren oldu. Hani; insan hızlı hızlı bu anlamı söylemeye çalışsa ister istemez “Kakava” diyecekmiş gibi...

    Aslında; Anadolu’da Hızır ve İlyas peygamberlerin bir gül ağacının dibinde buluştukları inancı olan ve “Hıdrellez” ismiyle kutlanılan bir çeşit bahar karnavalının; Trakya ve Balkan haklarının geleneklerinde, “Kokulu hava” olan baharın gelişinden duydukları sevinci haykırdıkları; neşenin, “kahkaha” ve eğlencenin doruğa çıktığı bir şenlik olarak kutlanmasından farklı değil. Hayatı; “ateş” ve “su” ile kutladıkları bir “bereket”. Binlerce insanın doldurduğu ve Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı Sarayiçi’nde stadın yanındaki alanda akşama yakın saatlerde dev bir ateşin yakılmasıyla ( ki alevler 10 metreye yükseldi ) şenlikler başladı. Bir köşede Edirne Bandosu, heryerde davul-zurna-keman eşliğinde renkli giysilerle dans eden binlerce insan...



    Ateş sönene kadar bu eğlenceyi kaçırmadık. O insanın yerinde duramadığı ritimlerle dans eden rengarenk giysili kızlar tüm dikkatleri üzerine çekti. Devrisi gün sabaha karşı saat 06:00’da “Arınma ve doğanın uyanışına merhaba” amaçlı “Bahara Giriş” kutlaması için Tunca ırmağının kenarına gidilecek, bolluk ve bereket getirdiğine inanılan ağaçtan dallar koparılacak, kağıtlara yazılıp kimilerince geceden gül dalına bağlanan dilekler “sular seller” gibi gerçekleşsin diye suya bırakılacak, sağlıklı bir yıl geçirme inancıyla kimileri nehire dalacak, kimileri yüzlerini suyla yıkayacaklarmış.

    5.Mayıs.1361 yılında I.Murat tarafından fethedilerek Osmanlı’nın başkenti olan Edirne, 1453 yılında İstanbul’un fethedilmesine kadar tam 92 yıl bu ünvanını taşımış. Edirne’nin uğradığı ilk işgal felaketi 22.Ağustos.1829 yılında Rusların şehre girmesi ve birkaç ay kalmasıyla olmuştur. Çok sevdiklerinden olsa gerek yine Ruslar; 20.Ocak.1887’de bu kez 13 ay Edirne’yi işgal etmişlerdir. Daha sonra 26.Mart.1913 tarihinde komşumuz Bulgarlar Edirne’yi 4 ay süreyle ve en nihayet “benim başım kel mi ?” diyen diğer komşumuz Yunanlılar 1920’li yıllarda hem de en uzun konaklama yaparak tam 2 yıl işgal etmişler.
    Kakava Şenlikleri’nin başladığı gün aynı zamanda Edirne’nin fethi ile aynı güne denk geldiğinden Sarayiçi’nden ayrılıp 651.yıldönümü törenleri kapsamında Mehteran’ın gösterisi’ni izlemek üzere Karaağaç Hacı Adil Bey Çeşmesi önüne, Meriç ırmağı kıyısına geldik.



    Karaağaç demiş iken; Meriç Köprüsü’nü geçtikten sonra “suyun öte yakasında” kalan tek toprak parçası olduğunu biliyorsunuzdur. Lozan Barış Antlaşması’nda savaş tazminatı olarak bizlere verilmiş. Köprünün bitiminde sol tarafta Protokol Binası, sağ tarafta 2 km. uzunlukta ve ağaçlar altında bir güzel yol. Mehteran, hemen sağa dönünce gösterisini sunmuş ve biz sağ tarafta çay bahçelerinin yer aldığı o güzel yolu takip ederek Karaağaç girişine ulaşmıştık. Sağa gidildiğinde Yunanistan sınır kapılarından biri olan Pazaryeri’ne, bizler gibi sola gidildiğinde ise Karaağaç’ın içine, eski Edirne Garı Binası’na erişiyorsunuz. Mimar Kemalaettin Bey’in 20.yüzyıl başlarında yaptığı bu eser şimdi Trakya Üniversitesi kullanımında bulunuyormuş. Tren yolu sökülmüş ve anı olarak bir lokomotif ve birkaç vagon kalmış. Gar Binası’nın sağ tarafında da görkemli Lozan Anıtı...
    Nefes almadan akşamı etmiştik, karnım zil çalmaya başlamış, bir an evvel yemek-müzik derken “vur patlasın çal oynasın” kıvamına girmiştim ki; Edirne Belediyesi’nin düzenlediği gençlerin dans gösterisini izlemeye Saraçlar Caddesi’ne gitmemiz gerektiği söylendi. Gece saat 22:00 civarında nihayet sofraya oturabilmiştik. Lakin diğer masalar çoktaaan karnını doyurmuş, saz heyetinin karşısında kurtlarını dökmeye başlamışlardı bile. Gece yatağa uzandığımda, klarnet sesi kulağımda :
    “Çal be kabaracı çaaal, çal be zurnacı çaaal....” “İlle de Roman olsun...”
    uyudum mu, oynadım mı hatırlamaz olmuştum.

    Efsaneye göre Selimiye Cami’sinin bulunduğu alan yaşlı bir kadına ait Lale Bahçesi imiş. Mimar Sinan bu güzel ustalık eserini bu alana yapmak istediğini padişaha söylemiş ama yaşlı kadın bahçesini vermeyip inat etmiş. Israrlar sonucu; “Eğer benden bir hatıra olursa bahçeyi vereceğim” demiş. Bunun üzerine Mimar Sinan da; mermer ayağa inatçı yaşlı kadını tasvir eden “Ters Lale” figürünü işletmiş. Bu efsane nedense beni çok güldürdü. Gülerken; “Ters olmayan Lale var mı ?” demişim. Fazla güldüm diye; Edirne’den ayrılmadan önce son ziyaret ettiğimiz Şükrü Paşa Anıtı ve Tabyalar ağlattı. Anne tarafım Balkan Savaşı’nda Priştina’dan kaçıp önce buralara sonra da İstanbul’a göçmüş. Birileri vatanın her karışını savunmak için nur içinde yatıyor, birileri de karış karış satıyor. Şükrü Paşa; 1912 yılında ne demiş :
    “Düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi, itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahale gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikecekler.”

    Yumurta tokuşturamadık belki ama bir Mani’niz yoksa bari onu vereyim :

    Bir başka keyifliymiş şu Kakava,
    Üstüne cila gibi geldi ciğer tava,
    Ne güzel eğlenip döndük şehrimize,
    Ama göreceğimiz yine bir dolu tatava...


    Hıdrellez’inizi kutlayıp, dileklerinizin gerçekleşmesini temenni edeyim...

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Banu Özgüç

     Ayrıkotu : Banu Özgüç


      ANNE HALİM

    Oğlum, benim kendime verdiğim en güzel armağanmış yeni yeni anlıyorum.

    İlk hamile kaldığımı öğrendiğimde başıma geleceklerden çok habersizmişim.

    Hamilelik sürecince çok sıkılmıştım. Kulaklarım hep bebek bakımı ile ilgili olumsuz şeyleri duyuyordu. Çok ağlar, uykusuz bırakır, yemek yedirmez, su içirmez, köleliktir delilik halidir…. vb.

    İnsanlarda genelde olumlu tecrübelerinden ziyade olumsuz tecrübelerini paylaşma eğilimi var. Sanırım nazar korkusu milletçe iliklerimize sinmiş. Olumsuzları paylaşma eğilimimiz, tecrübesiz bir anne adayının bebeğini doğduğunda kucağına almak istemeyecek kadar sonuçları olabiliyor.

    Doğum yaptıktan sonra uzunca bir süre hep oğlumun sürekli ağlayan bir bebek olacağı anı bekledim yüreğim ağzımda. Olmadı ,şaşırdım..

    Sonra sabaha kadar uyutmamasını bekledim. O da olmadı. Mışıl mışıl uyuyordu.

    Sonra 7/24 emziren annelerden duyduklarım vardı ama oğlumun hiç öyle bir talebi olmadı. Karnını doyurdu edebiyle üç saat sonra acıktı bir daha.

    Kısaca kendimi o kadar hazırlamıştım ki en kötü senaryolara keyfini çıkarmayı bilemedim aslında başıma gelen güzel şeylerin. Hep yüreğim ağzımda kötü bir şey yapıyorum hissiyle baş etmeye çalıştım.

    Bir bebeğin nefesinin kokusunun nasıl başımı döndürebileceğini paylaşmadı hiçbir anne benimle. Müthiş bir deneyimdi oysa hala hatırladıkça kokusunu ürperiyorum.

    Kimse bana gece ağladığında koşa koşa kalkacağımı söylemedi. Üşenmeden ,isyan etmeden, bıkmadan…

    O ağladığında kafamın şişmesi ve can sıkıntısından çok onun derdine çare olamamaktan paralanacağımı da söylemedi.

    Ve minyatür bir insanın gaz çıkarttığında sevinçten havalara uçabileceğim bilgisini de vermedi.

    Arkadaşlarım akşam eğlenmeye giderken bir nebze olsun aklımın kalmayacağını…

    Akşamları eve koşa koşa gideceğimi..

    Bir gülüşün beni bu kadar mutlu edeceğini..

    Her şeyden önce kimse ama hiç kimse küçük bir adam mutlu bir insan olsun diye beni mutlu olmak isteyen bir insan olma yolunda değiştirebileceğini söylemedi…

    Hayat devam ediyor ben bir anneye dönüşüyorum, bebeğim de büyüdü küçük adama dönüşmeye başladı. Artık bebek kategorisinden değil çocuk kategorisinden alışveriş yapmaya başladım. Bu durumu hazmetmeye çalışıyorum.

    İnatlaşıyoruz bazen. Bir an kendi minyatür halimi görüp irkiliyorum. O keçi bakışlar aynı ben.

    Akşamları beni kapıda karşılıyor önce gülümsüyor. Ama nasıl bir gülümseme! Işıklı ışıklı oluyor gözler. İçi gülüyor. Sonra ilgilenmiyormuş gibi yapıyor çok doğalmış hiç sevinmemiş benim gelişime gibi, salona doğru gidiyor. Aynı babası..

    Arkadaşlarıma maceralarımızı anlatır ve resimlerini gösterirken yakalıyorum beni ki eski ben olsa iğrenç der çok kınardı kendimi.

    Onunlayken zaten dopdoluyum zaman çabucak geçiyor. Onsuzken de sık sık onu düşünür durur oldum.

    Ve şimdi ben çalışırken bazen gözlerimi kapatıyorum gülen suratı geliyor gözümün önüne. En çok ayaklarına bayılıyorum öpmeye doyamıyorum. Beraber kitap okurken mesela durup ayağını uzatıyor öpeyim diye anımsıyor ve gülümsüyorum.

    Ama işe güce dalmışken bir anda burnumun direği sızlıyor koklamak istiyor oğlumu tüm benliğim, doya doya ben en çok bu halime çok şaşıyorum. Hem de çok!

    Banu Özgüç


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu


    www.eskiesmagdurlari.com

    “Ben Kaybettim” başlıklı yazımı okuyanlar hatırlar. Kızımın, 5 yaşından itibaren babasına karşı hislerini kendi yorumumla yazmıştım. Şimdi eski eşimin neler hissettiğini yazmak istiyorum. Tabi kendi görüşümle.

    Bu aşamada, kızımız henüz iki yaşında, bizler ise otuzlarımızda iki geçkin gençtik.

    Ayrılma aşamasında;
    Sen kim beni bırakmak kim? Sen bensiz tek adım atamazsın hayatta. Sen kimsin be.. Tek başına yumurta kıramazsın. Salak! Benden iyisini mi bulacaksın kendine? Ancak o…..lar bakar senin yüzüne. O da paran için.

    Evden ayrılma aşamasında;
    Sürüm sürüm sürünecek, tıpış tıpış geri döneceksin. Kapımda yalvaracak, ağlayacak, ayaklarıma kapanacaksın. Ama senin için her şey çok geç olacak. Sen bu eve bir daha adım atamayacaksın.

    (Ya gerçekten dönmezse, geri gelmezse, ya beni artık gerçekten sevmiyorsa, ya hayatında bir başkası varsa…)

    Boşanma aşamasında; (kızımız 2 yaşında)
    Evi, barkı, takıları, bankadaki tüm ortak paraları da (ç)aldım. Beş kuruşsuz kaldı şimdi. Nafakayı da sağlama bağladım. Ne koyduysam önüne imzaladı salak. Nasılmış beni bırakmak şimdi görecek.

    1.Yıl; (kızımız 3 yaşında)
    Hala geri dönmedi. Yoksa ciddi olduğu bir başkası mı var? O halde, öyle bakkaldan sakız alır gibi alamayacak kızını. Getirsin savcılıktan memurla teslim (haciz) emrini, öyle görsün kızını.

    Boşuna gelme! Kız hasta, gelemez bu hafta. Yaz geldi, haftaya da Bodrum’dayız. 3 ay yok. Sonra yine hasta, uyuyor, sonraki hafta misafirliğe gideceğiz.

    2.Yıl;
    Hala dönmedi bana. Kızını göstermediğim yetmedi anlaşılan. O halde; Biriktirilen telefon kayıtları “cut” edilip bilgisayarda uygun yerlere yapıştırılır, avukata verilir ki hakaret davaları açılsın, adam sürünsün.

    3.Yıl;
    Kızım dillendi. Eski kocamla konuşmuyoruz ya, laf da sokamıyorum artık. Ama kızım 5 yaşında. Sıra onda.
    Kızım; - baba, ben 18 yaşıma gelince soyadımı değiştireceğim.

    4.Yıl;
    Hacizle alınan çocuk geç teslim için izin de alınsa 17:01'de zabıt tutturulur, “çocuk kaçırma” suçundan! mahkemeye verilir. Eski koca bu sene de böyle süründürülür. Yaşasın kötülük!

    5.Yıl;
    Yine sudan bir bahaneyle çocuğu vermeyen anneye kızıp kapıda bağıran baba bu kez “haneye tecavüz” den süründürülür. Ancak kadının 11 komşusu kendi aralarında organize olup davaya baba lehinde müdahil olmaya mahkemeye gelir ve dava o celsede düşer.

    6.Yıl. (kızım 8 yaşında)
    Nafakalar korkudan 6 ay peşin ödenir. Nafaka X sebeple bir gün gecikirse adamın yurtdışında olduğu dönem seçilir ve evine hacze gidilir. Adres adamın annesinin evidir ve babaanne ameliyattan yeni çıkmıştır. Avukatı durumu kadına haber verir ama kadın “hacze devam” der. Yaşasın kötülük!

    Konu komşu kurtarır haczi.

    7.Yıl;
    Resmi yazı istenir icra dairesinden; Bu adam hiç ödemediyse faizleriyle birlikte kaç para ödemeli? Misal 100.000TL, Şimdi kasaya gidilir, bu adam bugüne kadar kaç para ödedi? Gerçekten hepsi zamanında ödenmiş 60.000TL. Hmm arada 40.000TL fark var. Yurtdışını kollayalım ve “ilamsız takip” yollayalım.

    40.000'e Sabancının yalısı bile boşaltılır. Ya tutarsa... Yaşasın kötülük!

    Şans bu ya, baba kızına söylediğinden 3 gün önce döner yurtdışından. Yani itirazın son günü.

    Adam buldu birini. Hep aynı kadınla çıkıyor artık. Evlenecekmiş. Kızıma da tanıştırmış. “O kadın” kızıma asla dokunamaz!

    8.Yıl; (kızım 10 yaşında)
    Aaa evlendi salak, birde çocuk yaptı “o kadın”dan. Ya babası artık kızımızı sevmezse… Aman şuna her gün vereyim kızımı… Rahat bırakmayayım onları.Yaşasın kötülük! (Bu işin Oscar’ı var mıdır acaba?)

    9.Yıl;
    Artık bir sevgili yapayım kendime. 9 yıl geçmiş ayrılalı. Kurudum vallahi. O da alsın kızını istediği gibi gezsin tozsun.

    10. Yıl;
    6 ay sürdü ilişkim. Aman çekemem kimseyi bu yaştan sonra. Kızımı artık geri alayım. Görüşmesinler yine. Nafaka artırımı da iyi geldi valla. Gerçi nafaka çocuğa veriliyor ama, bana ne. Ohh her sene arabayı yeniliyorum, Amerika’lara, Paris’lere tatillere gidiyorum, evin dekorasyonunu değiştiriyorum. Yaşasın adalet !!!

    11. Yıl;
    Aaaa. N’oluyo yahu. Kızım bana da düşman oldu. Her gün kavga ediyoruz. Şaşırdı mı ne? Ne demek beni ana-babasız bir ailede büyüteceğinize keşke doğurmasaydınız!. Ben nerden bilebilirdim babanın bir gün evden kaçacağını?

    12. Yıl; (kızım 14 yaşında)
    Kızım, ben sana hem ana oldum, hem baba. Saçımı süpürge ettim. Bak bugüne kadar evlenmedim senin yüzünden. Gün mü gördü anan. Sen hala bana ters laflar söylüyorsun. Kolay mı bu devirde tek başına evlat büyütmek?

    13. Yıl;
    Eve geç geliyorsun, ama haber bile vermiyorsun nerede olduğunu. Neredesin? Kiminlesin? Arkadaşların kim? Artık izin almak diye bir kavram kalmadı sende. Baban olsaydı başında bunları yapamazdın.

    14. Yıl;
    Kızım, aylar oldu iki kelime konuşmadık seninle. Okuldan geliyorsun hoop odana. Akşama kadar bilgisayar başındasın. Yemek bile yemiyorsun. Otur şöyle iki kelime konuşalım. Bir derdin var mı? Erkek arkadaşın var mı? Okulunu, derslerini hep hocalarından öğreniyorum. Bu siyah ojeler, garip kıyafetler de neyin nesi? Ya o bangır bangır dinlediğin garip müzik?

    15. Yıl;
    Allahım ben ne kadar mutsuzum? Hak etmedim bunları. Bütün hayatım “ben bu adama nasıl kan kustururum” mücadelesi ile geçti. Oysa baksana adamın dünya umurunda değil. O evlendi, çocukta yaptı. Herkese acındıra acındıra adamın ne kadar ilgisiz, alakasız biri olduğunu anlatıyorum ama aslında ne kadar yanlış bişi yapmışım onu kızımdan uzaklaştırmakla.

    Öncelikle kendime ceza vermişim. Bu bitmez tükenmez kinimle kendimi ebedi yalnızlığa, mutsuzluğa ittim, bütün gençliğimi yaktım, kendimi, çevremi tükettim. Baksana eski fotoğrafıma; ne kadar masum ve güzel bir kadınken şimdi suratımdan kin, nefret, mutsuzluk, umutsuzluk, çaresizlik akıyor. Hatta evet evet itiraf ediyorum; kötülük de.

    Kızını görmek istedi göstermedim. Okuluna gidip dersleri hakkında bilgi almak istedi, kızımı kaçıracak diye okulu tembihledim, okula aldırtmadım, Evine, barkına, işyerine hacizler yolladım. Yalan, dolan, uyduruk bahanelerle 15’e yakın mahkeme açtım. Kızı için ödediği nafakaları gezmek, araba ve ev dekorasyonu yenilemek için harcadım. Oysa sadece son iki sene ödediği nafaka ile istanbul’un her semtinde kızıma bir daire alırdım.

    Kızıma da kötülük yaptım; Babasız bıraktım onu. Ben, teyzesi ve anneannesi yıllarca beynini yıkadık onun. Oysa babası ne kötülük yaptı ki kızıma? Hiç. Baba babadır. Katil bile olsa ona kızını göstermeliydim. Kızıma da babasını tabi.
    Sadece beni istemedi babası. Kızını değil. Ama kızım artık nefret ediyor babasından. Şimdi benden de. Ancak her şey için çok geç. Babası, kızının ne huyunu, suyunu, ne yediğini, içtiğini, hobisini bırak, ayakkabı numarasını bile bilmiyor. O da babasının hiçbir şeyini bilmiyor. Belki de “google” dan birbirlerini tanımaya çalışıyorlar.

    16. Yıl; (kızım 18 yaşında)
    Artık kızım reşit. Ya evden ayrılırsa? Para musluğunu kesmek lazım. Gitsin babasından para alsın. Versin hiç tanımadığı, senelerdir görmediği babasını mahkemeye, ben okuyorum diye ömrünün sonuna kadar para alsın.

    17. Yıl; (kızım 19 yaşında)
    Ciddi bir çıktığı var kızımın. Ya ailesi istemeye gelirse… Babası nerede bu kızın? derlerse ne diyeceğiz onlara? Öldü ??? Hapiste ?... Soysuz, Hırsız ?...Gerçekten ne diyeceğiz karşı tarafa. İyi bir bahanemiz olmazsa acaba “bunların soyunda var bir huysuzluk. Teyzesi de aynı sorunlu. Aman oğlumuz yanmadan biz bu işten vazgeçelim” derler mi?
    (dualarım ve beddualarım bugüne kadar hiç kabul olmadı ama umarım cehennem diye bir şey yoktur)

    Bu yazı, yıllardır görüşlerini aldığım eski eşlerinden mağdur olan onlarca babaya ithaf olunur.
    Umarım önümüzde ki yıllar “mutlu son” ile biter. Çocuklarımız mutlu olur, eski eşlerimiz mutlu olur. Onlar mutlu olurlarsa biz "eski eşler" daha çok mutlu oluruz.


    Cem Polatoğlu
    http://www.baracuda.com.tr


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    UNUTTURAMAZ SENİ HİÇBİR ŞEY: DEPREM

    Efendim güzel gezegenimiz Uranüs’ün güzeller güzeli ülkesinde, bazı düşünce ve davranışlarımız fena halde standarda bağlanmıştır, üzerinize afiyet. Mesela her kurban bayramında hep aynı şeyler olur. İki ayaklı danalar, yollarda dört ayaklı danaları kovalar. Deli yazarınız da bu cümle için gerçek danalardan özür diler.
    Bu yüzden meydana gelen trafik kazalarında ölenler “Bu bayramda trafik kazasında ölenler” istatistiğine dahil olur. Hanzolar kendilerini keserek sevaba girerler. Öncelikle ve acilen kurban eti tıkınılarak tekrardan sevap kazanılır vesaire.... vesaire...
    Her sıkışık trafikte yaşanan manzara da edilen küfürler de aynıdır, hiç değişmez.
    Başta deprem olmak üzere doğal afetlerde de artık öyle standarda bağlanmıştır ki her şey. Politikacılar bile hep aynı demeci patlatırlar. O da hiç değişmez. Hayır, sanıyorum ki çok yakında bir de “Doğal Afetle Kalkınanlar Derneği” kuracaklar ve üçlüyü tamamlayıp okeye oturacaklar.
    “Çüşşş lan, o kadar da olur mu artık!” demeyiniz reca ederim. Önce, aşağıda yer alan Ülkemizin medarı iftiharı, bağımsız gazeteciliğin!? kalesi “Boş Bakış” TV’de ki, yaşadığımız en son deprem felaketinde yapılan konuşmalara kulak kabartın, sonra karar verin.

    - Zıırrrr, zırrrrr
    - Yimah sonrası tam da içim geçmişti yav, ne bu telefon şinci.......
    - Çabuk diğer kanallara bak, Zihni ooluum, çabuk ol ...
    - Anaaaa, deprem olmuş.......
    - Tabii lan, gözünü dört açmak yerine ağzını dört açıp boyuna tıkınıyodun degel mi, millet deprem haberini neredeyse yabancı kanallardan öğrenecek...... Hemen 14 no’lu kaseti bul, yayına sok onu.....Yannız her ihtimale karşı önce kontrol et.
    Ben yanlış hatırlıyor olabilirim. Ezeli ve ebedi liderin deprem konuşması derken, Ramazan bayramı kutlamasını yayınlamayalım! Sonra ne seni, ne de beni hiç kimse kurtaramaz valla.....
    - Bu arada yola çıkan yardımlar haberini de toparlayacağız artık degel mi?
    - Eeee... herıldın yani....Her zamanki gibi yardımların nasıl da yıldırım hızıyla yerine ulaştığı yolundaki haberi de yayına ver bikaç saat sonra. Aman dikkat et, yetkili kişiler değişti. Sadece sesi alıp, üstüne taze görevlilerin görüntüsünü monte edeceniz artık. O kadarı sizin teknik maharetinize kalmış haliylen....
    Hadi lan millet....Bırakın yan gelip yatmayı. Deprem oldu oluuuum ya...Biraz çalışalım artık.
    - Anaaaa.....Hamdi abi bu ne yaaa!!! Nedir bu terörist eğilimli münafık muhaliflerin kanalındaki görüntüler....N’oluyoki şimdi. Amanın bu bizim müteahhit Vahit Parlayanyıldız degel mi yahu?
    - He vallah. Aynen kendilerü.....Deprem bölgesindeki bütün gamu binalarını bu canım gardişim yapmıştı degel mi?
    - Saçmalama yaaa.... Ülkede ki gamu binalarının tümünü bizimkiler yapıyo zati. Sen heç muhalif müteahhit gördün mü ki zıpır. Yuh lan! Villası sapasağlamken, bahçesine yardımların yurt dışı faslından gelme tam teçhizatlı deprem çadırlarından gurmuş orada mı yatıp kalkıyo bu mümtaz şahsiyet yaa.
    - Kesin münafık muhaliflerin çarpıtmasıdır. Merak etme. Bi yolunu bulup yıkayıp yunarık Vahit ağabeyimizi. En kısa zamanda aklarık yani. Hemen bi ropörtaj patlatalım icabında.
    Nadir Çaktırmadangötür ile konuşan süper mini etekli hanım kızımı yollayalım oraya hemen. Yalnız bu herifi uyarın tam da deprem zamanı sarkmaya markmaya kalkmasın hatuna yani....
    - ......Evvveeet sayın seyirciler. Ülkemizin rakipsiz kanalı “Boş Bakış TV” gene deprem bölgesine ilk gelen TV kanalı olma özelliğini koruyor haliylen. Gerçi bizden önce gelenler de olmuş gibi bir rivayet var ortalıkta ama onları TV kanalı saymıyok tabii ki, her zaman olduğu gibi... İşte kameralarımızı bir depremzade....ay çok pardon .....bir depremzede vatandaşa uzatıyoruz hemencecik.....
    - Umarım sizlerde bir hasar yoktur, yok gibi gözüküyor yani.... Nedir durum sizin mahallenizde sayın vatandaşım. Çok pardon, bu arada adınızı bağışlar mısınız?

    - Sen benim bağışları bırak da, sizinkilerin bağışları nerede kaldı onlardan haber vir, yayıncı mısın nesin! Bi kerem benim mahallem falan yok tamam mı? Ben teee 10 kilometre uzaktaki köyden ayağımı sürüye sürüye gelmişem buraya... Çocuklara çadır madır, yatak döşek biraz da bulabilirsem guru ekmek götürem diye.
    Sabahın köründen beri sürünüyok ortada ne gelen var, ne de giden. Gele gele bir guru kamera geldi. Sanki onu yiyecekmişiz gibi....
    - İrfan çabuk gapat kamerayı oluuuum ya. Filmlere yazık olacak. Allahtan canlı yayın yapmıyok şuradan. Ne bu yaaa. Burada da mı münafık muhalifler. Çattık yani. Yav şu bölgeyi kestirmeden uzak Uranüsteki çekik gözlülerin ülkesine taşıyıversek de bütün sorunları onlar bir çırpıda şıp diye çözse....Öyle ya o memlekette zırta pırta deprem oluyo, ne göçük altında kalan var, ne de mevta olan. Aç ve açıkta kalan da yok heç sanırsam. Nasıl başarıyorlarsa artıkın.....
    - Sana o kadar didim gardişim yaaa. Önce hükümet binasına gidek de, yardım alanları öğrenip onlarla röportaj yapak diye. Geçen depremde de öyle yapmıştık. Ama o zaman sen yoktun tabii bu kanalda. Sanırsam okulda okuyan bir yeni yetme zıpırdın. Önce soracan oluuum. Burada gapı gibi tecrübe var icabında. Heç görülmüş şeymi depremde at kendini sokağa, önüne gelene soru sor. Böööle boku yen işte........
    Bir süre sonra.......
    - Yine kötü bir sabaha uyanmış bulunuyoruz sayın izlemeyeci izleyiciler......Tamamımıza geçmiş olsun diyorum yani....Hepiciğimizin içinde bulunduğu en böyyük otel ki, oldukça sağlam görülmekteydi kendilerü çökmüş bulunuyor. Dün geceki artçı depreme heç bi otel dayanamazdı sanırsam. Peki siz nasıl dayandınız derseniz, bizler görev başındaydık efeeem uyumuyorduk.....
    - ....(ufak at da civcivler yesin oluuum ya! Millet de keriz ya inandı şimdi senin laflarına. Müteahhit Vahit’in villasında konakladığımızı bir öğrenirlerse, herkesten önce depremzedeler oyacaklar bizi....)
    - Bu arada da taaa Vaponya’dan insanlara yardım amaçlı olarak geldiği iddia edilen ekipten bir Vapon kurtarmacının da ölenler arasında olduğu söylenmekte....
    - ....(Çüüüş be oğlum, lan sen bu haberciliği öğrenene kadar, ben iki kere öbür dünyaya göçücem be.... Ne yani ta Vaponya’dan buraya tavla oynamaya mı geldiler bu insanlar da, onun için mi böyle konuşuyon ki...)
    - Kanalımızın pek kıymatlı izleyicileri, sayın yetkililer artıkın bu yörenin güvenli bir hale geldiğini bildirerekten, hasarsız olan binalara girilebileceğini söylemişlerdir. (Ulan çattık be...Bu kamereman olacak dümbük hala kendi kendine söyleniyo....Dönünce şu herifi işten attırayım artık ya...Nasıl olsa kanalın başında bizim partinin has adamı oturuyo....) Anaaaa, hooop n’oluyo lan İrfan amca... anaaammm sallanıyok, imdaaaaat deprem oluyo gariiiii......Hani bişi olmucak demişti deprem uzmanları yaaaa.....noluyo şimdi be....
    - Onları söyleyen deprem uzmanı degel lan, sorumsuz bürokrat oluummm onlar. Aha, çekil lan kenara başına kalas düşecek, bir de senin cenazeni yollamayalım burdan merkeze.....Allahtan açık arazide sayılırık yani.......
    - Bizleri merak eden candan aziz izleyicilerim merak etmeyiniz .......bizler iyiyiz. Ayrıcana alınan önlemler sayesinde burada her şey de eyi ve güzeldir yani..... Sadece soğuk nedeniyle biraccık üşünmektedir de. Buna önlem olarak da bol miktarda galın çorap kolileri yola çıkmış olup gelmek üzeredir. Eeeee o kadar da olacak haliylen, ne de olsa en son depremden sonra neredeyse taş taş üstünde kalamadı yani...
    - Len hemşo dövek mi şu angutları.....Şunlara bak yaa.... Her şey eyi ve güzelmiş. Çüşşşş yani. Yağmur yağdı verdikleri çadır bozuntuları sırılsıklam oldu, şimdi de kar yağıyor. Soğuktan g.....üz...donmuş, yiyecek sıcak yemek bulan kendini kral zannediyo.....Soba dersen böyyük şehirlerdeki tükkanlardan başka heç bi yerde bulunmuyo....Bunlar da kalkmış eyilikten ve güzellikten dem vuruyo.... Çorap dağıtacaklarmış......Bizim kirli çorapları biz bunlara dağıtsak da kokudan bayılıverseler. Gurtuluversek şunlardan......
    - İrfan abi, bu kadar yeter abi....kapat kamerayı doğru valiliğin bahçesine abi...oradan birkaç tuzu kuru bulakta bu ropörtajı tamamlayak haliyle...... Yeter bu kadar deprem yayını artık oradan da ver elini Merkez yani... Yetti gari......

    - (.......Ulan dingil, karnın tok, sırtın pek biraccık sıkıntıya pes ettin ya, iyi ki gidecek bir merkezin var. Buradaki garipler ne halt edip, hangi merkeze gitsinler ki......)

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    İlk önce sorgulayıp, sonra yargılayalım!

    Pazar sabahı, başka olur Beylerbeyi’nde. Kimsenin kalkmadığı saatlerde kalkar, yürürsün arka sokaklarda. Eski, ahşap evlerin kokusu, alır götürür seni, yıllar yıllar öncesine.
    Bu sabah, havanın güzel olmasını fırsat bilip, felekten bir gün çalayım diyerek, tuttum arka mahallemin yolunu...
    En son, karlı bir günde, geçtiğim sokaklardan, bir de Mayıs günü geçeyim, bakalım nasıl oluyormuş, dedim.
    Yükseklerden başladığım yola, aşağıya inerek devam ettim. Yol boyunca gördüğüm çiçeklere, böceklere, sokak kenarında bekleşen kedilere hayran kaldım…
    Neler yoktu ki bu sokaklarda İstanbul'a dair.
    Bir dilleri olsa da, konuşsa dediğim, ahşap konaklar!
    İşten gelen beyin, tokmak vuruşunu, ağaçta oynayan çocuğun coşkusunu, akşam yapılan tambur fasıllarını. Özlemleri, aşkları, hüzünleri, bilmem daha ne çok şeyi anlatırdı, ahşap konaklar…
    Kimi, yıkılmaya mahkûm, salaş, tahtaları bakımsızlıktan, kuş yuvasına dönmüş; Kiminin, balkonlarında eğri büğrü asılmış, rengârenk çamaşırlar. Ve pencerelerin vazgeçilmez süsü, sardunyalar…
    Böyle konakların, önünden geçerken, aklıma hep Fahim Bey gelir. Fahim Bey ve onun esvapları. İlk defa Fahim Bey'in esvaplarıyla tanıdım, Abdülhak Şinasi'yi ve tuttum onu, bir yazar olarak. “İşte” dedim, “gerçek yazar bu!” Reklamı az yapılan, polemiklere girmeden, sadece kendini işini yaparak yaşayan, özgün insan!
    Fahim Bey’den sonra beğendiğim diğer kişiyse; Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ki karakterdir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, şahane kurgusuyla canlanmış, müthiş bir karakter.
    Bunlar gerçek yazarlardı işte! Şimdinin, magazinsel, imzalı, şaşalı yazarları gibi olmasalar da…
    Okul döneminden hatırlarım, bu yazarları. “Huzur” vardı mesela, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın. Sonra, Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi. Bunları ben, ders kitabında olduğu için okudum ama ders olarak işlenmedi, hiçbir zaman.
    Ya hoca hastaydı, ya kötü hava koşulları, ya da müfredat yetişmedi...
    Bilemiyorum. Bize hiç bir zaman, Varlık'tan, Morca'dan, Kafka'dan bahsetmediler. Bolca, tarih ezberletip, salyangozun resmini çizdirdiler...
    Halide Edip, kaç yılında Ateşten Gömleği yazmış. Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi’ni kaç yılında yayımlamış?
    Hep böyle, ezberi bilgiler verildi. Ama kimse bize, bu yazarlar nasıl yetişmiş, kimden etkilenmiş, nasıl bir kurgu başarısı yakalamış, bunlardan bahsetmedi.
    Ben, kendi kendimi yetiştirmeseydim; sanat tarihi, felsefe gibi kültür ve sanat tarafım, hep eksik kalacaktı. Belki de, bir Sabahattin Ali'yi, bir Dostoyevski’yi tanımadan ölüp gidecektim.
    Bu eğitim sisteminde ki aksaklıklar giderilmeden, çocuklara, siz şöyle okumuyorsunuz, böyle yazmıyorsunuz, demenin anlamı yok! İlk önce, kendimizi sorgulayıp, sonra onları yargılayalım!

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    GLOBAL YAPTIRIM VE YAŞLI ÇİFTÇİNİN KIZI

    Batı, bilimsel çalışmalarına takla attırıp teknolojiyi üretinceye kadar biz Osmanlılar dünyanın en güçlüsü, efendisi edasında dört kıtada at oynatırken her şey iyi ve güzeldi. Köroğlu’nun meşhur deyişi benzeri teknoloji icat oldu biz Türkler afallayıp oracıkta kaldık. Doğal olarak hızlı bir çöküş sonrası öz parçamız Anadolu’da fakir, yoksul, cahil halimizle tek başımıza kalakaldık.

    Bundan önce ata binip “Allah Allah” naralarıyla önümüze çıkan her orduyu yeniyorduk. O gün at, kılıç ve imanla beslenmiş cesaretli yürek bize tüm dünyayı adaletle yönetmekte yetiyordu. Sonrasında top ve tüfekle teçhizatlanmış ordumuzla her sorunu çözüyorduk. Anadolu insanı kendi kendine yeterken payitaht ve kutsal topraklar fethedilmiş ülkelerden alınan ganimetlerle besleniyordu. Ha birde tek bir idealimiz ve hep tek bir gelecek projemiz oldu. Din-i Mübin-i İslam’ı yeryüzüne yaymak. Bunun için belirlenen yakın hedefler kızıl elma adıyla idealleştirildi.

    Elin gavuru elbet boş durmamıştı. Bilinçli yapılan deniz aşırı yolculuklar, onlara yeni dünyalar dolayısıyla alternatifler ortaya çıkardı. Bitmez hazine Afrika’yı keşfetmişlerdi. Bu bitmez kaynaklı kıtadan acımasızca, hunharca ve doyumsuz bir iştahla beslendiler. Bu onlara dünya nimetlerini, zenginliği ve bir türlü takla attıramadıkları bilimsel çalışmaları teknolojiye çevirmeyi sağladı. Avrupa’da yeni büyüyen bu yeni dev, dünya kahramanı Osmanlıyı topraksal ve maddi olarak hızla çökertti.

    Ve onların her zaman gelecek hedefleri oldu. Amerikan filmlerinde dile getirildiği gibi B planı anlamında hedeflerinin de hedefleri hiç eksik olmadı. Bu yeni dev dünyaya bir defa abanmıştı ve hiçte bırakmak niyetinde değildi. O günden bu güne yedekteki B planlarıyla birlikte tüm dünyayı kendi hakimiyetleri altında yönettiler ve yönetiyorlar.

    Züğürt Ağa konumuna düşen Osmanlının evlad ve torunları, bu yeni Batı karşısında ağızları açık, hayran kaldılar ve hala devam ettirdiğimiz aşağılık kompleksi geliştirdiler yada planlamacı Batı uyanıklığıyla bu yola girdirildiler.

    Evet Tanzimat’tan günümüze, kabul edilmese de biz, toplum olarak hep planlandık. O günden bugüne kızıl elmalarımızı, ideallerimizi de bizi planlayanlar belirledi. Söyler misiniz salt bizim olan Tanzimat’tan bu yana kaç projemiz olmuş. Batının işine gelmeyen hiçbir planlama ve projemiz maalesef uygulanıp ete kemiğe büründürülememiş; aksi gerçekleşmişse bile çok azdır ve gerçek hedefinden saptırılmıştır.

    Osmanlı Ağasını çok iyi hisseden ve günümüzde dindarlar diye isimlendirilen kesim geçmişte ve bugün yaşadığımız olumlu gelişmeleri karşı tarafa rağmen kendilerinin kazandıkları bir sonuç olarak görüp yorumlasalar da aslında bütün bunlar Batının izin verdiği ölçüde gerçekleşmiştir.

    Dindar ve muhafazakarların bu yanılsamaları bana, gençlik çağına girişte yetişkin bir yakınımdan işittiğim şu hikayeyi hatırlatır:

    Geçmişte bir zamanlar hiç erkek evladı olamayan tek kızı bulunan ancak kendi kendini idare edebilen bir çiftçi varmış. Yaşlılığına kadar kendi eker kendi biçermiş. En son araziyi ekmesine ekmiş ama yaşlanıp rahatsızlaşınca yetişip yeten buğdayı biçmeye gücü yetmemiş. Kızı kız başıyla ekin biçemeyeceğinden kara kara düşünür olmuş. Durumu fark eden kız babasıyla konuşmuş. Babasının bu basit endişesini öğrenince kız, “ah baba buna mı canını sıkıyorsun, sen hiç merak etme ben o ekini hemen biçtirir ve buğdayı eve getirtirim” demiş. Yaşlı adam bunun nasıl olacağını düşündüğü gibi bende düşünmüştüm. Hikayenin asıl kısmı olan bundan sonrasını yakınım şöyle anlatmıştı: Kız genç ve güzelmiş. Köydeki tüm delikanlılar bu kıza vurgunmuş ve kız tüm bunların farkındaymış. Babası ve kendisinin yapamadığını elbet köyün delikanlılarına yaptırmış. Her bir delikanlıyla gizlice görüşerek onları ümitlendirmiş ve bunu her birine birbirinden habersiz verdiği hediye mendillerle somutlaştırmış. Sonrasında hepsinden arazide kalan ekinlerini biçmelerini rica etmiş. Elbette delikanlılar koşarak gelmişler. Hava serinken başlangıçta eğilip elle ekin biçmek kolaymış. Sıcak bastırıp yorgunluk çökünce delikanlılar tırsmaya başlamışlar. Her şeyi önceden öngörüp planlayan genç kız, bir ifadeyle her defasında delikanlıları gaza ve gayrete getirtip öğle olmadan buğdayı babasının evine yığdırmış. Uyanık kızın sihirli sözü neymiş biliyor musunuz: “Göster kendini mendil verdiğim oğlan! Ha göreyim seni!”. Kız ata kırbaç vurur gibi ara ara bu sözü haykırıyor ve olan biten ve birbirinden habersiz saf delikanlılar herkesin gözdesi kız yalnızca bana hitap ediyor zannıyla çalışıyor da çalışıyorlarmış.

    Sizi bilmem ama ben bu hikayeyi duyduktan sonra hiçbir kızın peşine düşmedim. Akif’in “tek dişi düşmüş canavar” diye ifade ettiği Batı, çiftçinin bu uyanık kızından daha uyanıktır herhalde.

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Hobbes ve Özgürlük

    Thomas Hobbes’a göre, insan eylemlerine yön veren tasarımların kaynağında, arzu ile nefretin birbirini tâkip eden etkileşimi vardır. İrâde ise arzu ile nefretin çatışmasından doğar ve bu çatışma nedeniyle irâde özgür değildir. İnsan eylemlerine kaynaklık eden niyetler ya da eğilimler, irâdeye dayalı bir eylemi yapma ya da yapmama isteği olarak açığa çıkar ve bunlar da özgür değildir. İrâde söz konusu olduğunda insanın, diğer canlılardan hiçbir farkı yoktur.

    Hobbes’a göre tüm canlılar, kendi varlıklarını sürdürme çabası tarafından belirlenir ve irâdenin etkinliği tüm canlılarda, bu çabanın arzu ile nefretin çatışması içinde açığa çıkmasını sağlar. Hayvanlar söz konusu olduğunda içgüdünün etkinliği, insan söz konusu olduğunda aklın etkinliğinde görülür ve akıl insanlara, kendi varlıklarını sürdürme çabası bakımından daha güçlü olanaklar sunarak insanı, diğer canlılar karşısında üstün hâle getirir.

    Ancak gerek akıl, gerekse de içgüdü, kendisi tarafından belirlenmez. Tüm evren maddeden ve maddenin hareketinden oluştuğu için, akıl ve irâde de bunların belirlenimi altındadır. Özgürlük ise ne aklın koruması altındadır, ne de irâde özgürlüğü olarak insana madde tarafından belirlenmeme olanağı sunar. Aksi yöndeki sanı, insan doğası hakkında bilinenlerin eksik olması nedeniyle ortaya çıkmıştır ve insan doğası araştırıldıkça, bu ve benzeri sanılardan kurtulmak da mümkün olacaktır.

    Hobbes’a göre, “insan insanın kurdudur”. İnsan, bencil bir varlıktır ve yaşamı, bencilce arzu ve istekler tarafından belirlenir. İnsanın varlığını sürdürme çabası, bencillik olarak eylemlerine yansır ve bu bencillik, insanlar arasında belirli türden bir savaşın çıkmasına yol açar. Bu savaş ortamının sürdürülebilir olmadığı anlaşıldığında ise insanlar, hak ve özgürlüklerini belirli türden bir “toplumsal sözleşme”yle oluşturdukları ve kendilerinden daha üstün tuttukları bir güç olan devlete devrederler.

    Böylelikle, Hobbes’a göre devlet, hak ve özgürlüklerin kendisinde toplandığı temel güçtür ve bunlar, devletin etkin sınırlandırma ve denetimi altındadır. İnsan ve doğası, madde ve maddenin hareketiyle belirlenir ve bu doğanın yasaları açığa çıkartıldığında, insan davranışları da yönetilebilir. Tüm bilgimiz, maddeyle sınırlanmıştır ve insan eylemlerine yön veren ilkeler de maddenin hareketine içkin olmak bakımından en az doğa nedenselliği kadar kesin ve mutlaktır.

    Düşünce ve madde arasındaki ilişki, mekanik zorunluluğun gereği olarak nedensel bir ilişkidir ve insanın bilme yetileri, bu nedenselliğe göre şekillenir. Bellek ise bu nedenselliği, neden-etki ilişkileri içinde canlı tutar ve insan eylemlerine ilişkin olarak ön kestirimlerde bulunmayı sağlar. İnsan, ikili bir varlık değildir, insanda “ikili bir töz” yoktur; ruh ve beden, insanda iki farklı töz değildir. Ruh, bedenin bir fonksiyonudur ve bütününde bakıldığında beden bir makinedir. Ruh ise maddenin bedendeki hareketidir.

    İmdi Hobbes, insan eylemlerine yön verme iddiâsında bulunan ve aşkın bir temele dayalı tüm normatif ölçütlere karşı çıkar; kilise öğretisi, Aristotelesçi fizik, geleneksel kalıplar, vb. Hobbes’a göre, “bilimsel temelden” (madde ve maddenin hareketi) yoksundur; bu nedenle de hiçbir nesnel geçerliliğe sâhip değildir. Oysa, insan eylemlerini incelemek için, bu alana ilişkin ilkeleri bulmak ve bunları, bilimsel yöntemle (geometrik yöntem) incelemek gerekir ki, Hobbes da özgürlük görüşlerini, bu temel ve yöntemle ortaya koyacaktır.

    Hobbes’a göre tüm insan eylemlerinin temel amacı, yaşamın sürdürülmesidir ve insan eylemlerine ilişkin en temel normatif ölçüt, insanın varlığını koruma çabasıdır. İnsan eylemlerinin temel ilkesi budur ve diğer bütün ilkelerin değeri, buna göre belirlenir. Tüm istemeler, eğilimler, arzular, vb. bu ilkeyle açıklanmalıdır ve Hobbes da bu materyalist, mekanik, psikolojik ve biyolojik kökenden hareketle etik ve siyâset felsefesi görüşlerini geliştirecektir.

    Hobbes bu açıklamasında, doğal durum dediği farazî bir hareket noktası seçer ve bu ilke ve yöntemi kullanarak, insan eylemlerine ilişkin şu sonuçlara ulaşır. Hobbes’a göre insanlar, doğal durumda, birbirlerine karşı tam bir güvensizlik içindedirler ve bu güvensizlik ortamı onları, barış içinde bir arada yaşamaktan alıkoyar. Doğal durumda insan eylemleri, herhangi bir dışsal otorite tarafından sınırlandırılmamıştır ve bu nedenle, insan ilişkilerinde hiçbir hoşgörü ve iyi niyet gözlenmez.

    Doğal durumda insanlar, isteme söz konusu olduğunda eşittirler; ancak bu eşitlik, aynı fizikî güce veya zihinsel yeteneklere sâhip olmadıkları için eylemlerine yansımaz ve aralarında çatışmalar başlar. Yâni, insanın kendi varlığını sürdürme çabası, isteme-eylem ilişkisi içinde tüm insanları çatışmaya sürükler ve bu noktadan sonra insanlar, birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışırlar. Bu çatışmaların kaçınılmaz sonucu ise savaştır ve savaş, zamanla kronik hâle gelir.

    Hobbes’a göre savaş ortamında insanlar, kendi hâkimiyetlerini koruyup güçlendirmek ve ölüm korkusundan kurtulmak için tüm yeteneklerini kullanırlar ve kendilerini sınırlandıran daha yüksek bir güçle karşılaşmadıkça, bu savaş ortamı sona ermez. Ancak, bu ortamın uzun süre sürdürülemeyeceğini de anlarlar; çünkü insan, kendi başına “özgür” olduğunu düşünse de kendi başına güvende olamaz ve bir zaman sonra güvenlik gereksinimi, özgürlüğün önüne geçer.

    Doğal durumda, insan eylemlerine yönelik hiçbir aşkın kural, ölçüt ve ilke yoktur ve insan eylemlerinin özgür olması, bütünüyle kendi irâdelerinin ve kendi varlıklarını sürdürme çabalarının ürünüdür; Kendi’nin özgürlüğüdür bu. Fakat, bu savaş ortamı devâm ettikçe, “güçlü olan”, diğerleri üzerinde baskı ve tahakküm kurmaya başlar ve onların özgürlüklerini de kendisi belirler; bu belirlediklerinin başkaları tarafından kabûlünü de sağlar.

    Hâl böyle olunca, doğal durumda insanlar, kendi özgürlüklerini yavaş yavaş kaybeder; ama, bunun karşılığında güvenliklerini sağlarlar. Bu baskı ve tahakküm içinde insan, kendi özgürlüğüyle ilgili olarak hiçbir zaman hoşnut değildir. Savaş ortamı sürdükçe, kendi özgürlüğünün de giderek kısıtlandığına ve bâzen sırf bu nedenle yeni çatışmaların ortaya çıktığına; bunun da bir kısırdöngü yarattığına tanıklık eder.

    İnsanlar, bu teslîmiyetin gerek insan doğasına, gerekse de bir arada yaşama olanağına aykırı olduğunu anlar ve toplumsal yaşamın başka türlü düzenlenmesi konusunda bir arayışa girerler. Akıl aracılığıyla insanlar, toplumu oluşturan tüm bireylerin kendi hak ve özgürlüklerini tek bir otoriteye devrederek, bu otorite karşısında eşit, özgür ve güvenli bir yaşam sürdürme zorunluluğunu duyumsar ki, bu yolla toplumsal sözleşme açığa çıkmış olur.

    Hobbes’a göre, insanlar arasında üç temel kavga vardır; rekâbet, güvensizlik ve şan şeref. Doğal durumdaki savaş ortamı içinde bu kavgalar, aslâ sona ermez; fakat, toplumsal sözleşmeyle kurulacak devlet düzeni ve bu düzeni ayakta tutacak devlet otoritesi karşısında korku duyacak bireyler, kendi varlıklarını sürdürme çabalarını, toplumsal sözleşmeye uygun bir biçimde gerçekleştirecekler ve bu yolla, kendi hak ve özgürlüklerinin gereğini yerine getirdikleri gibi, başkalarının hak ve özgürlüklerine de saygı duyacaklardır.

    Toplumsal sözleşmenin ve hak ve özgürlüklerin meşrûiyeti ise güvenliği korumasıdır. Devlet (düzeni), bireylerin kendi hak ve özgürlüklerinin üzerinde olsa da tüm bireyler, devletin koruması altındadır ve devlet, yaşama hakkını (meşrû bir zorlayıcı neden olmaksızın) ihlâl edemez. Devlet (düzeni), tüm insanların eşit bir biçimde arzu ettikleri mutluluğu, aşkın bir temele dayanmaksızın yaşama geçirir. Burada kimsenin özgürlüğü bir başkasının özgürlüğüne zarar vermediği için devlet (düzeni), mutluluğun tüm bireyler arasında eşit paylaşılmasını sağlamış olur.

    Notlar:
    Leviathan; Thomas Hobbes, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1995, syf: 29-49
    A.g.e. syf: 464-5
    A.g.e. syf: 46-55
    A.g.e. syf: 92-5
    A.g.e. syf: 95-7
    A.g.e. syf: 125-30


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Halil Önceler

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Tortusu Kaldı Yüreğimde; Anıların...

    Bazen Ruhum’u rüzgara satarım,
    Esip geçeceğini bile bile.
    Ama o hiçbir zaman sahip olamaz yüreğime
    Çünkü Ruhum’u alabilecek kadar zengin değildir elleri
    Tutamaz kalbimi…

    Ben sadece izin veririm tutmasına, dokunmasına…
    O sadece şaşırır, inanamaz saçlarımı ellerine bıraktığıma.
    Ellerine değen saçlarını hayata tutunacak parmaklık zanneder,
    Asılır sadece asılır,
    Asılır yüreğimde, yüreğime asılır…

    Ben izin verdim yanaklarımı ıslatmana,
    Sadece bir anlıktı her şey,
    İzin verdim ve ıslattın, sonra da gittin
    Şimdi sildim ıslaklarımı, saçlarım düzelttim
    Ve makyajımı tazeledim, sahte gülüşlerimi de taktım yüzüme…

    Çok yalan söylüyorum bu ara,
    Hep “İyiyim” diyorum, iyiyim aslında,
    Sadece iyi olmaya değil, iyi görünmeye çalışıyorum…
    İçimin nasıl olduğu nasıl olduğu çok da önemli değil,
    Nasıl olsa kimse göremiyor…

    Toplarım kalbimin kırıklarını,
    Anılarımın tortusunu alır, uçurumdan aşağıya atarım…
    Yüreğimi toplar, yola koyulurum.
    Ruhum’u bırakırım yine rüzgara
    Sarılırım Güneş’e…

    Yine izin veririm Kalbimin kırılmasına,
    Yine baştan yaparım hayalden evimi,
    Ağrısa da her yanım,
    Yine Güneş’e ev sahipliği yaparız yalnızlığımla beraber
    Yine, yeniden doğarız bir sabah Güneş’le birlikte…

    Nevin Akbulut

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Biraz Gülümseyin



    KMTV Sunar...

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    http://www.yemezler.org Esas tehlike şimdi geliyor. GDO’lardan üretilecek olan mısırözü yağı, kanola yağı, mısır şurubu, mısır nişastası, soya lesitini gibi mamüller neredeyse satın aldığımız tüm paketli ürünlerin içinde bulunabilmekte. Tehlike çok büyük, bu tehlikeye dur diyecek zaman ise çok az! Eğer GDO’ların ithalatına bugünden dur demezsek yarın çok ama çok geç kalmış olacağız. Sofralarımızın ve sağlığımızın GDO’larca işgal edilmesini engellemek için sen de şimdi imza kampanyamıza katıl, GDO’lara dur de! Bilgi sahibi olun.

    Bir fikri, öğüdü daha çok mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri söylenegelmiş özlü sözlere atasözü denir. Peki nedir bu sözlerin anlamları? http://www.atasozlerianlamlari.com/ web sayfası bu amaçla hazırlanmış ve kaynak niteliğinde kullanılabilecek bir site.

    5n1k ne anlama geliyor? Ne, neden, niçin, nerede, ne zaman, nasıl ve kim? Biz şimdilik http://www.nedir.net/ kısmıyla ilgilenen ve konuya kenarından giriş yapan bir web sayfası tavsiye ediyoruz. Geriye kalanlar daha sonra artık. Cüneyt Özdemir’e saygılarımızla http://tv.cnnturk.com/5n1k

    http://www.tema.org.tr/ “TEMA Vakfı, ülkemizin en değerli hazinelerinden birinin toprak olduğunun bilincindedir. Bu nedenle, orman, çayır, mera ve tarım alanlarının, su ve bitki gen kaynaklarının, doğanın korunması ve erozyonun önlenmesi konusunda, belli bir devlet politikasının gerekli ve zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak ancak teknik yönden yeterli bir kadro, teşkilat ve mali imkanlarla mümkündür.” Tema’lı olmak farkında olmaktır,toprağımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Hold Me Now - Johnny Logan









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120511.asp
    ISSN: 1303-8923
    11 Mayıs 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com